PİYASA ŞİİRİ/Mehmet YAŞAR










Koltuklar
Takım elbiseler içinde yürüyen dilsiz uşaklar
Üstüne az gelişmiş mesai bitimleri
İple çekilen cumartesiler, pazarlar
Bizim çektiğimiz miladî Cuma, hicrî Cumartesi akşamları
Ne çekiyorsak, çektiğimiz bundan değil mi zaten
Sonra mı?
Sonrası biraz küfür, biraz iman
                              
“Bir dikili taştan gayrı nem galdı”

Bürokrasinin çiçekleri dolaşıyor parke taşlarında
Formal kokular sızlatıyor direğini burnumuzun
Telgrafın telleri
Aaaah telgrafın telleri
Kuşlar unutalıdan beri
Hatta Lozan’dan beri
Neyse…
Unutmak için sakladığımız dünleri
Sırtındaki çuvalda biriktiriyor bir adam
Kişisel erişim noktamızı açmamızı bekliyor belki de
Sonra mı?
Sonrası biraz şiir, biraz türkü

                               “Bir akılsız baştan gayrı nem galdı”

Ayın 15’i, iki nokta üst üste, mübarek gün
Viski şişelerinden içtiğimiz sular
Ve Gazze
Ve bir kısa mesaj
Ve 5 TL
Damlaya damlaya dağılan vicdanımız
Ne uykulardan geçtik de geldik oysa biz
Nice yürüyen merdivenler katettik
Sonra mı?
Sonrası biraz Çeçen ağrıları, biraz Urumçi sızıları

                               “İki damla yaştan gayrı nem galdı”

Pardon!
Biraz fikir alabilir miyim
Şöyle ortaya karışık
Az açık oturumlu, bol gözyaşılı
Biraz da hamaset serpiştirin üstüne lütfen
Niğbolu’dan ya da Malazgirt’ten olsun
Durmasın babaanneler ‘Yasin’ okusun
Kimse oturmasın yerime
Kimliğimi kaptırdığım bankamatiklere
Bir saygı duyup geliyorum hemen
Ve gecelerimi çalan tasarruflu ampullere
Sonra mı?
Sonrası biraz ilave yazı, biraz yer bildirimi


                               “Bir yaralı döşten gayrı nem galdı”

***

MÂH-I RAMAZAN









Hak bin devayı bin derde
Sunar mâh-ı Ramazan’da
Şol şeytanlar zincirlerde
Tüner mâh-ı Ramazan’da

Saflar huzûra garkolur
Kalpler sürûra garkolur
Kandiller nûra garkolur
Yanar mâh-ı Ramazan’da

Teravihler Cennet kokar
Zaman bereketle akar
İnsan hayretlerle bakar
Donar mâh-ı Ramazan’da

Güvenme topuza gürze
Sarıl sen sünnete farza
Melekler semâdan arza
İner mâh-ı Ramazan’da

Amellerince herkesin
Verirler berat belgesin
Açar en serin gölgesin
Çınar mâh-ı Ramazan’da

Kişi bakmadan yaşına
Koşarsa ahret işine
Sabr ekmeğin, kurb aşına
Banar mâh-ı Ramazan’da

İtikâf ile zühdetmek
Salih amele ahdetmek
Kem nefse rağmen cehdetmek
Hüner mâh-ı Ramazan’da

Bir dua ki olur bin er
Gönül nefs atına biner
Yazılır bir ecre biner
Biner mâh-ı Ramazan’da

Nice gözün durur yaşı
Pişer her ocağın aşı
Yoksulların pür-telaşı
Diner mâh-ı Ramazan’da

Hakk, İsmâil’i koçlukla
İbrahim’ini hiçlikle
Cümle mü’mini açlıkla
Sınar mâh-ı Ramazan’da

Rahmettir bu ayın başı
Orta, mağfiret güneşi
En son cehennem ateşi
Söner mâh-ı Ramazan’da

Hayat dedikleri rüya
Hayy’dan geldik gerçek bu ya
Bu can inşallah Hû’ya
Döner mâh-ı Ramazan’da

***


TÜTÜN


Abi selamun aleyküm. 

aşağıdaki rubai m.yaşarın kendi ağzından serdedildi. 
Yol'umuza arz ederim. 
Hem de bunu bir çaşıt edası ile bildirmekten dahi imtina etmeden.
Fazlı BAYRAM



Bakmazlar kalplerinde haset mi var kin mi var
Ey tütün toprakta senden hoş ekin mi var
Ey sigara senle ben ateşsiz olamayız
Esrarını ki aşkın yanmadan bulamayız

***

DEVÂ





Metin Acar'a





Kafam çöl bulanığı, serâpâ serâbım ben
Derdimendim, nâçârım, bîkesim, harâbım ben
Bırakma, tek ümîdim Sen'sin, Sen'dedir devâ
Serildim yollarına, pâyine turâbım ben



***

SEYR









Umutlar tükenmez son ân’a kadar

Irmağın telaşı ummâna kadar

Kıyâmet kopar mı sandın? Allâh(c.c)’ı

Zikreden son “insan” kalana kadar



***

 

Yarmışlar da sadrımı içine Sen koymuşlar
Sen’le işlenen nakış, bin bir desen koymuşlar
İyice düşünmüşler ve sonunda ismimi
Hep Sen’inle konuşan Sen’le susan koymuşlar


BOŞALTILAN EVLERİM/Metin ACAR

Bugün bir evim daha boşaltıldı
Hadi boykot edelim
Sonra ne yapalım
Nasıl olsa vakit geçer
Unutulur evim, evdekiler
Sonra ne yapalım
Hadi dolduralım midemizi
Bir daha ki eve kadar
Sıcak bir yuvada oturalım

Yarın bir evim daha
Sonraki gün bir daha
Size sıkıcı geliyor olabilir
Politikaları umursamıyorum
Ve midem bulanıyor
Tüm doğrularınıza
Tek doğrumun ağırlığıyla
Kusuyorum sözlerimi

Uzaktan bir ses
Saçma sapan bir söz söylüyor
Takma kafanı
Ve sonrasında
Kaçış cümlesi geliyor
Düzelir merak etme

Herkes bir eve yanıyorum sanıyor
Ev nedir ki toprağın yoksa
Yarın ne olacak,
Ya toprağım
Kutsalım
Geçmişim
Alnımı sürdüğüm yolum
Yetmiyor mu yanmama

Yarın
Bir evim daha boşalacak
Sonra hepimiz
Kudüslüyüz
Kalemi alacağız elimize
Haydi yaz tek tek
Kolun kanadın kırılışını
Sözü dolandırıp
Ama gerçekten sözü dolandırıp
Tekrar kendmize satacağız boykotumuz gibi
Sonra dostum
Akıttığımız gözyaşını
Timsahlara satıp
Tekrar kendimize yer yapacağız

Sana özet geçeyim dostum
İşte dünya
İşte Kudüs
Zıtlıklar yol açıyor yollara
Onlar dünya
Ben Kudüs

YAĞMURLU BİR GÜN / M. Alper TAŞ

O yağmurlu günün örttüğü bir şey var hayatımızda. Hiç kaldırmak istemedik örtüsünü ikimiz de. Çamların kokusu sızdı yalnız, çamaşırlarını toplayan bir kadının telaşı, evine daha da sokulanların ve mutfağı kaynayan demliğin uğultusuyla dolduranların, okulun penceresinden birazdan ıslanacağı yağmurdan çok annesinin evde olup olmadığını düşünen çocukların telaşı.
Yarı uyanır gibi uykulardan ve kopar gibi bir anda ruhumuzu yakalayan özlemlerden o günü gömdük azar azar.

Çünkü istemedim hiç tükensin o karanlık, onu kaldırmaya yetmeyen üç beş ev ışığı, üç beş dağ köyü kıpırtısı.

Biz yine de mutluluk demeyelim buna. Belki huzur. Herkesle aynı şeyi yapabilmenin, aynı şeyle endişelenmenin küçük huzuru. Yoksa akıyoruz biliyorsun birbirimizin etrafından büyük ormanlar gibi. Her birimizin ağaçları, kuşları, hayvanları, leşleri ve geceleri farklıdır. Evet, geceleri bir tren homurtusu böler benim ormanımın uykusunu, kuşlar şaşkın sokulur birbirlerine, çok yağmur yağar, çok çiy düşer bitkilerime. 

Gündüzleri uyur benim ormanım, ikindilerde kımıldar ateşli bir huzursuzluktur öğle vakitleri. Ama en çok geceyi severim ben. O trenin uzaktan demir gövdesiyle cebine doldurup getirdiği kısacık rüzgar yeter nefes almama. Bir kaç tedirgin kımıltı, dağı ve onun göğsünde dalgalanan köy ışıklarını görünce geçer. Başlar uykunun özgür senfonisi yeniden, gerçek bir rüzgar gelir demirin rüzgarının yerine. Herkes ve her şey, sabahın olacağından emin, toprağa yerleşir. 
Zaman korkusuz bir aynadır bizlere. Şiire karışan bütün sözlerimizi onunla ayırırız birbirinden. Mutfakta eriyen buharını çaydanlıkların, unutulmuş bir elmanın son kokularını onunla getiririz yeryüzüne. Ondan sonra adı sönmek olur, yirmi beş saniye sonra çocuğun muhtaç ağlamaları olur, bir daha bu kadar çok almayalım kararının sebebi olur. Elmanın şiirle bağını böylece koparırız.
Ama her zaman böyle usta değiliz kılıçlarımızla. Kanla birlikte yere düşen bir çiçeğin gürültüsü çözer dizlerimizin bağını. Bir mezarın taze ağırlığına yürütecek gemilerimiz yoktur. Sevmeyi hiç düşünmeyiz.

Yağmurun diyorum, çam ağaçlarının kokusunu daha da ağırlaştıran ve günü kadife perdeler gibi örten yağmurun hiç konuşmayacağız getirdiklerinden. Ellerimizde var sayılmış telaşı kalacak yalnız bütün bunlardan habersiz dip balıklarının.

KAVRAYIŞ FARKLILIĞI, İLETİŞİM VE EĞİTİM ÜZERİNE BİR KAÇ SÖZ/Durdu GÜNEŞ


Cemil Meriç bir yazısında, sol ile lügatimiz aynı ama fikirlerimiz farklı, sağ ile fikirlerimiz aynı ama lügatimiz farklı diye yazmış, anlaşılmazlığının ıstırabını dile getirmişti.

Farklı algılar, iletişim kopukluğuna daha doğrusu iletişim komedisine yol açar.
Rusya’daki yeraltı trenlerinin modernize edilmesiyle ilgili çalışma yapan Amerikalı uzmanlar “Teknolojiniz çok geri ve hantal” diye bir tespitte bulununca, Rus uzman “İyi ama sizde Kızılderilileri öldürüyorsunuz” demiş.

Yine televizyonda yayınlanan bir sokak röportajlarında, yaşlı adama spiker “Küresel ısınma hakkında ne düşünüyorsun?” diye sorduğunda, yaşlı adam düşünüp düşünüp sonra “Soba gibisi yok” diyor.

Bu gün kadın erkek fırsat eşitliği ve kadın haklarını anlatırken, öğrencinin biri “Bu ülkede her gün kadınlar ölürken bu derslerin ne anlamı var?” diye ajitasyon yapıyor. Ben “Bu hepimizin suçu, ancak bu vahim durumu eğitimle, bilimle, akılla aşabiliriz” diyorum. Bu kez öğrenci “Ben hiçbir kadını öldürmedim” diyor, sonra sınıfa dönüp “Aranızda kadın öldüren var mı arkadaşlar?” diye bağırıyor.

Ders arasında masama oturup düşündüm. Fakülteyi bitirmiş memur olmuş biri iletişim kurmayı bilmiyor, eskilerin “muktezayı hale mutabık hareket” dedikleri gereken duruma uygun hareket etmeyi bilmiyor. Nerde konuşacağını nerde susacağını bilmiyor. Muhakeme etmeyi, mukayese etmeyi bilmiyor.
 
Birçok eğitim kurumunun bir diploma dağıtma bürosu haline geldiğini düşündüm. Öğrencilerin, ansiklopedik bilgileri ezberleyerek, sonra onu içgüdüsel bir hafıza yardımıyla test usulü sınavda bunu yansıtması sonucu elde ettiği başarıyı eğitim mi sayacağız?

Eğitim, zekânın verimini artırmaktır, muhakemeyi geliştirmektir, veriden bilgi, bilgiden fikir, fikirden hayal gücü üretmektir. Papağan yetiştirmek değildir.

Her sorunda “eğitim şart” diyoruz ama asıl üzerinde duracağımız soru, “nasıl bir eğitim?” olmalıdır. Bizim papağanlara değil eğitimle tekemmül etmiş insanlara ihtiyacımız var.

NAYLON YÜREKLER/Hilal EJDERHA

Tek arkadaşım, dostum, dert ortağım
Rengi solmuş kalemim...
Birlikte dans ederiz sözcüklerle
Ben söylerim o yazar.

Nazlıdır ihmale gelmez
İşte o zaman yalnızlık perdesi kalkar
Ve oyun başlar
Yazmaz artık küser kalemim
Kırılmaz camdan hikâyelerim
Soğuk bahçelerde boş kalır ellerim
Semadan el sallar boynu bükük kalemim.

Biliyorum yazdığım kadar varım hayatta
Kaldığım kadar uzundur hayatım
İnandığım kadar büyüktür hayallerim
Ve gözyaşı döktüğüm kadar masumdur yüreğim.

Kitaplar yırtılmış sayfa sayfa
Rüzgâr parça parça olmuş hırsından
Hayatlar savrulmuş dört bir yana
Kalemler kolay kırılmış boş kafalarda.

Kalemim yarınlara yabancı kalır
Naylon yürekler yalnız kendinden utanır
Yıldızlar gülümseyerek baka kalır
Yalnız gecelere darılır da yelkovan
Mahzun akrebiyle yol alır
Akrep ve yelkovan mahzun kalır.

HOCAMLI ŞİİR/Musa YILDIZ

1995 de üniversite sokağında hocamı beklerken

Duvarda asılı sazım
Belli değil baharım yazım
Benim canım iki gözüm
Efendi hocam gelirmi ola

Bizim yayla şu dağların ardı
Poyraz çaldı yüzüm gözüm bozardı
Külekte bir topak duzum varıdı
Onu da çıvgın vurdu,  yağmur ıslattı

Herkesler konuşur çokça lafı var
Cebinde partisi var bankı var
Çokça laf edilir türlü gafı var
Velhasıl kurnazları var safı var

Soğuk olur yollar bumbuz kesilir
Gün geçer fikir biter akıl eksilir  (eksilen akılın yerini cezbe alır)
Aklımı başıma bir türkü getirir
YA BU HOCAMLI BİR ŞİİR OLDU!

RÜYAMDAKİ YILKI / İsmail SAĞIR



Yılkılar dolaşıyor rüyalarımda
Yeşilin üzerine doğan güneş
Sönümlüyor zaman sarkacını, kanımda
Paslı çivilere ben batıyorum, heyhat
Elim, içimden ne koparırsa kâr,
Dışarıda şafak yakın
Şafakla akın
İçim zemheri, buza yakın ve kar.

Dökülüyor kelimelerimin kaportası
Ağzımda konuştukça batan, sızlayan aftlar
Cürüm bana yakışan
Sana merhamet ve aflar
Kırarsan zincirimi eğer
Özgürlüğü soluyan o beyaz yılkına
Söz Rabbim, vurmayacağım eğer

Bir öfke körüğü eritince demiri
Tutup hayırla bezediğin perçemi
Vurup çıkacağız karaya batmış şehri
Bilir mi bu deli yılkı
Fırat, Meriç, Nil, Tuna ve nice nehri
Şahlanır belki görürse ummanı, bahri
Yılkın emanetim, peki ya bu süvari

Canına yandığımın dağları, kuytu
Leyleklerin göç yolları, irtifa
Derede boğdurma beni
Daya boğazıma ve yüreğime kirişi
Atacağım ok sadakte garip kalsın


***


HASRET

Bir söz kesti başımı
Zehir etti üç gram aşımı
Parça parça etti dilek taşımı
Yüzüm çizgisi belli etmez yaşımı

Binalar mı titrer başım mı döner
El salladığım ne vakit döner
Günler takvimlerde söner
Bu yaman fırtına selamınla diner

Gökten düşen üç elma elimde
Dönmez gemiler yüzdürdüm selimde
Darılma amma ne varsa dilimde
Motif oldun dokuduğum kilimde

Bir ahşap tavanımız olmadı asuman
Başın darlanırsa gene beni an
Ben geçiyormuşum gibi perdenin ardına saklan
Eyvah gül yüzlü eyvah, hasretlik pek yaman

***

KENDİNE  İYİ  BAK

24 saatin içinde ne çok söylediğimiz bir ifade  ‘’kendine iyi bak’’. Dostlarımıza, sevdiklerimize, tanıdıklarımıza hatta tanımadıklarımıza;  bir görüşme sonunda kapanış perdesi gibidir. Bunca felakatin, haydutluğun, yıkıntıların, boşlukta geçen günlerin azabından korumak için söyleriz. Bazımız hatta çoğumuz bu ifadeyi kendini pohpohla, şımart anlamında alırız. Çokça ya da  kalorisini  ölçüp yiyerek  beden  ölçülerini  korumak, ne  olursa  olsun kendini  içine  almayan olaylara  üzülmemek, gazete  sayfalarının  keyif  veren  yerlerini  okumak, arabanın  hasına binmek vs..
Bunların hepsini  ‘kendine iyi bak’  düsturunu elde bulundurmak için yaparız genelde. Oysa mesele bu kadar basit değil. İnsan sadece nefsi ihtiyaçları için bu dünyada yer işgal etmiyor. Bu dünyada yer kaplamanın da bir bedeli var. İnsan  denen  varlığın  sadece  beşeri  tarafıyla  meşgul oluyoruz  dünyanın  bu  son demlerinde, ama  unuttuğumuz  bir  yanımız  daha  var. İşte o  unuttuğumuzu, yitiğimizi  bulmak  için  ‘kendimize  iyi  bakmalıyız.’
Nereden  gelip  nereye  gittiğimizi  idrak  için  bakmalıyız.
Ademoğlu  salt madde  için  burada  bulunmadığını  idrak  için  ‘kendine  iyi  bakmalı.’
Allah’ın  yeryüzündeki  varisi  insan  ‘’kendine  iyi  baktığında’’ görecektir  insan  olmanın  ne  demek  olduğunu. Asıl  vatanının burası  olmadığını  ve  o  vatana  elbet  bir  gün  döneceğini.
Ve  insan  kendini  en  iyi  bir  aynada  görür, ‘kendine  en  iyi  orada  bakar.’ O ayna ki ruhu nurdan  sütunlardır.
Seni  sana  hatırlatır.
Suretinin  geçiciliğini  haykırır.
Zamanın  beyazlayan  saçında  eridiğini  haber  verir  ve  sana  aslına  dön der.
Ruhu  sarmış  dikenli  telleri  parçala, O’na  sığın  ve varlığını  ona  teslim  et  der.
İnsan varlığını  kimden  almışsa  yine  kendini  Ona  teslim  edecektir.’ Kendimize  iyi  bakmamız’ duasıyla,vesselam.

***
EY CAN

Ey can!
Sana sır olan,  bana ufuk değil ise
Elinin yettiği yer, bana doruk değil ise
 Daha olmamışım… Dokun yanayım

Ey can!
Tuttuğum ateş sana sönük ise
Onardığım sur sana dökük ise
Daha olmamışım… Dokun yanayım

Ey can!
Benim aydınlık sandığım sana zifiri ise
Öldürdüğüm sesler sana dipdiri ise
Daha olmamışım... Dokun yanayım

***
DEMİRCİ

Rüzgâr canına okuyor yaprakların
Ben seni okuyor gibi
Günbatımını okşuyor gözlerim
Arsızım biliyorum, gene özlerim
Her fırtınanın sonu vardır
Güller nisanda açar
Yanlış bildiklerim şimdilik bunlar
Uyuşmak için okuyorum bazen
Bir mısrada gözlerini görmek
Durmak, boşluğa bakmak ve ağlamak
İç seslerine kulak tıkamak
Yüzünün belli belirsiz şekli
Dur desem durmaz
O da hayırsız, gönülden geçici
Sen gönülden ne anlarsın vicdansız demirci
Dağladığın yara boyuna kanar
Aşığın bağrı közünden başka yanar
Yeter harlama ocağı gayrı
Bülbül gülünden, ben ondan ayrı
Her şiir keser damarı

***
GÖZLERİMİ MIHLADIM DUVARA

Gözlerimi mıhladım duvara, resmini astım
Saniyeler zehir, kendime kastım.
Camdan bakmaya alıştım dünyaya
Dil çıkardım içimdeki korkunç mumyaya

Niye ve niçinler başucu kitabım
Her gece uykusuz, buhranlara hitabım
Dertler, bir tespih, birkaç kâğıt, bir kalem
Kazanda kaynattığım ağulardan ibaret bir âlem

Can çıkmaz gecelerin bekçisidir bu saat
Uğultular, araba vızıldamaları kulağıma en büyük kabahat
Gündüz soframın kırıntısından yiyen kuşlar
Gece pencereme ziyarete gelseler, işte o vakit bir türkü başlar…

***
AĞAÇ ALTI ŞİİRİ

Bir ağaç altı şiiridir bu
Firezlerin, adı bilinmez çalıların, yassı taşların ortasında
Elimden kâğıdımı almaya çalışan rüzgâr var yanımda
Ama yine de estikçe rengârenk kokular hediye eder bana.

Şehirden köyüne dönmüş duygular var yanımda
Bir göl, karşımda… Kurumuş ama minik kuşları susuz bırakmayan
Ellerime izi çıkan ana toprağı, otları, taşları
Uzaktan seslenen bir çeşme, dertli; gözleri yaşlı.

Dönemem ben o şehirlere, hafakanlara
Özür borcum var burada sapan sıktığım kuşlara
Bir bisküvi, bir de su koy yine heybeme nineciğim
Kat  ala kızların, sarı kızların ardına; gideyim dağlara.

***
HALİMİZ

(Dünyanın her bir köşesinde acı çeken
kardeşlerimize bir itiraftır)

Günaydın ya da iyi akşamlar sayın dinleyenler
Siz şurda biraz daha bekleyin acıdan inleyenler
Bizim işimiz çok, daha yemeğin üstüne pastamızı yemeliyiz
Siz kurşun yerken biz en cafcaflı tahlilleri yapacağız
Işıltılı spotlar altında dünya kurtarmak mühim iş
Analizlerimiz gazeteleri doldurmalı mutlaka
Sayfalarda elbette zulmün fotoğrafları da olacak
Ama sıkın dişinizi biraz daha biz hala hazır değiliz

Fıtratımıza dar gelen ne kadar gömlek varsa giyeceğiz
Siz bir kenarda bekleyin kurşun sizi bulana dek
Dolunaylı gecelerde şiirler okumalıyız içten içe
El açıp haykırmanızı duymamak için
Belki de ekranda yanan yerler gördüğümüzde kanal atlarız
Son çıkan aşk filmini izlerken uyuyakalırız biz
Yahut en güldüren gösterinin hemen bitiminde
Ama sıkın dişinizi biraz daha biz hala hazır değiliz

Bir bankamatik önünde işini bitiremeyen adama kızıyoruz içimizden
Arabanın patlayan lastiğini değiştiriyoruz sağa çekip
İndirime girmiş marka telefonun sırasındayız ya da
Yeni açılan lokantanın en özel yemeğini sipariş ederken
Yarın nerde yiyeceğimizi planlıyoruz, doymaz mideyi unutup
Yolun kenarındaki renkli afişleri izleyerek geçiyoruz hızla
Peki siz! Ahh siz! Neresindesiniz bu işin?
Ama sıkın dişinizi biraz daha biz hala hazır değiliz.

           
***                            
MAĞARA-2


Yine mağara…

Dünya telaşesinden girmeyi unuttuğumuz söz ve fikir talimgâhı. Dava uğruna sakınmadığı gözlerine ok batıranların mekânı…

Bu defa farklı… Fiziken tam mağara olmuş artık. İçeriyi artık sadece mum ışığı aydınlatmakta bir de aydınlık yüzler. Dünya tuhaf yer, kapital dünyanın mabedleri ışıl ışılken mağara karanlığa boğulmuş. Biri olanca karanlığı setr etmek için ışığı(!) kullanırken diğeri ise olan nuru herkes görmesin diye karanlığı almış üstüne. Derdi, fikri, çileyi azık edenlere bir lambayı çok görmüşler ama bilmezler ki her şey zıddıyla kaimdir. Mağarada yanan fikir ateşi o karanlıkta daha da görkemli görünecek. Hem mum ışığı eyidir, erenler de zaten bunu dert etmez.

Mağara müdavimleri kapital ve materyalist dünyaya mum ışığında manifestolarını ilan ediyorlar artık! Mübarek ola!

YAĞMUR YAZISI / Bilge DOĞAN

 Kalbinize değen yağmuru hissediyor musunuz? Ben hissediyorum. Ve her kırık yanım bir başka inciyor, yağmur gözlerime değince.
  Bir yağmur yazısı yazmak düşerse payıma ve kalemimden kelimeler dökülmeye başlamışsa, haddim olmasa da, bu benim için bir bahtiyarlıktır. Gönlüme düşen yağmur yazısını yazmaya koyulurum.
   Yağmur; iki hece, altı harf dünya gözüyle bakanlara... Oysa ona mâna penceresinden bakabilseniz, ah, can u aşktır! Yağmur aşk, yağmur nur, yağmur bereket, yağmur hüzün ve Efendimiz (s.a.v.)’e uzanan sevgi selinin can suyu, yani ab-ı hayatı… Kitab-ı Azimmüşşan’da, özünün sudan ve topraktan yaratıldığı buyrulan yağmur, toprağa bereket olarak düşer, yüreği maveraya dönük olanlara gözyaşı olarak… Tasavvuf Edebiyatımız’da, kırk ikindi vakitlerinde âşıkların ve ehl-i irfanın gönlüne gözyaşı olarak dökülen, dolayısıyla “Sevgili”yi hatırlatan yağmur, Allah’a hasretinden, yani aşkından gözyaşı döken yağmurun kendisidir.
“Yağmur herkese yağar / ama çok az insan tutar yağmurun ellerini / onca şarkı, onca film, onca roman / ama sevmeye yetmez herkesin kalbi.”
Peki siz, gönlünü yağmurun ıslattığı tayfadan mısınız? Kim demiş, yağmur ıslatır da sonra hasta eder diye? Hakikat aşkına tutulmuş insan her zerresine kadar ıslansa da yağmur altında, aşkına aşk katarak daha da çoğalır ve “diriliş”e yürür. Kâl ehlini,  yani manevî aşkı olmayan dünya ehlini ıslayan yağmur, âşığın yanında mâna âleminden gönderilen “rahmet” ve gönüllere dökülen damlalardır. Şair Nurullah Genç’in mısralarının anlattığı gibi:
“Nefesinle yeniden çizilecek desenler / Çehreler yepyeni bir değişim geçirecek / Aydınlığına nurunla kavuşacak mahzenler / Anneler çocuklara hep seni içirecek / Yağmur, seninle biter susuzluğu evrenin / Sana mümindir semâ; sana muhtaçtır zemin.”  
        Eğer benim kalp gözümle bakmaya başladıysanız yağmura, anlamışsınızdır ateş-i aşkı söndüreceğine daha da harlayan bir yürek yakıcı olduğunu. Yağmur, sesini dinleyerek teselli bulmaya çalışan hüzünkârın en sâdık dostudur.  Teselli verip, ateşini dindireceğine, ateşini kor hâline dönüştüren bir ateş-i aşk pınarıdır.  
     Gönüller yapan büyük tasavvuf şairi Yunus Emre, yağmurun dostudur. Yağmur, derdine deva olması istenilen gönüllere şifa bir dosttur. Mısralarıyla gönlünün yarasını dile getirir: “Karlı dağların başında / Salkım salkım olan bulut / Saçın çözüp benim için / Yaşın yaşın ağlar mısın.”
    Çoğumuzun ihmal ettiği gönlün dostu olan yağmurun mâna tarafını hissetmeye çalışmak için yağmuru sevmek gerek. Hep hüznümüze ve aşkımıza katık ederiz de yağmuru, o niçin çisil çisil ağlayarak iner semâdan yeryüzüne. Düşünen oldu mu hiç? Aslı su olan yağmur, özünden (Allah’tan) ayrı düşmenin verdiği ayrılık acısıyla “yaşın yaşın” ağlamaktadır. Ağlayanın, “Asıl vatan” için, Allah için, Güllerin Efendisi Hz. Peygamberimiz için ağlayan bir insan olduğunu da düşünebilirsiniz.
            Özünde Allah’a olan aşkı ve hasret duygusu olan sevgili yağmur, bizim de derdimizden anlayan bir gönül dostudur. Kendi derdiyle dertli oluşunun yanında, bizim derdimizle de hemhâl olan bir dosttur.
         “Bu yağmur, bu yağmur, bu kıldan ince / Nefesten yumuşak, yağan bu yağmur / Bu yağmur, bu yağmur, bir gün dinince / Aynalar yüzümü tanımaz olur” diyen büyük şair Necip Fazıl Kısakürek, “yağmurun dinmesinden” hep endişe etmiş. Çünkü “Kıldan ince, nefesten yumuşak” olup yağan yağmur mâna tarafıyla, “Kimsesiz kaldırımlarda” yürürken hüznüne, hafakanlarına, acılarına “yol”daşlık etmiştir.
        “Dinle yağmuru dinle / Teselli bul türküsünden / Her şey olur / Her şey büyür / Her şey geçer / Hayat kalır” diyen, türkülerimizin usta sanatkârı Erkan Oğur, bu türküsünde acıların geçiciliğini, hayatın devam ettiğini, yağmurlardan teselli bulmamızı tavsiye ediyor. Oysa hüznün ve aşkın kardeşi yağmurun, teselli edeceği yerde acıları daha fark edilebilir hâle getirdiği de bir başka gerçektir. Düşünün ki, bir türkü eşliğinde, gecenin geç vaktinde, bir bardak sıcak çay dilimize dokunurken, yüzümüzü dayadığımız pencere camına yağmur tanelerinin düşmesi, eğer “Hâl” ehli isek, bizi dünya meşguliyetinden sıyırıp mâna âleminin duygusunu içimize çöktürmez midir? 
         İşte bu türkü, yalnızlığı giyinmiş gecede yağmurun yağması, heybemize biriken, yani gönlümüze düşen hüzündür.  Böylesine anlamlı bir vakitte teselli mi bulunur, yoksa yağmur eşliğinde hüzünlenmenin tadıyla sarhoş mu olunur? Bunu “Hâl” ehli, yani mâna ehli olan bilir ancak.
           “Ölü toprağı canlandıralım, yarattıklarımızdan birçok hayvanları ve insanları sulayalım diye gökten tertemiz bir su indirdik” (Â’raf Suresi / 57-71).
Bu âyette, bütün âlemin ve sevgili yağmurun yaratıcısının Allah (c.c.) bize yağmurun hikmetinden haber vermiş. Ekinleri, bağrından koparılan toprak anaya, yeniden can u taze bir hâl gelip, yeşillenip, hayvanları ve insanları nimetleriyle doyurmasının vesilesi olan yağmura, gören gözlere ve idrak edebilen bir akılla bakıp dersler çıkarmamız lâzım.
            “Bizi suya kandıran Allah’a hamdolsun” diyen Efendimiz (s..a.v.)’in sözünün hikmetini de uzun uzun düşünmek gerekir. Allah’ın bizi suya doyurmasını sağlayan yağmura da hamd eden Efendimiz (s.a.v.) bize neyi işaret etmiş olabilir?  “Her canlı şeyi sudan yarattığımızı bilmediler mi?” Enbiya suresinin 30. âyetinde buyrulduğu üzere yağmurlarla bize suyu indiren Allah’ın hikmetlerini görmemiz gereken “yağmur”, kadîm dostumuz olmasının yanında, kutsallığı İlâhî Kitab’ımızda ve birçok mürşidi-i kâmillerin ve Dîvan şairlerinin şiirlerinde geçtiği üzere anlıyoruz ki, yağmur, yani suyun gözyaşlarından alacak mâna dolu dersler var.
    Manevî duyguları unuttuğumuz, kendimize yabancılaştığımız bir zamanda bir âşık sevdiğine yağmurlarla sitemini yolar: “ Sen yağmur gibi yağmadın ki / Ben toprak gibi kokayım.”
      Hiç düşündünüz mü, yağmur sizin için ne mâna ifade eder? Yüreğinizi bir yoklayın. “Yağmur Yazısı”nı okuyunca gönlünüze ve aklınıza neler düşecek?  Kutsal kitapların yanında birçok çağın şair ve düşünürlerince hakkında bir şeyler yazdığı yağmuru herkes inançları ve dünya görüşüyle târif etmiş. Meselâ, Che Guevara adlı bir Komünist ihtilâlci “ “Yağmur, komünisttir. Çünkü herkese eşit yağar. Rüzgâr ise kapitalisttir, zayıf olanı yıkar” demiş. Gördüğünüz gibi herkes kendi mâna dünyasınca yağmuru sevmiş.
        “Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım” diyen şair Nurullah Genç, yağmuru Efendimiz (s.a.v.)’e benzetmiş. Canlanıp tazelenip dirilmek için nasıl yağmura ihtiyacı varsa kuru toprağın, bizim de Efendimiz(s.a.v.)’in himmetine ve aşkına ihtiyacımız var, mâna âleminde dirilmek için…
          Âyet, hadis, şiir, türkü ve söz arasında bu yazıyı bitirirken, yazının kalanını okuyanların devam ettirmesini isterim. Haddim olmayarak, “yağmur” bahsinden sizin gönlünüze ve payınıza ne düşüyor, bir yoklayın kendinizi, derim. Benim payıma yağmurlar altında hep hüzünlü hâtıralar düşüyor, sızılarım bir başka sızlıyor, kırık yanım daha da inciyor, Allah’ın rahmeti gözlerime, yani kalbime değince…     

İTİRAFNAME HÜVİYETİNDE/Akın Burak SOYLU


Sevgili;
Tanımlamaların acziyetini idrak ettiği,
Kelimelerin kifayetsiz kaldığı,
Zıtlıkları bünyesinde ahenkle barındıran,
Gökkuşağını çatlatırcasına rengine bürünmüş varlık.
Sözlerin tılsımlıdır
Gözlerin efsunludur
Dilin baldan tatlıdır
Lakin haşyetin yüreğimi titretir.
Her anın bir bilmece
Gönlün ve aklın meşgalesi
Sevdan çözülmez kördüğüm
Hayat memat gailesi.

Bakışların biçare esire çevirir gönlümü
Tebessümün en muhkem hapishanedir gözlerime
Sürmenin siyahı, gözün maviliğini perçinler

Hilal kaşlar yüreğime işler
Bir kelâmın beni olduğum yere çiviler

Ey Sevgili
Hükmü müebbet kes gönlüme
Uçurumdan aşağı bırak anahtarları!
Çıkacak, kaçacak yerim kalmasın
Ta ki ecelimle gelsin hürriyetim!

Doldur saki, aşk şarabın içelim
Yardan gayrı ne varsa
Ağyardır bilelim,
Sıyrılıp masivadan
El, etek çekelim...

KARDAN BİR TEVBE/Hidayet BAĞCI

"Zennur!"
Ne deli poyrazın dudakları çatlatan soğukluğu ne de yağmurun serinliği karın yağışı kadar içten değildir. Çünkü kışın en sıcak hali kar mevsimidir. Sıcaklığını ancak gönlü yıpranmış duygular yaşar. Anlayana bu hal, duyguları ölüm kadar yakıp geçer.

Zennur, her bir secdede Ah! Diye eğdi başını. Dualarını üfledi şifa niyetine kalbim dediği kalbine. Avuçlarına topladı tüm dua ayetlerini kabulü için, hak katına sundu.

Keşke dedi yutkundu ; “Onun rızası için dönseydik kendimize.”

Bin bir tevbe eşliğinde secdeye vardı tüm duyguları ve kirpiklerinden önce gözyaşları değdi seccadeye..

Birkaç ayet eşliğinde dudakları büklüm büklüm büzüldü. 

“Yemîn olsun bürûc (burçlar) sâhibi göğe!” (Bürûc, 1) 

“Ne yücedir O (Allah) ki, gökte burçlar yaptı ve içlerinde bir lâmba (olan güneş), bir de aydınlatıcı bir ay kıldı.” (Furkan, 61) 

Zennur’u yöneten AY hükmünde duygularıydı. Özündeki en sade element SU’yun gücüydü. En sevdiği taş tüm taşlar olsa da en uğurlu taşı İNCİ’ydi. Gümüş renginde madensel sözleri olsa da o, kalbinde onun varlığıyla altın oluyordu…

Seccadeyi binbir tefekkürle katlayıp, eline aldı. Çıplak ayakları bahçeye açılan kapıya yöneltti ruhunu. Kapı aralığından ıslak kirpikleriyle süzdü dışarıyı. Kar tüm coşkusuyla semadan arza uçarak düşüyordu ve bu coşkulu hal içinde tüm kar taneleri bir diğerine eşlik ediyordu. Gökyüzüne çevirdi bakışlarını ay yoktu ki hükmetsin duygularına. O yoktu ki baksın kendi âleminden Zennur’un gözlerine. Hükmetmesi için ay/dınlığıyla sımsıkı sarılmalıydı karanlıkta kalmış gecesine…

Zennur, kışın varlığıyla üşümüş çıplak ayaklarıyla bir adımla bastı kardan ısınmış karlara. Elindeki seccadeyi serdi kardan üşümüş duygularının ayaklarına. Diz çöktü kardan gecenin aydınlığına. Düşündü kalp nasıl bir topraktı ki taşıyordu tüm madenleri içinde. Kimi kalplerde sevgi, hoşgörü, sadakat, incelik, nezaket, hüsnü zan varken kimilerinde kıskançlık, nefret, kin, öfke, kurnazlık vardı. Bu duygular tek bir bölgede hâkim değildi. Her şey zıddıyla kaimdi ve önemli olan onları ne zaman kullanacağımızdı.

Toprağın anlık sarsıntıları, insanları anlık can derdine düşüren depremleri, sadece toprağa has bir hal miydi? Demekki toprak üzerinde ne kadar insan varsa yüreklerindeki hallerdi onu bu derece sarsıntıya meylettiren.

Kalp! İnsanı halden hale çeviren kalpti ki maddeden manayı etkileyerek, anlık artçı depremler yaşatıyordu insanın ruhunda. Zennurun gözlerinden süzülen her ah! Sözleri, düğüm düğüm birleşti dudaklarında. Karın sıcağından yanmış elleriyle oturduğu yere kardan bir çukur açtı, gözü yaşlı. Kalbini açtı ,baktı tüm duygularına.

Önce sadakatini aldı ellerine. Öpüp kokladı, ne kadar da yakışırdınız bana, beni görenler ilk sizi görürdü, sizi çok özleyeceğim.” dedi, ağlayarak. 

Zennur, sadakatini tüm sadakatiyle bıraktı kardan açtığı çukura…

Sonra içtenliğini aldı eline. Dudaklarına değdirdi tüm histenliğince, “Siz bana hiç iyi gelmediniz, beni iyi etmediniz” dedi, fısıldayarak. Bunu da bir tene dokunur gibi öptü tüm iç/tenliğince. 

Zennur, iç/tenliğini tüm içtenliğiyle bıraktı kardan açtığı çukura…

Sonra samimi gülücüğünü aldı dudaklarından, ellerine. Son bir kez gülümsedi samimi çehresine, “ Seni öyle çok sevdim ki sen bana aynamı verdin, sana bakınca ben hep kalbimi gördüm gülücükler saçtım dört bir yanıma” dedi, gülücüğüne.

Zennur, samimi gülücüğünü tüm gülücükleriyle bıraktı kardan açtığı çukura.

Sonra samimiyetini aldı avuçlarına ve mırıldandı onun kulağına. “Sizinle o kadar konuştuğum duygularım vardı ki, her birine samimi niyetlerinizle eşlik ettiniz maalesef bu duyguların bu zamanda değerine paha biçilmiyor ve siz de bana diğerleri gibi hiç ama hiç yakışmadınız.” Dedi samimice…

Zennur, samimiyetini tüm samimiyetiyle bıraktı kardan açtığı çukura.

Kıyıda köşede kalmış meleke duyguları var mı diye içten duygularla açtığı kalbine tekrar baktı. Göremedi, varsa da nerelerde saklandıklarını bilemedi.

Kardan çukura bıraktıklarını son bir kez seyretti. Üzerine kar serpmedi, serpemedi. Çünkü gece boyunca yağan kar onların boyun bükmüş omuzlarına usulca konacaktı, bir kelebek edasıyla. Ya onları kardan duygularla yıkamak için ya da kardan duygularla örtüp saklamak için. Bakalım duygular mı karı eritecek yoksa kar mı duyguları tozla buz edecek.

Mevsim kış, güneş her daim gökyüzünde saklı ve her daim karı buz yapacak rüzgarın olduğu gibi.

Sonra gökyüzündeki bakışlarını çıkarıp atmak istedi yüreğinden, ama olmadı. Çünkü o bakış içindeki bir sesten ibaretti. Yankısı tüm dünyasını altüst edecek dereceydi ki içindeki ses cümle cümle yankılanıyordu kulaklarında…

Keşke dedi yutkudu, Zennur…

Kalbine döndü ve "Sadece içimdeki üç harften ibaret bir kelime olarak kalsaydın hiç görmeseydim, fark etmeseydim. Keşke gözü yaşlı değil de sözü yaşlı yaşasaydım.” Dedi bu haline.

Secdeye düşmüş gümüşten duyguların, hak katına varan altın hükmünde dualar olması ümidiyle…

“Yâ Settere’l uyûb, Yâ gaffare’z-zünûb! 

Bu ana gelinceye kadar benim kalbimden, dilimden, gözümden, kulağımdan, ayağımdan ve elimden bilerek veya bilmeyerek meydana gelen bütün günah ve hatalarıma tevbe ettim, pişman oldum.”