-Hoş geldiniz başkanım. “Dağ dağa
kavuşmaz insan insana kavuşur” derler. Hakikaten de öyle oldu. Allah’ın işine
bak, yıllar sonra buluşuyoruz. Hem de burada, Maraş’ta.
-Düşümde görsem inanmazdım; hayal
gibi bir şey bu.
-Köyden daha doğrusu kasabadan,
amaan mahalleden -beldeler mahalle oldu ya artık- ıhlamur fidanı getirmiştim
geçenlerde. Sağ olsun arkadaşlar caminin etrafına diktiler. Onlara bakmak için yönelmiştim
ki telefonum çaldı. Camiye girerken kapatmıştım. Sesini açacaktım, elimdeydi.
Hemen geri kapanınca etrafıma baktım. Gülüşünüzden tanıdım sizi. Numaranız
bende yokmuş. Ne var ne yok? Yalvaç nasıl?
-İyiyiz şükür. Hatırlarsın
yeğenimle uğraştık bir müddet. Onun da aklı başına geldi. Bıraktı o işleri. O
zaman becerememiştik. Gençti. Güç yetmiyordu. Sen ne yapıyorsun? İyi misin?
-Biliyorum, biliyorum. Benim
saçımı sakalımı o beş yıl, sizinkini de yeğeniniz ağarttı. İyiyim ben de burayı
kiraladım gelip oturuyorum. Sizin gibi dostlar geliyor eskileri yâd ediyoruz.
Müşteri gelirse malzeme satıyoruz. İyi bu işler. Geçenlerde şu yukarı bu iş
üzerine bir AVM açıldı. Bu hafta da bir dost yine bir dost grubuna yazdığı
mektubunun dipnotunda; “Sözü edilen kişiler ve kurumlar hayal ürünü değil
hakikatin kendisidir.” demiş. Güya bizim mallar için “Hayal ürünü” gibi bir
imada bulunmuş. Yakında “Gel vatandaş…” demeye başlayacaklar. “Meyveli ağacı
taşlarlar” deyip geçtik. Biz gelenlere hikâye anlatıyoruz; onlar süsleyip,
püsleyip, biraz renk ve biraz da ışık katıp bir yerlerde yayınlıyorlar. Boş ver
şimdi, seni buraya yel mi attı sel mi attı?
-Torunun tayini buraya çıkmıştı.
Hemen şu okulda. Uzun zamandır “dede gelin” deyip duruyordu. Dün geldik. Bir
iki gün kalıp geri döneceğiz.
-Yaşadık desene. Bak beraber
gezeceğiz ha. Ben dondurmanın iyisi nerde, paçanın en güzelini kim yapar, hangi
lokantada ekşili çorba olur bilirim. Hem senden de belki bize malzeme çıkar.
Şimdi aklıma geldi senin bir muhtar mı, encümen üyesi mi vardı. Hani adamla
kaymakama mı, valiye mi gidecekmişsiniz de adamı arabada bırakmışsın?
-Muhtar. Muhtar. “Atın bahtsızı
arabaya düşer.” derler bizim oralarda. Ben de değişik bir muhtara düşmüştüm.
-Dur ben çayları getireyim de
öyle anlat.
-“Sabah muhtar aradı: “Alo
başkanım halıya gideceğiz.” Saat yedi buçuk. Telefon sesine uyanmışım. Allah,
Allah nereden çıktı bu halı? Ya Hu “alo”dan önce selam olması gerekmez mi?
Ondan sonra hâl hatır sormak. Daha ondan sonra bir yere gidebilmek için müsait
olup olmadığımızı sormak… İnsan öyle sormadan, etmeden şehre gelir mi? Tamam,
muhtarsın elinde çok salahiyet var ama benim de bugün başka bir yere söz verme
ihtimalim ve de hakkım var. Ha, sonra anladık ki bir mahallemizdeki halı
atölyesi idare tarafından kapatılmış. Geçen yıl hedef iki bin metre kare imiş.
Bu yıl yedi yüz metre kareye indirmişler. Irak’taki kriz nedeniyle turist
sayısında azalma olacağından halılar ellerinde kalırmış. Onun için muhtarın
mahallesindeki halı atölyesinin üretim hedefi azaltılmış, dolayısıyla halı
dokuma işinde çalışan kişi sayısı da azaltılmış. Biz esasen halıya değil valiye
gideceğiz. Gideceğiz de halı için değil. Biz valiye o mahalledeki başka bir işi
izah etmek, vali beyin emrindeki bir dairenin söz konusu işi bile bile yapmadığını
anlatmak için gideceğiz. Bu işin savsaklanması halinde başımıza neler
geleceğini, ihmali görülenlerin eniğinden cücüğüne sıkıntıya gireceğini,
gazetelere haber olunacağını anlatmak için gideceğiz. Bu işte vilayeti küçük
düşürmemek, ilk ağızdan bilgi aktarmak için gideceğiz.
Buluştuk… Adamla valiye
gideceğiz. Adam dediğim muhtar. Yani validen mahallesinin başındaki bir iş için
yardım talebinde bulunacak kişi. Yani mahallelinin çoğunun oyunu alarak
mahalleye önderlik etmeye hak kazanan insan. Gelecek seçime de hazırlanan zat-ı
muhterem. Cuma günü valiye gitme girişimimiz olmuştu, onda dört-beş günlük
sakalı vardı. Kızmıştım. Pazartesi sakalı kesmek şöyle dursun üzerine biraz
daha eklemiş. Böylelikle sakalı daha da uzamış. Tabi sakal uzar da bıyık durur
mu; dibi nere, başı nere belirsiz. Yaşlı sayılmaz aslında benden genç ama
gözleri, güllerin dibindeki kuru otların arasından görünen ışıl ışıl böceği
gibi, çukurda ışıldıyor. Ağzı; belgesellerde kunduzların gelişigüzel çerçöple derelere
yaptıkları baraj misali, yarısı açık, yarısı kılla kapalı. Zaten konuşmasında
da bir meymenet yok; laf mı veriyor, ağzından kelime mi kusuyor belirsiz. Ayran
içse, suyu boğazına gider, yağı sakal mı desem, bıyık mı desem kılların
üzerinde kalır. Arkadaş, adam kıl yumağı sanki. Bir insanın tırnaklarının
arasına toz toprak girer, insanlık hali fakat insanın tırnağının parmağıyla birleştiği
yerde kir olur mu? Demek ki olurmuş. ’Adam karşıma geçti bana cadı tarif
ediyor’ deme. Bunu size daha önce de anlatmıştım. O günkü lafla bugünkü lafın
arasında bir kelime eksik veya fazlaysa yüzüme tükür.
Ya Hu bu nasıl bir tıraş; belli
ki eski usul, kafasına bir tas koyup tastan artan kıllar kesilmiş biz zaman. E
peki o boynundaki kıllar, hani boyunun ustura ile alınan kılları; onlar ensenin
kıllarından daha uzun. Hatta o kadar uzun ki kıvrılmış, arapsaçı gibi olmuş.
Hadi diyelim başından ceketinin arka tarafına dökülen kepekleri görmüyor; Allah
için yanardağ eteklerindeki gibi omuzları ve yakası kül rengi bir kepek tarlası.
Ceket biraz eski. Olsun benimki de eski. Fakat bu garip bir eskilik. Nerede ne
zaman ne yiyip üzerine döktüyse; az açık, açık, az koyu, koyu … hangisini
sayayım ceketin ön tarafı, kimi yuvarlak, kimi damla şeklinde bir sürü leke. Ceketinin
yakaları ön tarafa doğru kıvrılmış, üç ilikli ama bir düğmeli. Düğmenin ikisi
yok. Cepleri boş, boş olmasına da zamanında ne doldurduysa, içinde zor
sığdırılmış bir nar var gibi dışa doğru şişik duruyor. Ayakkabısı ayakkabı
değil toprak hırsızı. Kasabanın o güzelim çamurunu şehre taşımak için özel
olarak yapılmış dampersiz bir kamyon. Ayakkabısının çamurunu bu sizin Maraş’ın
ağaları görse çeltik ekmek için sıraya girerler; alabilen göm-göğ zengin olur.
Yok, kiraya vermeyip kendisi ektirmiş olsa; on tane saka tutması lâzım, ekilen
çeltiği yetiştirip meydana getirmek için. Resmi daire müdürleri görse
ayakkabısının her tekine törenle fidan ektirip, “Hatıra Ormanı” yazan levha diktirir.
Ayağını çitleyip şöyle hazır ol vaziyetinde durmuş olsa, gören müteahhitler
arsa zannedip yüzde elliye, beğendiği daire ve dükkânların kendisinde kalması
şartıyla site sözleşmesi teklif eder.”
-Sözünüzü kesiyorum ama pantolonu
sağlamdı galiba? Ondan bahsetmediniz de.
-“Allah o pantolonun belasını
versin. Onu unuttum. Esas problem pantolonuydu. Seçimde biz almıştık. Sen tut o
güzelim yeni pantolonla gül bahçesi kazmaya git. Bizim güllerin dikeni oltaya
benzer. Girdiği yerden boş çıkmaz. Adamın ayağındaki pantolon acemi çoban tarafından
kırkılmış koyuna dönmüş. Herif pantolon giymemiş bacağında kumaş bitmiş sanki. Ayakkabısını
kaldırıp şöyle bir dönebilse, lunaparktaki salıncaklar misali ipleri savrulacak
etrafa.
Canım kardeşim. Kasabamızın güzel
muhtarı. Cebinde mühür taşıyanımız. İleri gelenimiz. Sözü dinlenenimiz. Camiye,
okula yardım toplayanımız. Geleni karşılayanımız. Gideni geçirenimiz. Haysiyetimizin,
şerefimizin koruyup kollayıcısı; aynamız, reklam panomuz, dijital ekranımız, “Mahallemize
Hoş Geldiniz” yazımız. Yarın valiye çıkacağız diye ben, akşamdan ayak
tırnaklarımı dahi kestim. Dişlerimi hem akşam ve hem sabah fırçaladım. -Tabi
bunu her zaman yapıyorum- Sabah evden çıkmadan boyalı olmasına rağmen
ayakkabımı tekrar boyadım. Canım kardeşim adam insan içine çıkacaksın, niye
kılığına kıyafetine bakmıyorsun? O kılıkla sana yoldaş olur muyum? Olur da
kendimi irezil malamat eder miyim?
Kendisi arabada beklerken ben vilayetten
çıktım. Arabaya doğru yürüyordum telefonum çaldı. Bizim iş için bir ekip kasabaya
doğru yola çıkmış.”
NOT: Satılan, anlatılan ve
yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası
yoktur. Hiçbir hayvana zarar verilmemiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder