SESSİZ BİR ÇIĞLIK: DESTİN/Burak KARLANGIÇ


(Yazmam için bana her zaman destek olan 
Fazlı Bayram, Bekir Büyükkurt ve Asaf Özmen'e  Selam Olsun)

Nerden geldiğini, nereli olduğunu bilmiyorum
Bir kaç kez sormak istedim
Azarladı beni, ''hepimizin geldiği yer belli'' dedi
Destin benle çok konuşmaz
Bana hayatını pek anlatmaz
Büyük bir sır saklı onda
Biliyorum beni çok sever ama hep mesafeli durur
Ara sıra uğrar durumuma bakar kaybolur bir lâhza
Bir kaç cümle fısıldamadan da gitmez
Her zaman görünmez bana
Bazen çarşıda
Bazen dükkânda
Bazen de Çoruh Nehri kıyısında tütün sararken görüyorum onu
Arada bana da ikram eder
Çay içer, türkü dinler, bol bol söver
Destin bir hayal
Lâl
Afet
Davet
Teslimiyet
Bazen de hayal kırıklığı...
Elde etmek isteyip edemediğim
Yapmak isteyip yapamadığım
Söylemek isteyip de söyleyemediğim her şey DESTİN !


MADDEYE RAM OLMAK/Bekir BÜYÜKKURT

   Hayatta birtakım kolaylıklar sağlayacağını düşünerekten hayatımıza dahil ettiğimiz ve daha sonrasında bizden bir parçaymışçasına muamelede bulunduğumuz metaların etra- fımızı çepeçevre kuşatmış- lığıyla karşı karşıyayız.


            KOLAYLIK AMA ESİR OLMADAN
           Makineler insanların zamandan tasarruf edebilmesi ve bazı ağır işlerden kurtulabilmesi için icad edilmiş ve devamında ise çok ciddi oranda gelişme kaydetmiş önemli bir ürün niteliğinde hayatımızda bulunmaktadır. Lakin makineleri hayatımıza sağladığı kolaylıklar olan yerinden alıp, hayatımızın ana gayesi haline getirecek olursak bu hem makine için, hem de insanlık için zulüm olur. Çevremizde(belki de kendimiz böyleyiz) bazı insanlar araçlara binerken, bazı araçlar da insanlara binmektedir. Araç burada sadece sembolik bir mana ifade etmektedir. Araç yerine mobilya, elbise, telefon, bilgisayar, televizyon vs. konulabilir.  Buradan bu gibi makine veya maddelere karşı olduğumuz manası da çıkarılmamalıdır. Karşı olduğumuz ve hatta düşmanlık beslediğimiz asıl şey mana cephesi de olan insan için var olan yada üretilen herhangi birşeyin insanı esir almasıdır. Ne yazık ki insan bu esarete kendi isteğiyle boyun eğmektedir.
            MADDENİN HAYATIMIZDAKİ ASIL FONKSİYONU
         Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere makineler zaman kazandırmak, işi kolaylaştırmak ve insan gücüne daha az ihtiyaç duymak için insan hayatında bulunmaktadır.  Zamandan tasarruf ederek ilim, ibadet ve hayra daha fazla zaman ayırabilmek bir Müslümanın hayatında çok önemlidir. Lakin insan bu kalan zamanı Efendimiz(sav)'in 'İnsana bir vadi dolusu altın verseniz, bir vadi dolusu daha ister' Hadis-i Şerif'i mucibince gözlerini bürüyen mal-meta hırsıyla daha fazla kazanmaya ve daha fazla biriktirmeye ayırmaktadır. Eski zamanlarda Alimlerin zamanın yetmezliği ile ilgili serzenişleri kitaplarda geçmektedir. Zamanın az ama Alimin çok olduğu o günlerden, zamanın çok ama Alimin neredeyse yok denecek hale geldiği bu günleri yaşıyoruz. Sırtında yük taşımaktan omzu nasır tutan Halife Efendimiz bugün arabası olan ama hayrını yanlız kendi gören müslümanları görse acaba ne derdi. Yada biz onların yüzüne yarın mahşer meydanında nasıl bakacağız.
            ALLAH İÇİN VERİLEN MAL
        Geleceğimizi rahat bir şekilde yaşamak için biriktirmeye başladığımız ve önünü alamadığımız mal biriktirme müptelası sinsi bir hastalık gibi neredeyse tüm müslümanları pençesi altına almıştır. Bu mal-mülk biriktirme müptelası, milletimizin genetiği olan medeniyetimizde olduğu gibi infak etmek ve Allah için dağıtmak için değil; aksine, daha çok biriktirip, kurulan zenginlik hayallerini yaşamak içindir. Halbuki Efendimiz(sav) 'Allah için verilen mal eksilmez' buyurmaktadır.  Burada 'Tüm dünyalıkları bırakıp sadece ahiret ile ilgilenelim ve dünyalık işleri de gayr-i müslimler yapsın. Biz de onlara muhtaç mı olalım?' sorusu akıllara gelebilir. Efendimiz(sav) din ve dünyanın ayakta tutulabilmesi için insanlara para-pul gerektiğini söylemiştir. Bizim için zararlı olan şey mal ve paraya olan esarettir.
            FANİ DÜNYADA BAKİ HAYAT OLUR MU?
         İnanç ve irade sahibi Müslümanların mal ve parayı gelecek kaygısı güderekten biriktirmeleri, ebedi dünya gerçekliğinden haberdar olmadıklarının vesikası niteliğindedir. Eğer bir müslüman sırf kendi için, insanlığa ve Ümmeti Muhammede fayda sağlamayacak herhangi birşeyin peşinde ömür tüketmiş, yaşamak için değil de yemek için yaşamışsa fani dünyada bırakılan mal ve mülk hiçbir önem arz etmemektedir.
            İNSAN ÇUKURU
   Seküler ve maddeci bir zihniyet elinde bulunan çağ, insanın değerini bilmemekte ve insanı çukurlara yuvarlamaktadır. Gözün mana alemine perdeli olduğu bilinmektedir. Buna rağmen gözleri akıllara kilitleyip, herşeyi salt akıl ile maddiyatta çözmeye çalışanlar hakikat  menbaından bir katre nasiplenemezler. Yaşadığımız çağ bize gösteriyor ki; her modern birey bir yaşam koçuna muhtaçtır. Bu yaşam koçlarının sözleri neredeyse Hadis-i Şerif ve Ayet-i Kerime'lerin önünde-üzerinde tutulmaktadır. İşte bu çukurlara yuvarlanmış modern bireylerin Millet-i İslam'ın birer ferdi olma yolundaki ilk adımı Muhammedi(asm) terbiyeyi kendine rehber edinmekle olacaktır.
            TOPRAK; OLDUĞUMUZ VE OLACAĞIMIZ ŞEY
        Topraktan yaratılmış olan insan sonunda tekrar toprak olacak ve kıyamet koptuğunda herşey harap olacaktır. Tüm bunların olacağını bile bile dünyaya bel bağlamak akl-ı selim bir insanın, inanç ve irade sahibi bir Müslümanın yapabileceği birşey değidir. İnsanları asıl hayattan koparan ve salt, seküler akıl ile yönlendirmeye çalışan bir projenin İlahi Derrgah'tan habersiz olduğu gün gibi aşikardır. Herkesin hesap yaptığı bu günlerde bütün hesaplarında üstünde bir hesap yapıcıdan haberdar olması elzem bir durumdur.  Bu hakikatlere gözlerini kapatanlar yanlızca kendilerine karanlık yaparlar.
            EBEDİ HAYAT İÇİN
            Öncelikle bilinmesi gereken şey; hayatın uzunluğu-kısalığı değil, nasıl yaşandığıdır. İnsan dünyaya zevk-ü sefa içerisinde yaşamak ve dünyalıklara köle olmak için gönderilmemiştir. İnsan dünyaya cümle varlığı tanımak ve temelde bu kusursuz kainatın Sahibine layık bir kullukta bulunmak için gönderilmiştir. Tüm bunlara rağmen insan nasıl olur da sorumsuzca davranabilir?
      Misafir olarak gidilen bir evdeki eşyaları benimseyip kendimizin zannetmek ne kadar ahmaklık ise; yine misafir olarak geldiğimiz bu dünyaya ve onun türlü oyuncaklarına bağlanmakta bir o kadar ahmaklıktır. Fani dünyada baki hayatı yaşama arzusunun doruklarında olan insanların, asıl hayatın hayat-ı fanide değil, hayat-ı ebediyede olduğunu idrak etmeleri, asıl yöne doğru azim, gayret ve sabırla ilerlemeleri gerekmektedir. Aslında fani dünyada ebediyet isteyenler, rahat olmaktan rahatsız olmalıdırlar ki o zaman ebediyetin kapısını aralayabilsin. Bu rahatsızlığın meyveleri zamanı aşan hizmetleri yapabilmekle, Cenab-ı Muhabbete ulaşmakla alınacaktır.
            Kurtuluşa erecek olanlar, Allah'ın kendilerine yetecek kadar verdiği rızka kanaat edenlerdir.


KALEM YOLDAŞIMIZ GÜN SAZAK GÖKTÜRK EVLENDİ/Hasan EJDERHA


Yoldaki Kalemler’in kıymetli yazarı, aykırı mısralar şairi Gün Sazak GÖKTÜRK evlendi. Sevgili dostumuz, gönüldaşımız, kalem yoldaşımıza bütün Yoldaki Kalemler mensupları adına mutluluklar diliyorum.
Necip Fazıl KISAKÜREK Üstad’a şiir getirip, “üstadım şu şiirime bir bakar mısınız” diyenlere Üstad’ın; ”evlenin de görelim şiirlerinizi, evlendikten sonra şiir yazarsanız getirin bakalım” dediği rivayet edilir. Bu ifadelerin kıymetli kalem yoldaşımız Gün Sazak Göktürk ile ne alakası var diyenler olacaktır bu yazıyı okuyunca. Tabi Üstad’ın bu sözlerini bana hatırlatanların da “bu sözün Günsazak Göktürk ile ne alakası var” diyenleri olduğunu söylemeliyim.
Bu arada Üstad’ın bu sözünü aktaranlar, Yoldaki Kalemlerin Yayın Yönetmeni olarak beni etkilemediler mi? Bu sözden Gün Sazak Göktürk adına etkilenmedim mi dersem yalan olur. Elbette: “Eyvah! Yoldaki Kalemler’in kıymetli şair ve yazarlarından birini kaybettik” dediğim olmuştur elbette. İnkâr edemem. Zira şahitler huzurunda söylemişliğim vardır.
Mesela Yine Yoldaki Kalemlerin yazarlarından, hatta Yoldaki Kalemlerin başlangıç vesilelerinden Bekir Büyükkurt kardeşimiz evlenince bu ve buna benzer kaygılar taşımamıştım. Hoş evlendi evleneli bu dostumuzun da bir satır yazmışlığının da olmadığını kimse duymadan söylemeliyim.
Gün Sazak Göktürk’ün şiirleri ve yazıları ile ilgili bir değerlendirme yaparken: Gün Sazak Göktürk yazı ve şiirlerini “kamanın ucuyla yazıyor” diye bir tabir kullanmıştım. Gerçekten de öyleydi hemen her yazdığı…
Bir şair dostum Ahmet Doğan Bey ve bana gönderdiği mülakat sorularını cevaplandırıp gönderdiğimiz günlerin sonrasında, Ahmet Doğan Bey’in ve benim verdiğim cevapları okuduktan sonra beni arayarak; “Gardaş, Ahmet Ağabey’in de senin de mülakat sorularıma verdiğiniz cevapları okudum. Okudum da aramadan da edemedim. Allah aşkına memlekette cenk var da, herkes cenge çıktı da bizim mi haberimiz yok diye şüpheye kapıldım” demişti de kahkahalarla gülmüştük karşılıklı. Bu dialoğu şunun için anlattım: Ben de Gün Sazak Göktürk’ün gönderdiği her yazı ve şiirde bu duyguya kapıldım. “Memlekette cenk var da bizim mi haberimiz yok!”
Evet, yukarıdaki şaka bir yana Gün Sazak Göktürk cenk adamı; her şiirinde, her yazısında davasının cengini yapar. Konu, fikir, memleket meselesi, aşk ne olursa olsun, Gün Sazak Göktürk kamasının elinde olduğunu hissettirir. Üstelik de kamanın bileğilenmişliğinden kaynaklanan parlaklığını bilmesi için muhatabının gözüne bir iki yansıma gönderir.
Yazılacak ve söylenecek oldukça çok mesele var bu konu ile ilgili.
Gün Sazak kardeşimize kıymayalım. Hem daha nefis yazılar ve şiirlerle aramızda olmaya devam edeceğinden zerre kadar şüphem olmadığını da belirtmeliyim ki bu kadar söz söyledikten sonra Yoldaki Kalemler’e göndereceği nefis şiirler ve yazılar karşısında mahcup olmayalım.
Sevgili kalem yoldaşımız Gün Sazak Göktürk’e mutluluk dileklerimizi bir kere daha yineleyerek muhabbetlerimizi sunuyoruz.
Allah eşini kendisine, kendini eşine mübarek eylesin.

Metin ACAR/YARIN OLMUYOR


Kalırsın bu gece
Düşündüm
Hataları ayıklayamıyorum
 
Kapıda bekleme
Çevremi temizleyemiyorum

Girersen içeri
Cevap veremiyorum

Anlarsın beni
Yarım kalıyor her şey
Mısralar çete kurmuş
Dünyamı karıştırıyor

Kal bu gece
Mısralara inat

Soru sormadan
Al sorularımı


TÜTÜN KÂĞIDI KABUĞU ŞİİRLERİ-VIII/korku / Fazlı BAYRAM







korkamayacak kadar yorgunum
su aldı gemilerimin
ayakkabı numaralarına yansıyan yanı
batamayacak kadar solgunum
tanrıya sarılıp ağlamayı hiç düşünmemiştim

sofra tuzu
kar yoğurdu
sen en şedit yanımın dam üstünde
un satanı
gavurca girilip mümince çıkılan
kapılarda gerdan
at meydanlarında mahsub edilenisin diğer yanımın
şimdi bir eşkıya gasp etse kalbimi
ümit var derim ona
kıymıkların hepsi çıkmadı henüz battığı yerden
kim olsa azarlardı musanın gördüğü adamı
ateşle oynuyorum
beni yakacağından hemde hiç şüphe etmeden



GÖNÜL ARZUSU/Murat TÜRKMENOĞLU










O kadar büyük olsun ki,
Tebessümlerinin içindeki haleler,
Seni de, beni de içine alsın.

Dalgalarının en şiddetli anında bile,
Kaybolmayayım maviliklerde.
Rüzgârın alıp uçursun beni,
Hiç bilmediğim diyarlara.
O taptaze ellerle,
Toprağın yoğursun beni,
Keşfedeyim bilmediğim sırlarımı.
Sevgin kuşatsın dört bir yandan,
Hasretin yerini 
Vuslata bıraksın.
Umuda bıraksın
Karanlıklarım yerini.



DÜŞ ÜLKESİNİN MELİKESİ / Sibel KÖK

Ey zamanın düş yorgunu yürekleri! Durun ve dinleyin beni. Ben; düş ülkesinin melikesi. Adını hiçbir lügatin yazmadığı diyarlardan geldim. Benim hikâyem zamanın en kadim hikâyesidir. Hiçbirinizin bilme- diği, bilemeyeceği tarih düşün söylediklerime! Asırlar önce- sinden sesleniyorum. Asırlar ötesinin siz düş (kün) lerine. Ben; düş ülkesinin melikesi, iyi tanıyın beni. Parmak uçlarım var benim her dokunuşunda bir coğrafya var eden gökyüzümde. Her birinizin düşlerine düşen sayısız güneş ışıldar, avuçlarımın zirvesinden süzülür Anka.

Kaf dağının eteğine Simurg'u yakan benim bakışımdır. İyi bilin, ellerimdir her birinizin düşlerinde gezinen. Sesimin ve sözümün yankısıdır içinizde devinip duran rüzgâr. Ben; düş ülkesinin melikesi ve siz; düş yorgunu gözlerini ülkeme dikenler! Halkımı çağlar ötesinin silahlarıyla katledenler! Haberler saldım gelişinizi engellemek için dört bir yana. Haberciler ulaşamadan daha menziline yorgun düştü dörtnala koşturdukları atlar.

Lanetlendi şehirleri ülkemin bilirim; lanetlenmiş şehirlerin kapısını açamaz hiçbir eğreti tebessüm. Ve siz! Eğreti tebessümlerle zamana caka satanlar! Tebessümünüzü damgalayıp lanetliyorum her birinizin düşlerini. Ben; düş ülkesinin melikesi…


SÖYLENECEK SÖZ VAR/Emrah KARACA

   Deliler gibi bir aşka sahip olduğunu düşünen uzun boylu delikanlı, diğer bir delikanlıya dönerek, acı bir tebessümle birlikte şöyle dedi:
   ”Çok sev Samet!...”
 Evet, diğer delikanlının adı Samed idi… Amma Samed’in de söyleyecek sözü vardı:
   ”Doğru dersin de ağabey; amma insan bu dünyada neyi severse başına imtihan olur. O yüzden boş ver sevmek istemem bu dünyadan hiçbir şeyi…” dedi.
   Hiç aşığa denir miyidi bu laf. Amma yalan mıydı aşığa söylenen bu laf? Onlar öyle göz göze bakadursun, bir zat çıkageldi; kimsenin tanımadığı bir zat… Bir vakit sonra çekip gideceği gelişinden belli olan bir zattı bu…
   ”Bir insan sevsin de, varsın masivayı sevsin. Hiç sevmemekten evladır bu… Bugün masivayı sever, bakarsın yarın Hakk’a rücu ediverir sevgisi de, doğru olanda karar kılmış olur… Amma kalpleri taşlaşmış olup da, sevebilmek işi sinelerinden silinmiş olanlar neylesin? Gönülde sevgi zerresi yok ki, başka bir vakit onu Hakk sevgisine iltica ettirsin… Amma ilkincisinin kalbinde sevebilme istidadı diri durur; sevebilmeye karşı kabiliyet sahibidir. Bakın Mecnun’a Leylasını aramaya çıktığı vakit Mevlasını buldu da döndü. Ya Leylayı sevebilecek gücü olmasaydı, Leyla’yı kim arardı? Mevlayı kim bulurdu?” dedi…
   Dedi ve bir daha hiç gelmeyeceği gidişinden belli olan bir gidişle döndü arkasını ve gitti… 

KARARSIZ BİR KUŞUN ÇIĞLIĞINDA / Mustafa Alper TAŞ










yeni ve ölmekten usanmış
sabah atlarının gölgesinde
sonsuz terleyen ve ileri doğru atılan
göğsünü bir hançer gibi gökyüzüne yakıştıran
bu korkusuz ırmak bizimdir

çünkü kedileri bir şefkat gecesine çağırdın
güvercinlerin boynunda siyah izler bıraktın

işte çalışan saati bizimdir güneşin 
yeryüzünün bütün rüyalarında seğiren 
o ekin tarlaları ve gelincikler 
bir ağaç gölgesinde yürüyen
bütün ölümlüler
bilir saatin yaklaşmakta olduğunu
ve yaşamaktan güzel olduğunu

ama gözlerimiz çok yandı bizim
tahmin edilemeyen kuşlar gibi bir akşamın göğünde
süzülen ve kaybolan hasretleri çağırdık
sofralar kapandı evler açıldı

bizi ateşin ismiyle yaktın
korkuttun gölgesiyle
sevmenin 
büyük ordusunun

BÎÇÂRE/Ayşe ÖZDEMİR

Vurgun, yüreğimdeki fırtınanın adı
Öyleyse nedendir bu tedirgin sessizlik
Kelimeler lâl, durdurur geçen zamanı
Körükler ateşimi bendeki tek senlik

Uykusuzluğun kölesiyim; avareyim
Fikirlerimse bir ihtiyar kadar yorgun
Terk etme boşluğa sebeb-i saadetim
Üstesinden gelemem aşktaki zorluğun

TÜTÜN KAĞIDI KABUĞU ŞİİRLERİ-VI/Vakit/ - Fazlı BAYRAM










galiba ikindi vakti öleceğim
bu kerih vakitte son söz
muşambalardan damlayan yarasa kanatları
şimdi sindirme zamanı
yuttuğum bu dünyanın
bu çiğnemeden yuttuğum
sair bilgilerden arınıp
ah çekmeleri kristal çiçeklerinin

sonra gel sen tulumbalardan
uğultu çağır ülkeme
işte önümde bir musalla yitiğisin
ve ardında bir süreyyanın

öyle dik dik bakma gözlerime
bir zeytin çekirdeğidir asfaltların
belki de son yedirilişidir yollara
çamurdan sakalların
taş kestiği bir devirde
son süngünün belki de
et giydiği bir haritada
ben gene sana yolcuyum
bu duygusallığın bir açıklaması olmalı




UMUTLU YAZGILAR/Mustafa Alper TAŞ

 
bu ölümün de içinden bir heves çıkardılar 
elmalar, o dağınık bahçenin ışıkları
sulardan söz ettiler büyüyen ve daralan ırmaklardan
insanın utanmayı bıraktığı bir anda
çocuğun kımıltısız yaprağı
böldü kalabalığın karnını

evet sen, çalılardan doğrulan
sen evet, ağzının kenarında morluklar
demek menekşeleri yemekten geliyordunuz
siz açıyordunuz köpeklerin kursağını 
böylece ne güneşi görebiliyorduk biz
ne akşamı örtebiliyordu üstümüze
anneler öyle mi

günler gelip geçecek biliyorsun
cevizlerin karanlığı üzerinde bin yıllık çeşmenin
dağın en güzel çiçeği kökünün üstünde
seyrediyor ufukta hep bir kartal olmasını
kertenkeleyi güneşlenmekten alıkoyamayacak 
çünkü hiçbir yağmur sonsuza kadar yağmayacak
seherin en serin vaktini dolduruyor çocuğun uykusuzluğu
aslında kimse birşey bilmiyor

alır gibi yaparak tavşanın huzursuzluğunu
zaman
büyük değirmen usta sihirbaz
verecek annenin çığlığını dünyaya
bir kez daha

GÖRMEDİN Mİ/Hasan EJDERHA













Aşk yürüdü önünden de görmedin mi?
Yürüdün aşkın önünden görmedin mi?
Hayalini kurduğun zamanların hatırına
Anlar bahşedildi de sana görmedin mi?

Görmedin mi? Yekten kapladı da aşk seni
Ekseni sana ayarlı dünyayı çek önünden
Gönlünden bir tele dokunup dinle kendini
Seninle titreşen sesindir inlet şimdi bendini
İnan dağlara bile çeksen kutlu yelkeni
Aşarsın cümle okyanusları ve hırçın denizleri

Görmedin mi kapına kadar gelen garip kuşu?
Görmedin mi ansızın karşına çıkan yokuşu?
Görmedin mi kesendeki son gümüş kuruşu?
Duymadın mı kalbindeki o aniden vuruşu?

Yürüyen ayaklarının keramet halini görmedinse
Kapına kadar gelip, el açan Hızır’a vermedinse
Kapalıyken gören gözlerinin sırrına ermedinse
Dostunun önüne gönlünü sofra gibi sermedinse
Göremezsin sen; kapına kadar gelen garip kuşu
Göremezsin sen; ansızın karşına çıkan sırlı yokuşu
Göremezsin sen; kesendeki son gümüş kuruşu
Göremezsin sen göremezsin; kalbindeki o ani vuruşu.

Şimdi görme zamanı, görüp de bilme zamanı
Gönlünü aç da bir başka gözünle temaşa et
Ser gönlünü de bekle yeniden göreceğin anı
Değiştir seni karanlıklara boğan eski mekânı
Bakmışsın ki aşka komşu olmuşsun birden
Aşk değince kanadına kurtuluverirsin kibirden
Zira bir gün çağıracaklar seni geldiğin yerden.


YAZMAK BİR MUCİZE/MERVE ÇAYIR

Söz uçar, yazı kalır dost.
İçimdeki yazma isteği bundan olmalı.
Yazmalıyım.
Fikrime düşen filizleri harf harf, hece hece yazmalıyım.
Düşünceler birer bulut olmalı zihnimde, kelimelerle dolmalı ve bu ağırlığa dayanamayıp katrekatre indirmeli cümleleri yeryüzüne.
Yazmalıyım ki, zihnimle kalbim arasında sıkışıp kalmış okları birer birer kâğıda saplayayım.
Bırak dost, bırak da yazayım.
İnsanlığın sustuğu yerden pustuğu yere kadar, bırak kalemim bitene kadar yazayım.
‘Yazmak bir mucize’ diyor Nuri Pakdil.
Benim mucizem de bu olsun.
Ağzı olanın konuştuğu bir ülkede bırak da kalemiyle yazanlardan olayım.

Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı olur dost.
Kaç fincan kahve içtik seninle bilemem ama birbirimize ömür boyu hatırımız olduğunu iyi bilirim.
Bilirim, yaşanılan tatlı anıların hatıra defterlerimizi süslediğini. Paylaştığımız her lokmanın ve paylaştığımız her acının hayatımıza derin izler bıraktığını.
Dostların birer birer masadan eksildiği şu günlerde bırak beni dost,
Bırak da hissettiklerini  yazanlardan olayım.


                                   Merve ÇAYIR
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi

AYYAŞ’IN SELAMI/CAN MUTLU











Uyandığın yatak, sevdiğin çocuk,
Kılmadığın namaz, söylediğin söz,
Görmediğin düşler, türlü günahlar,
Ha çeyiz sandığı, ha soğuk tabut,
Kundaktaki pir ve asker bebek,
Musalla’da yalan, Mecelle kayıp. . .
Bejan’ın gözünde üç beş saklı sır,
İnatçı öksürük, kıskanç sigara,
Kuru ekmekten, daha kuru su,
Çay yerine katran, yalancı şeker,
İki pehlivan, birisi yiğit
Kibrit kutusundan sıcacık bir ev,
Kocaman yürekli, cüceden bir dev,
Mübarek Cuma, Kulağı Kutlu,
Şakalaşmalar, fikir makamı,
Boynu yaftalı, soytarı kral,
Başbuğumun sana da selamı var,
Kafam tilkilerin mebus meclisi,
Dilimde üşüyen kurt’un türküsü,
Kısrağın sütüyle iftar eyledim,
Abdest tazelerken imanım küstü,
Toparlan ahiretlik, gidelim burdan,
Dirhem istemem, dünyalık paydan,
Ayyaş selamını almayan şair,
Ya onun tövbesi kabul olursa?
Sen her şeyi biriktire dur,
Ya cehaleti, kurtuluşuysa?

YOLDAKİ GENÇLİK/Şeyhşamil EJDERHA










Gökten bir ses geldi ilk önce
Çırpındık, zamanı bilemedik
Korkumuz ecelin gölgesinde
Unuttuk, geçmişte neredeydik?

Düş’tü her şey, geldi ve geçti
Bir film şeridi ecelin perdesi
Gördük orada kendimizi
Göremediğimiz her şeyi.

Mısralar kilitli
Hani anahtar, hani sandık?
Biz her şeyi gönlün anahtarı sandık

Gördük baktığımız şeyi
Göremediğimizde her şeyi

İşte mimar, işte gençlik
Geleceği inşaya geldik.


SÖYLENECEK SÖZ VAR / Emrah KARACA


Deliler gibi bir aşka sahip olduğunu düşünen uzun boylu delikanlı, diğer bir delikanlıya dönerek, acı bir tebessümle birlikte şöyle dedi:
   ”Çok sev Samet!...”
 Evet, diğer delikanlının adı Samed idi… Amma Samed’in de söyleyecek sözü vardı:
   ”Doğru dersin de ağabey; amma insan bu dünyada neyi severse başına imtihan olur. O yüzden boşver sevmek istemem bu dünyadan hiçbir şeyi…” dedi.
   Hiç aşığa denir miyidi bu laf. Amma yalan mıydı aşığa söylenen bu laf? Onlar öyle göz göze bakadursun, bir zat çıkageldi; kimsenin tanımadığı bir zat… Bir vakit sonra çekip gideceği gelişinden belli olan bir zattı bu…
   ”Bir insan sevsin de, varsın masivayı sevsin. Hiç sevmemekten evladır bu… Bugün masivayı sever, bakarsın yarın Hakk’a rücu ediverir sevgisi de, doğru olanda karar kılmış olur… Amma kalpleri taşlaşmış olup da, sevebilmek işi sinelerinden silinmiş olanlar neylesin? Gönülde sevgi zerresi yok ki, başka bir vakit onu Hakk sevgisine iltica ettirsin… Amma ilkincisinin kalbinde sevebilme istidadı diri durur; sevebilmeye karşı kabiliyet sahibidir. Bakın Mecnun’a Leylasını aramaya çıktığı vakit Mevlasını buldu da döndü. Ya Leylayı sevebilecek gücü olmasaydı, Leyla’yı kim arardı? Mevlayı kim bulurdu?” dedi…
   Dedi ve bir daha hiç gelmeyeceği gidişinden belli olan bir gidişle döndü arkasını ve gitti… 

***

İĞDE KOKULARI

   Sıcak bir ikindi üzeri usulca yağan yağmur yüzümü serinletirken, nasıl geldiğimi anlamadığım bu sokakta buluverdim kendimi. Eski, hatta tarihi bir mahallenin iğde kokan izbe bir sokağındayım. Yağmur yüzümü serinletse de kalbim yanıyordu. Evet, kalbimyanıyor, ciğerlerimin tam orta yerinden ara ara ince bir sızı iniyordu aşağılara. Beynimi tam olarak kontrol edemiyordum ama içimi yakıp kavuran o şeyi de hiç unutamıyordum. Görüntüler geçiyordu gözümün önünden sürekli. Dışarıya dair hissettiklerim sadece iğde kokuları ve yüzümü serinleten yağmur damlaları iken içimde olan biteni ise ifade edebilecek bir tek kelime bulamıyorum. Tüm alem üzerime yıkılıyordu sanki. Yaptıklarımın pişmanlığı mıydı beni bu hale getiren yoksa umutsuzluğun kıyısına kadar yanaşmış olmam mıydı bilemiyorum. İçimde bunlar olup biterken, orada öylece ne kadar dikildim kaldım hatırlamıyorum. Ama sonra nerede olduğumu, bu sokağın hangi sokak olduğu çıkartabildim. Uykudan uyanmış gibi hissettim kendimi o anda. Bir daha uyanmamak üzere uykuya dalıp, başka bir yerde, bambaşka bir dünyaya uyanan birisi gibiydim sanki. Evet, nerede olduğumun tamamen farkındayım şimdi: NakşiDergahı’nın kapısındaydım işte.
   Deminden beri içime çekip durduğum iğde kokuları, hafifçe esen rüzgârlarla beraber içeriden geliyormuş meğer. Kokunun cazibesinden midir, yoksa başka bir şeyden midir bilemiyorum, ruhum, eski bir yapı olan fakat dipdiri duran ve bahçesinde iğde ağaçlarını barındıran bu koca dergâhın içine doğru çekiyordu beni. Bu dergâhın, insanın içini mest eden bir atmosferi vardı gerçekten. Daha önce defalarca geçmiştim önünden. Buranın büyülü yapısını, sanırım dikkatsizliğimden olacak ki hiç fark etmemişim bu güne kadar. Belki de nasipsizliğimdendi fark edemeyişim. Ama şimdi önündeyim ve içeri girmemem için hiçbir sebep yok.
   İçeriye girmek üzere tam asmalı kapının ağzına gelmiştim ki iğde kokularını taşıyan hafif esintilerin ruhumu okşadığını hissettim. Asmalı kapıdan girip, iğde ağaçlarıyla dolu bahçenin tam ortasından uzanan taşlı yolu takip ederek işlemeli ahşap kapının önünde durdum. Kapı açıktı aslında. Ama daha önce hiç gelmediğim ve hiç kimseyi tanımadığım bu yerde nasıl davranmam gerektiğine karar verememiştim. Ne yapacağımı düşünürken birisi belirdi kapıda. Orta yaşlarda, hafif sakallı ve mütebessim bir çehre…”Buyur!” dedi ve eliyle içeriyi işaret edip yol verirmişçesine kenara çekildi. O anda, yaşadıklarım gözümün önünden geçmeye başladı tekrar, göğsüm yine yangın yerine dönmeye başlamıştı işte.
   Bir köşeye geçip oturdum. Beni içeriye alan zat, sayıca pek az olan insana çay dağıtıyordu. Sayıca az dediğim yirmi kişi falandır. Ama sayabileceğimi zannetmiyorum. Zira aklım başımdan gitmeye başlamıştı bile çoktan. Hiçbirşeye yoğunlaşamıyordum. Aklımın başımdan gitmesi değil de, içimde ki yangınların gitgide dehşetini arttıracak gibi durması idi beni korkutan. Ve kısa bir müddet sonra korktuğum şey başımda idi işte. Birisi elini göğsüme dokundursa elini yakacakmış gibiydi sanki içerilerim.
   O halde ne kadar kaldığımı bilmiyorum. Sonra bir ses işittim. Bu ses, ulvi bir yüreğin en derininden gelip arşı kaplıyordu sanki. Uzun sakalı kar tanesi gibi bembeyaz olmuş bir piri faniye aitti gönlümü kavuran bu ses:’ ’Ya Rabbii! Ben pişmanım!...’’
   İçimdeki yangın, sıcak yağmur damlalarına maruz kalmış gibi sönüyordu sanki. İçimdeki yangın sönse de yerini başka bir ateşe bırakıyordu. Ateş, ama sadrımdan taşıp tüm bedene akıp giden bir ateş… Su gibi akışkan sanki… Su gibi; izini bırakarak yürüyen bir ateş; zihnimin bulanıklığını gideren ama sanki zihnime bile ulaşan bir ateş. Su, sanki ateş almış ve bütün bedenime yayılmaya çalışıyor.
   İçimde bütün bunlar olup biterken, o aksakallı ile göz göze geldik. Gözleri ile gülümsedi bana. İşte o anda tüm vücudumu kaplayarak beni yakıp duran şey daha da bir coştu. Asıl kalbimi sormalı. Kalbim güneşten kopmuş bir parça gibiydi. Ama o aksallının gözlerinden bana bakan bir başkası idi sanki. Hissedebiliyordum bunu. Ve sanki onlarca yıl mahpus yatmış ve özgürlüğüne dakikalar kalmış bir mahkûm gibi hissettim kendimi. Sankibirazdan çok uzaklarda ki sevdiğimin yanına uçup gidecektim. Gidecek ve bütün olan bitenleri geride bırakacaktım. İçimde bütün bu olanlar devam ederken ‘gel!’ diye işaret etti bana o aksakallı.
   Beni yanına oturttu, daha sonra Leyla ile Mecnun’un aşkından bahsetti sayıca pek az dediğim kalabalığa.
—Mecnun, var mıdır bir sözün Leyla’ya? Biz onun köyüne gideriz.
—Yoktur.
—Ama biz biliriz ki sen Leyla’laşıksın, maşukundur O senin. İnsanın maşukuna hiç sözü olmaz mı?
—Leyla öyle bir maşuktur ki, onun yanında benim anca yokluğum mevzu-i bahis olur…
-…
   Leyla ile mecnunun birbirlerine olan aşklarının, daha sonra kendileri için ilahi aşka nasıl vesile olduğunu anlattı…
—Gözün gördüğü birisi lazımdır, gönlün âşık olup toparlanması için. Gönlü boş bırakıverdin mi gider ne var ne yok sever. Hiç aşkın sahibine bir şey bırakmaz. Dağıtmıştır, parçalamıştır sevgisini, hak etmeyen şeylere… Ama insan âşık olursa, maşuğunda toplanır sevgisi. Ama maşuka bakmak lazım, onda ki aşkın sonu nereye çıkacak. Leyla ve Mecnununki Hakka çıktı ama her zaman öyle olmaz. Bu şekilde Hakka rücu eden aşk pek nadir olmuştur. Hele ki bu zamandaki karşı cinse olan aşkların varacağı yer pek hayırlı değildir. Ama insan Hakk Aşığı, Veli bir zata gönlünü verirse, Allahü Teâlâ’nın nizamıdır bu, o aşk Hakk aşkına götürür insanı. İşte bunun örneği sayılamayacak kadar çoktur. Bakın Sahabe Efendilerimize, onlar ne kadar değerli idiler. Çünkü onlar En Değerliye (sav) gönül verdiler. Allahü Teâlâ da onları değerli kıldı. Biz de O’na gönül vereceğiz (sav) ama göz görmezse kolay olmuyor. O’nun varisleri vardır, görünce Allah’ı(cc) hatırlatan, onlarıseversek, bu sevgi Hazreti Resulullah’ın sevgisine götürecektir bizi inşallah…
  Bunlar nasıl kelamlardı böyle, gönle nakış gibi işleniyordu adeta… Başka bir diyara, başka bir hayata yolculuktaydım sanki. Ruhum bedenimde mi idi acaba, kontrol edebilir miydim bunu…
   O anlatıyordu, ben eriyordum. Aşkın hakikatini anlatıyordu, ben dinliyordum ve ruhum faveyla da geziniyordu.
   ‘’Tut elimden’’ dedi sonra,’’tut ve söylediklerimi tekrar et, et ki bir Velî’ye bende olasın… Bir Mürşid-i kâmile varmaz isen olmaz dememişler mi, varasın ki aşkı bulasın, varasın ki gönlünü ihya edesin, nefsini alt edesin, şeytana galebe çalasın. Varasın ki Sühreverdi’nin de işaret ettiği gibi: ’’Kimse ben Peygamber zamanında yaşasaydım demesin, zamanında yaşayan Mürşid-i Kâmile olan ölçüsüne baksın. Peygamber zamanında yaşasa idi peygambere olan ölçüsü de o olacaktı…’’ düsturunda geçen ve Hazreti Resulullah’ın (sav) haber verdiği ’’Âlimler peygamber varisidir.’’ hadisinde de işaret edilen, kendini ölçülmeyebileceğin bir rehberin olmuş olsun. Varasın ki Akabe’deki Sahabe Efendilerimiz gibi bir biatin olmuş olsun. Yarın herkesin yüz çevireceği günde tövbene şahit birisi olsun. Tövbene ’Ya Rabbi bu kulunun tövbesini kabul et!’ diye bir dua edenin, yakaranın olsun. Tut bu elden, benim elim değil de O’nun eliymiş gibi tut. O ki, yaşayan bir Hak Dostudur, o ki bu zamanın kutbudur.’’
   Ansızın gelen ama izahatı açık bir teklif; kabulüne bir itiraz yok bu teklifin ruhumda, kalbimde, varlığımda…
   ‘’Ya Rabbi! Yapmış olduğum bütün günahlardan ben pişmanım, keşke yapmasaydım…’’ bunlar benim sözlerimdi. Bu sözler ağzımdan çıkarken, gözlerim çağlayan olmuştu sanki. Daha önce bu kadar ağladım mı bilmiyorum. Ağladıkça omzumdan yükler kalkıyordu. İçim bir şeylerle doluymuş da sanki o doluluk yapan şeyler boşalıyormuş gibi hissediyordum gözyaşlarım akarken. Yenileniyordu kalbim sanki bütün bedenim yenileniyor ve hafifliyordu…
   Bu halde, başım göğsüme yapışmış bir vaziyette bir müddet oturdum ve ağladım. Ben sakinleşene kadar dergâh nerdeyse boşalmıştı. Çayları dağıtan zat ile o aksakallı dervişten başka birkaç kişi kalmıştı sadece. O aksakallı derviş bana dedi ki: ”şimdi git, ama her zaman gel. Burası senin yeni dünyalara açılan kapındır… ”Geleceğim elbette gene. Geleceğim, çünkü gidecek başka bir yer bulabileceğimi sanmıyorum…
   Oymalı kapı kapalı idi bu sefer. Gitmemi istemezmiş gibiydi. Sonra, birkaç saat evvel bu kapının önünde bekleyişim aklıma geldi. Kapı açıktı, girmemi ister gibi. Gel ama bir daha gitme der gibi... Bu düşüncelerim biraz tebessüm etmeme sebep oldu.
   Oymalı kapıyı açmak için elimi uzattığım vakit o aksakallının sesi geldi arkamdan: ‘’Bakma şimdi kapalı gibi durduğuna, nasiplisi gelince muhakkak açık bulacaktır o kapıyı…’’
   Dışarıya çıktığımda hava kararmıştı. Usulca yağmaya devam eden yağmur serinletti yine yüzümü. İğde kokuları geldi burnuma, hafifçe esen rüzgârların taşıdığı. Ruhumu okşayan iğde kokuları…



MARİ/Gün Sazak GÖKTÜRK

 








Yatağımın altında ölüler var 
Odamda İsevi şiirler okur bir güzel
Altın kâsede ruhlar
Bir yanda nar kırmızısı ask
Diğer yanda yağmur ferahlığı
Dudaklarımda mayhoş bir şaşkınlık
Ellerin karanfilleri derer ellerimde

Kalbinin ritminde raksı endamda
Kuyulardan melekler zemzem çeker altın taslara
Sapan taşları,
Kovucu, hüznün habercisi kargalar
Sair yazılmamış şiirlerini yazsa ya..
Nefes...
Ah! Nefesin sevgili tenimde saclarımda
Bir bad-ı saba halvetindeyken
Ruhumu ruhuna çarmıhlayacagım

TÜTÜN KÂĞIDI KABUKLARINDAN ÇIKANLAR/Fazlı BAYRAM

Şaire hanım çıktı dükkân-ı Gülhanın ortasında zuhur etti. Yanında bir hanım efendi daha.  Dostunun şailiğinin şuurunda kırılgan ince ve zarif. Dükkân-ı Gülhan için hayırlı olsun dileklerini ilettikten sonra sözü tütün kâğıdı kabuğu şiirlerine getirdiler. O gün şaire hanıma tütün kâğıdı kabuğu ikram etme inceliğini ihmal ettim.
Kaç zaman sonra şaire hanım orta yerde yeniden zuhur edince ona bir kabuk sundum buyurun sizde yazın bir şiir dedim. Belli ki bu kâğıt meselesine imrenişti. İyice inceledi kâğıdı kalem ver öyleyse dedi. Şimdi burada mı yazacaksınız efendim dedim. Evet, ne var ki dedi.
 Bu şair milletinde hakikaten bir keser kaçkınlığı var. Oturduğu yerde hemen oracıkta anında öyle bir şiir yazmış ki hanımefendi. Yüreğinden adeta ırmaklar akıtmış kâğıda. Şair olmakla olmaya çalışmak arasındaki fark bu azizim. Kimi şiirimsi üç cümle yazabilmek için yırtınır durur. Kimi de bu hanım efendi gibi bir çırpıda kağıdı yer ile yeksan eder. Tanırsınız üstadı şiirlerinden. Ben âcizane kendileri ile yüz yüze tanışma şerefine de nail oldum. “Yoldaki kalemler”in keskin kılıçlarından Sibel KÖK…
Tütün kağıdı kabuklarından yedincisine şu şiiri perçinledi. 
Şaire Sibel KÖK Hanımın şiirini dostlara sunuyorum.

Üşüyen ellerin vardı
Saçaklar altında titreyen bedenin
Ve
Soğuktan mı?
 Ağlamaktan mı bilinmez
Islanmış yüzün çocuk!
Sen bunca hüznü hangi şehrin sokaklarında biriktirdin
Biriktirdin de dağıtırsın gözüne
Her değen bakışa
Kaç gündüze düşer geceden ödünç aldığın gözlerin senin
Yağmur kirpiklerinden damlarken şehre
Avutmak seni kaç ninniyle mümkün
Ah çocuk!
Kirli kentlerin yitik sevinci
Masumiyet ülkesinin son kalesi
Avucunda bir dünya kurulu senin
Dağları hasret, yolları hasret, ırmakları hasret
Bunca hasreti çoğaltan gülüşünün kıvrımından
Bir öpsem çocuk
Diner mi sızısı hüzne hasret kalmışlığımın
Çocuk…
Ah çocuk… !

DEĞİRMENE SU TAŞIMAK/Metin ACAR











Bekliyor kapıda yeni zaferler
Avuçlarımda su damlacıkları
Kök salmaya çalışan yeni neferler

Değirmene su taşımakla geçiyor ömrüm
Avuçlarımda su damlacıkları
Şimdi seni daha çok özlüyorum

Taşlara takılıyor aklım
Yalnızlıktan ölü taşlara
Kuşların konduğu dalga kıranlara

Geceler oluyor burada gündüzlerde
İçimde bir dünya telaşı
Çoğunluğun aklını kaçırdığı yaşam savaşı

Değirmenimin suyu pas kokuyor
Savaşını kazanmakta zorlanıyor
Mülkün sahte sahipleri neden yaşıyor

Ağır bir bilânço çıkıyor karşıma
Bilindik bir şey değildi benim için yaşamak
Ve değirmene avuçlarımda su taşımak

Kim kimin değirmeninde dönüyor çözemiyorum
Su kendi çatlağını nasılda buluyor
Değirmenler böyle sessiz nasıl dönüyor

Başaklardan yaşamayı öğreniyorum
Buğdayların yalnızlığını yaşıyorum
Değirmenimde hayatı öğütüyorum

Kendini tatmin etme semtinde yaşıyor
Kendini bulma şehrinde büyüyorum