BİR KATRE SU DEĞİL GÖNÜL BULANSIN/ Ferhat ALTUN

(İlham Bahçesinde Hasat Mevsimi)











1.
Zehrini zihnime zerk etti zaman
Bana da giydirdi esvaplarını (!)
Ateşsiz sahrada yanayım diye
Gülistan faslında kan kustum
Aman!

2.
Firavun çağından önceydi
Men ettim ruhumu
Dünyaya değmekten
Çünkü ben mezarlardan
Tütünler toplayan
Şairlerle yürürdüm
Bu yüzdendi
Arza sürtünmeyişim
Göklere sırt vermeyişim

Gök yüzü, gözümde kara bir kepenk
Bir yokluk ki içimde varlık alemine denk

3.
Bir sesleniştir bu
Bir kımıldanış
Bir kıvılcım
Bir ahenk

-bir uyanıştır ölüm-

Bir rüzgâr esmiyor eskisi gibi
Bir koku gelmiyor yârin saçından

Bir ölüm hasreti sardı içimi
Bir ölüm hasreti gül yanağından


İPSİZ UÇURTMA / Nurcihan KIZMAZ



Az ötede oynar 
Babasız çocuk
Hep öteki kumda
Hep tek başına
Düşer de ağlamaz
Üşür de söylemez
İpsizdir uçurtması
Hiç tellere
Takılmaz

Az ötede oturur
Babasız çocuk
Hiç kimsenin ayağına
Dolanmaz
Rüzgâr okşar saçlarını
Göğe açar avuçlarını
Kayıp giderken yıldızlar
Ne dilek tutar
Bilinmez...


HİKÂYE MALZEMESİ DÜKKÂNI-Atın bahtsızı arabaya düşer Hasan KEKLİKCİ


Enver Çapar kardeşime.
                                                                                                               
-Hoş geldiniz başkanım. “Dağ dağa kavuşmaz insan insana kavuşur” derler. Hakikaten de öyle oldu. Allah’ın işine bak, yıllar sonra buluşuyoruz. Hem de burada, Maraş’ta.

-Düşümde görsem inanmazdım; hayal gibi bir şey bu.

-Köyden daha doğrusu kasabadan, amaan mahalleden -beldeler mahalle oldu ya artık- ıhlamur fidanı getirmiştim geçenlerde. Sağ olsun arkadaşlar caminin etrafına diktiler. Onlara bakmak için yönelmiştim ki telefonum çaldı. Camiye girerken kapatmıştım. Sesini açacaktım, elimdeydi. Hemen geri kapanınca etrafıma baktım. Gülüşünüzden tanıdım sizi. Numaranız bende yokmuş. Ne var ne yok? Yalvaç nasıl?

-İyiyiz şükür. Hatırlarsın yeğenimle uğraştık bir müddet. Onun da aklı başına geldi. Bıraktı o işleri. O zaman becerememiştik. Gençti. Güç yetmiyordu. Sen ne yapıyorsun? İyi misin?

-Biliyorum, biliyorum. Benim saçımı sakalımı o beş yıl, sizinkini de yeğeniniz ağarttı. İyiyim ben de burayı kiraladım gelip oturuyorum. Sizin gibi dostlar geliyor eskileri yâd ediyoruz. Müşteri gelirse malzeme satıyoruz. İyi bu işler. Geçenlerde şu yukarı bu iş üzerine bir AVM açıldı. Bu hafta da bir dost yine bir dost grubuna yazdığı mektubunun dipnotunda; “Sözü edilen kişiler ve kurumlar hayal ürünü değil hakikatin kendisidir.” demiş. Güya bizim mallar için “Hayal ürünü” gibi bir imada bulunmuş. Yakında “Gel vatandaş…” demeye başlayacaklar. “Meyveli ağacı taşlarlar” deyip geçtik. Biz gelenlere hikâye anlatıyoruz; onlar süsleyip, püsleyip, biraz renk ve biraz da ışık katıp bir yerlerde yayınlıyorlar. Boş ver şimdi, seni buraya yel mi attı sel mi attı?

-Torunun tayini buraya çıkmıştı. Hemen şu okulda. Uzun zamandır “dede gelin” deyip duruyordu. Dün geldik. Bir iki gün kalıp geri döneceğiz.

-Yaşadık desene. Bak beraber gezeceğiz ha. Ben dondurmanın iyisi nerde, paçanın en güzelini kim yapar, hangi lokantada ekşili çorba olur bilirim. Hem senden de belki bize malzeme çıkar. Şimdi aklıma geldi senin bir muhtar mı, encümen üyesi mi vardı. Hani adamla kaymakama mı, valiye mi gidecekmişsiniz de adamı arabada bırakmışsın?

-Muhtar. Muhtar. “Atın bahtsızı arabaya düşer.” derler bizim oralarda. Ben de değişik bir muhtara düşmüştüm.

-Dur ben çayları getireyim de öyle anlat.  

-“Sabah muhtar aradı: “Alo başkanım halıya gideceğiz.” Saat yedi buçuk. Telefon sesine uyanmışım. Allah, Allah nereden çıktı bu halı? Ya Hu “alo”dan önce selam olması gerekmez mi? Ondan sonra hâl hatır sormak. Daha ondan sonra bir yere gidebilmek için müsait olup olmadığımızı sormak… İnsan öyle sormadan, etmeden şehre gelir mi? Tamam, muhtarsın elinde çok salahiyet var ama benim de bugün başka bir yere söz verme ihtimalim ve de hakkım var. Ha, sonra anladık ki bir mahallemizdeki halı atölyesi idare tarafından kapatılmış. Geçen yıl hedef iki bin metre kare imiş. Bu yıl yedi yüz metre kareye indirmişler. Irak’taki kriz nedeniyle turist sayısında azalma olacağından halılar ellerinde kalırmış. Onun için muhtarın mahallesindeki halı atölyesinin üretim hedefi azaltılmış, dolayısıyla halı dokuma işinde çalışan kişi sayısı da azaltılmış. Biz esasen halıya değil valiye gideceğiz. Gideceğiz de halı için değil. Biz valiye o mahalledeki başka bir işi izah etmek, vali beyin emrindeki bir dairenin söz konusu işi bile bile yapmadığını anlatmak için gideceğiz. Bu işin savsaklanması halinde başımıza neler geleceğini, ihmali görülenlerin eniğinden cücüğüne sıkıntıya gireceğini, gazetelere haber olunacağını anlatmak için gideceğiz. Bu işte vilayeti küçük düşürmemek, ilk ağızdan bilgi aktarmak için gideceğiz.

Buluştuk… Adamla valiye gideceğiz. Adam dediğim muhtar. Yani validen mahallesinin başındaki bir iş için yardım talebinde bulunacak kişi. Yani mahallelinin çoğunun oyunu alarak mahalleye önderlik etmeye hak kazanan insan. Gelecek seçime de hazırlanan zat-ı muhterem. Cuma günü valiye gitme girişimimiz olmuştu, onda dört-beş günlük sakalı vardı. Kızmıştım. Pazartesi sakalı kesmek şöyle dursun üzerine biraz daha eklemiş. Böylelikle sakalı daha da uzamış. Tabi sakal uzar da bıyık durur mu; dibi nere, başı nere belirsiz. Yaşlı sayılmaz aslında benden genç ama gözleri, güllerin dibindeki kuru otların arasından görünen ışıl ışıl böceği gibi, çukurda ışıldıyor. Ağzı; belgesellerde kunduzların gelişigüzel çerçöple derelere yaptıkları baraj misali, yarısı açık, yarısı kılla kapalı. Zaten konuşmasında da bir meymenet yok; laf mı veriyor, ağzından kelime mi kusuyor belirsiz. Ayran içse, suyu boğazına gider, yağı sakal mı desem, bıyık mı desem kılların üzerinde kalır. Arkadaş, adam kıl yumağı sanki. Bir insanın tırnaklarının arasına toz toprak girer, insanlık hali fakat insanın tırnağının parmağıyla birleştiği yerde kir olur mu? Demek ki olurmuş. ’Adam karşıma geçti bana cadı tarif ediyor’ deme. Bunu size daha önce de anlatmıştım. O günkü lafla bugünkü lafın arasında bir kelime eksik veya fazlaysa yüzüme tükür.

Ya Hu bu nasıl bir tıraş; belli ki eski usul, kafasına bir tas koyup tastan artan kıllar kesilmiş biz zaman. E peki o boynundaki kıllar, hani boyunun ustura ile alınan kılları; onlar ensenin kıllarından daha uzun. Hatta o kadar uzun ki kıvrılmış, arapsaçı gibi olmuş. Hadi diyelim başından ceketinin arka tarafına dökülen kepekleri görmüyor; Allah için yanardağ eteklerindeki gibi omuzları ve yakası kül rengi bir kepek tarlası. Ceket biraz eski. Olsun benimki de eski. Fakat bu garip bir eskilik. Nerede ne zaman ne yiyip üzerine döktüyse; az açık, açık, az koyu, koyu … hangisini sayayım ceketin ön tarafı, kimi yuvarlak, kimi damla şeklinde bir sürü leke. Ceketinin yakaları ön tarafa doğru kıvrılmış, üç ilikli ama bir düğmeli. Düğmenin ikisi yok. Cepleri boş, boş olmasına da zamanında ne doldurduysa, içinde zor sığdırılmış bir nar var gibi dışa doğru şişik duruyor. Ayakkabısı ayakkabı değil toprak hırsızı. Kasabanın o güzelim çamurunu şehre taşımak için özel olarak yapılmış dampersiz bir kamyon. Ayakkabısının çamurunu bu sizin Maraş’ın ağaları görse çeltik ekmek için sıraya girerler; alabilen göm-göğ zengin olur. Yok, kiraya vermeyip kendisi ektirmiş olsa; on tane saka tutması lâzım, ekilen çeltiği yetiştirip meydana getirmek için. Resmi daire müdürleri görse ayakkabısının her tekine törenle fidan ektirip, “Hatıra Ormanı” yazan levha diktirir. Ayağını çitleyip şöyle hazır ol vaziyetinde durmuş olsa, gören müteahhitler arsa zannedip yüzde elliye, beğendiği daire ve dükkânların kendisinde kalması şartıyla site sözleşmesi teklif eder.”

-Sözünüzü kesiyorum ama pantolonu sağlamdı galiba? Ondan bahsetmediniz de.

-“Allah o pantolonun belasını versin. Onu unuttum. Esas problem pantolonuydu. Seçimde biz almıştık. Sen tut o güzelim yeni pantolonla gül bahçesi kazmaya git. Bizim güllerin dikeni oltaya benzer. Girdiği yerden boş çıkmaz. Adamın ayağındaki pantolon acemi çoban tarafından kırkılmış koyuna dönmüş. Herif pantolon giymemiş bacağında kumaş bitmiş sanki. Ayakkabısını kaldırıp şöyle bir dönebilse, lunaparktaki salıncaklar misali ipleri savrulacak etrafa.  

Canım kardeşim. Kasabamızın güzel muhtarı. Cebinde mühür taşıyanımız. İleri gelenimiz. Sözü dinlenenimiz. Camiye, okula yardım toplayanımız. Geleni karşılayanımız. Gideni geçirenimiz. Haysiyetimizin, şerefimizin koruyup kollayıcısı; aynamız, reklam panomuz, dijital ekranımız, “Mahallemize Hoş Geldiniz” yazımız. Yarın valiye çıkacağız diye ben, akşamdan ayak tırnaklarımı dahi kestim. Dişlerimi hem akşam ve hem sabah fırçaladım. -Tabi bunu her zaman yapıyorum- Sabah evden çıkmadan boyalı olmasına rağmen ayakkabımı tekrar boyadım. Canım kardeşim adam insan içine çıkacaksın, niye kılığına kıyafetine bakmıyorsun? O kılıkla sana yoldaş olur muyum? Olur da kendimi irezil malamat eder miyim?

Kendisi arabada beklerken ben vilayetten çıktım. Arabaya doğru yürüyordum telefonum çaldı. Bizim iş için bir ekip kasabaya doğru yola çıkmış.”


NOT: Satılan, anlatılan ve yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası yoktur. Hiçbir hayvana zarar verilmemiştir.




DÜKKÂN MEKTUPLARI-24 / Enver ÇAPAR


KURU EKMEK 

Vakti zamanında bir kadıncağızın üzerine pek titrediği bir oğlu varmış. Çocuğun eğitim çağı geldiği için onu alıp Gavs’ul ÂzamSeyyid Abdülkadir Geylani Hazretlerine götürüp emanet etmiş. Aradan belli bir zaman geçtikten sonra kadın çocuğunu görmek için dergaha gelmiş. Yemek vakti imiş. Kadın bakmış ki oğlu bir köşede oturmuş kara kuru bir ekmek yiyor. Öbür tarafta ise Abdülkadir Geylani hazretleri kızarmış tavuk yemekte. Kadın bu durumu görünce dayanamayıp Abdülkadir Geylani Hazretlerine şöyle demiş : “ Sen nasıl bir şeyhsin benim yavrum orada kuru ekmek yerken sen burada tavuk yiyorsun.” Şeyh gülümsemiş ve önündeki kemikleri birleştirip “Biiznillah” deyince tavuk canlanarak kalkıp gitmiş. Kadın olanları görünce şaşkına dönmüş. Hazret kadına dönerek şöyle demiş : “ Senin oğlanın bu mertebeye gelebilmesi için o kuru ekmeği yemesi gerekiyor.”

Her kıssadan mutlaka birkaç hisse alınır. Biz bu kıssayı günümüze uyarladığımız zaman payımıza yüzde kaç hisse düşer ona bakalım. Paylaşım sırasında sen çok aldın ben az aldım şeklinde bir dövüş çıkmalı ki mesele tamam olsun.

Her Cuma namazdan önce Savaş hocamın kırk kişiye dağıttığı halde yine de bitmeyen kuru ekmek kıssada bahsedilen ekmektir. Bu mevzudan benim acizane “çıkarımlarım” ve “kazanımlarım” kısa ve renkli olarak şöyledir: Adam olmak için bir fırın ekmek yemek yetmez belki ama helal kazanılmış bir lokma yeterli gelebilir. Hepimiz evimize ekmek götürmekle yükümlüyüz. Dünya telaşını kısaca böyle tarif ediyoruz. İnsanınyiyip içtikleri ona sirayet ediyor malum. Hocam burada bir mesaj veriyor bize. Ekmeğinizi helalinden kazanıyor musunuz? Zira haram lokma kalbi öldürür der büyükler. Kalbi yanında değilse bir kişinin yaşadığı söylenebilir mi. İnsan hayatı boyunca helal ve harama dikkat ederek yaşamalı yoksa bir ömür ziyan olur gider. Bereket kavramını hatırlatıyor hocam bizlere. Modern dünyanın ve insanların bir türlü anlamadığı ve anlayamayacağı. Geçimi bir sır haline getiren de o bereketti aslında. O gidince çok para kazanılmasına rağmen geçimsizlikler başladı. O sırrın koruyucuları da evin kendisi olan annelerimizdi.

Eskiden misafir ağırlayan yediren içiren insanlar için kullanılan “ekmek sahibi” diye bir tabir vardı. Unutulmaya yüz tutmuş bu kavramı hatırlatıyor hocam bizlere. Ekmek sahibi olun ve sahip olduğunuz şeyleri dağıtın ki karlı çıkın diyor. Varlıklı,her şeyi fazlasıyla elde etmiş fakat mutlu olmayan günümüz insanı bu ayrıntıyı anlayamıyor. İnsan başkalarını mutlu eder ve ihtiyacı olanın bir ihtiyacını karşılarsa mutlu olur. Şunu bilmemiz lazım bedensel ihtiyaçlarımızı yeme içme vs. karşıladığımız zaman tatmin oluruz, mutlu olmayız. Esas mutluluk iyilik etmekle ve iyilerle beraber olmakla oluyor.

Ekmek sahibi deyince nedense aklıma hemen mübarek Muzaffer hocam geliyor.  Geçenlerde Dükkandaki aç ve gariban talebelere sordum: “Hocam lahmacun sofrası kursa yer misiniz?” diye. Hepsi birden ağlayarak: “ Hani ki” dediler.Burası çok önemli ama biz yine konumuza dönelim.

Savaş hocamı tanımayan yoktur. Türkiye’nin hatta dünyanın herhangi bir yerine gittiğinizde onun talebeleriyle karşılaşmanız olağandır. Biz görebildiğimiz kadarıyla kısaca kendisinden bahsedelim.  Zayıf vücutlu, uzun boylu, çekik gözlü, seyrek sakallı bu Anadolu dervişi, aslen Horasan erenlerinden KıyakBabanın torunlarındandır. Anadolu’yu mayalayan atalarından el almıştır. Şehr-i Maraş’ta kırk yıl hocalık yapmış,nice talebeler yetiştirmiştir. Hayatı hep bir disiplin içindedir. Dimdik elif gibi bir tavrı,eğilip bükülmeyen çelik gibi bir iradesi ve duruşu vardır. Allah esirgesin hafızası ve dikkati çok keskindir. Bir aileden üç kuşağı okutmuştur. Yolda rastladığı talebesinin adını soyadını,dedesinin ve babasının adını, amcasının oğlunu, numarasını, oturduğu sırayı ve hangi derste ne dediğini bir çırpıda söyleyebilmektedir. Şifalı sillesini yiyen talebeleri kendilerini bahtiyar saymakta ve ömür boyu nefesini enselerinde hissederek  yanlışa düşmemektedirler.

Kendisi  “ Ne öğrendimse bir hocamdan öğrendim” diyerek iz azdırmaya çalışmaktadır. Lakin güneş alçıyla sıvanmaz. Heybetli görünüşünün ardında çok merhametli ve müşfik bir yönü vardır. Yeni şeyler söyleyen bir eski zaman adamıdır. Konuşmadan çok şeyler anlatır anlayana. Memleketi El Aziz şehrinin yarısının kendisinin olduğu ve orada tükenmez bir maden( ‘a’ uzatmasız okunur) bulduğu rivayetleri ortalıkta dolaşmakta ise de kendisi bunların dostlarının iftirası olduğunu söylemektedir. Sürekli ortalığı karıştırdığı ve hareket getirdiği için mübarek hocam tarafından kendisine zaman zaman  mikser de denildiği olmuştur. Fakat esas görevinin  mübarek hocamın deyimiyle  kendisininAli hocamın sır küpü olduğu şeklindedir . Küp mevzusu çok uzun ve çetrefilli bir konu oraya hiç girmeyelim. Şu kadarını söyleyelim. Kıyak Baba’nın türbesi malum Edirne’dedir. Ali hocam da Edirne’ye gitmiştir. Gerisini ve aralarındaki iş birliğini siz anlayın. Kendisi her hafta Cuma akşamları dükkana gitmek için telefonun başında beklerken uyuyakaldığı için gelemediğini beyan etse de Ahmedabi buna pek inanmıyor görünmektedir.

 “Beyaz adama” karşı uzun bir savaş veren son Kızılderili şefi Geronimo “ Bir zamanlar şu dağlarda rüzgar gibi eserdim. Şimdi duruldum” demişti. Hocam Maraş’ın deli poyrazı gibi ara sıra eserek ortalığı karıştırmaya, kasıp kavurmaya ,hareket ve bereket getirmeye devam ediyor. Allah hayırlı ömürler versin cümle büyüklerimize.

NOT: Ben bu yazıyı gömlek ihtiyacımdan dolayı kaleme aldım. Sözü edilen kişiler ve kurumlar hayal ürünü değil hakikatin kendisidir.



BEŞ ÜNLÜ OZAN VE ABDULHAKİM EREN / Hasan KEKLİKCİ


Radyo henüz bizim köye girmemişti. Türküyü babamızdan, -olmaz amma- gidebilirsek davullu düğünlerde zurnanın sustuğu anda, halayın başında elini kulağına atıp, başını görebildiği en yüce dağa doğru kaldırarak uzun hava söyleyen halayın başındaki emmilerden öğrendik. Köydeki yaşlı bibilerimiz ve teyzelerimizin hikâye anlatırken arasına kattığı âşık deyişetleri ve türkülerini de can kulağı ile dinlerdik. Karacoğlan’ın, Dadaloğlu’nun türkülerini ilk onlardan dinledim. “Aldı Kerem, aldı Aslı” demelerini çok severdim. Nerdeyse bütün türküleri aynı gayda -usûl- ile söylerlerdi. O gün bugündür halk ozanlarına karşı derin bir muhabbetim var.

Kitabının çıktığını sosyal medyada görünce sevindim ve bir pındına düşürüp Abdulhakim
Eren Hocaya uğradım. Sevincimi belirttim, kendisinin sevincine ortaklık ettim. Dostları için masasının yanında bulundurduğu kitaplardan birini imzalayıp fakire takdim etti. Benim yok denecek kadar az, yazarı tarafından imzalanmış kitabım var. Çünkü Maişet benim için günün her saatine serpilmiş bir koşuşturmadan sonra elde edilebilen zor bir varlık oldu hep. Gün olur sabah işe gider akşamı ve geceyi de işyerinde geçirmek zorunda kalırdım. Sabaha kadar çalışır, sabah olunca da hazırladığımız dosyaları alıp başka bir şehre götürürdüm. Bazen gecenin ikisinde üçünde ararlardı. Hatta “Uyuyor muydun” diye nezaket bile gösterirlerdi(!) Bunu, yapmayı istediğim diğer işlerin aksamış olmasına bir bahane olarak söylemiyorum, bütün bu koşuşturma içinde birçok şeyden mahrum kaldığımı anlatmak için söylüyorum. O koşuşturma sırasında bazen yolda karşılaştığım dostlarım, “Dün filan yazar, filan şair, filan sanatçı geldi” derdi. Ve maalesef hep dün, evvelki gün gelmiş olurdu “Büyük adamlar”.

Öpüp başıma koydum Beş Ünlü Ozanı. O gün akşam ve ikinci gün okuyup bitirdim. Kitaptaki bazı şiirleri yeniden okudum. İşaret koyduğum satırlara tekrar baktım. Çok güzel bir eser ortaya çıkmış. Öyle ki bu eser; Âşık Mahzuni Şerif’in, Hayati Vasfi Taşyürek’in, Kul Hamit’in, Âşık Hüseyin’in ve Âşık Yener’in yüreklerindeki yangının, Abdulhakim Eren Hoca’nın kalbinde de olduğunu ortaya çıkartmış.

Kitapta Afşinli beş ünlü ozanın hayat hikâyeleri ve güzel şiirlerine yer verilmiş. Henüz okumamış olanları da hesaba katarak kitap hakkında fazla ayrıntıya girmek istemiyorum. Fakat o güzelim şiirlerden bahsetmeden de bu kitap anlatılmış olmaz:

Âşık Mahzuni Şerif’in şiirleri ve türküleri birçok kişi tarafından bilindiği için onu atlıyorum. Hayati Vasfi Taşyürek’in Tuna ve Lügatçemiz şiirleri de şiirle ilgilenenlerin severek okuduğu, hatta birçoğunun ezbere bildiği şiirlerdir. Buraya “Ne Diyeceksin” şiirinin ilk kıtasını almak istiyorum:

Yenilip yenilip gelen pehlivan/Hocan Aliço’ya ne diyeceksin
İkinci olursa ağlardı baban/Onuncu sıraya ne diyeceksin.


Kul Hamit’in “Allah’tan İstek” şiirinden:

Hastanelere gitsem/Dertlilerin halin sorsam
İki araba ilaç versem/Bir kamyon da hapım olsa.


Âşık Hüseyin Tenecioğlu’nun “Turnalar” şiirinden:

Size selam dursun Maraş beyleri/Gül gülistan bahçeleri bağları
Gayet yüksek derler Ahır Dağları/Üzerinden aşmak zor mu turnalar.
Son olarak Âşık Hacı Yener’in “Turnam” şiiriyle bitirelim:
De ki: Âşık Yener bıkmış canından/O’nu ayırmışlar öz vatanından
Binboğa Dağının Subatan’ından/Bir deste mor sümbül dermeden gelme.

Özellikle genç kardeşlerimizin Beş Ünlü Ozan’ı okumasını tavsiye ediyorum. Memleket sevdasını, insan sevgisini, aşkı, gurbeti ve yoksulluğu bir de Abdulhakim Eren Hocanın penceresinden sızan şekliyle yaşamalarını salık veriyorum.

 


yeşil ve yemyeşil / mustafa alper taş



hatırla
camlarda uykusuz bir serçe gibi
bilemeden ağaçların en güzel yerlerini
dolanıp durdu denizin karartısı
hazirandı

parlayan tüyleriyle henüz ısınmış bir at
birden sessizdi herşeyimiz

hatırla
yeni bir yokuştan aşağı
koşmuyor da uçuyordu bütün çocuklar
ayak sesleri sırtımızda

yaşamaktan daha fazla
bir şey vardı
uykumuzda




SALGIN DENDİ ADINA / Samet YURTTAŞ














İğneleri koluma batırdılar da 
Bulamadılar yalnızlık damarımı
Damarsızsın dedi
Hemşire hanım
Üzgünüm dedi
    Üzgünsün
       Üzgünüz

Bir sevda büyüttüm koynumda
Adına salgın dendi
Rüyamda 
Dudak kıvrımının açılımında 
Uçuk patladı bir an
Korku dediler adına
Sustum
    Sustun
        Sustuk

Yarın için besteler dizdim güzelim
Grimsi lacivertimsi morumsu
Söyle de bileyim
Neden koyu besteleri seversin güzelim
Güzelim 
  Güzelsin
     Güzeliz 
      


ESKİDEN BİR HOCAM ANAHTARLA GİRERDİ DÜKKÂN’A-2 / Melih ERDEM


“Biz Müslümanın itini bile severiz.”
Bir Hocamdan Bir’i

Eskiden Anadolu Lisesi deyince insanlara ferahlık verirdi. Tabi bu benim dönemimden de çok önceleri. Büyüklerin arasındaki şu diyaloğu öz kulağımla duydum;

“Şeref, senin oğlan ne yaptı?”
“Liseyi kazandı abi, okuyacak.”
“Allah esirgesin, düz mü Anadolu mu?”
“Anadolu abi.”
“İyi iyi maşallah. Efendi çocuk zaten orda da hayatı öğrenir.”
“Allah razı olsun abi, doğrudur.”

Bıyıkları yeni terlemiş veya fakir gibi tüy bile olmayan, delikanlılar yazın sezonluk işi bırakıp geleceklerini ilim öğrenerek inşa etmek için liselere gelirdi. Düz liseye gittiyse eğer liseyi bitirirse ne âlâ! Bitiremezse, yazları çıraklığını yaptığı dükkâna çırak olarak döner, ustası müsaade ederse o işi kendine bilezik eder, yaşı gelince askere gidip gelir iş kurardı. Fakat Anadolu Lisesi ise iş başka olurdu. Evvela o liselerde eğitim sadece müfredat derslerini öğretmek için olmaz, adam olmak için de yapılırdı. İşte bu yüzden çocuğunu Anadolu lisesine yazdıran ebeveynler rahat ederlerdi. Bilirlerdi ki orda sadece ilim öğrenmeyecek, aynı zamanda adam1 da olacaktı. Ancak gün geçtikçe Anadolu Lisesi bu özelliğini yitirerek yalnızca müfredat derslerini öğretmek için eğitim vermeye başladı. Talebeler talep etmeyi, öğretmenler talep edileni nakşetmeyi unuttular. Elbette bir kişi hariç: Savaş Hocam. Yalnızca ders anlatmasıyla değil sınıfın dışında yürüyüşüyle, bakışıyla, iki sözüyle bile insanları etkiler. Dersten küçük bir kesit;

“Ahmet ve Melih, birbirinize isminizi sorun ve cevaplayın. Sen başla Ahmet.”
“Wer bist du?” Ahmet bunu söyleyince başına gelecekleri bilseydi ya o gün okula gelmezdi ya da okulu bırakırdı.
“Sen bir adama ismini böyle mi sorarsın? Kim olduğunu sor demedim, ismini sor dedim. Ukalalığın gereği yok…”

Bu tepkinin sebebi aslında Ahmet’in yanlış yapması değil, doğruyu yanlış yerde ve yanlış şekilde yapmasıydı. Çünkü Hocam bize “Wer bist du?” cümlesinin Almanca’da “Sen kimsin?” demek olduğunu henüz öğretmemişti. Ahmet de bilgisini göstermek için Hocam’ın da dediği gibi ukalalık ederek çıkış yaptı ve karşılığını aldı. Hocam’ın bu türlü tepkileri insanları rahatsız ederdi. Çünkü işlerine gelmezdi. Hocam doğrudan şaşmadığı ve bunu da her fırsatta çekinmeden söyleyebildiği için okul içinde pek seveni olmuyordu. Baş belası olan ben, Hocam’ın deyişiyle Mık Kırığı2, hariç. Anadolu Lisesi tezgâh, Hocam usta, bense adam olması gereken odun parçası olarak insanların gözüne hep battık. Hocam’la olan yakınlığım, muhabbet edebilmem ve onu sevmem diğerleri için hep dert olmuş, bir türlü anlam verememişlerdi. Hiçbir zaman da veremeyecekler.

Dipnot:
1: Bkz. Adam Olmak-Ali Yurtgezen/Semerkand Dergisi
2: Çivi çürüğü.


HİKÂYE MALZEMESİ DÜKKÂNI-ŞADIRVAN/Hasan KEKLİKCİ


-Aziz Dost Muharremoğlu Mehmet Yılmaz’a-

-Eee bu işler böyle, boşluk bırakmayacaksın. İki hafta “savaş var, virüs var” dedik dükkânı boşladık, herifçioğlu hemen AVM açmış. Hikâye tohumu mu, çekirdeği mi, yok yok, “Hikâye İçi” satıyormuş. Öyle az aylak da değilmiş firmanın elindeki malzeme, depolar dolusuymuş anlattıklarına göre. “Vatandaşın işi görülsün” diyormuş. Bizim bir ayda sattığımız malzemeyi, bir saatte eşantiyon olarak dağıtıyormuş. Marketlerin indirim günlerine alışkın ev hanımları sıra oluyormuş kapısında. Bedava dağıtılan şeyin işlerine yaramayacağını görünce de sokrana sokrana geri dönüyorlarmış. Bu arada hasta yoklamaya, çocuk görmeye götürmek için alan da oluyormuş tabi. Paketindeki dakikaları dolduramayan Yasin güncü hanımlar, “gerçek yaşam öyküsü” diye telefonda saatlerce salya sümük birbirlerine anlatıyorlarmış yeni alış-veriş merkezinin mallarını. Sosyal medya yıkılıyormuş.

-Yok, efendim yok. Bizim Maraş’ın adamı böyle, başka yerde yok bu. Birinin bir iş yaptığını gördüler mi hemen yanı yanına kıyılırlar. Birbirinin ekmek yediğini istemezler.

-Tamamen de öyle düşünmemek lazım tabi. Hani Gül Ahmet Yiğit diyor ya, “halına göre Hasan ağa” diye; bizim ancak bu dükkânı çevirmeye aklımız ve sermayemiz yetiyor, adamın AVM açacak variyeti var. Bizim bir haftada yediğimizi, bir öğünde döşüne döker elin adamı. Elleme açsın. Bir de rekabet kaliteyi arttırır derler.

-Küresel sistemin ve tembel esnafların uydurmasından başka bir şey değildir o. Rekabetle kalite artsaydı şu memlekette dert maraz olmazdı. Evlerimize giren her şey hileli. Yediğimiz içtiğimiz her şey zehir. Ne kalitesi, gavvurluğun kalitesi arttı memlekette; köyde, köyde dağın başında adamın ahırında iki ineği var, yanında bir de sağdığı sütün yağını oracıkta alacak makinesi var. Makine, makine; hemen hemen her evde. Adam paketin dışına ürün yapımında kullanılan malzemeyi yazmış, “Peynir altı suyu.” Tamam da, lan sen peyniri de süt tozundan yapmıyor musun? Neyin suyundan bahsediyorsun? Yarın bir gün iki AVM daha açılsın da gör sen. Televizyon dizilerine döner sizin işler. Kaliteymiş… Hani kalite?

-Aman abi gözünü seveyim, ileri gitmeyelim. Sonra, ben o AVM’yi açan arkadaşı tanıyorum. Babasını ve köyünü de bilirim. Köylü de şehirli de sever onları. Sofralarında tabak tabak yoğurt, tasla pekmez olur. Ekmeği yenir, sözü dinlenir insanlardır. Hem tanış ve hem de meslektaş olduğumuza göre hayırlı olsuna da gitmek lâzım. Lâzım da oraya glikoz şurubu basılmış bir kilo tatlı ile gidilmez. Duur! İnşallah bu hafta köye gidebilirsem; iyi bir horoz, bir sepet yumurta, gül, nergis ne bulabilirsem toplayıp, adama inana yakışır hediyelerle Muharrem Emminin Mehmet’ini ziyaret edeyim.

-Yani… İyi olur tabi. Ben zaten genele konuşuyorum, kimseyi incitmek kırmak istemem. Laf nereden nereye geldi. Şu senin Şadırvan hikâyeni soracaktım ben.

-O mu? Güzel. Senin kalemine göre bir hikâye.

-Peki, o zaman buyur şu akçe-i hikâyeyi.

-Ya Hu bak hele; sen bunu bana veriyorsun da, belki AVM’de daha ucuza daha kaliteli bir şey alabilirsin ha. Bize çok uzak sayılmaz birkaç dükkân geride. Yürüyerek varırsın. Araba burada kalabilir.

-Yok, abi öyle şey mi olur? Olmadı bir de ihale açalım! Tövbe, tövbe. Sen anlat abi ben dinliyorum. Ne AVM’si, ne Gros’u.

 -“Ana diye-e-e… Baba diye-e-e… Yavrım diye-e-e. Ana, baba ve yavru. Devamı yok hepsi bu. Anlayana bu kadarı da yeter zaten. Ben mi? Ben nereden anlayayım? Adam, daha doğrusu genç adam pop şarkıcıları gibi üç kelimeyi tekrar edip duruyor. Kulak kabartıp dinleyince söylemiyor. Tamam, artık söylemeyecek diye aklından geçirirken de başlıyor söylemeye. Ana diye, baba diye, yavrım diye… Elinde bir gitarı eksik. Ama hayır. Gitar olmadı. Çünkü genç adam bu ellerle gitar çalamaz. Sağ elinin parmakları olabildiğince açık ve dirseğinden kıvrılmış, sağ yanına dönük. Sol elinin parmakları ha keza, o da sol tarafa dönük. Sol ayağı sağlam. Sağa doğru dönük duruyor. Hayır, genç adam merdivenlerden çıkmaya çalışıyor; sağa dönük olan, sağ ayağı. Yavrım diye-e-e…

Şehre geldiğimizde ilk durağımızdı Şazibey Camii. Yeni Camii derlerdi o zamanlar. Allah’ın her mescidi, her camisi güzeldir ama Şazibey daha güzeldir. Bizim için yarım köy sayılır. Saçlarımızın arasında, şalvarımızın paçasında ve ayakkabılarımızın üzerinde köyden getirdiğimiz toz dökülmüştü çünkü o caminin etrafına. Elimizdeki yüzümüzdeki tozları şadırvanın suyu alıp gitmiş olsa da üzerimizden dökülenler oralarda bir yerlerde kalmıştı sanki. O avluya köyden getirdiğimiz koku sinmişti. Ve köyden beraber geldiğimiz, vakitli vakitsiz kaybettiğimiz dostlarımızın kokuları… Yıllardır çarşıya çıkan köylünün ilk uğrak yeridir orası. Buluşma noktası, nirengi noktasıdır. Kaybettiği yitiğidir. Yitiğini aradığı yerdir. Temizlendiği, kirini yuduğu… Şadırvan. Yeni Camii Şadırvanı.

Ali Ustanın kebapçı dükkânında çalışıyordum. Ortaokul ikideyim aynı zamanda. Orta Haldeydi çalıştığımız dükkân. Orta Halin Gazi Ortaokulu’na bakan tarafında. Koç Kebap evi ismi. Ali Ustaydı sahibi. Soyadını bilmiyorum. Gerçi soyadına ne gerek var, Usta'dan daha güzel bir soyadı mı olur. Vefat etmiş. Mekânı cennet olsun iyi bir adamdı. Okula gittiğim halde beni dükkânında çalıştırırdı.

Kış günüydü. Hava yeni kararmıştı. Sokakbaşı’ndan et almadan geliyordum. Usta et almaya beni göndermişti o akşam Sokakbaşı’ndaki kasaba. Sabaha bayramdı. Kasap, bayram sonu dükkânda yapılacak olan yemekler için hazırlamış olduğu kocaman bir parça eti, getirdiğim siniye koyup, üzerini yağlı kasap kâğıdıyla kapatıp, kucakta taşınamayacak kadar geniş olan siniyi simitçiler gibi kafama koymuştu. Ustama da selam söylemişti.

Şazibey Camiini geçmiştim ki, birden ayağım kaydı ve yere düştüm. Sini bir tarafa ben bir tarafa. Üstüm başım ve et çamura bulandı. Kendimi toparladım, çamura bulanmış olan eti siniye koyup camiye geldim. Şadırvanda önce üstümü başımı yıkadım. Sonra da eti. Kasabın yaptığı gibi siniyi tekrar kafama almaya çalışırken, ıslak sinideki et tekrar yere düştü. Aynı şekilde tekrar yıkadım. Camideydim, şadırvanın başındaydım. Çok dua ettim.

Dükkâna girer girmez hemen üst kata çıktım ve siniyi tezgâhın üzerine bıraktım. Usta benim telaşımdan şüphelenmiş olmalı ki arkamdan çıkıp ete baktı. Doğruyu söylersem dövmeyeceğini söyledi. Doğruyu söyledim. Her yerin çamur olduğunu ve ayağımdaki lastik ayakkabımın içine bile girdiğini dedim. Ayakkabım ters dönmeseydi düşmezdim dedim.

Dualarım kabul olmuş ki, Usta beni dövmedi, babamı çağırıp eti de ödettirmedi. Her cami gariplerin, fakirlerin, meczupların sığınağıdır ama Şazibey Camii; daha gariplerin, daha fakirlerin ve daha meczupların sığınağıdır. Dualarının kabul olduğu ve hatta karınlarının doyduğu yerdir. Her namazda; insanoğlunun dârıdünyaya sarılmak için kullandığı azalarından birkaçı kullanışlı olmayan bir meczup bulunur şadırvanın etrafında; görenlerin kalbini yumuşatan, insanlığını yeniden hatırlatan… Ve her biri gönlünden diline, dilinden şadırvana, kendince virdini doldurur cami avlusuna. 
Ana diye-e-e…

NOT: Satılan, anlatılan ve yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası yoktur. Hiçbir hayvana zarar verilmemiştir.



HUZUR SEN’İN GÖZLERİNDEDİR BİLİRİM/Halit DİLİPAK


Bir yangın yeridir gönül coğrafyam. Sevda yüklü, muhabbet yüklü. Bakmayın sert bakışlı, haşin ve itici olduğuma. O çehrenin arkasında çekingen, ürkek bir kişilik yatmakta. Evet asabi ve tez canlı biriyim. Mümine yakışmayacak özellikler olsa da bir Müslüman olabilme çabası içerisindeyim.

Hep bir özlem ve bir hasret çeker yüreğim. Sanki bir sevda ateşiyle yanar ruhum. Bir özlem ve hasretin kaybolmuşluğu içerisindeyim. Gönül bilinmez bir sevdanın hasretiyle çırpınır durur.

Nedense gözlerde kaybolurum. "Gözler kalbin aynasıdır" diyordu bir şarkıda. Belki gözlerde arıyor kalbim aradığı huzuru.

Hafif çiseleyen yağmurda yürümek arzusu kaplıyorsa ruhunu. Boş, ıssız bir yolda sonbahar soğuğunda kendisiyle baş başa kalmak istiyorsa insan, bazen hissiz, düşüncesiz, amaçsız bir şekilde bilinmezliğe doğru ağır adımlarla ilerlemek istiyorsa eğer. O gözlere dokunabilme ihtimali halinde, bir telaş, bir huzur, bir heyecan kaplıyorsa bedenini. O gözlerin mahkûmu olmuşsun demektir.

Hüzünle buğulanan gözlerime bir bakabilsen uzaklardan. Bir görebilsem o ürkek ve derinden bakan gözleri. O gözlerde dalabilsem rüyalar âlemine. Senken her yer, sensizliğin nasıl bir acı olduğunu nereden bileceksin. Sen hiç sensiz kaldın mı?

Ruh özlem içinde, gönül hasret, kalp yanar da yanar. Beden yok olmak ister. O olmak, O olabilmek, O'nda bir bütün olabilmek ister. Hiçlikten kurtulup O'nda bir olabilmek ister. O'nun varlığında hiçliğini manalandırabilme ateşi yakar tüm benliğini. Dizinin dibinde oturabilmek, hissedebilmek, yaşayabilmek arzusu yakar. Ey hiçliğe anlam katan güzel. Gözlerinle yak, kül et şu habis bedeni. Sende kaybet bu benliği...

Yokluğunun ayazı sızlatırken kalbimi, hayalin ılık bir meltem esintisiyle ürpertir bedenimi. Gönlüm baharı beklerken, zemheri soğuğunu düşürdü ayrılığın. Gözlerinin buğulu bakışlarıyla buza dönmüş kalbim çözülmek, erimek ister. Sensizliğin zifiri karanlığında yönünü bulamaz oldu gönlüm. Karanlık dünyama bir kuzey yıldızı ararım yönümü bulabilmek için. Ürkek, çekingen, kaçamak bir bakış kuzey yıldızım olur, karanlıklarımın yol göstericisi...

Bakıyor olmak görebilmek midir? Oysa görebilmek derununa inmek, hissedebilmek değil midir? Eğer bakarken hissedebiliyorsa, sadece gözlerle değil hislerle de bakabilirsen anlayabilirsin. Gönlünle, ruhunla, kalbinle bağ kurabilip; gözlerinle gözlerine dokunabilmek. O dokunuşunu hissedebilmek, o bakışlardaki manaya erebilmek...

Gençliğimi hatırlarım. Yağmurlu havalarda deri montumun içerisine büzülmüş bir şekilde ağır adımlarla biteviye yürüdüğüm yolları. İliklerime kadar işleyen o rahmet sularını hissetmeden garip bir haz ile kendi kendimle baş başa, sanki başka âlemlerde gezinirdim. Gönlümde bir sızı, boynum bükük, saçlarımdan aşağı süzülen rahmet suları, gözlerim yerde sanki bir çift göze dalmış gibi saatlerce yürürdüm.

Ayazlarda yanıp, temmuz sıcaklarında üşürdüm. Bazen bağrım yanardı soğuk kış gecelerinde, bazen yaz gecelerinin bunaltıcı sıcaklarında üşürdüm. Ama nedense hep hüzünle huzuru aynı anda yaşardım. Yokluğun acısıyla, varlığın huzuru hep harmanlandı yüreğimde. Onun içindir gülerken ağlayıp, ağlarken gülebildim. Hiç bir şey kalıcı değildi. Önemli olan yaşadığın zamanın geçmesiydi. Acı da neşe de zaman içerisinde kaybolup gidiyordu. Önemli olan sabredebilmekti. Ne acılarda kaybolmak, ne de neşenin girdabına kapılmamak gerekiyordu...

Hüznün kapladı yine gönlümü. Gözlerim gözlerini özledi. Ruhuma huzur veren hayalin, gönlümde fırtınalara sebep. Bazen tutmak ister ellerim ellerini. Ellerin ellerimdeyken gözlerinin büyüsünde kaybolmak ister gönül, sende yok olmak ister. Sen olmak, seni hissetmek ister. Hani sevgi, muhabbet, hasret, özlem, hüzün, sevince bir şekil verilebilseydi sen olurdu o, yalnızca sen. Ben sen olup, sende kayboldum. Bir çıkmaz sokak gibisin, labirentim oldun. Yolumu yitirdim. O labirentten çıkıp sana ulaşabilmek ne mümkün. Bana tek huzur veren senin o gözlerin...

Bazen hüzünlü bir şarkı, bazen bir nefes duman, bazen bir yudum çayda erişilirmiş hüzünlü huzura. Elde edebilme arzusu nefsi mutmain etmek içinmiş. Oysa bir bakışta, bir tebessümde hüzünlü huzura erebilmek, gönül işiymiş.

Bir boşluk, derin bir hüzün, bir iç yangını, bitmeyen hasretin adı... Beni ben yapabilecek, benliği, bizlik huzurunda birleyebilecek, sonsuz huzurun adı...

ARKANIZA BİLE BAKMADAN GİTTİNİZ / Savaş BAYŞAHİN


Arkanıza bile bakmadan gittiniz.

Önce; dışarıdan bir el uzandı, beşyüz yıl boyunca ayrısı gayrısı olamayan sizi, bizden ayırdı. Aslında çok da direnmediniz, hatta belli ki bu ele yabancı bile değildiniz. Çabuk kandınız bizi sizden ayrı koyan yalanlara.

Arkanıza bile bakmadan gittiniz.

Bir teşekkürü bile duyamadık sizden. Hüzünle seyrettik sizin yeniden yazılan oyunu oynayışınızı. Yine hiç direnmiyor, hatta sevinç ve heyecan içinde yeni ufuklara yelken açıyordunuz. Lakin daha memleketimin sınırından çıkar çıkmaz gaz ve ses bombaları, dayak, her türlü küfür karşılıyordu sizi. Ama sizin gözünüz kör, kulağınız sağır olmuş, hiçbir şeyi görmüyor, duymuyordunuz. Zaten ne önemi vardı bunların, gitmekte olduğunuz yerler kendi koyduğu evrensel kuralları kendisi çiğnemezdi ya.
 
Arkanıza bile bakmadan gittiniz.

Bu gidişlerinizin ülke nüfusunuzu nerelere indirdiğini bile fark edemediniz. Boşalttığınız yerlerin, ata baba ocağınızın, kadim İslam topraklarının sözde va’dedilmiş statüsü ile kimlere kaldığını dahi anlayamadınız, siz sadece arkanıza bile bakmadan gittiniz.
   
Arkanıza bile bakmadan gittiniz.

Gitmeyen veya gidemeyenlere acıyarak baktınız. Onlar hem sizin gibi kurnaz akla sahip değillerdi ki, bu ayrıcalıklı halden faydalanabilsinler. Sizin tabii ki hakkınızdı bu. Sadece biraz sabırlı olmanız gerekiyordu. Kapılar açılacak ve siz arkanıza bile bakmayacaktınız zaten.

Arkanıza bile bakmadan gittiniz.

Oysa biz insanlığın utanç çağı 20. yüzyılın başında sizin oralardan ayrılırken sadece içimiz kan ağlamıyor, kınalı kuzularımızı da size ve iş birlikçilerinize kurban veriyorduk. Size o gün de anlatamamıştık bu kirli oyunu, bugünde öyle…
   
Arkanıza bile bakmadan gittiniz.

Gerçekten hiç bakmıyordunuz, sizin terk ettiğiniz kadim İslam yurdunu savunmak yine bize kalmıştı. Kahramanlar can veriyordu yine, sabaha karşı geliyordu sizin oralardan acı haberler. Ama siz gitmiştiniz zaten buralardan değil mi? Ne anlam ifade edebilirdi ki düşlediğiniz yeni dünyalarınızda...

Arkanıza bile bakmadan gittiniz.

Ezan sesi olmayıversin, başka başka bayraklar dalgalanıversindi. Nasılsa gitmekte olduğunuz yerler özgür insanların ülkeleriydi. Kimse kimseye karışmıyordu ki, size karışılsındı.

Arkanıza bile bakmadan gittiniz.

Bizim de ata yurdumuzdu oraları, ecdadımızdan kalmıştı oraları... Size bıraktığımız emanetin bile kıymeti yoktu gözünüzde. Biz sizi kardeş soframıza buyur ederken, siz hiç bir şeye değer vermez olmuştunuz. Tek düşündüğünüz gitmekti buralardan, arkanıza bile bakmadan.

Arkanıza bile bakmadan gittiniz.

Yine de kızamadık size, Tuna’dan avrat uşak geçilmez dedik, geri dönün dedik... Ama dinletemedik. Buna rağmen değil vazgeçmek, daha büyük bir hırsla hücum ediyordunuz pembe dünya ile aranızdaki dikenli tellere…


doğudan sonra / mustafa alper taş















güneşin orada
yeşil kahkasıyla boyanan
çocukların
şehir senin kalbin değilse nedir

yine akşam tartılıyor
denizden dipdiri bir gözle
dünyayı selamlıyor balıklar

yani hepimiz
ortasında şaşkın
bu kızaran eriklerin
seviyoruz bir yandan
hiç kimseden
sorulmamayı


KAPI / Alaaddin KÜÇÜKKÜRTÜL


“Ben bir kapıyı çalmanın hayalini kuruyorum hocam.”

Böyle söylemişti Yakup ve hepimiz gülmüştük. Gülmüştük çünkü hiçbir şeyi ciddiye almayacak yaşı henüz tamamlamamıştık.  Yakup benim en yakın arkadaşımdı. Öğretmenlerin anlatmasına göre Gölcük depreminde enkazdan ailesinden sadece onu çıkarmışlar.  

Zayıf, kıvırcık saçlı, gözlüklü, ciddi siması ve duruşu, tertemiz kıyafetleri ve sessiz hali ona garip bir asalet katıyordu. Aradan yıllar geçmesine rağmen onu ve bir rehberlik dersinde söylediği bu sözü unutamıyorum. 

Bu sözün ciddiyetini tüm sevdiklerimi beton yığınına dönen evimin altında bıraktığımda anlayabildim. Artık bırak kapıyı çaldığımda açacak biri çalacak kapım bile yoktu.

Kendimi kaybetmiş bir durumda kentin mecburiyet caddesinde adımlarken Yakup’la karşılaştım sanki duruşunda hayatında girdiği tüm savaşları kazanmış Muzaffer bir komutan edası vardı. Hemen sarıldık ve kentteki mecburiyet kahvesine oturduk. Demli çaylarımızı içip eski günlerden konuşurken derste söylediği o sözü hatırlattım kendisine ve devam ettim sözlerime...

Meğer önemli olan kapıyı çalmak değil o kapıyı açacak bir sevdiğinin olmasıymış. Eğer öyle biri yoksa o kapıyı çalmak gürültü, kapı ise duvardan ibaretmiş. Şimdi bunu daha iyi anlıyorum. 

Yakup o hiç değişmemiş bilgin bakışı ve gülüşüyle, sakallarıyla oynarken bir an duraksadı ve ciddi bir surat ifadesiyle; “Bu sözü söylediğimde benim çalacak bir kapım yoktu ama senin her zaman rahatlıkla gireceğin bir kapın var dostum bunu unutma.”    

  


İNSANOĞLU NANKÖRDÜR ÇAYA KARBONAT KATAR/ Ferhat ALTUN



İbnü’l-Orhan Ömer Faruk’a









Şeytan sancağın dikmiş pazara
Zindanlara yabancı ruhum
Buna da alışamadı
Var olduğundan beri
Tırnaklarını törpüleyen
Ve ekonomiden anlayan
adamlara alışamadığı gibi
-alışmasın-
Katışmasın hamuruma o
Sökülecekse dişlerim
Damağımdan kanlı
bir gökyüzü çıkacaksa
Buna razıyım

Kıvranıp duruyorum dünya denen refüjde
Göğü yere çalan ses kulaklarıma müjde