VAR VE YOK ARASI / Hasan EJDERHA



çağır ki beni var olayım ve var olsun iç evlerim
bir dağa, bir şaraba koşar saki, yalnız başına
geldi zamanı, ezanı takibe yetmez baston
kon ve göç ne ki, çadır toplamak
ahmak ya da akıllı olmak kadar bile yok,
kentlerin birleştiği ayrımlara kalan
her an çağrı gökte, beklesek de beklemesek de ses çarpar
apar topar bir, başarılır mı mirim
ölüm ve dirim üzre yemin ki ben yoktum orada
acıya hovarda mı ki hüzünkâr, var olan acı,
kalan durmanın sancısı
kaçıncı terk edişten sonra başlar ki hayat
kanatlarına çağır (madın) beni, tüy olurum istersen.

kırgın ama kırık kiremitler, asi tuğlalara borçlu
harçlığı yokluktan müteşekkil aşk, yolcu hayata
kahramanlar, nârına, kar dolusu dağ vurur, karıncalarla
ah yıldızlar, kızlar süzülür asmalardan, pencere yüksek
hayatı ancak anlar, hayta gelir ama yorgun,
kırlangıç kovukta
belki yarın şiir zamanı.

bin atına; soğuk demir üşütür yalnızlığı,
oysa hayat sıcak
sen yorulursun kal, varsın batsın güneş,
ayna hemen şurada
buyruldu ki zaman ikindi.

hangi uşak kuşluk vakti çağırır ki duvarlara inat
su uykusu derin yalnızlıklara ramdır, haramdır güneş
zaman her an kollar, yalnızlık ve ışık
karışık kelimeler heyecanlara kaçar,
bölüşür zamanı haykırarak
buğusu zalim hazlara ant olsun gelmem daha
ah ışık, ne karışık heybem, hıçkırık böler yolcuları ortasından
davul, kırılgan aşklara gebe uzak yamaçlardan
ezilen toprak demlenir eylemlere,
dere kendini akar yarına

her şeye tek tek yorulmak, yormak her şeyi, ki olasın
hiçbir çağrıya gelmemişliğinle allah’ından bulasın
basınca toprağa, yaprağa döner benzin, neden kaçtın?

bühtan kötü, eti ucuz adamlar, ölmez
paha biçilmez atlar ve ok ve yay
kılıç ve dahi mızrak kayıtlarda yok
ansızın uyanmak aydınlatır pencereyi
kaydı tutulmalı mıdır ki olduğu anlaşılsın?
bin arşın az, han ve kağan bölüştü kavgaları
ışığın parlar güneşin ortasından,
haykırışlar yobaz ve kahkaha şuh
çerçeve tamam, bir de aman ne yaraşır ortasına
var ve yok arası ve yarası ve darası olmadan terazi haram
ve buyruldu yalın kılıç şiire yürü şimdi.





ÇİĞDEM ÇİÇEĞİ / Samet YURTTAŞ



Belki bir nehre bırakırım bedenimi
Sonbahar yeli titretir de 
Kuşatırım bir şehri
Güneşin süngüsü delerek damarımı
Özgür bırakır mısralarımı

Gücüm kalmazsa dönüş için
Gecenin en kasvetli yerine 
Bırakırım mevsimlik imgemi
İçinde beyaz kırlangıçlar 
Ve karanlıkta çiğdem çiçeği.

Havanın ıslak tenini okşayan kar
Düşer kirpiklerime 
Aynalarda bulurum solgun benzimi
Hep böyle hüznün
Sabaha ayaklandığı saatlerde 

Hafızam namlu sıcaklığıyla 
Kelimeyi ateşler tam kalbime
Vurulmak alışkanlığım değil benim
Sadece sonbaharda ölmek isterim 



NERGİS KOKUSUNDAKİ MUCİZE/Hidayet BAĞCI


Hikâyesi Biten Çiçek

Beyazlar içinde,
Bir gelin edasıyla toprağa süzülen kar…
Hüküm verir gibi
Kararı son noktaya bağlayan,
Yağmur yüklü bulut …
Ve her duyguya imzasını atan,
Toprağa bir vahiy gibi inen yağmur…
Ve Toprak…
Ve Dağ…
Ve Yıldırım…
Şahit olun Nergisi sevdiğime!…
Ne zehirde buldum ben onu
Ne de balda…
Güneşim oldu; “Aydoğduğum…”
Kar’ım oldu; “Isındığım…”
Yağmurum oldu; “Islandığım…”
Rüzgarım oldu;
“Kanatlarına sığındığım…”
Benim oldu;
“Kabullendiğim…”
Şükr-ü mucizem oldu;
“Kokusunda ruhumu bulduğum…” diyerek şiirle son bulan hikâye kitabını bitirdi, Gökçe Naz.  Yağmurun ha bire kırbaçladığı pencerenin camından seyre dalarak, bu hikâyenin bu şiirle bitmesiyle ruhunun da titrediğini fark etti. Vazodaki suyun içinde duran Nergis demetini, odasının en güzel köşesine bıraktığı yerden aldı ve kokusunu ciğerlerine çekmeye başladı. Bu hikâyedeki şiirin etkisinde kalmış olmalı ki çiçekçiden aldığı bu demet şimdi bu hikâyeyle bu şiirle taçlanmıştı. Ruhunun duvarlarına çarpan bu endamı zarif çiçeğin kokusu hikayedeki şiiri okuyunca ruhunun duvarlarını iki renge boyamıştı. Nergisteki bu iki renge binlerce anlam verebilirdi, ama beyaz saflığın ve duruluğun, sarı ise ayrılığın simgesiydi çiçeklerin dilinde. Gökçe Naz’ın ruhundaki lambanın tozu ıslak bir mendille silindikçe zihninin aydınlandığını fark etmeyen Gökçe Naz, nergisin bilime ve mitolojiye göre kimliğini araştırmaya karar verdi, bu çiçekle ilgili bir tez konusu bulmak ümidiyle.  Akşamın aydınlığında odasında dinlenirken kaydettiği türkülerden birini daha açtı ve dinlemeye başladı. İçine işleyen Anadolu türküleri kadar sazın her bir teli de ruhunun notalarına ritim verirken cam bardakta soğuyan çayından bir kez daha yudumladı. Düşüncelerine yerleşen nergisten mi yoksa daldığı türkünün nağmesinden mi fark etmedi soğuk çay içtiğini…

Ona göre okuduğu bu hikâyenin sonu böyle bir şiirle bitmemeliydi. Devam etmeliydi belki de belki de değil arkası yarınları olmalıydı. Okudukça devamı olmalıydı, bir yerde kördüğüm olup kırılmamalıydı. Suya atılan ilk taşın dairesel halkaları gibi genişlemeliydi. Bu hikâyenin dahi türküsü bir başka türkü olmalıydı. Bu çiçeğin efsaneleri yerine yaşanmışlıkları olmalıydı. Hayata bağlayan umudu, sadece güneşe bakınca aydınlığa erdim diyen rengi olmalıydı, beyaz gibi… Sarıya çalan ayrılıkları olmalıydı…

Gökçe Naz’ın araştırmalarına göre Nergisgil familyasından olan bu yumuşak tonda kokuya sahip olan Nergis çiçeğinin soğanı nasıl olur da zehirli olabilirdi? Bir türlü anlamış değildi. Kokusu ruha tatlı gelen ancak soğanı zehirli olan bu çiçek nasıl olur da iki zıt uyumu bir anda mucizevi bir ahenge dönüştürür? Efsaneye göre de Narsist duyguları temsil eden bu çiçek nasıl olur da kokusuyla bütün çiçekleri yarışa çağırır? Acaba çiçeklerin kokuları yarışsa hepsi tek mevsimde çiçeğe durur mu? Acaba nergis birinciliği güle bırakır mı?

Bu gibi düşünce ve sorularla mutfağa giden Gökçe Naz, yatmadan önce sıcacık ballı sütünü içmeliydi. Bir kaşık balı bardağın içindeki sütüyle karıştırırken aklına şu soru geldi?

“Zehir bala nasıl dönüşür?”

Odasının duvarlarına sımsıkı sarılan nergis kokusunun etkisiyle kendi kendine cevapladı soruyu; “Biraz tefekkür, biraz tevekkül ve biraz da teslimiyet ile şükrü arz-ı endam edince ruh, zehir bal olmasın da ne olsun?” Dedi…

Odasına döndüğünde yağmurun hala kırbaçladığı pencerenin camını açtı ve odaya yağmurun seslerini de davet etti. Pencerenin kenarına bıraktığı ballı sütünden bir yudum daha aldı. Yağmurun adımları nergisin kokusuyla buluşunca odanın bir köşesinde soğuyan ballı süt orada öylece yarım kalsa da unutulmuş olsa da ruhuna iyi gelen her şey yalnız ona aitti bu gece… Yalnız ve Sade-ceŞiirce

Nergisce

Odaların siyah acısı vardı,
Elleri vardı; incitmeyen…
Gözleri vardı; baktıkça hep izleyen…
Ayakları vardı; zamanla yorulmayan…
Sesi vardı; ruhumuza dokunan…
Kulakları vardı; hep dinleyen…
Ve bu yüzden hissederdi,
İnsan kokusu aldığında…
Yeter ki duyumsa!
Yeter ki dokun, odana! …
Anlayacaksın duvardaki acının,
Renk değiştirdiğini…
Göreceksin odaların da,
Bu Nergis’e esir olduğunu…”


yeni bir günde / mustafa alper taş














bitecek olan
bu büyük denge
yani balıklarla konuşulanlar
tertemiz sabah terazilerinde
uysal bir tebessüm gibi durup duran
bu büyük yalnızlık
bitecek olan

şimdi ne desek
karanlığa karşı

herkes en azından
bir kez kapılarda
yetişilmemiş ağaçlar gibi
sallanır su
ve herşey en azından bir kez

doğrusu korkudan
sonsuz bir gününde yaşamanın
dönüp bakmam kimsenin yüzüne
tellerle oynarım yalnız
ılık bir akşamı düşünürüm
kadınları düşünürüm
bir şey olmaz

belki çağrılan sularız
uykular boyu


eLeM / yasin mortaş



Güneş, dedi L, Aşk mıdır?

Gözlerini göğe doğru yoğunlaştırıp, güneşi
 tekrar içine akıtınca M:
 Evet, dedi.
O, karanlığı içen bir aşk ateşidir; bakanı yakar, baktıkça içine dolan kor pişirir ruhu ve o ruh temizlenmiş olarak tekrar baktırır âleme.
O zaman başlar varoluş mülahazası.
İç evindeki dağınıklık o zaman toparlanır, vakit gelir kıvrılır kalbine ve yeni bir bakmak başlar gözlerin olmadan.
Bakmak görmene engel olmayan bir ayna olur ve hep o sır ile bakarsın dünyalara.
Ölmeden önce ölmeyi o zaman bilirsin, dedi ve sustu.
L sustu; susmakta konuşmaktı.
Güneş sustu;susmakta ışıtmaktı
Kuşlar sustu; susmakta uçmaktı.
Kalp sustu; susmakta çarpmaktı.
Rüzgar sustu; susmakta esmekti.
Ve L, gözlerine bakıp M’nin, ne kadar derin bir yağmur saklıyorsun içinde, o yağmur söndürmüyor mu o ateşi, dedi.
M,  önce ruhunu yak ve yok ol içinde; aşk ile piş ve bedenini, taranışlarını,taşlarını, yalanlarını, eşyalarını erit. İşte ondan sonra insan yanlarına değsin yağmur. O, artık bir rahmettir, dedi.
L, suskunluğunu bir tebessümle süsledi.
Göğe baktı.
İçine güneş toplamaya başladı.
Yağmur başladı.
M, toprağın dilini çözmek için kapattı gözlerini...


ÜZÜLME / Nurcihan KIZMAZ



Kirpiklerinin ucunda
Sakladığın ne senin
Ya o boğazındaki
Kırk düğümlü cümleler

Öpsem geçer mi çocuk
Gönül kırgınlıkların
Fırtınayı affeder mi
Eylül rengi saçların

Can katar mı canına
Canımı versem
Giden geri gelir mi
Dünyayı
Ayaklarına sersem

Göğü delen gök mavisi
Gözlerinin
Yaşı diner mi
Sana bir sır versem

Peygamber kucağı var
Yolun sonunda
Ben ağlamazdım
Yerinde olsam.


KAYISI MI GÖZLERİN / Hasan EJDERHA


Onunla her karşılaşmamda, yüzüne yaklaşır “Malatya Malatya bulunmaz eşin”derdim. İlk tanıştığımızda, daha doğrusu sekizinci koğuşa gardiyan eşliğinde geldiğimde, ilk o gelip, bana gösterilen yatağın kenarına ilişerek “hoş geldin” demişti. Sonraları çok sıkı ahbap olmuştuk ve O’na “bana Fethi Ağabeyi anlat bakalım kayısı gözlü kardeşim” dediğimde. “O da kim ağabey demişti yüreğimi cızlatarak. Azarlamıştım adeta. “Hem Malatya’lı olacaksın hem Fethi Gemuhluoğlu’nu tanımayacaksın korkarım sen Battal Gazi’yi de bilmezsin” demiştim. O da “etme ağabey ben nereden bilebilirim. İlkokulu bile dördüncü sınıfından bırakıp, kavgaya başladım ve işte buradayım. Şükürler olsun ki burada Kur-an öğrendim, namaza başladım, kitap okumaya alıştım da adamlığımı öğrendim” demişti üzüntüyle. Geçmiş gün, dostluğumuza dayanarak daha neler sayıştırmıştım bilemiyorum. Epeyce fazla şeyler söylemiş olacağım ki, bana uzun bir süre yaklaşmamıştı.

Bir gün, akşam geç saatlerde, hapis yattığımız koğuşun kapı önune çıkmış, kısa bağlaması ile yakıcı ezgiler çalıyordu. Dayanamadım, iskemlemi alıp yanına çıktım. Yavaşça yanına iliştim. Bana, bir tebessümlü bakıştan sonra, uzunca bir süre daha, yanında kimse yokmuş gibi çalmaya devam etti. Malatya türküleri ve Arguvan havalarından, Sivas türkülerine, oradan Yozgat sürmelisine “Dersini almış da ediyor ezber, sürmeli gözlerin sürmeyi neyler” ve “ziyanın atı” türküsüne başladı: “at üstünde kuşlar gibi dönen yar, kendi gidip ahbapları kalan yar” devamında “ziyamın atını pazara tutun gelen geçen ziyam ölmüş desinler” belki hapis olmanın hüznüyle, bu türkü boyunca daha çok göz-göze geldik. Sonra Kerkük’e geçti “altın hızma mülayim” arkasından “Ayrılık hasreti kâr etti cana, seher yeli sevdiğimden bir haber” dedikten sonra, ikimizde de hal kalmadı. Bir süre sazının üzerine abandı öylece kaldı. Bir dostumuzun gönderdiği çaylar gelince, doğruldu sazın üzerinden. Sessiz sessiz çaylarımızı yudumladık ve birer sigara yaktık. Sonra çayını yere koydu. Sigarasını, tezeneyi tuttuğu elinin parmakları arasına sıkıştırıp, tellere hafif hafif dokunmaya başlayarak “ hadi ağabey söyle bakalım, neyi çalalım?” “Kırmızı gül’ü çalar mısın” dedim. Uzun uzun tavana baktı. Bir süre düşündü kendi kendine ve “Ağabey sen ne diyorsun. Kırmızı Gül ha! Kırmızı Gül dedin değil mi ağabey. Kıyamıyordum, Kırmızı Gül’ü tek başıma çalmaya be ağabey. Onu zedelerim sanıyordum kendi başıma çalarsam. Dayanamam da başıma bir hal gelir diye korkuyordum. Ne iyi ettin ağabey. Çalalım ya. Çalalım ağabey. Seninle dinlenir Kırmızı Gül” diyerek sazın tellerine dokundu. Tabir uygunsa ikimiz de tam manasıyle telef olmuş, yok olmuştuk türkülerle. Dolayısıyla barışmamıza, daha doğrusu, o ilk vakaadan sonra, onun bana yaklaşamamasına sebep olan şeyi aramızdan silip atmıştı türküler.

O çok ilginç biri idi. Sırlarla dolu biri dense yeridir. Beşinci defa hapse girişinde, kendine gelmiş, kendi deyimi ile “adamlığının farkına varmış” kitap okumaya başlamış. O ilk okulu dördüncü sınıfına kadar okuyan insanın, nereye kadar tahsil yaptığını artık bilebilmek imkansızdı ve zaten manası da yoktu kendine göre. Aradığını bulmuştu O. Hatta okumayı öyle ilerilere götürmüştü ki, bir gün bir gazetenin verdiği Kur-an’ı kerim mealinde bir ayeti göstererek. “Ağabey be, şu ayet meali bir türlü içime sinmiyor, Sanki başka bir şey varmış gibi geliyor” demişti. Hapishane kütüphanesinde bulunduğum bir gün, kütüphanede bulunan; Beyzavi’den günümüze kadar birkaç meal ve tefsirde o ayeti bulup baktım. Şaşakalmıştım. Kitapları alıp koğuşa getirdim ve O’na gösterdim. Ayet mealine bakarken “hah, hah işte bu be ağabey” demişti. İkimiz de şaşırmıştık, o gazetenin verdiği mealin müellifine ve hayretler içinde gözgöze gelmiştik. Ben, “sen tekin bir adam değilsin aslanım senden korktum” demiştim de, kastımı anlayarak “estağfurullah ağabey, kim yitirmiş de biz bulalım” demişti tevazzu ile boynunu bükerek.

Bosna ve Çeçenistan’a, dışardaki bütün mallarını satarak gönderilmesini sağlamış, eşine de “eğer beni beklersen on iki yıl, babamın evi sana açık. Bekleyemezsen Allah razı olsun, senden daha fazla fedakârlık isteyemem” demiş, eşi de istediğini yapmıştı. Çok huzurlu bir hapis hayatı vardı. Ayda dört-beş gemi maketi yapıyor ve onları iki-üç memur maaşından biraz daha fazla bir paraya satıyor, üçtebirini kendine bırakarak, diğer bölümünü ailesine gönderiyordu. Tek hayali ve ideali ise; bana, “anlatmayı değmez ağabey” anlatma gereğini duymadığı, bir işten kendisine düşen pay olduğunu söylediği ve dışarıda bir yere (hapishane tabiri ile) zula ettiği, külliyatlı bir miktar altını, bir şekilde bir hayır kuruluşuna ulaştırmaktı. Ama altınlara, sadece kendisinin çıkması ile ulasılması mümkünmüş. Bir süre kaçma ve o işi yapıp geri dönme hayalleri kurdu. Hatta bu hayalle, Cezaevi idaresinin, cezasının çoğunu tamamlamış ve kaçması imkânsız olan mahkumlara, yakında bulunan kum ocağından, devam eden inşaatlar için kum getirtiliyordu. Şartları uyan mahkumlar, zor iş olsa da, dışarıyı görmek için bu göreve gönüllü gidiyorlardı. Sırf oradan firar edip üç günlük bir zamanda bu işi bitirip dönmek için, kuma gitmeye talip oldu. Ancak müdür, benim kefil olmam halinde izin verebileceğini ve bir de herhangi bir kötü niyetinin olmadığına söz vermesini istedi. Kuma gitti ve geri geldi. “Ah ağabey ahh” diyordu. Seni kefil vermeme aldırmıyordum. Çünkü sen biliyordun ne yapacağımı. Ama şu kurnaz adamın söz verdirtmesi yok mu. Yapamadım ağabey. Yapamadım. Bir de -sevdiklerinin ve değer verdiklerin için yemin et- demez mi”

Bazı günler; “Ağabey yum gözlerini ve görmeye çalış. Bir sahabe geliyor... Peygamber-i Ekber oturuyor... Sahabe O ‘na (s.a.v) -Eyy Allah’ın resulü- diye hitap ediyor. Düşün ağabey, gözlerinin önüne getirmeye çalış.” “Tamam getiriyorum” diyordum. Gerçekten de çok müthiş hallere götürüyordu bu rabıta beni. Ama o “hayır ağabey olmuyor. Biraz daha dikkat, ne olursun boyun damarların şişip, yüzün pembeleşmiyor” diyordu. Ben bu rabıta sonunda, halimi düşündükçe, Onu merak ediyordum, acep neler hissediyor diye.
“Ağabey sen nasıl adamsın böyle? beni her görüşünde -malatya malatya bulunmaz eşin-diyorsun. Gözlerinden çok şey okuyorum. Bu koğuştaki başka arkadaşlara da böylesin gerçi ama. Sen Malatya’lı değilsin, nereden geliyor bu ilgi, Gemuhluoğlu Üsdad’dan (Üstadı öyle öğrenmişti ki artık kendisi de üstad demeden konuşmaz olmuştu)mı kaynaklanıyor.” Ben, olur mu canım, kimi sayayım sana, Malatya’yı sevmeme sebep, o kadar kıymetli insan var ki... Bak Orhan ağa da, Cahit bey de Malatyalı değiller. Ama Orhan ağa bir başladı mı saymaya “Kardeşim, İsmet İnönu, Erdal İnönü, Özal kardeşler daha birçok kıymetli insan Malatya’lı nasıl sevmem ben Malatyı.” Sonra, Cahit Bey de Malatya’yı çok sever. O’da Malatya’dan bahsederken “Mübarek şehir kimleri yetiştirmemiş ki Battal Gazi, Fahri Baba, Gemuhluoğlu, Sait Çekmegil ve daha kimler kimler. Memleketimizde çok önemli bir şehirdir Malatya” derdi. “Görüyorsun benim de buna benzer bir sürü sebebim var. Sen Malatya’lısın, Somuncu Baba torunusun, yetmez mi” demiştim de mahcubiyetten pembeleşmişti yüzü.

Bir gün, yedinci koğuştan misafirlik dönüşü beni her gören, Onun ben aradığını söyledi. Çok önemli bir durum vardı ki ortalığı böyle telaşa vermişti. Beni görünce adeta koşarak nefes nefese yanıma geldi. Dehşet heyecan içindeydi. “Hatırladım ağabey hatırladım.” Ben merakla, “hayırdır, neyi hatırladın” dedim. Yarı sevinç yarı heyecandan yüzü kıpkırmızı olmuştu. “Hatırladım ağabey, Fethi Gemuhluoğlu üstadı hatırladım.”

“Ee hani tanımıyorum demiştin, benden bir sürü laf işitmek durumunda kalmıştın, nereden çıktı şimdi bu tanıma işi” Yarı kararsız. “Şey ağabey tanımıyorum şahsen de hatırladım. Şimdi bak ağabey ben bir gün... Çocuktum o zaman, babamla mal pazarına gitmiştik. Beni bir çayhaneye oturtup burada bekle demişti” sözünü kestim. “Yoo olmadı azizim. -mal pazarındayken- dediğin andan itibaren, orada Gemuhluoğlu olamaz.” O yine heyecanla “Ağabey Allah aşkına dinle hatırladım dedim sana. Şimdi bak. Ben orada oturuyordum. Kerim ağabey diye biri vardı. Emekli öğretmen. Mahalli gazetelerde yazı falan yazardı. Etrafına epeyce bir insan toplanmış ve konuşuyordu onlara” Ben dayanamayıp, “Yapma lütfen, zaten üstat daha çok İstanbul-Ankara da kaldı sen yanılıyorsun” dedim. Israrla. “Ağabey Allah aşkına dedim. Hele dinle bir. İşte o anlatıyordu. Boş boş orada oturuyordum ve ben de ister istemez dinledim. Çünkü herkes pür dikkat dinliyordu ve çayevinde çıt çıkmıyordu. Şöyle diyordu - bir gün Gemuhluoğlu üsdad ile Arapgir’den geliyorduk, üsdad yavaşlayan minibüsün penceresinden “işte, işte” diye heyecanla dışarıyı gösterdi. Yoldan bir grup köylü omuzlarında bir hezenle karşıdan karşıya geçiyorlardı. Kocaman bir hezen, uzun mu uzun, on beş yirmi kişi varlardı minibüs durdu ve onları seyretmeye başladık. Hezanin en kalın yerinden bir yiğit tutmuştu ki, ne yiğit, hezenin en kalın yerini uç tarafından kavramış, tınmıyordu bile. Hezenin diğer ucuna doğru gittikçe inceliyordu ve inceldikçe de zayıf, boyu kısa, güçsüz olanlar, sıralanıyordu. Ön tarafta yetmiş-seksen yaşlarında bir ihtiyar elinde bir nacak ile hezen taşıyanların önünde, onlara zarar verebilecek, onları engelleyebilecek çalı-çırpıları, birer vuruşta, temizleye temizleye ilerliyordu. En ilginci de en arkada, hezen taşıyanların en arkasında, yine aynı yaşlarda bir nine. Ama dimdik, tam bir Türkmen anası. Elinde su kapları, omuzunda bir çıkın, belli ki yemek yenen kapları taşıyordu. -işte, işte- diye adeta feryat ediyordu üstat. Bana dönerek -işte bu. bak azizim, bir memleket böyle yönetilmeli. Şu köylülerin burada kurmuş oldukları tabii sistemi kurduğumuz an memleket kurtulmuş demektir. Dikkat et, herkes kendi yapabileceği işi yapıyor. En başarılı olabileceği görevi almış. Bak hezenin en kalın yerini omuzlayanla, en ince yerini omuzlayana bak. Şu ak sakallı ihtiyara bak. Sonra nine, belli ki elindekiler su kapları, sırtına yüklendikleri de buradakilerin yemek kapları. Aman Allah’ım, ne harika bir sistem. Ne harika bir güç birliği. Ne bereketli birliktelik. Şükürler olsun Rabbim sana. Malatya’da, şu köylü kullarının başardığını, okumuş, bilmiş ve memleket yöneten insanlara da nasip et Allah’ım- demişti.”

“İşte bunları dinlemiştim ağabey. Gemuhluoğlu’nun adını o çayevinde, O adam anlatırken duymuştum. Sustun ağabey. Doğru mu orada duyduğum Gemuhluoğlu’dur değil mi?” “Haklıydı O. Gerçekten de bu anlatılan Fethi Gemuhluoğlu olmalıydı. Öyle bir görüntüyü ancak Üstat yakalayabilirdi. Evet azizim üstadın kıyısına kadar yaklaşmışsın. Kabul ediyorum, tanıyorsun Fethi Gemuhluoğlu’nu.” Çok sevinmişti. Şakayla karışık, “İmtihanı geçtim değil mi ağabey. Artık sana göre tam Malatyalıyım değil mi” “Estağfurullah sen zaten yiğit bir Malatyalısın dedim. Artık hapisten çıktığımızda, bunun hatırına mişmişlerimiz senden.” “Başım üzre ağabey ama, hani sen ısrarla kayısı derdin.” “Haksız mıyım peki, şimdi ben sana, kayısı gözlü kardeşim yerine mişmiş gözlü kardeşim desem olur mu” dedim. İkimiz de güldük, hasret ve hüzünle.

Hapisten çıktıktan kısa bir süre sonra, Onu ziyarete gittim. Hapishanede çok kıymetli olduğunu bildiğim için, saz teli de götürdüm. Başgardiyanın odasında, o, ayaküstü, görüşmeden sonra ayrılırken; kısa bir süre hapishaneden kurtulup yapmayı düşlediği işini bildiğimden, kulağına eğilip, muzipçe “ne zaman firar ediyorsun” dedim. Bu defa kendisi kulağıma eğildi ve “Geçen hafta hastaneye yattığımda, gidip-geldim hamdolsun” dedi. Şaşkınlıktan gözlerimin yerinden fırlayacakmış gibi olduğunu görünce, daha bir muzipçe kulağıma tekrar eğildi ve “beş saat evde kaldım, gelirken de kayısı getirdim dostlara” dedi. Çok huzurlu olduğu gözlerinden okunuyordu.

Ne zaman bir Malatya’lı ile tanışsam, aklıma önce üstad gelir, sonra da onu hatırlarım. Her karşılaştığım Malatyalı’ya halâ, Üstadı tanıyıp tanımadığını ve birkaç ünlü Malatyalı’yı sorduktan sonra, şakayla karışık onu da tanıyıp tanımadıklarını sorarım.. Malatya, Battal Gazi’dir, Somuncu Baba’dır, Fahri
Baba’dır ve Gemuhluoğlu ile bir hüzündür bende.


AN / Mustafa Alper TAŞ


Bu soğuk ve demir dünyadan, yalnız camların önünde akan yeşilliklerin ve dağın renginin arada bir bakıldığında hafiflettiği ağırlıktan yavaş, süvari adımlarla iniyor. Kırmızı bir naylon torba var koltuğunun altında, henüz dinmiş yağmurun küçük göller bıraktığı değersiz istasyonun sarılığına katılan ve uzak bir dağa kadar serilmiş ekin tarlalarına bakıyor bir süre. Yanından geçen ihtiyar kadının sepeti sürünüyor ayaklarına; onun çiçekli elbisesinin canlılığına ve kadına karşı gelen çocuğun ıslak telaşına kapılıp bir sevinç dalgası geçiriyor yüzünden. Tanışlık böyle bir şey.

Burası, gurbetle sılanın arasında bir yer. Hayatın ve işte bir belirti olarak nefes alıp vermenin, o nefese bir sigara karıştırmanın en güzel olduğu yer.
 
Daha duraklar kalsa da trenin o demirden hızı, gövdeleri ağırlaştıran fakat hızı, tatlı bir serum gibi damarlarına pompalayan ve akıp giden dünyayı durdurmuşçasına heyecanlar getiren hızı, onu üzerinde birikmiş olan bütün yalnızlıktan ve sahipsizlikten, birdenbire yıldızlı bir gece gökyüzüne bakıvermenin ve şaşırmanın güzelliğine kavuşturacak. Emin; bir sigara daha yakıyor yağmurun henüz kalkmamış serinliğine karşılık.

Evde beyazlık hâkim. Beyazlık özlemine kirecin yakıcı kimyasını daldırıyor insan. Sonra yine kahkahalarla gülen bir çocuğun gözlerinde kımıldayan gölgeler gibi etrafa dağılmış karanfillerin, güllerin, ortancaların alacalı renkleri. Anne beyaz bir örtüden ibaret, yalnız düzeltmek için kaldırdığında hafifçe kınanın karıştığı bir kızıllık olarak nadir anlarda saçının varlığı.

Korunmak için değil de evler, o akşamın bulanık ve pürüzsüz gövdesinde kayan kavuşmak acemiliğine bir örtü olmak belki de sadece karışmak için.

İSTANBUL’A DAİR / Nurcihan KIZMAZ


Elimde olsa
Sıkarım boğazını
İstanbul'un
Geçirmem kimseyi
Ne bu yana
Ne öbür yana

Uzaktan bakıp durmasın
Galata kulesi
Kessin umudunu
Kızkulesinden
Çünkü onun gönlü
Denizden yana

Rahat bıraksınlar
Yakamozları
Cırtlak martılar
Ay ışığından dökülen
Gecenin şiiridir onlar
Dağılıp gidecekler
Sabaha karşı
Sessizce
Her bir kelimesi
Bir yana...