Toprak Ana Hasta/Nurcihan KIZMAZ


ötüşünden vurulan kuş yaşar mı hiç,

ya gülüşünden kurşunlanan bir çocuk,

nasıl bir şiire düştük bu mevsim böyle?

nedir bu zehirli sarmaşık?

boynumuzda halka halka,

yarılıp gökyüzü,  uzansa bir el

dizlerine yatırıp okusa zamanı,

çözülüverse düğümlenen dizeler,

çağıldasa köpük köpük

bulut olup ağsa,

yağmur dua niyetine yağsa,

deva olamasa da

dala emanet yaprağa,

can suyu olur belki

can çekişen toprağa.

 

KADERİN CİLVESİ/ Hidayet BAĞCI


Uzun zaman bir şeyler yazmak için ne elim kaleme gitti ne de bilgisayarın tuşlarına. “Yazmak ama neyi?” der gibi durdum bir süre bilgisayarın ekranı karşısında. Zamana diz çökmüş sonbahar yaprakları dudakları çatlatan soğuk rüzgarla, bir yandan diğer yana savrulurken kalbim gürül gürül akan bir çeşmenin önünde topraktan bir testiydi sanki. Toprak, testi olana dek kaç aşamadan geçti ki elime düşen bir testi oldu. Testideki suyun berraklığını görebilmek için su, vazonun dibinde var olan dalından koparılmış çiçeklere can mı olmalıydı ya da bilemiyorum…

Elimdeki kalem dile gelseydi: “Su’daki berraklık, insanın dudaklarından yol alıp bedenine hayat vererek düşünce dünyasını harekete geçiren güzel bir davranış olurdu.” derdi belki de. Testideki suyun berraklığını göremesem de vazonun dibinde, dalından koparılmış bir çiçeğe can verdiğini hayal ettim. Çeşmeden gürül gürül akan berrak ve saf olan bu soğuk suyu testiye doldurdum. Çeşmeden son damla da düştü testinin içine. Bu, Fuzuli’nin su kasidesinden bir beyitti:

dest-bûsı arzûsiyle ger ölsem dostlar
kûze eylen toprağım sunun anınle yâre su

Bir süre çeşmenin başında bu son damlada durdum. Çınar ağacından düşen sonbahar yapraklarıyla çevrili, soğuktan üşümüş taşa yavaşça oturdum. Testiyi de ayağımın ucuna değil kırılmasın diye yanı başıma bıraktım. Oturduğum taşın üstünde ellerim çenemde, kol dirseğim dizimde öylece bir süre düşüncelere daldım. Aynı zamanda düşünce dünyamda gereksiz olan ne varsa her şeyi de temizliyordum. Bu sonbahardan kışa geçiş temizliği gibi bir şeydi.

Çeşmenin havuzundan taşan suyun sesini dinlediğim bir anda Yusufçuk kuşu kondu çeşmenin başına. Çeşmenin havuzundan yere damlayan suyu belli aralıklarla başını kaldıra kaldıra, doya doya, yudumlayarak içti. Yiyecek aradı bir süre ama bulamadı. Uçtu yeniden kondu gökyüzünden yeryüzüne, hem de yanı başıma. Soğuktan üşüyen ellerim istemsiz bir hareketle kabanımın ceplerini yokladı. Dünden kalma fındık fıstık kırıntıları vardı, onları da buldum. Bu kırıntıları yem niyetine avucumda ufalayarak Yusufçuk kuşunun konduğu taşın üzerine bıraktım. O yemini yerken aklıma Feridü'd-dîn Attâr’ın Mantıku't-Tayr’ı geldi. Hüdhüd kuşu gibi uçup gitmek istediğim o kadar güzel hane-i kalpler vardı ki sanırım onlar da benim saraylarımdı. İbn-i Arabî der ki:

“ Allah, bir kuluna rahmet indireceği vakit o rahmeti, o kulun kalbinde kimi bulursa ona da indirir. Allah cömerttir.”

Bu yüzden Fuzuli önemliydi o yüzden Feridü'd-dîn Attâr kıymetliydi ve bu yüzden İbn-i Arabi’yi anlamak zaman istiyordu. Yusufçuk kuşu yemini yedikten sonra kanatlanarak uçup gitti. Çeşmenin başındaki serinlik ve oturduğum taşın soğukluğu yumuşayınca yol almak için bulunduğum yerden doğruldum, ayağa kalktım. Testiyi aldım elime ve onu bir anlık hamlede kaldırır kaldırmaz o, elimde tuzla buz oldu. Testinin kulpu kaldı avuçlarımda. Su düştü yere, testi kırıldı. Sanırım düşüncelerimin ağırlığından olsa gerek bu testi bu rüyaya fazla geldi. Sonrasında “Kaderin cilvesine bak, nereden nereye…” dedim ve uyandım. Meğer hepsi dünyaymış.

BU TOPRAK; VATAN TOPRAĞIDIR / Teyfik KARADAŞ


Bizim öğrenci okuduğumuz yıllar halkında, devletin de yoksul olduğu yıllardı; köylerde elektrik, içme suyu şebekesi, telefon gibi alt yapı hizmetlerinin hemen hemen hiçbiri yoktu. Okul olarak kullanılan binaların birçoğu köy halkı tarafından çamur ve taş ile yapılmış eğreti yapılardı. Okulların yakacak ihtiyaçları veliler tarafından karşılanır, temizliği öğrenciler tarafından yapılırdı. Şehirdeki okullar da köydeki okullardan çok farklı değildi.

Öğrenciler okula üç dört kilometre mesafeden yaya olarak gider-gelirlerdi. Öğrencilerin şimdiki gibi ne babalarının lüks otomobilleriyle, nede son model servis minibüsleriyle okula gitme imkânı vardı. Ancak büyük şehirlerde okuyan öğrenciler kısmen de olsa okula belediye otobüsüyle gidip gelme şansına sahiptiler. Öğrenciler kitabı bulsa, defteri bulamaz, defteri bulsalar kalemi bulamazlardı. Yapıştırıcıyı çiriş adı verilen doğal bir bitkiden, silgiyi altı kauçuk eski terlikleri keserek yapardık. Çanta olarak gübre torbalarını kullanırdık. Dersi akşamları gaz lambalarının ışığında çalışırdık ama bütün bu çaresizlikler içinde mutluyduk.

Köylerde ne öğretmenlerin oturacağı lojman, nede kiralayacağı boş ev vardı. Öğretmenler köydeki müsait olan bir evin bir odasında otururlardı. Öğretmenler asli görevleri olan eğitim öğretim işlerinin yanı sıra sağlık, tarım, hayvancılık gibi hizmetlerinin düzenli yürütülmesi için köy halkına rehberlik yaparlardı. Düğün, nişan, cenaze törenlerinde baş rolde yer alırlardı. O günkü öğretmenler yetişme şartları gereği akademik yönden tam donanımlı olmasalar dahi sosyal yönden idealist insanlardı. Öğrencilerinin başarılı olması, bir yerlere gelmeleri için her türlü cefa kârlığı, fedakârlığı yaparlardı.

Ben de kendi köyümde Amerikan hibesi baraka bir binada zor şartlar altında ilkokulu bitirdim. İlkokul öğretmenim çok aydın bir insan ve değerli bir eğitimciydi. İlkokul Öğretmenimin yoğun gayretleri sonucu, ekonomik yönden şehirde okuma imkânım olmadığı için babam beni köyümüze altı kilometre mesafedeki komşu köyde bulunan ortaokula kayıt ettirdi. Okuduğum Ortaokulun kendi binası yoktu. Ortaokul köy camisinin bodrum katında bulunan küçücük dersliklerde eğitim faaliyetini yürütüyordu. Okulda iki matematik, iki sosyal bilgiler, bir fen bilgisi, bir Türkçe ve bir din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmen ile bir kâtip ve bir müstahdem olmak üzere toplam dokuz personel vardı. Din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenimiz okul müdürü, sosyal bilgiler öğretmenlerimizden biri de müdür yardımcısı olarak görev yapıyordu. İngilizce, resim, müzik, beden eğitimi gibi derslerimizde okulumuzdaki diğer öğretmenlerimiz okutuyorlardı. Öğretmenlerimiz birbirlerinden farklı dünya görüşüne sahip olsalar da hepsi de idealist çalışkan insanlardı.

Okulda toplam elli civarında öğrenci vardı. Okul idarecilerimiz velilerimizle sık sık toplantılar yaparak anne ve babalarımızı aydınlatmaya gayret ediyorlardı. Bizlerin başarılı, emsallerimize göre bir adım önde öğrenciler olmamız için gecelerini gündüzlerine katıyorlardı. Okulumuz köyde olduğu halde başarımız il merkezindeki ortaokulların fevkindeydi. Allah öğretmenlerimizden razı olsun bizlerin ahlaklı insanlar olarak yetişmesinde önemli katkıları oldu. Okulumuzdaki öğretmenlerin bizler için yaptığı fedakarlıkların liseye başlayınca farkında olduk.

Türkçe Öğretmenimiz Mehmet Bey okulumuzdaki diğer öğretmenlerden biraz daha farklı bir insandı. Bizlerin pozitif bilimlerin yanı sıra sosyal yönden de gelişmiş mücadeleci insanlar olarak yetişmesi için gecesini gündüzüne katıyordu. Günlük olarak hikâye ve roman gibi kitaplar okuyarak ufkumuzu genişletmemiz için büyük emekler sarf ediyordu. Bize şiirler ezberlettiriyor, okuduğumuz kitapların özetlerini çıkarttırıyordu. Bazen de okuduğumuz hikayeleri sınıfta anlattırıyordu. Ortaokul ikinci sınıfta okuduğumuz yıl Mehmet Bey bir gün derse girdi. Bugünkü konumuz münazara dedi. Başladı anlatmaya. İki karşıt düşüncenin, iki grup arasında bir jüri önünde tartışıldığı konuşmalara münazara denir.” Diye konuya giriş yaptı. Münazarayla ilgili tez, antitez, jüri, münazara konusu, grup, grup sözcüsü, münazara kuralları gibi hususları örnekler vererek anlattı. Dersin sonunda ise “Arkadaşlar! Konunun daha iyi anlaşılması için iki-üç hafta sonra üçüncü sınıflarla sizin aranızda bir münazara yarışması yapacağız” dedi ve masanın üzerindeki kitabını ve defterini alarak hızlı adımlarla öğretmenler odasına gitti.

Öğleden sonra ilk derste müstahdem Ali abi sınıfımızın kapısını çalarak resim öğretmenimize Teyfik, Şakir ve Neriman’ı Mehmet Bey’in öğretmenler odasına çağırdığını söyledi. Öğretmenler odası dedimse müdür, müdür yardımcısı ve öğretmenlerin tamamı aynı odayı kullanıyorlardı. Arkadaşlarımla birlikte öğretmenler odasına gittik. Öğretmenler odasına vardığımızda üçüncü sınıflardan da üç öğrencinin bizden önce oraya geldiğini gördük. Ben bu öğrencilerin münazara yarışmasında bizim muhtemel rakiplerimiz olduğunu düşündüm. Arkadaşlarımda benimle aynı şeyi düşündüklerini bana sonradan söylediler. Türkçe öğretmenimiz Mehmet Bey biz öğretmenler odasına girer girmez “Arkadaşlar! Sabahleyin derste de söylediğim gibi ikinci sınıflarla, üçüncü sınıflar arasında bir münazara yarışması düzenleyeceğiz. Bu yarışmada ikinci sınıfları sizlerin, üçüncü sınıfları da bu abilerinizin temsil etmesini uygun gördük. Bu nedenle münazara konusunu belirlemek üzere sizleri buraya davet ettik” diyerek söze başladı. Müdür ve müdür yardımcısı da Mehmet Bey’in sözlerini baş sallayarak onaylamış oldular. Bir saatten fazla süren tartışmalar sonunda yüzlerce konu arasından “Ülkemizin kalkınması için sanayimi mı önemli, tarım mı?” konusunu münazara konusu olarak kabul ettik. Çekilen kurada üçüncü sınıflara sanayi, bize tarım konusu çıktı. Üçüncü sınıflar sanayi konusunu tez olarak savunacaklar, ikinci sınıflar yani biz ise tarım konusu antitez olarak savunacaktık. Her gurubun konuşma süresinin on dakika, soru cevaplama süresinin beş dakika olmasını da karara bağladık. Münazarayla ilgili diğer hususları da görüşüp, heyecanlı bir şekilde öğretmenler odasından çıkıp ders saati bittiği için evlerimize gittik.

Sabahleyin okula geldik. Sınıf öğretmenimiz Kâmil Bey öğle arası bizim gurubu sınıfta topladı. Yapılan toplantıda gurubumuzdaki arkadaşlarımızdan Neriman araştırmacı, Şakir yazman ve bende de konuşmacı olarak görev aldım. Kâmil Bey münazaraya nasıl hazır hazırlanmamız gerektiği konusunda bize bir yol haritası çizdi. Münazarayı kazanacağımıza inandığını söyledi. Sınıf öğretmenimizin verdiği coşkuyla biz çalışmalarımıza ilk günden başladık. Araştırmacı olarak seçtiğimiz Neriman arkadaşımızın babası orman muhafaza memuruydu. Bu arkadaşımız babasının yardımıyla bir gün sonra orman şefliğinden aldığı bir sürü dergiyi, beş-altı tane kitabı ve bir ansiklopediyi alıp sınıfa getirdi. Üçümüz bir o gün akşama kadar işimize yarayacak konuları tespit etmek üzere tarama yaptık. Ansiklopedi, kitap ve dergilerdeki işimize yarayacak yerlere hem ayraç koyduk hem de hangi sayfada olduğunu not aldık. Bizim elimizdeki bu kadar kaynağı gören üçüncü sınıftaki rakiplerimiz ilk gün itibariyle bizden çekinmeye başladı. An itibariyle psikolojik üstünlüğü sağlamış olduk. Kaynağımız yeterli olduğu için yazman arkadaşımız hemen özet çıkarmaya başladı. Başarılı olmamız için hazırlık aşamasında sınıfımızdaki bütün arkadaşlarımız bize destek oluyordu. Münazara gurubundaki arkadaşlarımızla her gün teneffüs ve öğle yemeği arasında bir araya gelip çalışmalarımıza devam ediyorduk. Grup arkadaşlarımızdan Şakir her teneffüste “Oğlum iyi hazırlanalım. Münazarayı kaybedersek Kâmil Hoca bizi bu okuldan mezun etmez. O zaman ben size ne yapacağımı biliyorum” diyerek tehditler savuruyordu. Bu tehditleri duyan Neriman’ın morali bozuluyor, Şakir’in yüzüne hışımla bakarak “Ulan! Erkek falan demem, seni gebertirim. Kaybetmek ne demek. Yarışmayı biz kazanacağız.” Diyerek Şakir’e tepki gösteriyordu. Ben ise alttan alarak tartışmanın dozajının yükselmemesi için çaba sarf ediyordum. Bir nevi arkadaşlar arsında uzlaştırıcılık görevi yapıyordum

Akşamları eve vardığımda profesyonel bir spiker edasıyla aynanın karşısına geçip münazara tezini tane tane okuyordum. Münazara tezini okurken nerede sesimi yükselteceğimi, nerede yarım nefes, nerede tam nefes alacağımı ayarlamaya çalışıyordum. Ayrıca konuşmaya başlarken nasıl hitap edeceğimi, konuşmayı hangi cümleyle bitireceğimi tespit etmeye gayret ediyordum. Münazara yarışması vaktimi, zihnimi ve bedenimi hiç durmadan meşgul ediyordu. Gece uyurken rüyamda münazara yarışmasına katılıyorduk. Rüyamda girdiğimiz münazara yarışmasını kazanıyorduk. Uyandığımda elde ettiğimiz başarının rüyada olduğunu anlayınca madalyası elinden alınmış bir şampiyon gibi derinden derine kılcal damarlarımın ucuna kadar üzülüyordum. Sabahleyin okula vardığımızda münazara çalışmalarına kaldığımız yerden tekrar başlıyorduk. Teneffüsler, öğle arası dahil bulduğumuz her boş vakitte münazara çalışması yapıyorduk. Bir hafta içinde konumuzla alakalı yüze yakın kaynağı tarayarak beş sayfalık münazara tez savunmamızı yazdık. Savunmamız uluslararası bir dergide makale olarak yayınlanacak kadar bilimsel verilere dayanıyordu. Beden Eğitimi dersinde hocadan izin alarak münazaranın provasını yaptık. Provadan sınıf öğretmenimiz Kâmil Bey dahil bütün arkadaşlarımızdan yüz üzerinden yüz puan aldık. Sınıf öğretmenimiz tez savunmamızla ilgili bilgilerin dışarıya sızdırılmaması ve diğer öğrencilerle ilgili paylaşılmaması hususunda sınıf arkadaşlarımıza sıkı sıkı tembihte bulundu. Bilgi vereni duyarsa ayaklarını kıracağını söyledi.

İkinci hafta pazartesi gününden itibaren biz yine gurup çalışmamıza devam ettik. Cuma günü yaptığımız provada Kâmil Hocanın bize tam puan vermesi yüreğimize bir miktar serin su serpmişti ama yine de üzerimizdeki heyecanı atamıyorduk. Neriman ile Şakir önceki haftaya göre daha sakindiler. Tansiyonları düşmüştü. Bir haftalık çalışma sonunda gurup üyelerimiz arasında kolektif ruh oluşmuştu. Ben ise cuma günü yapılacak münazara yarışmasında kimsenin önceden haberdar olmadığı sürpriz bir eylem yapmak istiyordum. Nasıl bir eylem yapacağımı iki gün düşündüm aklıma bir şey gelmedi ama ikinci günün gecesi akıma bir fikir geldi. Münazara günü cebime koyacağım bir salatalık ile bir demir parçasını konuşmamın sonunda izleyicilere göstererek dikkatleri üzerime çekeceğimi düşündüm. Bu mutlulukla o gece rahat bir uyku uyudum. Münazara yarışması cuma günü yapılacaktı. Perşembe günü benim için geçmek bilmedi. Jürinin, öğretmenlerin ve okulun bütün öğrencilerinin huzuruna çıktığımda heyecanlanıp dilim dilime mi dolaşacaktı yoksa sunumumu usta bir hatip edasıyla mı yapacaktım. Münazarayı kazanırsak ödül olarak ne alacaktık. Beni kimler alkışlayacak gibi bir sürü soru aklımdan gelip geçiyordu.

Ben dokuz on yaşlarında iken harmana dedemle birlikte giderdim. Dedem öküzlerle gem sürerken bende ona Kasımoğlu pınarından kabak testi ile su getirirdim. Dedem imanlı ve yardım sever bir insandı. Köyün fakir fukara insanlarına çuval, çuval buğdayları verirdi ama harmandaki buğday hiç eksilmezdi. Bir gün dedemin duasının anında kabul olduğuna tanık olmuştum. Olay şöyle gelişmişti. Dedem yabayla harman savuruyor, ben ise bir çam ağacının gölgesinde oturuyordum. Birdenbire rüzgâr kesildi. Dedem harman savuramaz oldu. Dedem çamın dalları engin olduğu için benim kendini gördüğümün farkında bile değildi. O durgun havada ellerini semaya kaldırıp “Yerleri ve gökleri yaratan büyük Allah’ım! Beni darda koyma. Rüzgâr ver.” Diye dua etti. Dedem duasını bitirir bitirmez harman yerine garbi yeli esmeye başladı. Harmandan biraz ilerideki taş armudun yanına vardığımda oraya garbi yelinin esmediğini gördüm. Dedemin duası anında kabul olduğu için garbi yeli sadece ve sadece harman yerine esiyordu. Dedemin bu manevi sırrının ifşa olması hoş olmaz düşüncesiyle, dedem ölünceye kadar kimseyle paylaşmadım. Dualarının kabul olduğunu bildiğim için perşembe akşamı dedem yatsı namazından gelince yanına gittim. Dedeme “Yarın bir yarışma yapacağız. Kazanmamız için bize dua et dede” dedim. Dedem de “inşallah kazanırsınız güzel oğlum” diyerek sırtımı sıvazladı. Dedemin sırtımı sıvazlamasıyla anamdan yeni doğmuşçasına rahatladım. Ruhumda taşıdığım bütün cevapsız sualler bedenimi terk etti. Heyecanım yatıştı. Nenemin getirdiği ceviz, üzüm, bastık gibi ikramlardan da biraz yiyerek o manevi huzur içerisinde evimize geldim. Ben dedemin yanına gidince cefakâr anamın törende giyeceğim elbiselerimi ütüleyerek hazırladığını, ayakkabılarımı boyadığını görünce nasıl sevindiğimi anlatamam. Münazara kelimesini telaffuz bile edemeyen anam benim kazanmam için elinden gelen her şeyi yapıyordu.

Cuma günü gün doğmadan evvel kalktım. Tarhana çorbası, pekmez ve yufka ekmekle kahvaltımı yaptım. Bizim köye altı kilometre mesafedeki okuluma her gün olduğu gibi yine yaya olarak gittim. Okulda münazara hazırlıklarımızı son kez gözden geçirdik. Her şey tamam, eksiğimiz yoktu. Öğle yemeği için çarşıya gittiğimde Berber Mehmet’e ensemi düzelttirdim. Bakkal Remzi’den bir at nalı alıp sağ arka cebime, bir salatalık alıp ceketimin sol iç cebine koydum. Yemeğimde yedikten sonra koşar adımlarla okula döndüm.

Okula geldiğimde münazara salonuyla ilgili çalışmalar tamamlanmıştı. Okulun bütün masaları üç sıra halinde büyük sınıfa dizilmiş, jüri üyelerinin orta sıranın önündeki masada, öğretmenlerin kenardaki sırların ön tarafında oturması kararlaştırılmıştı. Münazara gurupları karşı tarafa konan, yönü izleyicilere dönük masalarda oturacaklardı. Masaların üzerindeki kartonlara isimlerimiz bile yazılmıştı. Okulumuzun kıt imkanlarına göre yapılan hazırlıklar güzeldi.

Zil çaldı. Okulun bütün öğrencileri münazara salonuna alındı. Biz de münazara salonundaki yerimizi aldık. Okulumuzun öğretmenleri, memurları gelerek ön sıradaki yerlerine oturdular. Jüri masasına Müdürümüz, Müdür Yardımcımız ve Türkçe öğretmenimiz Mehmet Bey vardı. Münazara yarışması üçüncü sınıf öğrencilerinden Nalan’ın Müdür Beyi açılış konuşmasına davet etmesiyle başladı.

Münazaracılardan ilk söz hakkı” Ülkemizin kalkınmasında sanayi önemlidir” tezini savunacak olan üçüncü sınıfların gurubuna verildi. Gurup tezinin savunması cılız bir sesle Ali yaptı. Ali’nin söylediği cümleler bile kendi arasında çelişiyordu. Tezlerinde bir bütünlük yoktu. Gurup sözcüsü öğrenci arkadaşlarımızın sorularını cevaplamada yetersiz kaldı. Kelimenin tam manasıyla okulun öğretmenleri ve öğrencilerine rezil oldular.

Konuşma sırası bizim guruba, gurup sözcüsü olmam münasebetiyle bana gelmişti. Sunucunun anonsuyla ayağa kalktım. Salonda bulunanları selamladıktan sonra Aşık Veysel’in Kara Toprak şiirinden aldığım;

Karnın yardım kazmayınan belinen

Yüzün yırttım tırnağınan elinen

Yine beni karşıladı gülünen

Benim sadık yârim kara topraktır.

Dörtlüğüyle sözlerime başladım. İlk insan, ilk nebi hazreti Adem’den günümüze kadar geçen süreçteki tarımsal gelişmeleri anlattım. İnsanoğlunun doğduğu gün belenmek için, ondan sonra yaşamak için, öldüğünde gömülmek için toprağa, dolayısıyla tarıma muhtaç olduğunu ifade ettim. Konuşmamı tamamlarken pantolonumun arka cebindeki at nalıyla, ceketimin iç cebindeki salatalığı çıkartarak; arkadaşlar! Açlıktan ölmek üzereyken bu nal ile, bu salatalık elinize geçse yaşamak için hangisini tercih edersiniz? Elbette ki salatalığı tercih edersiniz. O halde ülkemizin kalkınması için önce tarım, sonra sanayi önemlidir. Hepinizi saygıyla selamlıyorum diyerek sözlerimi bitirdim. Salonda bulunan bütün izleyiciler benim şahsımda gurubumuzu dakikalarca ayakta alkışladılar. Alkış sesinden bulunduğumuz sınıfın camları zıngırdıyordu. Jüri üyelerinin mimiklerinden de savunmamızı beğendikleri anlaşılıyordu. Savunmamız bittikten sonrada gurubumuza yöneltilen soruları akli ve mantıki delillerle itiraza mahal vermeyecek şekilde cevaplandırdık.

Jüri üyeleri değerlendirmelerini yapmak üzere sınıfın bitişiğindeki kâtip odasına geçtiler. Kısa bir süre sonra münazara sonucunu ilan etmek üzere sınıfa yeniden geldiler. Okul Müdürümüz sonuç tutanağını okuması için sunucuya verdi. Sunuculuk yapan Nalan arkadaşımız “Münazara yarışmasını; ülkemizin kalkınmasında tarım önemlidir anti tezini savunan ikinci sınıf öğrencilerimizden Neriman, Şakir ve Tevfik’in oluşturduğu gurup kazanmıştır. Arkadaşlarımıza başarılar diliyorum. Arkadaşlarımızı alkışlamanızı istiyorum” diye anons yaptı. Sonucun açıklanmasıyla bütün sınıf arkadaşlarımızla birbirimize sarılarak sevgi yumağı oluşturduk. Neriman ve Şakir sevinçlerinden göz yaşlarını tutamadılar. Bizim başarımız sınıfımızın başarısıydı. Bütün sınıf arkadaşlarımızın mutluluğu yüzlerine sirayet etmişti. Sevincimizden kaynaklı gürültü birazcık yatışınca ödül törenine geçildi.

Sunucu ödüllerimizi almak üzere Neriman’ı Şakir’i ve beni sahneye davet etti. Okulun katibesi ödül olarak kenarı nakışlı bir tepsinin içinde üç tane tükenmez kalem ile içinde ne olduğu bilinmeyen dışı ambalaj kağıdıyla kaplanmış ve kırmızı kurdeleyle bağlanmış üç adet küçük kutu getirdi. Müdür Bey ödüllerimizi verdi. Eve gidinceye kadar kutuları açmamızı tembih etti. Böylelikle münazara yarışması bitmiş oldu. Salondan dışarı çıktık. Cuma günü olması nedeniyle Bayrak törenine katıldık. Bayrak töreninden sonra koşar adımlarla evimizin yolunu tuttum. Eve giderken yolda şeytan beni dürtüklese de Müdür beye verdiğimiz söze sadık kalmak için kutunun ağzını açmadım. Kutunun içinde ne olduğunu merak eden yol arkadaşlarımın beni sana küseriz, beraber gelip gitmeyiz tehditlerine rağmen kutunun ağzını yine açmadım. Kutuyu eve vardığımda açacağım için bizim köylü öğrenciler benimle bizim eve kadar geldiler. Kutunun içinde ne olduğunu merak ediyorlardı çünkü.

Arkadaşlarımla evimizin kapısından doğruca içeri girdik. Misafir odasındaki yer minderlerine oturduk. Annem ve kardeşlerimde misafir odasına geldiler. Ben önce çantamdan usta bir tezgahtar edasıyla kutuyu çıkarttım. Sonra kutunun üzerinde sarılı kurdeleyi çözdüm. Daha sonra kutunun üzerindeki ambalajı soydum ve kutunun kapağını açtım. Kutunun içi kiremit rengi toprakla doluydu. Toprağın üzerinde yarım etiket büyüklüğünde bir parça kuşe kâğıt vardı. Kâğıdın ürerinde “Bu toprak; vatan toprağıdır” diye yazıyordu.

USTALIK ESERİ: SELİMİYE/Samet YURTTAŞ


Edirne’de göreve başlamışken yapacağım ilk işlerden biri  Mimar Sinan’ın “Ustalık Eserim” dediği Selimiye Cami’sini ziyaret etmekti. Hafta içi zaman bulamadığım için hafta sonuna kadar sabırsızlıkla beklemek zorunda kaldım. Cumartesi günü heyecanla Selimiye’ye gitmek için hazırlandım. Kaldığım yere otobüsle on beş dakikalık bir mesafedeydi. Orduevi’nin önünde otobüsten inerek biraz yürümek istedim. Yaklaşık elli metre yürüdükten sonra “Eski Cami” olarak bilinen caminin önündeyim. Yönünü kuzeye çevirdiğimde Selimiye Cami’si tüm görkemiyle karşımda duruyordu. Konum olarak öyle bir noktadaydı ki -bir söylenene göre- şehrin neresinden bakarsak  bakalım  bütün minareleri hiç kesişmeden görülebilmekteymiş.

Artık Selimiye düşündüğümden daha yakındı. O an tek aklıma gelen şey bir an evvel Caminin içerisine girmem gerektiğiydi. Bu yüzden adımlarımı hızlandırdım ve caminin güneye bakan kapısından içeri girdim. Selimiye Camisinin kuzeye bakan kapısından avluya girdim. Avluya açılan üç farklı kapısı bulunmaktaydı. Meraklı gözlerle etrafa bakınmaya başladım. Mimar Sinan’ın bu ustalık eserini nasıl yaptığını kendimce anlamaya kafamda oturtmaya çalışıyordum. Avluda biraz bakındıktan ve etrafı inceledikten sonra abdest alarak içeriye girdim. Öğle ezanının okunmasına on dakika vardı ikinci safa geçerek oturdum. Hafta sonu olması nedeniyle içeride bir çok yabancı ve yerli turist vardı . Namaz kılınacak alan şeritle ayrılmıştı. Diğer tarafta ziyaretçiler etrafı inceliyordu. Amacım namazdan sonra bu görkemli camiyi daha detaylıca incelemek ve bir şeyler öğrenmekti. Namazı kıldıktan beş dakika sonra caminin tam ortasındaki mermer sütunun etrafında bekleyen kalabalık dikkatimi çekti . Herkes meraklı gözlerle mermer sütunun alt kısmına bakıyor kimisi bununla da yetinmeyerek telefonunu çıkarıp resmini çekiyordu. Bende ki merakta giderek yükselmişti. Orada ne olduğunu öğrenmek amacıyla kalabalığın içerisine sokuldum. İyice yaklaştığımda mermer sütunun alt kısmında ters lale motifi olduğunu fark ettim.  Arkamı döndüğümde bu sefer aynı kalabalık bir ihtiyarın etrafında çember oluşturmuş ve onun anlattıklarını dinliyordu. Sonradan bu kişinin Selimiye Cami’sinin müezzini olduğunu öğrendim. Ters lale motifinin hikâyesini ve ne anlama geldiğini anlatıyordu. Söylenene göre Selimiye Cami’sinin yapılacağı arsa lale yetiştiren bir adama aitmiş. Adam bu arsada lale yetiştirdiği için arsayı vermemek için inatlaşmış. Uzun uğraşlar sonucunda adam, Selimiye Cami’sinin içerisine lale motifi yapılması şartıyla arsayı vermiş. Lale motifinin ters olmasının sebebi ise adamın inatlaşması ve ters bir insan olmasıymış.

 İşte herkesin merakla dinlediği ters lale motifinin hikayesi bu. Bu hikayeyi dinledikten sonra kalabalık dağıldı. Ben de kalabalıkla birlikte kendimi avluya attım. Tam olarak her yerini inceleyememiş olsam da artık Edirne’de olduğumdan dolayı bir sonraki gün ne de olsa tekrar gelirim düşüncesinin vermiş olduğu rahatlıkla caddede ki insanların arasına karışıp evin yolunu tuttum.

 

Dağlıklarım / Mustafa Alper Taş

 









gözlerin için
bir öğle sonu getir
aklında gümüş sarmaşıkları
kavuşmanın
ellerini sürükleyen serinlik

rüzgar hepimizden büyük
ve cesur gövdesiyle
açar omuzlarını bir meleğin

orada gözlerin için
konuş bizimle dağlardan
yeşil karanlığından
gemilerin

bizi böyle biliyorlar
kırılgan billurundan gözlerimizin
tanınmış oluyoruz
kendi toprağımızdan

kimi zaman
seni ferahlığına çağırıyor
çiçekler

 

YERYÜZÜNDEN GÜLYÜZÜNE / Samet YURTTAŞ


Bütün kötülükleri seninle çarpıyorum

Bütün acılar bende toplanmış

Sımsıkı sarıldığım kavgalardan

Seni çıkartıyorum

Çünkü bir sen varsın yüzü gülen

 

Bütün gülleri çarpanlarına ayırıyorum

Silindir gibi geçerek  yeryüzünden

Kaç şiir çıkar

Henüz sayamadım

Senin güle benzer yüzünden

 

Parmak uçlarımda

Üç yüz altmış derece dönüyorum

Yeryüzü gül yüzüne dönüyor

Şimdi ben gün yüzü görmeden

Her gülde senin yüzünü görüyorum

 

İki  bilinmeyenli denklemler kuruyorum

Kendimi yalnız bırakarak

Bütün çözüm  yolları

Artı sonsuza çıkıyor

Yeryüzünden gül yüzüne

 

 

DUA VEYA ARAPLIBELİ / Teyfik KARADAŞ


Benim liseyi bitirdiğim yıllarda her ilde üniversite ikinci basamak sınavı yapılmazdı. Maraş’ta ikinci basamak sınavı yapılmadığı için ikinci basamak sınavına girmek için Eskişehir’e giderek, sınava Anadolu Üniversitesi Bademlik Yerleşkesinde girmiştim. Sınavdan çıktıktan sonra üniversite sınavının açıklanacağı günü adeta iple çekmeye başladım. Sınav yapılalı bir ay olduğu halde sınav sonuçlar bir türlü açıklanmıyordu. Bu sırada temmuz ayı bitmiş ağustos ayının ilk haftasına girilmişti. On üç bültenini sunan radyo spikeri “Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezinden yapılan açıklamaya göre, Üniversite sınavı sonuçları yarın açıklanacaktır” diye bir haber verdi. Haberin verildiği anda evimizde öğle yemeği yiyorduk. Haberi duyduktan sonra benim boğazımdan lokmalar geçmez oldu. Heyecanlandım. Tansiyonum yükseldi. Sırtımdan soğuk soğuk ter akmaya başladı. Yaşadığım rahatsızlık halini ailem fark etmesin diye alelacele sofradan kalktım. Evimizin önündeki ceviz ağacının altında serili olan kilimin üzerine sırt üstü uzandım. Yerde yattığım halde; kalbim küt küt atıyor, heyecanım bir türlü yatışmıyordu. Sınavı kazanacak mıyım, kazanamayacak mıyım, kazanırsam nereyi kazanacağım gibi yüzlerce soru kafamın içinde birbirlerine çarpmadan cirit atıyordu… Bizim köyde benden başka üniversite sınavına giren, derdimi paylaşacağım, kritik yapacağım bir Allah kulu yoktu. Vermiş olduğum ani bir karala şehre gittim. Sınava birlikte hazırlandığımız arkadaşlarımdan Ejder ve Mehmet ile Batı Park’ta buluştuk. Koyu gölgeli bir çınarın altına oturup, sınavla ilgili sohbet etmeye başlayınca heyecanım bıçakla kesmişçesine kendiliğinden yatıştı.

Akşam Ejder’in evinde misafir oldum. Ejder’in annesi Halime Teyze Ejder’in sınav kazanacağına pek inanmıyordu ama bu durumu da Ejder üzülür diye sesli olarak dile getiremiyordu. Akşam yemeğimizi yedik. Çayımızı içtik. Yatağımıza yatmadan evvel Halime Teyzeye bizi sabah erken uyandırması için tembih ettik. Halime Teyze bizi gün doğmadan evvel sabah ezanı okunurken uyandırdı. Ejder’le birlikte Sınav Sonuç Gazetesi almak için Ulu Caminin Saraçhane tarafındaki gazeteciye gittik. Gazetecinin önüne vardığımızda bizden önce yüzlerce kişinin gelerek sıraya girdiğini gördük. Sıraya giren bütün insanlar Sınav Sonuç Gazetesinin gelmesini bekliyorlardı.  Ev sahibi olması münasebetiyle gazete sırasına bizden de Ejder geçti. Ben de Ulu Caminin köşesinde engin yapılı bir duvarın üzerine oturarak beklemeye başladım. Güneş doğarken arkası brandalı küçük bir kamyonet gazetecinin önüne yaklaşarak gazeteleri balyalar halinde indirdi. Gazeteler iner inmez gazetecinin önünde bir curcuna, bir hareketlilik başladı. Gazete alma esnasında sırada bekleyen insanlar arasında bağrışmalar, çağrışmalar hatta küçük çaplı arbedeler bile oluyordu. Dükkân sahibi işyerinin önünde sükûneti sağlamakta yetersiz kalıyordu. Hâlbuki gelen Sınav Sonuç Gazetesi, orada bekleyen insanların iki katına yetecek miktardaydı. On dakika içinde herkes Sınav Sonuç Gazetesini aldı. Orada yaşanan hadiselerin anlamsız olduğu görüldü. Ejder’de herhangi bir tartışma ve arbedenin içine girmeden sessizce bir tane Sınav Sonuç Gazetesi alıp yanıma geldi.

Ejder ile birlikte Taş Medrese’nin yanındaki bir banka varıp oturduk. Bu arada köylerin, kasabaların minibüsleri otobüsleri peş peşe gelmeye başladı. Şehrin ıssız sokakları, caddeleri, dükkânları birdenbire insanlarla doluverdi. Kıbrıs Meydanındaki lokanta garsonlarının “sıcak, sıcak paçalar, çorbalar” diye avazı çıktığı kadar bağırması çarşıdaki sabah sessizliğini çoktan bozmuştu bile. Bu gürültülü ortam içerisinde önce benim, sonra Ejder’in sonucuna baktık. Ben Selçuk, Ejder Çukurova üniversitesinden öğretmenlik kazanmıştık. Sınav Sonuç Gazetesine defalarca bakıp kazandığımızı iyice teyit edince sevinçten birbirimize sarıldık. Mutluluk gözyaşlarımız sel oldu aktı. Ulu Caminin çatısından kaleye doğru uçan yusufçuk kuşları kanat çırparak bizim mutluluğumuza ortak oldular. Kahramanmaraş semalarında uçan ayağı çıngıraklı güvercinler zil çalıp, dans ederek adeta bizim sevincimizi kutluyorlardı. Kalenin burcunda sessizce bekleyen bayrağımız, birdenbire esmeye başlayan Kahramanmaraş’ın meşhur garbi yeliyle dalgalanmaya başlayıp sevincimize neşe kattı. Rabbimize şükretmek için cebimizden çıkan bozuk paraları Taş Mescidin önünde el açan insanlara sadaka olarak dağıttık. Bir gün önce bozuk olan moralimiz, birdenbire düzelivermişti.

Kahvaltımızı yapmak için Taş Medresenin yanından yürüyüp, Çukur Hamamın önünden geçerek, hızlı adımlarla Ejdergilin Acemli Mahallesindeki evlerine gittik. Ejder’in annesi Halime Teyzenin sınavı kazandığımızı duyunca nasıl sevindiğini anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalır. Babası Ali amca asık suratlı, güldüğü görülmemiş bir insan olduğu halde bize “hayırlı olsun çocuklar” derken sevinçten gözlerinin içi parlıyordu.

Ejder ile bir güzel kahvaltımızı yaptık. Çayımızı içtik. Ben vakit kaybetmeden kayıt için gerekli evrakları temin etmek üzere çarşının yolunu tuttum. Adliye, Verem Savaş Dispanseri gibi kurumları dolaşarak mesai bitimine kadar bütün evrakları topladım. Akşamüzeri son sıradaki Çavuş Hasan’ın otobüsüne binip köye (Döngel) doğru hareket ettim. Otobüsün içinde on kadar fazladan yolcu, bağlacında da bir o kadar fazladan yük vardı. Otobüs Kılavuzlu köyünü geçip Harmancık rampasını zorlanarak çıksa bile, Ali kayasına varınca sağ arka tekeri top attı. Şoför tecrübeli olunca otobüsü ani bir manevrayla kaza yapmadan yolun şarampolünde durdurdu. Muavin, şoför ve yolcular stepneyi elbirliğiyle otobüse takmak isterken araçtaki krikonun arızalı olduğu ortaya çıktı. Otobüsün muavini Celal iki kilometre ilerideki Şadalak köyüne giderek bir traktör krikosu bulup getirdi. Kriko gelince hemen stepneyi takıp yola revan olduk. Bizim köyde “Sen acele etmeyeceksin, işin acele edecek” diye bir atasözü meşhurdur. Ben köye bir an önce gitmeyi, aileme kavuşmayı düşünürken, yolda tekerin top atması nedeniyle köye vardığımızda yatsı ezanı okunuyordu.

Kapıdan içeri girer girmez, sınavı kazandığımı söylediğimde annem, babam ve kardeşlerim sevinçlerinden havaya uçtular sanki. Mutluluktan herkesin gözleri yaşardı. Ben ise sınavı kazandığım için sevindiğim halde fakirlik yüzünden okuyamam diye üzülüyordum ama üzüntümü kimseye hissettirmiyordum. Yüce Rabbimin bir kapıyı kapatıp, bin kapıyı açacağına kalben inanıyordum.  Sınavla ilgili mutluluk safahatı sona erince kardeşlerim Âdem, Rıdvan, Nezihe ve Orhan uyudular. Annem şükür namazı kılmaya gitti. Babam ise bana bildiği, duyduğu olaylardan örnekler vererek, üniversiteye gidince örgüt üyesi olmamam, siyasi olaylara karışmamam için nasihat etmeye başladı. On iki eylül öncesi bizim komşu köylerden ülkücü ve solcu gençlerden mağdur olmuş insanlar vardı. Babam arada bir benim yüzüme bakarak “bir derdin, bir sıkıntın mı var, moralin bozuk görünüyor oğlum?” diye soruyor, ben de “yok baba, biraz yorgunum” diyordum. Babam bundan sonra nasihatlerine yeniden devam ediyordu. Aslında babam benim ne için sıkıntıya girdiğimi hissediyordu. O da çaresizlikten bana yardımcı olamadığı için üzülüyor, benim daha fazla üzülmemem için sıkıntısını dışa vurmuyordu. Bana arada bir, yirmi otuz bin lira harçlık göndermek  için çektiği çileleri göreve başladıktan sonra anamdan öğrendim. Babam benim mağduriyet yaşamamamı, yöremizdeki mağdur olmuş insanların durumuna düşmemi istiyordu. Gerçi ihtilalci paşalar sağdan da soldan ’da bir sürü genci adaletsiz bir şekilde yargılatmış bir kısmını idama mahkûm ettirerek asmışlar, bir kısmını da cezaevi hücrelerinde işkenceler yaptırarak ölüme terk ettirmişlerdi. Kısacası bizim neslin teşkilatçılık, örgütçü lük yapma imkânı yoktu. Babacığım ümmi bir insan olduğundan ve köyde yaşadığından, ülkemizin sosyal şartlarından haberi yoktu. Babamın amacı benim boş yere sıkıntıya girip, mağduriyet yaşamamamdı. Babam ile sohbetimizi ancak horozlar ötmeye başlayınca sonlandırabildik. Sabah namazından sonra ben yatağıma giderek derin bir uykuya daldım.

Kuşluk vakti uyandım. Benim üniversite sınavını kazandığımı komşularımız ve akrabalarımız başta olmak üzere köyümüzün tamamı duymuş; bazıları beni tebrik etmek için evimize gelmişti bile. Benim sınav kazanmam köyümüzün kundaktaki bebeğinden, eli bastonlu ihtiyarına, ilkokul öğrencisinden, okuryazar olmayan vatandaşına kadar herkesi alakadar ediyordu. Döngel köyünden ilk defa bir kişi üniversitede okuyacaktı. Ben köyün bütün gençleri için iyi veya kötü bir örnek olacaktım. Bu nedenle benim sınav kazanmam bizim köydeki her insanı uzaktan ya da yakından ilgilendiriyordu ama “eldeki yara duvardaki kovuk” misali benim sıkıntımı kimse bilmiyordu. Babam rahatsız olduğu için çalışamıyordu. Kardeşlerim küçüktü. Ailemin ekonomik yönden, durumu çok kötüydü. Ben gurbet ellerde parasız, pulsuz nasıl okuyacaktım. Paramızın olmadığına üzülsem de halkın hüsnü teveccühüne mazhar olmak beni yine de mutlu ediyordu. Bütün zorluklara rağmen, bir yolunu bulup okuyacaktım. Okumalıydım. Başka çarem yoktu.

Ağustos ayının son haftası kayıt için Niğde’ye gittim. Kayıt esnasında tanıştığım, kayıt için gelen yeni arkadaşlar ile bütünleme sınavı için orda bulunan üst sınıf ağabeylerin tamamına yakını milliyetçi, muhafazakâr ve yardım sever insanlardı. Kısa bir süre içinde kalacağım evi ayarladılar. Evlerinde beni üç gün misafir ettiler. Okul arkadaşı olacağım insanların bana karşı davranışları, zihnimde yaşadığım sıkıntıları nispeten hafifletmiş oldu. Kayıttan sonra memlekete kısmen de olsa mutlu olarak döndüm.

Kayıta gittiğimde yurt çıkmadığı için kalacağım evi ve ev arkadaşlarını ayarladım. Kayıttan gelir gelmez Niğde’ye götüreceğim malzemeleri tedarik etmek için hazırlıklara başladım. Anam ile birlikte evimizde yaptığımız bulgur, tarhana, pekmez, salça, turşu gibi ürünlerden azar azar paketleyip büyükçe bir koliye yerleştirdik. Götüreceğim yorganı, yastığı simit yapıp bir saman telisinin içine koyduk. Elbiselerimi parlamet mavisi battal boy emektar valizime bıraktık. Yaz tatilinde bir abinin vermiş olduğu sermaye ile alıp sattığım buğdayın parasını köylülerimizden topladım. Yaptığım hesaba göre buğday satışından epey para kazanmıştım. Süleyman abiden aldığım parayı ödedim. Bana kâr olarak kalan parayı cebime koydum. Bir yıl boyu bu parayla okuyacaktım. Memleketten başka para gelme imkânı yoktu. Böylece bütün hazırlıklarımı tamamlamış oldum. Pusulasını almış asker misali gideceğim günü beklemeye başladım. Okul açılmadan bir gün önce pazar günü arkadaşlarım beni yolcu etmek için bizim eve geldiler. Ben annem, babam, kardeşlerim ve diğer yakınlarımla vedalaşıp hüzünlü bir şekilde evimizden ayrıldım. Arkadaşlarım beni köyümüzün yakınlarındaki kamyoncu lokantasına götürdüler. Lokantanın sahibi Hamza abi beni bir kamyona bindirerek Kayseri’ye gönderdi. Kamyon hareket etmeden önce köyümüzün dağlarına, bağlarına, evlerine can alıcı gözle, son kez bir daha baktım. Bu esnada gözlerim yaşardı, içim burkuldu. Yolculuk yaptığım kamyonun şoförü Osman usta önceden tanıdığım bir adamdı. Bizim komşu köyümüz Tanırdandı. Şakayı seven çok nüktedan bir insandı. Bizim köyden Kayseri’ye kadar o anlattı. Ben güldüm. Böylelikle yaşadığım üzüntüyü birazcık unutmuş oldum. Sarız’ın Dokuz dolambaç mevkiinde meydana gelen trafik kazası nedeniyle yolda iki saat beklemek zorunda kaldık. Yolun açılmasını beklerken çevreyi tanımak için engince bir tepenin üstüne çıktım. Binboğa dağlarından esen rüzgârın getirdiği kekik kokusunu teneffüs ederken, bulunduğum tepeye bir kurşun atımı mesafedeki koyun otlatan yörük çobanının çaldığı kavalı dinledim. Çobanın çaldığı kaval ruhumu en derin noktalarına kadar rahatlattı. Tepenin sağ tarafındaki sulak bir derenin içinde bir hayvan leşi vardı. Bu leşi yiyerek karnını doyurmaya çalışan kartallarla tilkilerin mücadelesini fark ettim. Tavukları öldürürken aslan kesilen tilkilerin kartalları görünce pençe korkusundan kayalıkların arasına nasıl saklandıklarına tanıklık ettim. Karayollarının Ekipleri gelip yolu açınca kaldığımız yerden yola devam ettik. Yolda geçirdiğimiz süre uzayınca planladığım saatte Kayseri’de olamadım.  Yardım sever, temiz kalpli Osman usta benden yol parası almadığı gibi, koca kamyonla şehir içine girip beni Kayseri Otogarında indirdi.

Okulların açılma zamanı olduğu için otogara varır varmaz Niğde’ye otobüs bulamadım. Gece saat on ikiye Antalya’ya giden bir otobüsten bilet aldım.  Bir bankın üzerine oturup otobüsün hareket saatini beklemeye başladım; ama otobüsün hareket etmesine daha beş saat vardı. Bekleyerek zaman geçirmenin ne kadar zor olduğunu orada anladım. Kaybolur veya çalınır endişesiyle eşyaların başından ayrılamıyordum. Beklemekle zaman geçmiyor, bekledikçe de olumsuz şeyler düşünerek üzülüyordum. Oturduğum yer biraz karanlık olduğu için kitap okuma şansımda yoktu. Zaman geçirmek için bazen karşımdaki apartmanları seyrediyor, bazen de otogarın üs tarafındaki ana caddeden geçen araçları sayıyordum ama saat bir türlü ilerlemiyordu.  Böyle bir halet-i ruhiye içindeyken liseden takım arkadaşım İsa’yı gördüm. İsa’yı görünce nasıl sevindiğimi anlatamam. “İsa” diye bağırdım.  İsa geriye dönüp beni görünce koşar adımlarla yanıma geldi. İsa ile birbirimize sarıldık. Kucaklaştık. Muhabbet edip hasret giderdik. İsa bana kısaca Kayseri’deki akrabalarını ziyaret etmek için geldiğini, ziyaretlerini tamamladığını, birazdan da Devran otobüsüyle Göksun’a gideceğini anlattı. İsa’nın gideceği otobüs benim gideceğim otobüsten yarım saat sonra kalkacaktı. İsa benim eşyalarımı bekledi. Ben Otogar Camisine gidip yatsı namazını eda ettim. Bir simit, iki poğaça alıp yiyerek karnımı doyurdum. İsa’nın gelmesiyle moralim düzeldi. Canım sıkılmaz oldu.

Otobüsün hareket saati yaklaşınca İsa ile birlikte eşyaları götürüp otobüsün bağıcına yerleştirdik. İsa beni otobüse bindirip Niğde’ye uğurlayıncaya kadar yanımdan ayrılmadı. Otobüse bindiğimde yanımda oturan beyefendi ile de hemen tanıştık. Adam bana “Niğde’de bir lisede öğretmen olarak çalıştığını, memleketinin Kayseri olduğunu, Niğde’den her hafta Kayseri’ye gidip geldiğini” anlattı. Ben de “Kahramanmaraşlı olduğumu, Niğde’de üniversitede okuyacağımı” söyledim. Otobüs Kayseri çıkışındaki Ankara Niğde yol ayırımına varmadan yanımdaki adam uyudu. Havanın güzel, yolun sakin olmasından dolayı otobüs İncesu’dan Yeşilhisar’a doğru yaydan çıkmış ok gibi ilerliyordu. Bu esnada ben ve şoför haricindeki bütün yolcular uyumuştu. Otobüsün içinde motor sesi haricinde bir fısıltı dahi duyulmuyordu. Ben de uykum geldiği halde Niğde’de uyanamam da daha ileriki yerlere giderim düşüncesiyle uyumamak için kendimi zorluyordum. Hatta arada bir yüzüme su serpiyordum. Otobüs Yeşilhisar’ı geçip düz yol bitince 1452 rakımlı Araplı belinin rampasına doğru bir karayılan gibi tırmandı. Ben de bu esnada “maddi destek bulamazsam ne yapacağım, nasıl okuyacağım” diye kara kara düşünüyor, bir çıkış yolu için zihnimde planlar yapıyordum. Birdenbire ayın şavkı yüzüme vurdu. Ayın şavkının yüzüme vurmasıyla gözlerim fal taşı gibi açıldı. Aniden irkildim. Bu irkilmenin ruhumdaki etkisi bitince elimi havaya kaldırıp “Ey yerleri ve gökleri yaratan Yüce Allah’ım. Sana sığındım. Sana güvendim. Benim senden başka kimsem yok. Bu gurbet ellerde beni muhannete muhtaç etme” diyerek sıdkı bütün bir imanla Rabbime dua ettim. Dua bitip âmin dedikten sonra içimdeki, ruhumdaki karamsarlıklar yok oldu. Ruhumdaki karamsarlıkların yerini huzur ve mutluluk doldurdu. Cesaretim arttı. Kendimi güçlü hissetmeye başladım.

***

Üniversiteye başladıktan sonra benim için bütün kapılar açıldı. Hiç tahmin etmediğim yerlerden krediler burslar aldım. Aldığım paralar fazla geldiği için tanıdığım muhtaç öğrencilere yardım etmeye çalıştım. Kimi zaman aile bütçemize de katkı sağladım. Allah’ın izniyle duam kabul olmuştu. O günden sonra hiçbir maddi sıkıntı yaşamadım.

Yüce Rabbimiz Mümin Suresinin 60. Ayetinde “Bana dua edin ki, duanızı kabul edeyim” buyurmaktadır. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) bir hadisi şeriflerinde “Dua ibadetin özüdür” demektedir. Büyük İslam Mütefekkiri Mevlâna Celalettin Rumi Hazretleri ise “Dua kapı çalmaktır. Gerisine karışmak haddi aşmaktır” diye söylemektedir.

Ben de bir Müslüman olarak Rabbime her zaman dua ediyorum. Başımın dara düştüğü zamanlar dada daha çok dua ediyorum. Sizlere de her zaman Rabbimize dua etmenizi tavsiye ediyorum. Rabbim gerçek bir imanla ettiğimiz duayı geri çevirmez.

Şems-i Tebrizi Hazretleri de “Hayatta olabileceğiniz en güzel şey; bir duanın içinde yer almaktır” ifadesiyle duanın önemini farklı bir pencereden dile getirmektedir. Ben de her zaman sizlerin duasının içinde yer almayı ve ettiğiniz duaların kabul olmasını diliyorum.

YEDEĞİNDE GÜL VAR / Ali Küçükkürtül

Ali Yurtgezen Hocama-

 

Ali mi âli mi Yurtgezen Hoca

Lisânında bal var usanmazsınız.

İnan “üstad” gibi dillerde hece

Yedeğinde gül var aldanmazsınız.

 

Uğraşmış didinmiş bu vatan için

Rızâ-i bâriden bir ihsan için.

Telâşı hep Türk ve Müslüman için,

Gâyesinde kul var uslanmazsınız.

 

Ezelden ebede süren savaşta

Zalime meydan okumuş en başta

Efendi, edepli el hak ki usta.

Nidasında gel var, direnmezsiniz.

 

Hâcegânı örnek alan takatte

Olsun yeri cennet mekân ahrette

Civân-ı mert yaşamış ya hayatta

Alın, onda hâl var utanmazsınız.

 

21.11.2021

70 lerde TV / Nurcihan KIZMAZ


Gün gelecek şu radyonun içindeki adamlar görünecek dermiş büyük dedem, neredeyse yarım asır oldu o radyonun içindeki adamlar görüneli, onunla birlikte daha neler gördü bu gözler, o kadarını tahmin etmemiştir edememiştir rahmetli.

Gizlice aldığımız küçük siyah beyaz televizyonu evin neresinde saklayacağımızı şaşırırdık her kapı çaldığında, büyük saygısızlıktı çünkü evin en büyüğüne, gençlerin ahlakını bozuyor gözlerini açıyor evin maneviyatını, nurunu söndürüyordu, orda gördüğü her şeye imrenip hayattan beklentilerini arttırıyordu  çocukların.

Giyimler kuşamlar değişiyor konuşmalar değişiyor, reklamlarda gösterilen her şey gözlerini boyuyordu ev halkının. Dizilerde filmlerde işlenen konular, süslü laflar, şaşalı evler eşyalar yavaş yavaş eski köye yeni adetler getiriyordu.

Evlerdeki baş köşenin sahibi, baş tacı dedelerin yerini televizyon almış, ninelerin dillerinden masallarını çalmış, genç kızların ellerinden gergeflerini, oyalarını, dantellerini kaldırtmış, türlü hayaller eşliğinde bezedikleri nakışlarını, türkülü bakışlarını, masum anlayışlarını yok edip, yerine afakî hevesler bıraktırmıştı.

Ne uzun kış gecelerinin huzurlu bereketi, nede akşam oturmalarının bir anlamı vardı artık, sobanın üstündeki çayın kestanenin, o heyecanla anlatılan askerlik anılarının, yeniden yaşıyormuşçasına coşkuyla canlandırılan kurtuluş savaşı hikayelerinin kahramanlık destanlarının hiç cazibesi kalmamıştı artık .

Büyük küçük herkesi kategorize etmişti tv programları, günün belli saatlerinde belli bir kesimi esir alıyor, herşeyden elini eteğini çekip pür dikkat  dizinin konusuna odaklanıp hipnoz oluyordu insanlar. Açılış ve kapanış saatlerinde okunan istiklal marşının kutsiyetinin hiçe sayılmasını söylemek bile istemiyorum.

Cumartesi akşamları iple çekiliyor herkes birbirini haberdar edip dedelere türlü yalanlar söyleyip bir odaya kapanarak seyrettikleri Türk filminin yankılarını ertesi güne taşıdıklarında izleyen izlemeyenlere özet geçer, bu önemli vazifeyi  üzerine borç bilirdi. Evin ağzının tadı kaçmasın diye bin bir meşakkatle olayı dededen gizlemeye çalışan zavallı büyükannem oradakiler de bizi görüyor zannederek namahremdir diye yüzünü kapatmıştı. Biz o gün ona çok gülmüştük ama yaşasaydı eğer eminim bu günkü gelinen noktada onun yüreğine bıçaklar saplanırdı, çünkü onun geldiği yerde yatsı namazından sonra hemen yatılır, sabah namazında ayakta olunur, işi olan işine gider, geç vakit kalkan insanların rızık darlığı çekeceği defaatle vurgulanırdı.

Şimdiki geldiğimiz noktada sanki gayet normalmiş gibi görülen yırtık pantolonlar, taytlar, ağızda sakızla büyüklere çemkiren, öğleye kadar uyuyan, çeşit çeşit yiyeceklere burun kıvırıp, kültürümüzde olmayan ne  idüğü belirsiz gıdalarla beslenerek evrim geçiren gençlik, binmiş bir alamete giderken  geriye dönüp baktığında kırdığı döktüğü, devirip ezip geçtiği, anane, kültür, dini vecibe, farz sünnet bilmeden heba ettiği ömrünü geri alamayacağının farkına vardığı zaman pişmanlığının bir işe yaramadığını gördüğünde iş işten geçmiş olacak ve telafisi olmayan bu sınavdaki yanlışlar tüm doğruları beraberinde götürecek, ardında kocaman bir hiç bırakıp bir varmış bir yokmuş alemine bir daha çıkmamak üzere dalıp gidecekti.

ÇİÇEĞİ DALINDA/ Hidayet BAĞCI

-Hikâye-

Bir çiçekçi dükkânının en ücra köşesinde, yüzlerce allı güllü çiçekler arasında hayırlı olsun hediyesi olarak gideceği günü bekleyen bir çiçeğim. Öyle bir çiçeğim ki çiçeksiz yapraklarım her gün parfümle kokulanıyor ama bilmiyorlar ki benim solduğumu. Karşımdaki camlı klimalı vitrinde renkli yaprakları solmasın diye kırmızı güller, papatyalar ve kasımpatılar özenle muhafaza ediliyorken üzerimdeki kokular yüzünden boğulduğumun kimse farkında değil. Şimdi Ömer ustanın çırağı Halil gelecek, yine parfümle yapraklarımı parlatıp beni koklattığını sanacak.

Sabahın erken bir vaktinde Ömer ustanın anahtarından çıkan bir “tık!” sesi beni daldığım uykudan uyandırdı. Dükkânın kapısı bir Besmele-i Şerife edasıyla açılırken Ömer usta anahtarı cebine bıraktı, yürüdü ve masanın üzerindeki not defterini açtı, okudu. Bugün birkaç tane göreve yeni başlayan kişilerin ofisine çiçeği olmayan çiçeklerden gönderilecekti. Nihayet Halil de geldi, dükkânın içi ve kapı önü erkenden temizlenmeliydi. Sonrasında gün öncesinden alınmış çiçek siparişleri zamanında gönderilmeliydi. Bir anda saksımın belinde kırmızı kurdele ve üzerimde bir yazı buldum. Evet, diğer çiçeksiz çiçeklerden sonra yabancı bir ofise hayırlı olsun hediyesi olarak gönderilme sırası bana gelmişti.

Geldiğim ofisin sahibi Zekâi Bey üzerimdeki yazıya baktı ve memnuniyetini dile getirmek için beni sipariş vereni aradı, teşekkürlerini dile getirdi. Birkaç gün sonra üzerimdeki kurdele de çöpe gitti, kâğıt da… Bir iki ay sonra ben de kapı önüne atılan, gün geçtikçe solan bir çiçeksiz çiçek oldum. Halil’in her gün güzel görüneyim, kokayım diye yapraklarıma sıktığı parfümü de özlemiştim. Özlediğim o kadar çok şey vardı ki o çiçekçi dükkânında. Mesela, Besmele-i Şerife ile açılan kapı ve camlı vitrinde muhafaza edilen çiçekli çiçeklerin muhteşem güzelliği…

Birkaç gün koridor aralığında Zekâi Bey’in kapı önünde boynu bükük öksüz çocuklar gibi beni yeniden odasına almasını bekledim ama nafile, almadı. Koridorda zamana ve beklemeye alıştığım bir anda, yaprakları dökülmüş bir çiçek saksısının yani bedenimin yandaki ofis kapısının yanına yakınlaştırıldığını fark ettim. Kendi kendime koridorda söylendim:

“Bu da kim, sabahın erken vaktinde ne yapmaya çalışıyor?”

Beni iki kapı aralığında olacak şekilde orta bir yere konumlandıran, Zekâi Bey’in ofis kapı komşusu Beyzâ Hanım’dı. Elinde beyazlı kırmızılı birkaç tane kurdele ile geldi ve dallarıma çiçeksi bir edâyla kurdeleyi bağladı.

Kadın daha sonra tahta bir çubukla susuzluktan kurumuş toprağımı havalandırmaya çalıştı. Ofisine gitti ve elinde camdan bir sürahi su ile geldi, toprağıma getirdiği suyu döktü. Çiçeksiz dallarıma kurdele bağlayan bu kadın dalıma bir not kâğıdı astı. Toprağıma dökülen suya o kadar çok sevindim ki coştukça coştum. Dallarımda kurumaya yüz tutmuş yapraklar yere düşmeden aşılanmaya başlamıştı.

Sonrasında koridordan geçip giden insanlar bana bakmaya ve dalımdaki notu okumaya başladı. Onlar bana nazar ettikçe kendimi daha iyi hissettim. İnsanların bakışları arasında geçen zamanım o kadar güzeldi ki onların nazarlarına bir koridor aralığında denk gelmek gibisi yoktu. Her geçen gün yapraklarımın yeşili daha da güzelleşti. Dallarımda yeni aşılanmış yapraklar yeşermeye başladı. Beyzâ Hanım’ın çalışma arkadaşları ve misafirleri Beyzâ Hanım’ın kapısını tıklamadan önce dalımda asılı duran notu okuyup gülümseyerek öylece onun ofisine geçerlerdi. Birkaç ay çok merak ettim dalımda asılı duran bu not kâğıdını ama sonrasında unuttum. Zaten Beyzâ Hanım’ın haftada bir toprağıma su dökmesine ve her seferinde dalımda asılı duran not kâğıdını okuyup gülümsemesine de alışmıştım.

Bir gün okumayı yeni çözmüş bir çocuk yanıma usulca yaklaştı ve dalımda asılı duran unuttuğum o not kâğıdını hece hece okudu.

“İ-yi-lik gü-zel-leş-ti-rir!”




YUFÇASU / Cuma ÖZCAN



Ne hazin bir sona doğru

Kuyulardan aşar gibi

Selam olsun kurtlara ki yürüyorum

Ne bir kudret izi omuzlarımda

Ne doru bir at yoldaşlığı

Ruhumun çıplaklığına

Bir beden örüyorum

 

Bekleneni olmak bir şeyin

Değilim kaygısında

Yürüyorum tüm iyi niyetleri lanetleyerek

Kaygısında değilim hiçbir kavuşmanın

Yokluğunu göğsüme kenetleyerek

Bu hazin sarhoşluğun son yarısında yürüyorum

İyi niyet kuyusunda beni bekleyen

Tatsız tuzsuz biraz da

Kokusuz bir ölüm görüyorum

 

 

VARAKA / Davut UYSAL


Ben sigara yakarken
devrim gibi dava gibi şeyler bilimlenir
bir cisimle söylenir gizli kalmış ne varsa
raylardan nasibini almamış trenler gecikir
ruhumun kıvrılan kenarları bir hışımla
bir hışımla kibrite, tütüne, dağlara niyetlenir.

Ben sigara yakarken meşru yol meşru para
taraklanır bir kaplanla, günaydınla ilgilenir
ben sigara yakarken bonviller ve karababa
dört başkaca hayta tarafından silgilenir.

Ben sigara yakarken komutanım bağırma
geç kalınmış ellerim birden titreyebilir
ben sigara yakarken memur beyler uykuda
alev histen yaratılmış bana küsebilir.

Bir dilim ağaç, ben yakarken sigara
yapraklarını gerip hayrete düşebilir
tutuştu tutuşacak, seyret kavı bak kava
sencileyin bir sancı, sancıleyin çimlenir.


"Sigara 

sağlığa zararlıdır"

 

KUŞ YUVASI / Hasan EJDERHA

Tezgahta
çekiç izlerini zımparalamakta olduğum
"KUŞ YUVASI" romanından...

Her şeyin olduğu o gün... “Her şey” ifadesinin neleri ihtiva ettiğinin henüz kestirilemediği o gün, evin bahçesindeki kamelyada kahvelerini içerken yaptıkları erkek evlat verecek hanım konuşmalarının arasından kaç gün, kaç ay geçmişti ikisi de hatırlamıyordu.

O gün Leyla Hanım’ın “Sana erkek evlat verecek bir hanıma razılığım vardır bey!” diye söyleyiverdiği sözden sonra neler olmuş, kimler gelip ne söylemiş, kendileri kimlere ne söylemiş hepsi uçup gitmişti. Ama tek bildikleri bir şey vardı ki dostların, akrabaların araya girerek buldukları, kendi tabirleriyle, helal süt emmiş bir hanımın, Leyla Hanım’ın da rızasıyla, Osman Nuri Ağa’nın ikinci karısı olarak neredeyse beş on dakikaya kadar eve gelmek üzere olduğuydu.

Öyle bir andı ki o an, hem Osman Nuri Ağa hem Leyla Hanım, kafalarında, oldukça kalın telleri olan bir müzik aletinin akort edilmeye çalışıldığı gibi bir gürültü ve gerginliği yaşıyorlardı. Zaman zaman da birileri dünya kadar büyük bir müzik aletinin tellerini akort etmeye uğraşıyordu da onun sesleri kulaklarına geliyormuş gibi hissediyorlardı. Osman Nuri Ağa’nın yeğeni “Dayı yarım saate oradayız. Ben imam efendiye de nikâh için haber ettim. Belki hocafendi bizden önce gelebilir haberin olsun.” diye telefon açmıştı.

Ne Osman Nuri Ağa ne de Leyla Hanım, neyi nasıl düşüneceklerini, hadiseler karşısında ne hissedeceklerini, kime nasıl davranacaklarını bilemez olmuşlardı. Osman Nuri Ağa suskun bir haldeyken telaşlı olan, ne yapacağını bilemeyen, otururken ellerini hangi dizinin üzerine koyacağını, ayaklarını hangi pozisyonda yere koyacağını bile bilemeyen biri olmuştu Leyla Hanım. Oysa bu hâl her zaman ne kadar da tabi bir haldi. Koltuğa oturunca ayakları zaten yerde yan yana durur ve ellerini de koltuğun yan tarafına koyardı. Ya da tercihe göre dizlerinin üzerine de koyabilirdi. Hatta iki elini birleştirip kucağında da tutabilirdi ne vardı ki bunda? Her insanın otururken tabii olarak yapacaklarının hepsini güngörmüş Leyla Hanım da biliyordu elbette ama bugün, işte o an ne biliyorsa, hayatında gayrı ihtiyarî yaptığı ne varsa yapamıyordu işte. Evet yapamıyordu. O zamana kadar edindiği bütün tabii alışkanlıkları silinmişti adeta. Ne, yapması gerekenleri yapabiliyordu. Ne de yapmaması gerekenleri. Yapması gerekenler var mıydı? Varsa neydi? Yapmaması gerekenler var mıydı? Peki onlar neydi? Onları da bilemiyordu. Leyla Hanım’ın aklı ellerine, elleri ayaklarına, ayakları aklına dolanmış, sonra da hepsi birbirine dolanarak Leyla Hanım’ı düğümlemişti adeta...

Ne duydu, duyduklarını nasıl anladı ise Celil konağa gelmiş, konağın önündeki kamelyanın etrafında dolanıyordu. Ara sıra kamelyada oturan Osman Nuri Ağa ve Leyla Hanım’a anlam veremedikleri sert ve kırgın bakışlar fırlatıp sanki Leyla Hanım’ın içinde bulunduğu çapraşık durumun farkındaymış gibi “Aklı dolanmış bunların! Aklı dolanmış bunların!” diyerek hışımla bir oraya bir buraya dolanıyordu. Leyla Hanım, Celil’in söylediklerine kulak kabartınca duyduklarına inanamadı “Aman Allah’ım! Kim demiş Celil’e meczuptur diye?” demekten kendini alamadı. Melal ve şefkatle Celil’e bakıp sustu.

İmdadına yetişmişti görümü adeta. Elinden tutak kaldırdı kamelyadan. Konağın salonuna çıktıklarında şefkatle Leyla hanıma baktı: “Bak Leylam! Bir karar verdin hayırlı mübarek olur inşallah. Bundan sonra olan her şey seni üzebilir. İncinirsin güzelim. Ne nikâhta bulun ne de yemekte… Tamam mı güzel kızım. Bundan sonraki işlerle ben ilgilenirim. Sen dairene çekil dinlen.” dedi ve iki yanağını iki elleri arasına alıp bir süre Leyla Hanım’ın gözlerine baktı. Onun tereddütlerle dolu bakışlarını görünce en çok endişe ettiğini düşündüğü yerden başladı. Leyla Hanım’ın başörtüsünü okşarcasına eliyle düzelterek tekrar yüzüne baktı ve “Kızların hepsini bizim eve gönderdim endişelenme! Onlar da bizde kalsınlar bir süre gerekirse seni de alır bizim eve götürürüm. Şimdilik dinlen sen diyerek çıktı görümü.

Yalnız kalınca kapıyı kapatıp aynı koltuğa geri oturdu Leyla Hanım. Oraya oturmayı kendisi mi tercih etti ayakları mı onu oraya getirdi, yoksa yılların alışkanlığı mıydı onu yeniden o koltuğa getirip oturtan, anlayamadı. Osman Nuri Ağa’yı düşündü. Evlendikleri ilk yılları… Birbirlerini nasıl sevdiklerini… Kafaları estikçe bir Maraş’a bir Antep’e gezmeye gitmelerini… Sonra ansızın uçağa atlayıp, İstanbul’a gidip günlerce ortalıktan kaybolmalarını düşündü ve ilk kızlarının doğuşunu… Ne kadar çok sevindiklerini ve ondan sonra her doğan kızda daha çok sevindiklerini düşündü. Evet, gerçekten hepsi, altı kızın altısının da doğduğunda ikisi de çok sevinmişti. Ancak dördüncü kızdan sonra Leyla Hanım, Osman Nuri Ağa’ya fark ettirmeden “Bu sefer erkek olsun inşallah!” demişti hep. Kızlarını çok sevmesine rağmen Osman Nuri Ağa da elbette bir yerden sonra “Bu sefer erkek olur inşallah!” demiştir. Ama bu durumu hiçbir zaman için ne Osman Nuri Ağa Leyla Hanım’a, ne de Leyla Hanım Osman Nuri Ağa’ya hissettirmemişti. Kesinlikle gönüllerinden erkek evlat sahibi olmak geçmişse bile hiçbir zaman için bunu telaffuz etmediler. Belirli yaşa gelen ilk üç kızı sonraki kızlara anneleri hamile kalınca “Bu sefer erkek kardeşimiz olacak.” diye söyleyerek çevredeki insanların kalabalık ve yüksek sesli korosuna katıldılar. Ama onların bu arzuları anne ve babalarını heveslendirmekten öteye geçmedi ve dört yıl önce altıncı kızları doğana kadar bu beklenti böyle devam edip gitti...

Leyla Hanım, Osman Nuri Ağa’ya erkek evlat vermek üzere ikinci hanıma rıza göstermesi hususunda kararını verdikten sonra “Doğru mu yaptım, yanlış mı yaptım?” diye hiçbir zaman için sorgulamama kararı almıştı. Ama içindeki fırtınayı da bir türlü anlayamıyordu. Gönül rızası ile karar verdiği bu durumun kendisini bu kadar etkileyeceğini aklına bile getirememişti.

Her şey kendi isteği ile kendi kontrolünde olup bittiği halde şimdi içindeki kıyamete dönecekmiş gibi tehditler savuran fırtına neyin nesiydi? Bu yalnızlığa mahkûm edilmiş gibi hissetme de nereden çıkmıştı? Birileri Leyla Hanım’ı istemediği bir şeye zorlasa kaplan kesilecek ve hiçbir şeye pabuç bırakmayacak Leyla Hanım’ın içindeki sessiz, her şeyi kabullenmiş, bu sinmiş kedi hissi canını yakıyordu. Ama ortada bir gerçek vardı ki kimse kendisini istemediği bir şeye zorlamamış, acı bir söz söylememiş, hatırını bile kırmamıştı. Evet, bu böyleydi ama içindeki bu kırgınlık, küskünlüğün sebebi neydi?

O koltukta ne kadar kalıp neleri düşündüğünü unuttu bir süre sonra. Zaten uyuyup kalmıştı oracıkta. Sabah ezanı ile uyandığında kendi kendine şaşıp kaldı. Kısa bir zaman nerede olduğunu kestiremedi. Birisi gelip, kıvrıldığı koltukta üzerine bir çarşaf örtmüş, onu bile duymamıştı.

Kaybolmuşluğu içinde kendini bulunca da onca olandan sonra nasıl uyuyabildiğine kızmadan, hatta kendi kendini kınamadan edemedi. “Ah Leyla senin yerinde kim olsa günlerdir gözüne uyku girmezdi!” diye söylendi kendi kendine. Birden gördüğü rüyayı hatırladı. Rüyasını hatırlamasıyla da ellerini göğsüne bastırdı. Bir an düşündü. Rüyasında olanları toparlamaya çalıştı.

Osman Nuri Ağa ile bir dere kenarında yürüyorlardı rüyasında. Etrafı yeşil, pırıl pırıl akan berrak mı berrak bir dere… Dere kenarında yerini sevmekten adeta çıldırmış ıspatanlara (su teresi) rastlıyorlar. Osman Nuri Ağa omzundaki çantadan yufka çıkarıyor. Çömeliyorlar ıspatanların başına ve Osman Nuri Ağa ıspatanı yufkayla dürüm yapıp kendisine veriyor. Leyla Hanım dürümü ikiye bölüp yarısını Osman Nuri Ağa’ya verdikten sonra ısırıyor yarım ıspatan dürümünü. İkisi de ömürlerinin en büyük ziyafetiymiş gibi yiyorlar ıspatan dürümlerini. O kadar çok seviyorlar ki bir dürüm daha yapıyor Osman Nuri Ağa, sonra bir dürüm daha… Ispatanlarını yiyince, ıspatanın etkisiyleymiş, Osman Nuri Ağa birden derenin kenarındaki çakıl taşları kadar küçülüyor. İçi cam gibi görünen suyun karşı tarafından sarı renkli bir balık, çakıl taşı kadar küçük Osman Nuri Ağa’yı yemek için saldırıya geçiyor. Osman Nuri Ağa’yı balıktan kurtarmak için telaşla avuçlarına alır almaz bir oh çekiyor Leyla Hanım. Balık ise gelmiş arsızca kıyıda kendilerine, hatta Osman Nuri Ağa’nın bulunduğu eline bakıyor. Çakıl taşı kadar küçülmüş Osman Nuri Ağa’yı sol eline alıp, sağ eli ile yerden birkaç çakıl taşı alıp hışımla atıyor balığa. Ama balık bir türlü kaçmıyor. Sonra dere kenarından yeniden çakıl taşları alarak balığa atıyor. Attığı taşlar balığa değmeden “lup” diyerek suya batıyor. Bir anlık dalgınlıkla avucunda bulunan çakıl taşı kadar küçülmüş Osman Nuri Ağa’yı çakıl taşı ile karıştırıp suya atıyor. Attığı çakıl taşının suyun yüzünde kalmasıyla Osman Nuri Ağa’yı suya attığını anlıyor ama anlamasıyla da suyun yüzünde kalan Osman Nuri Ağa’yı balık kapıyor. Sarıbalığın Osman Nuri Ağa’yı kapmasıyla balığın yüzüne dikkat kesiliyor Leyla Hanım. Bir an dehşete kapılıyor. “Aman Allah’ım bu Osman Nuri Ağa’nın ikinci hanımı olarak daha bu akşam gelen Döne’nin ta kendisi! Leyla Hanım ne yapacağını şaşırıyor. Balık ise çakıl taşı kadar küçük Osman Nuri Ağa’yı kaparak sularda kayboluyor… Balığın Osman Nuri Ağayı kapıp suların içinde kaybolmasıyla dehşet içinde uyanıyor Leyla Hanım.

Sabah namazını kılıp, aynı koltuğa yeniden oturduğunda hâlâ gördüğü rüyanın etkisinden kurtulamamıştı. Etrafını dinledi bir süre. Ortalık ne kadar da sessiz ve sakindi. Koca konakta çıt çıkmıyordu. Yeniden kendini yapayalnız hissetti. Dışarıdan arap bülbüllerinin sesi geliyordu. Hemen pencere önündeki ağaçlarda her sabah ötüşen bülbüllere ve diğer kuşların ötüşüne aşinaydı. O sabah kuşların cıvıltılarının birbirine karışmasının meydana getirdiği bayram yeri havası yok gibiydi. Sanki diğer kuşlar göç etmiş de sadece bülbüllerin sesinin gelmesini oldukça garip karşıladı. Gerçekten yapayalnız mı kalmıştı? Artık hep böyle mi olacaktı? Kendi elleriyle kendini bu yalnızlığa hapis mi etmişti yoksa? “Bu ne kadar soru böyle?” dedi. Aklına daha başka sorular geliyordu. Hiç olmadık sorular… Akıl sır ermez soruların yağmur gibi üzerine yağmasına bir türlü engel olamıyordu...

Pencere ve pencerenin olduğu duvar doğan güneşin sarısına boyandıkça, Leyla Hanım’ın benzi de sarıya boyanıyordu. Aynaya baksa “Aman Allah’ım hastalandım mı ben?” diyecek kadar sararmıştı yüzü. Ellerini başının üzerinde birleştirerek gerindi. Bu gerinme ile basan sıkıntının ve gördüğü rüyanın etkisinin vücudunu terk edeceğini umdu. Olmadı. Ne etse olmuyor, içinde bulunduğu kendini geren anlamsız halden kurtulamıyordu. “Bu ne şimdi Leyla?” diye sordu kendine. “Yeni yetmeler gibi ne bu şimdi?” dedi. Kendini toparlayarak çıkmak istediği bu soru ve düşünce yağmurundan kurtulmaya çalıştıkça, kaçtığı her yer bataklık halini alıyor ve o bataklıkta debeleniyordu adeta…

Sıkıntılı anlarında dirayetli bir şekilde “Leyla kendine gel!” deyiverir, o sıkıntıdan sıyrılır çıkardı Leyla Hanım. Şimdi o Leyla gitmiş, yerine zayıf, dirayetsiz, yeniyetme genç bir gelin gelmişti. “Hayır! Hayır, bu sen olamazsın Leyla! Bir de ağlasana hislerine kapılıp!” dedi. İşte o zaman farkına vardı. Yerine gelen o yeni yetme gelin ağlıyordu. Hem de iki gözü iki çeşme ağlıyordu. Sanki ağlayan Leyla Hanım değil de hemen yanında bulunan ve üzerine kuma getirilen bir gelin ağlıyormuş gibi hissetti. Gerçekten üzerine kuma mı gelmişti? Osman Nuri Ağa’yı adeta kendi elleriyle getirdiği bu kumaya teslim mi etmişti? Bu soruların cevabının “Evet” olduğunu bile bile “Hayır, bu öyle bir şey değil” dedi. Yanındaki iki gözü iki çeşme ağlayan yeniyetme gelin vücuda gelip “Tam da öyle bir şey işte! Bunun adı tam olarak kuma!” diyerek çıkıştı Leyla Hanım’a. Bir süre sonra da kayboldu gözlerinin önünden.

Güneşin henüz doğup cümle âlemi aydınlattığı o saatlerde birden akşam olduğunu; güneşin dağların ardından aştığını; bütün trenler kalkıp kendisinin ücra bir kasaba istasyonunda yapayalnız kaldığını; bütün turnaların bir daha gelmemecesine göç ettiklerini; çoğu kere sevinç gözyaşları döktüğünde gözyaşlarının karıştığı ırmağın kıyısına inerek yavrularını sulayan maralların, ırmak kıyısında seken ceylanların bir daha o ırmağa gelmemecesine gittiklerini hissetti. Histen öte alelacele yavrularını toplayarak ırmağın kıyısından ayrılan maralları görür gibi oldu. Hatta meri kekliklerden birisi acı acı ötüşüyle “Bir daha bu ırmağa yavrularımızı sulamaya gelmeyeceğiz!” diyordu adeta. Bu hal-i pür melalden sıyrılmak için etrafı toplamak, biraz oyalanmak üzere kalktı; dolaştı, bir yatak odasına, bir salona girip girip çıktı. Ne tutacak bir iş bulabildi ne de eli bir işe vardı. Hamlesi odadan odaya anlamsızca dolaşmaktan öteye geçemedi.