KADERE İMAN / Nurcihan KIZMAZ











Yusuf kuyudan bihaberdi
Firavun Yusuf 'tan
zaman öyle bir esti ki
rüzgârın bile
haberi olmadı
kimin nereye
savrulduğundan

Ne Züleyhalar
kondu göçtü de
gelmedi cihana bir daha
gömleği arkadan yırtılan

Kuru bühtan
kara zindan
ardından
tahtırevan
tam da böyle inanmıştı
gemiye binip
kurtulan...




***
SÖZ UÇTU YAZI KALDI

Altı üstü küçük mavi bir sandıktı, çok gizemli gelirdi bize o zamanlar. Bazı günler babam o sandığı açar, içinden bir kâğıt bir kalem çıkarır uzun uzun düşünüp bir şeyler yazar, sonra itina ile sandığı kilitler, anahtarı köstekli saatinin zincirine iliştirip ceketinin iç cebine yerleştirirdi. Sandığın her açılışında bir bahane ile babamın yanına yanaşır onun uzaklara bakarak derin düşüncelere dalmasına sebep olan o kâğıtta ne yazdığını görebilmek için şekilden şekile girer bir türlü amacıma ulaşamazdım.

Küçük mavi sandık her daim babamın yatağının başucunda durur, üzerinde de bir çalar saat bulunurdu. O saati İstanbul’dan getirmişti. Ortasında mütemadiyen yem yiyen bir tavuk figürü vardı ve sabah ezan vakti o saat uzun uzun çalar ev halkını -en büyüğünden kundaktaki bebeğe kadar- herkesi uyandırır, bu önemli görevini ifa ettikten sonra sandık bekçiliğine kaldığı yerden devam ederdi.

Babam yazıp çizmeyi pek severdi, not tutmayı, önemli günlerimizin tarihlerini yazmayı hiç ihmal etmezdi. Her bayram özenle süslenir püslenir o zamanlar kentin tek fotoğrafçısı olan foto Yaşar’da aile fotoğrafı çektirirdik ve o fotoğraf her birimiz için tap ettirilir; evlendiğimiz zaman özel belge, karne, diploma gibi şeyler ile birlikte teslim edilmek üzere mavi sandıkta yerini alırdı. Bilumum evraklar; sağlık karnelerimiz, nüfus cüzdanlarımız da bu sandıkta reşit olacağımız günü beklerdi. Günü geldiğinde yuvadan uçurduğu her yavrusuna güzel nasihatler ve duygu dolu sözler eşliğinde o sandık açılacak ve o belgeler sahibini bulacaktı. 

Günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovaladı. Babam sağlığını kaybetti, gözlerindeki ışığı kaybetti; ama o mavi sandık gizeminden hiçbir şey kaybetmedi. O kâğıtta ne yazıyordu? Neden ona bir şeyler yazarken babamın bal sarısı gözleri bulutlanıyordu? Kâğıdı katlayıp tekrar yerine koyarken göz göze geldiğimizde neden ürperiyordum bilmem. Sorsam söylerdi ama sormayarak belki boş yere ben gizemli kılıyordum o sandığın içinde olanları. Hem ne diyecektim ki, "baba o kalem neden mürekkebini ciğerinden alıyor?" mu diyecektim. Sormadım. Soramadım. Çocuklar soru sormazdı. Bilhassa kız çocukları... Babam da gözlerimden anlamadı, anlasaydı kesin söylerdi. Halbuki ben onun gözlerinden hayatı okumuştum; bakışlarıyla eğitmişti hepimizi. Ağzından çıkan kelimelerden çok gözündeki ışıktan görmüştük yolumuzu. Acıklı bir çocukluk yaşamış; daha doğmadan babasını kaybetmiş olması ona babalığı öğretmiş, eksikliğini hissettiği her şeyi kendisi tamam etmiş, olgunlaşmış hayata hazırlanmıştı. Ama ömür bu işte. Onun da bir nihayeti vardı ve emaneti sahibine teslim etme vakti gelmişti. Babam gözbebeklerindeki son tecrübeyi de tek tek gözlerimize bıraktıktan sonra bir daha açmamacasına kapattı ışıklarını.



***
TALAN DÜNYA













Kusura bakma çocuk
Eskiden buralar gül bahçesiydi
O ayaklarına batan dikenler
Hep bizim yüzümüzden
Hepsi bizim suçumuz
Biz kopardık dalından
Goncaları
Bir hiç uğruna

Hepsi bir yana da
Talan ettik dünyayı
O gidiyor ağırıma

Belki de bülbül intizar etti
Ahını aldık belki bir karıncanın
Kim bilir kimin hakkı geçti
Günah defterimize
Yazıklar olsun
Beyhude geçen
Ömrümüze

Viran ettik gülistanı
Yağmaladık yakıp yıktık
Vah bize vahlar bize
Kusura bakma çocuk
Çok yazık ettik size...



***
CANAN ABLA












Ne güzeldi her şey
Biz ne güzeldik
Camdan cama
Can cana
Hiç gelmemiş olsak da
Yan yana
Keşke gideceğini
Fısıldasaydın
Kulağıma

Baktığın kahve falı
Tutmadı bu sefer
Hani müjde vardı
Üç vakte kadar
Bak kuruyup gitmiş
Bahçede fesleğenler

Bir de o huysuz kocan yok mu
Hani sırma saçlarına
Vurgundu
Bir zamanlar

Neredesin cam güzeli
Hep sen yoksun diye
Bütün bunlar

Sensiz bu sokağın tadı yok
Sensiz bu sessizliğin adı yok

Bilirim
Kestiğin topların
Haddi hesabı yok
Sen yeter ki hep camda ol
Bizde top çok...




***

ANILAR, ANILAR...
İnsan belli bir yaşın üstüne çıktığı zaman ya da çoluğu çocuğu yuvadan uçurup anılarıyla baş başa kaldığı zaman desem daha mı doğru olur, tavan adeta beyaz perdeye dönüşür ve çocukluk zamanındaki yaşadıkları filim şeridi gibi gözünün önünden geçer durur uyku tutmadığı gecelerde...

Kendi çocuklarımızı büyütürken zaman zaman eski günlerimizden örnekler verdiğimiz olmuştur. Varlık-yokluk kıyaslamaları bir yana oynadığımız oyunlar, bizden küçüklerimizle geçirdiğimiz vakitler, sokakta akranlarımızla  hayal gücünün sınırlarını zorladığımız  anlar... Kendi oyuncağımızı kendimiz yapardık, her evde bulunan çok basit şeyler, atık malzemeler, oyuncağı bozduğumuz zaman  tekrardan kullanabileceğimiz ufak tefek ev eşyaları, günümüzdeki zeka geliştirici vb. adı altında çok pahalı olan oyuncaklardan daha ziyade mutlu ederdi, aile bütçesine dokunmadan hem kendimizi hem bizden küçük kardeşlerimizi eğlendirirdik.

Geçtiğimiz günlerde bir hafta sonu torunumla kitap fuarına gittik. Girişte gördüğüm antika eşyalar, büyüklerimizin kullandığı zamanları hayal meyal hatırladığım araç gereçler beni adeta zaman yolculuğuna çıkardı. Şundan ninemin vardı bunu dedem çok kullanırdı diyerek bir sürü anı ile birlikte tekrar döndüğümde bir şey dikkatimi çekti. Bu bir tahta arabaydı. İki çocuk birer arabaya binmiş yüzlerinde o eskiden hatırladığım mutluluk ifadesi bir oraya bir buraya koşuşturup etrafa neşe saçıyorlardı. Oysa ben uzun zamandır o mutlu ifadeye çocukların yüzlerinde neredeyse hiç şahit olmamıştım.

Dünya kadar para verip çocuğumuza aldığımız her akşamı yerinde gerçeğini aratmayacak teçhizata sahip akülü araba bile bu denli sevindirmemişti...

Herkesin elinde birer tablet, telefon kendinden geçmiş bir şekilde, etrafından bihaber başka âlemlere dalmış, adını çağırdığında duymayacak kadar kendini kaptırmış çocuklar görmekten muzdarip biri olarak o iki çocuğun tahta araba üzerindeki mutluluklarını izlemeye koyuldum ve erkek kardeşlerimin kendilerinin yaptığı tahta arabalarla yokuş aşağı  uçarcasına heyecandan attığı çığlıklar çınladı kulağımda.

Mahalle aralarında oynanan misketler… Beş on çocuğun hararetli tatlı sert sürtüşmeleri… Sen uttun ben uttum tartışmaları… Ancak akşam saatinde babanın eve doğru geldiğini görmeleriyle son bulur, yoksa saatlerce uzayıp giderdi. Evde yemek yapmak için malzeme bekleyen annelere rağmen o manzara büyük bir hazla izlenir, bir elimizde para bir elimizde henüz poşet icat edilmediği için makrome ipiyle örülmüş file denilen delikli çanta, saatlerce oyunun sonunu bekler tuttuğumuz tarafın galip gelmesiyle ancak ordan ayrılırdık. Çocuklardan bazıları okumaya (mahalle hocası) gittikleri için oyuna geç dahil olur "şu Kur'an ı biraz tutar mısın" diye rica ettiğinde bir emanetçi ciddiyetiyle evden azarlanmak pahasına o emanete sonuna kadar sahip çıkmayı vazife bilirdik...

Kız çocuklarının oynayabileceği fazla seçenek yoktu ama evcilik adı altında ürettiğimiz oyunların haddi hududu yoktu. Yemek kaşığını bez parçalarıyla sarıp sarmalayıp bebek yapar, kaş göz çizmesi için büyüklerimize yalvarırdık. Bazı büyükler surat çizmeyi günah sayar, bazıları ise çocuk sevindirmek sevaptır diyerek bizi reddetmez; o anki ruh haline göre bir ifade çizerdi. Çizimin sonunu sabırsızlıkla beklerdik. Çıkacak sonuç bizim için çok önemliydi çünkü. O bebeğin yüzündeki ifade bize de yansırdı. Ortaya güleç bir yüz çıkar ise bizi de gülümsetir, mutsuz bir görünüm çıkarsa bütün şevkimiz kaçardı.

Evcilik oyununun bir çeşidi olan okulculuk oyunu en sevdiğim oyundu. Ben hep öğretmen olur bir beyaz gömlek bulup giyerdim. Etekleri dizime kadar gelir, kolları kıvırıp kısaltır, oyunun sonunda da kırışıklığını gidermek için türlü çareler arardım. Duvara hayalî yazılar yazarak kardeşlerime sorular sorarken gerçek bir öğretmen edasıyla okulda öğrendiğim fişlerden onlara öğretmeye çalışırdım.

Benim iki küçük kardeşim okula başladıklarında neredeyse okumayı çözmeye başlamışlardı. Birinci sınıfta okumayı ilk söken ben olmuştum ve öğretmenim yakama kırmızı kurdele dikmişti. O anki duygularımın şimdinin üniversite cübbesi giymesiyle eşdeğer olduğu düşüncesindeyim. Öğretmenimin defaatle babamı çağırıp bu kızdan zekâ fışkırıyor sakın ola bu kızı eve kapatmayasın dediği hala hafızamda bütün ayrıntılarıyla mevcut. Babamın o sözler karşısındaki yüzüne yansıyan mutluluğu nasıl oldu da yıllar içinde silindi gitti, bu hala benim için bir muamma. Hâlâ rüyalarımda beni okutmayan büyüklerime sitem ederek ağlamaklı bir şekilde uykudan uyanıp uzun bir süre toparlanmaya çalışırım. Neyse bu konuyu fazla uzatmayayım lafı her açıldığında içimde volkanlar kabarıyor ve kendimi yatıştırmak hayli zor oluyor, en iyisi ben merhum babama bir Fatiha hayatta olan büyüklerim e hayır dua etmek üzere kısa bir ara vereyim.

Çocukluğumuzun en unutulmaz hatıraları yaz ayına tekabül eden ramazan geceleriydi.  O sahura kalkmanın hazzını tarif edecek kelime bulamadım şu an. Gün boyunca biriktirdiğimiz iftariyelikleri köşe bucak saklayıp, arada bir yerinde duruyor mu diye kontrol edişimiz yok mu... Ucundan tadına bakarsak orucumuz bozulur mu diye birbirimizden cesaret alma ihtiyacı, akşam içeceğimiz suyun hayali, minarelerde kandillerin (minareyi çevreleyen lambalara kandil diyorduk nedense, belki de kandil günlerinde yandığı içindir) yanmasıyla birlikte daha da dayanılmaz bir hal alırdı. İftara yarım saat kala mahallemizde buz dolabı olmayan evlere annemin kâselere dondurduğu buzlardan dağıtma görevi en ulvi görevlerimizden biriydi. Çaldığımız her kapıdan tonlarca hayır dua almak gün boyu sıcaktan ve açlıktan bitap düştüğümüz o dakikalarda omuzlarımıza kanat takılmış hissini verir, eve gelirken adeta ayaklarımız yere değmezdi. Tam o dakikalarda kucağında sıcak ramazan pidesi ile eve gelmekte olan kardeşimin ekmeği burnuna kadar dayamış koklaya koklaya bir ısırık alıp almamak arasında gidip geldiği görüntü şu anda bile hafızamda hâlâ o ekmek kadar sıcak. İftarımızı yaptıktan sonra teravihe kadar olan süre içerisinde, oğlan çocukları yine dışarıya fırlar, gündüz açlıktan dolayı eksik kalan coşkuyu telafi etmek üzere kaldıkları yerden oyuna devam eder, sesi güzel olanlar sırasıyla minareye çıkıp bildikleri ilahileri mahallenin dinletisine sunarak ebeveynlerinin gönlünü kazanmak için yarışırlardı. Bunlardan birisi de benim merhum abimdi. Özellikle babamın kızacağı bir haylazlık yaptıysa o akşam kesinlikle akşam ezanını kendisi okur, baba ezanı ben okudum sesimi tanıdın mı diye muzip bir ifadeyle eve gelir, babamın ağzını açacak hâlini bırakmazdı. Birde aklımın almadığı teravihte çocukların bitmek bilmeyen kıkırdamalarıdır. Bu merakımı geçenlerde bir şiirimde şu mısralarla gidermeye çalıştım.   (Camilerin en kısa zamanda tekrar ibadete açılması temennisi ile...)

Yapmayın etmeyin çocuklar

Camide gülünmez

Bak büyükler kızar sonra

Çünkü onlar

Sizi güldüren

Melekleri

Göremez...

Kim bilir belki de camideki o ilahî huzur çocukların içini kaynatıyor, gülmelerine neden oluyordu. Selam vermeye yakın hepsi sus pus olur imam arkasını dönüp baktığında en arka safta dizili huşu içinde namazlarını eda etmiş pozu veren beş on çocuk tesbihatı bile beklemeden fırlayıp tekrar sokakları çınlatmaya devam ederlerdi. Ramazan'ın son günlerinde her evde hummalı bir çalışma başlar bayram için "teşt" dediğimiz bakır büyük leğenlerde çörek için hamurlar yoğurulur, fırına gönderilir evin delikanlıları sabaha kadar fırında sıra bekleyip selelerle eve çörek taşırlar ve yerlere temiz bezler açılır ve çörekler dizi dizi serilirdi. Sabah çörek kokusuna uyanırdık. Gün hesabı yapamadığımız için bayramın çok yakın olduğu nu anlamış olurduk böylece. Arife günü akşamı ellerimize kınalar yakılır, bayramlıklar büyük bir itinayla başucumuza dizilir, bir bayram klasiği olan o rüya (ellerimize kınanın hiç geçmemiş olması) alemine dalar giderdik...



*** DENİZLERİN ŞAHI İLE KARANIN PADİŞAHI















Gülün dalına fısıldadım

Dualarımı

Adaklar adadım

Usul usul

Bülbül dahi işitmedi

Bir tek nahıl ağacı şahit


Duydum ki 
Hızır ilyas gelecekmiş
El açıp
Amin diyecekmiş
Sessizce çekilip
Bir köşeye 
Bekledim
Çok birşey değildi 
Dileğim
Sadece benden
Hiç gitmesin
Sevdiklerim.


***
KÜÇÜK ANNE 












Ekmek ağzında uyurdun hep
Akşam sofralarında
Çok gülerdik sana
En çok da ben gülerdim
 
Bir de ters giyerdin
Terliklerini
Bırakmazdım hiç ellerini
Çünkü düştüğünde en çok
Ben ağlardım

Birazcık peltekti dilin
Anlaşılmazdı söylediklerin
Ama ben anlardım
En çok da ben anlardım

Ben de küçücüktüm
Sığmazdın kollarıma
Dizimde uyuturdum
İlk öğretmenin oldum

Sayıları öğrettim önce
Alfabeyi öğrettim
Abla anne yarısı derler
Ben senin küçük annendim
En çok da ben annendim.

***
İPSİZ UÇURTMA

Az ötede oynar babasız çocuk
Hep öteki kumda
Hep tek başına
Düşer de ağlamaz
Üşür de söylemez
İpsizdir uçurtması
Hiç tellere
Takılmaz
Az ötede oturur
Babasız çocuk
Hiç kimsenin ayağına
Dolanmaz
Rüzgâr okşar saçlarını
Göğe açar avuçlarını
Kayıp giderken yıldızlar
Ne dilek tutar
Bilinmez...



***
DÖRDÜNCÜ CEMRE





İki damla kan düştü toprağa
Ilık ılık
Cam dolusu şerbet sundu
Bir melek
İçiverdi bir nefeste
Gördü peygamberini
Mehmetçik
Açmıştı kollarını
Gel diyordu, gelsene
Gülümsedi
Gözleri hafif aralık
Etrafında ağlaşıyor
Mahşeri kalabalık
Nasıl olur
Ağlanır mı hiç
Baksanıza
Cennet koktu
Ortalık.


***İSTİKLÂLDEN İSTİKBÂLE















Oyy Maraş’ım ne yiğitler yetiştirdin bağrında
Kırpmadan gözlerini, can verdiler uğrunda

Tarih yazdı Maraşlım bundan bir asır önce
Namusuna uzanan namert eli görünce

Bacımın örtüsüne dokununca bir yezit  
Kükredi aslan yürekli yiğit çakmakçı Sait

İlk kıvılcımı çaktı, sütten ak sütçü İmam
Nurlar içinde uyu, burda görevin tamam

Heyy Fransız, İngiliz biraz geri dur hele
Edeler diyarında bu ne cürettir böyle

Siz de top tüfek varsa biz de kazma kürek var
Kadınında erkeğinde iman dolu yürek var

Yılmadı yaşlısı genci gece gündüz savaştı
Korktu düşman-ı lain gece yarısı kaçtı

Vermediler bir karış toprağını namerde
Nazlı nazlı salınır bayrağımız göklerde

On iki Şubat günü bayram ilan edildi
İstiklâl madalyası şehrimize verildi

Bu hamaset destanı ilelebet okunsun
Al sancağım gönderde dünya durdukça dursun



***
SAYILI GÜN

Nasibime gurbet düştü
Bana dua et anne
Su dök ardımdan yollara
Yağmurlara kat anne

Islanmasın kirpiklerin
Kederlenmesin yüreğin
Kasveti gönlünden söküp at anne

Söyle babam üzülmesin
Yavrum deyip sızlanmasın
Hep dersin ya, sağlık olsun
Benim için kardeşimi
Öp anne

Sayılı gün çabuk geçer derler de
Sen yine de
Tek tek sayma takvimleri
Çifter çifter yırt anne

Ara sıra rüyama gel
Hayal meyal düşüme gir
Korktuğumda ellerimden
Tut anne

Hasret kaçtı gözlerime
Aklar düştü saçlarıma
Bu gurbetin hiç insafı
Yok anne.



***
MARAŞ GÜLÜ


Eline iğne iplik yerine, kalem kâğıt verilseydi eğer, kim bilir neler neler yazardı yüreğindeki bu coşkuyla Akça kız.

Belki dilden dile dolaşan bir türkü olur tüm dünyaya duyulur, belki de bir destan olur okunurdu yüzyıllar boyu.

Ne istediğini soran olmamıştı bu yaşına kadar, ne dayatıldıysa oydu kaderi, ona reva görülen neyse onu yaşamalıydı bir ömür.

Attığı her ilmek bir serzeniş, her düğüm bir yok oluşuydu ümitlerinin.

Bembeyaz patiskanın üzerine nakşettiği  motifin ismi Maraş gülüydü. Her genç kızın çeyiz sandığının olmazsa olmazı bu Maraş gülünün bir de hikayesi vardır dilden dile nesilden nesile aktarılan. Şöyle ki: Rivayete göre  genç bir kız bu nakışı komşusunda görüp çok beğenir ve örneğini ister. Komşunun kızı benim çeyizimden başka kimsede olmasın diye vermek istemez örneği. Bunun üzerine hırs yapan genç kız hastalanır yatağa düşer. Nişanlısı memleketteki bütün doktorları getirir sırayla. Her geçen gün daha kötüye gider. En nihayetinde ümit kesilir; ince hastalık bütün bedenini ele geçirmiştir genç kızın. Doktor ölüm tarihi olarak yaprak dökümünü beklediğini söyler nişanlısına. Her ne kadar gizlemeye çalışsalar da duymuştur bu kara haberi genç kız. Hemen oracıkta bir türkü tutturur  kendi dilince;

Her gün doktor gelir gider
Komşular hep merak eder

Doktor derki, veremli kız
Yaprak dökümünü bekler


İğne iplik verin bana
Çıkayım ağaç dalına


Siz de yardım edin bana
Dikeyim yapraklarını


Ertesi sabah kızı ağacın başında donmuş vaziyette bulurlar, sabaha kadar bütün yaprakları dikmiş ve son yaprakta ruhunu teslim etmiştir,

Akça kız bir taraftan nakışını bezeye dursun bir yandan da geleceğine dair hayallere daldıkça iğneyi mütemadiyen parmaklarına batırıyor parmağından değil yüreğinden kan damlıyordu adeta, sessiz haykırışlarını kendinden başka duyan olmuyordu, o da yaşıtları gibi okula gitmek istiyor, beyaz kolalı gömlek, pileli etek giyip kütüphanelerde kaybolmak istiyordu.

İnci boncuk, iğne iplik, hiç ona göre değildi kendini böyle bir dünyaya ait hissetmiyordu. İnsan kendi tabiatına uygun olanı yapamayacaksa varoluşunun anlamı neydi ki bir an hikâyedeki genç kızla kıyasladı hayatını, hırs yapacağına mücadele etseydi, çaba harcayıp istediğini elde etmenin çarelerine baksaydı diye düşündü. Bu bir hikâyeydi tabi ama; hiçbir hikâye hiçbir kıssa laf olsun diye anlatılmazdı uzun yıllar, Elbette herkesin kendine göre bir ders çıkarması gerekiyor kıssadan hisse almak icap ediyordu. Yarından tezi yok hayallerinin peşinden koşmak, kendi yolunu çizip bir adım atmak fikriyle gecenin siyahını üstüne çekti yıldızları yok sayıp.

Güneşin doğuşuyla yeni bir hayata adımlamayı düşlerken kaderi ona çelmesini çoktan atmış bulunuyordu. Yan odadan gelen seslerden anladığına göre Maraş gülü motifli nakışını bir an önce bitirmesi gerekiyordu. Ceviz oyma sandığına yol görünmüş,
Akça kıza bir kez daha ne istediği sorulmamıştı...




***
AVLU


Hayat yorgunuydu, elleri titriyordu. Ocağa çalı çırpı atarken bayram sabahları erkenden çocuklarına ateşte çorba pişirdiği günler geldi aklına, gayri ihtiyari gülümsedi sararmış yüzüyle, hafiften inledi kimseye duyurmadan, bir köşede sessizce yatan kocasına baktı göz ucuyla, “ne hale geldi dağ gibi adam, yedi bitirdi bu hastalık. Daha ne kadar sürecek böyle” diye iç geçirdi. “Ya bu bayram da gelmezlerse bu kez ne uydurup nasıl teselli ederim” diye hayıflandı. Çok kısa sürdü bu düşüncesi yeri göğü inleten bir gök gürültüsü ardından şiddetli sağanak sesi çekip aldı onu bu evhamından, “eyvah!” dedi. “Şimdi kim çıkıp da dam loğlayacak.”

Hayat arkadaşı yatağa düşeli beri bütün yük omuzlarındaydı Fadıma bacının, her işi yapıyor da şu toprak damın akmasına bir türlü çözüm bulamıyordu, daha on altı yaşındaydı bu eve gelin geldiğinde, baba yadigârı evi bırakıp gitme düşüncesi aklına geldiğinde gözleri buğulanıyor her bir köşesinden gençliğine ait anılar gözlerinin önüne seriliyordu. Yedi çocuktan sadece ikisinin yaşama tutunabildiği bu fakirhane ona cennet gibi geliyordu oysa bir zamanlar.

Gitmeseler olmaz mıydı? “Olmazdı” dedi tekrar içinden, “kızın bahtı gurbetten açıldı neyse ona sözüm yok da ya oğlan, o gitmeseydi, bırakmasaydı hasta babasını, gözü yaşlı anasını buralarda bir başına.” Kendi düşünceleri için kendisine kızdı Fadıma bacı “sonra, ne yapsın ki çocuk buralarda iş yok güç yok sefilliğin bini bir para gitti de hayatı kurtuldu işte” dedi. Biraz sesli düşünmüş olacak ki kendi sesiyle irkildi sonra, sobanın üstündeki taşmak üzere olan sütü son dakikada kurtarmış olmanın ferahlığıyla sesine sahte bir neşe katarak kocasına seslendi “süt içer misin bey?”. Konuşmaya mecali olmayan Osman ede yattığı yerden “Hayır!” anlamında kafasını iki yana hafifçe sallayarak cevapladı bu nazik teklifi. Osman ede ismini mahalleli takmıştı ona gençliğinde. Ede; kardeş, arkadaş, yoldaş, sırdaş demekti; kimin başı dertte kimin bir müşkülatı var herkese el uzatır, derdine çare bulur, kendi dertlerini hiçe sayarak mahalleliye, akrabalarına, dostlarına, yetişmeye çalışırdı.

Şimdi ise bir Allah'ın kulu kapısını çalmıyor kimse halin ahvalin ne demiyordu. İyi ki o iki ineği almıştı zamanında, sütünden yoğurdundan faydalanıyor kalanıyla da harçlıkları çıkıyor kimseye muhtaç olmuyorlardı. Evlerinin bitişiğindeki eski tarihî caminin avlusunu büyütmek için mahalleli ağız birliği edip bu eski evin avlusunu satın almak istemişlerdi, Osman ede zaten dünyadan elini eteğini çekmiş bir kuru canıyla bir minderlik yer teşkil ediyor bu konuda söz sahibi olarak eşinin rızasının olmadığını söylediği için mahalleli gönül koymuş selamı sabahı kesmişlerdi. “Şunun şurasında kaç günlük ömrümüz kaldı ki bırak biz göçüp gidince ne yaparlarsa yapsınlar ahir ömrümüzde bizi yerimizden oynatmasınlar” demişti Fadıma bacı. Haksız da sayılmazdı bu sözlerinde kime gider nereye sığardı ki hasta adamla. Telefon yoktu elinin altında, komşudan arayıp iki kelime zor konuşuyordu oğluyla “nasılsın iyi misin?”den başka konuya girilmiyordu ki elin telefonuyla, önümüzdeki bayram gelirlerse enine boyuna konuşur bir karara varırlardı elbette ama hep bir mazeret gösteriyor, bir türlü gelemiyorlardı.

Kaynamış olan sütün sıcaklığını serçe parmağıyla kontrol ettikten sonra bir kısmını peynir bir kısmını yoğurt mayaladı. Bulaşıkları yıkadı, sobaya odun atıp üstündeki kaynamakta olan güğümün üzerine biraz daha su ilave ettikten sonra ağrıyan sırtını birazcık dinlendirmek için arkasına yaslandı. Gözlerini kapadı yarım saat dinlenip kalkmayı düşünüyordu ki yüzüne damlayan iki damla suyla tekrar doğruldu, dama çıkmayı unutmuştu. Akan yerlere biriken suları süpürüp çukurlaşmış yerlere toprak doldurup loğlamasi gerekiyordu, bir elini beline koyup kalkmaya çalışırken başı döndü iki adım geriye sendeledi tekrar oturdu. Kulağına çıtır çıtır sesler geliyordu önce sobadandır diye aldırış etmedi yağmur cama vuruyor da olabilirdi ama yüreği daraldı pencereden dışarı bakmaya niyetlendiği sırada büyük bir gürültü koptu.
.........
.........
"Beyyy!!!"
........
Eşhedü enlailahe illallah
........
Oğlu kızı bayramı beklememişler ilk uçakla atlayıp gelmişler, mahalleli ise avluyu doldurmuş kimse kimsenin yüzüne bakamıyordu. Cuma namazını müteakip imamın “hakkınızı helal ediyor musunuz*” sorusuna hangi taraf cevap vermeliydi?


***
ÜZÜLME
















Kirpiklerinin ucunda
Sakladığın ne senin
Ya o boğazındaki
Kırk düğümlü cümleler

Öpsem geçer mi çocuk
Gönül kırgınlıkların
Fırtınayı affeder mi
Eylül rengi saçların

Can katar mı canına
Canımı versem
Giden geri gelir mi
Dünyayı
Ayaklarına sersem

Göğü delen gök mavisi
Gözlerinin
Yaşı diner mi
Sana bir sır versem

Peygamber kucağı var
Yolun sonunda
Ben ağlamazdım
Yerinde olsam.




***
İSTANBUL'A DAİR









Elimde olsa
Sıkarım boğazını
İstanbul'un
Geçirmem kimseyi
Ne bu yana
Ne öbür yana

Uzaktan bakıp durmasın
Galata kulesi
Kessin umudunu
Kızkulesinden
Çünkü onun gönlü
Denizden yana

Rahat bıraksınlar
Yakamozları
Cırtlak martılar
Ay ışığından dökülen
Gecenin şiiridir onlar
Dağılıp gidecekler
Sabaha karşı
Sessizce
Her bir kelimesi
Bir yana...



***
A.Ş.K,















Candan özge can varmış
Gördüm
Biraz daha
Bakabilseydim
Gözlerine
Cenneti
Görürdüm

Dualar uçurdum
Avuçlarımdan
Yıldızlar şahidim
Ne dilediysem
Erdim

Buğday saçtım
Aç kuşlara
Gönül bağı kurdum
Bilmeden
Onlara tebessüm
Çiçekleri derdim

Şimdi şükür zamanı
Sonsuza dek şükür
Yüz kere
Bin kere şükür
Ölene dek seveceğim
Rabbime
Söz verdim

Adın aşk olsun senin
Şurama, tam yüreğime saplan
Kal orda sonsuza değin...




***
HÜZÜNLÜ TÜRKÜ














Ya sonbahar senden önce gelirse
Ya savrulursa yine
Bütün ümitler

Ya güneş doğmazsa
Viran olursa bağlar
Ya vaz geçerse bülbül
Gülünden

Bir damla yaş düşerse
Bir serçenin
Gözünden

Yolunu şaşırırsa
Bir turna
Bir hüzünlü
Türkü yüzünden

O zaman
Senden bilirim
Düşen her yaprağı
Kışı kıyameti

Kalmaz bende o vakit
Gelecek baharın
Kıymeti...



***UYAN BABA













Bu dışardan gelen sesler ne anne
sana da geliyor mu
bu kan kokusu

Korkuyorum ellerimi tutsana anne
hani ben çok cesurdum
bu ne korkusu
Her yanım titriyor sarsana anne
temmuzun ortasında
ne üşümesi
Sararmışsın aynaya baksana anne
sen hasta değildin
bu neyin nesi
Vakit çok geç oldu
kalksana baba
sen erken uyanırdın
bu ne uykusu...


***GİDİN BURADAN










Siz masallarda değil miydiniz
ne işiniz var ülkemde
şehrimde
mahlemde

Çekin ellerinizi
çirkin dillerinizi
ömrümüzden
gönlümüzden

Sizi gidi gulyabaniler
alın gidin
kötülüklerinizi
niyetinizi

Kaf dağında
Zümrüd-ü ankam var benim
bak küle çevirir
hepinizi...


***
DUA













Kırık dökük kelimeler var
Zihnimin her köşesinde
Elim yetmez
Dilim gitmez
Toplamaya gücüm
Yetmez

Yüreğime yazarım ben de
Öyleyse
Kafiye istemez
Uyak istemez
İçimden okurum
Kimseler duymaz

Çırpınıp durur
Muhayyilemde
Masal perileri
Ellerinde
Sinirli değnekleri
Hediyeler yağdırır
Çocukların başına
Bayram şekerleri
Kucaklarına

Bir mucize beklerim
Erişmek için
Yakub'un duasına
Olmaz ya
Kavuşur belki
Herkes imkansızına...


***
BİR BAHAR DAHA










Bir cemre bir cemre
bir cemre daha
işte geldi nevbahar

Ruh üflendi dağa taşa
bir nefes bir nefes
bir nefes daha

Sırada bekleye dursun
al beyaz güller
bir sümbül bir sümbül
bir sümbül daha

Yer gök zikir çekti
ben şahidim
şükre durdu toprak
bir secde bir secde
bir secde daha...




***
SINIRSIZ BEKLEYİŞ


Öyle bir gel ki
bu gözlerin sende hakkı
kalmasın
ve öyle bir kal ki
lügatında gitmek lafzı
olmasın

Ben çocuğum
ne anlarım sabırdan
sen öyle bir anlat ki
bir türlü aklım almasın

Gidersen güneş gibi git
sabah erkenden geri gel
uyandığımda
karanlık olmasın

Tarifsiz bekleyişler bıraktım
ardından
öyle bir tarif et ki
beklemek ölüm gibi olmasın...






***
HİÇ SORMA



















Ne çok soruyorsun çocuk
o cevaplar bende yok
senden daha uzun olsa da boyum
sen ne isen ben de o yum

hayat bu kadar sorgulanmaz
neden niçin diye kurcalanmaz
tek doğar tek ölürsün
günahın da sevabın da
senindir bilesin

haydi şimdi güzel güzel uyu
görürsen rüyanda
dipsiz bir kuyu
hah işte orasıdır dünya
düşme sakın
eğilme içine içine
orda düşman çok olur
tutunma kimsenin ipine

ben hep burdayım
baş ucundayım
tutarım ellerinden
ömrümün yettiğince
bakma bana gelmez ağır
korkarsan bir kere
Anne! diye çağır...



***
GEÇMİŞ ZAMAN














Ve hiç bir şey bir daha
eskisi gibi olmadı
bir daha o sokaklar
hanımeli kokmadı
kırmızı yanaklı o şen çocuklar
bir daha saklandığı yerden
çıkmadı
kapandı perdeler
karardı camlar
bir daha o evlerin
bacaları tütmedi

Asırlık bir çınar vardı
kurudu
gazel oldu yaprakları
çürüdü
Dedem o ağacı ben diktim derdi
ve dedem o camiye
bir daha hiç gitmedi

Bak postacı da gelmedi
selam vermedi
pek sevinçli haberler
getirmedi
yine gelirim dedi
bir daha hiç gelmedi

Ve bir daha hiç bir şey
eskisi gibi olmadı...



















***
DEMEDİ DEME















Gidersen unuturum bak
demedi deme
silinir gözümden
cennet gözlerin
uçup gider hayalimden
hayalin

Unuturum sabah kaçta
kalktığını
çayına kaç şeker
attığını

Sesini unutur kulaklarım
dinlemem bir daha
mırıldandığın
şarkıları

Unuturum meselâ
hiç şiir sevmediğini
yağmuru sevdiğini
yağmuru seven
şiir de sever
öyle bilirim
ben yagmuru sevmeyi
bir şiirden öğrendim
ama sen gidersen 
unuturum

Yazıp yazıp buruşturup
atarım
ulaşmaz asla sana
mektuplarim

Sen gidersen
ben de giderim

unutur giderim...

***
AYAZ








Rüzgar ne söylediyse
kuşların kulağına
Öyle sessiz sedasız
toparlanıp gittiler.

Ve ardından bir poyraz
bir fırtına
Akasyalar neye uğradığını
bilmediler.

Kimine bir renk cümbüşü
sonbahar
Kimine susma vakti
kimine vuslat
kimine firak.

Senin de yeter çektiğin
ey bulut
Tutma kendini
bırak.


***
AĞACIN YAZGISI












Ben bir ağaç idim
kendi halimde
geldi iki kişi
hızar eyledi
eğildim büküldüm
usta elinde
götürdü çarşıya
pazar eyledi

yazıldım çizildim
rafa dizildim
aldı bir kul beni
nazar eyledi
okudu okudu
yine okudu 
gömdü cehaleti
mezar eyledi.



***
SARARDI BENZİ DOĞANIN














Sonbahar geldi diye mi
düşer yapraklar
yoksa gitme vakti midir
kendilerince
bir rahat vermedi belki de
rüzgar
ne geçecek eline
onlar gidince

kış uykusuna mı yatacak
şu koca çınar
kuşlar nerde geçirecek
kışı boranı
bülbül olsa bulur da
bir gül-i-zar
bunun güvercini var
kırlangıcı var…




***
AĞLAMAK YASAM






Şehitlerimize...









Yüreğinden tanıdım seni
Cesaretinden tanıdım
Sen türk oğlu türksün oğul
Asaletinden tanıdım

Daha on dört on beş yaşın
Eğilmeyen vakur başın
Kahramanlık senin işin
Hamasetinden tanıdım

Ana baba kardeş bacı
Bu acının yok ilacı
Bağrına basınca taşı
Ferasetinden tanıdım

Su uyur düşman uyumaz
Namerde namus sorulmaz
Yiğitliğin yaşı olmaz
Haysiyetinden tanıdım

Edep sende haya sende
Bozulmayan maya sende
Kaç kurşun var bedeninde
Şehadetinden tanıdım


***

KELİME ÇARŞISI






Kelimeler satın aldım
Feleğin çarşısından
Okka okka
Dirhem dirhem
Kimi yaraya tuzdu
Kimisi merhem

Sararan yapraktan
Kuruyan topraktan
Yüklü bulutlardan
Saklı umutlardan
Mazlumun gözyaşından
Zalimin eğilmez başından

Akan suyun sesinden
Ilık kuş nefesinden
Arının balından
Bülbülün gülünden
Ödedim bedelini
Ömrümün en güzel yerinden

Bebeklerin gözlerinden
Bilgelerin sözlerinden
Yunus Emre’den
Molla Kasım’dan
Belki bir gün dize dize
Şiir yaparım onlardan
***
ŞİİR














Şiir kalbin sesidir
Şairin nefesidir
Şiirde riya olmaz
Şiir sözün hasıdır

Şiir gönül işidir
Kalemin gözyaşıdır
Şair bir başka yazar
Nadan başka işitir

Şiir bazen öğüttür
Bir tatlı nasihattir
Bazen dağlar aşırır
Bazen önünde settir

Şiir arı misali
Her çiçekten bal alır
Şaire dizi dizi
Sıralaması kalır



***
ULU DİVAN










Boynuma sarıldı elimi öptü
Hakkını helal et dedi ve gitti
Sandım ciğerimden bir parça koptu
Savulun hainler civan geliyor

Bu neyin davası bu neyin öcü
Nedir bu adavet bu neyin hıncı
Yollara döküldü yaşlısı genci
Tatlı canı hiçe sayan geliyor

Selalar okundu minarelerde
Tekbir sesleri çınladı her yerde
Şehadet hevesi olunca serde
Cihat çağrısını duyan geliyor

Tarih bir kez daha tekerrür etti
Düşman bir kez daha el aman etti
Kimi şehit kimi kahraman gitti
Düşmanı yurdundan kovan geliyor

Vatan bayrak millet meselesi bu
Türk'ün müslümanın temennisi bu
İlahi adalet tecellisi bu
Bir kez daha ulu divan geliyor


*** 
BAHAR, NERGİS, BABAM VE BİZ














Bir demet nergisle gelince babam
Bilirdik bahar gelmiş
Gönlümüz şenlenirdi
Bu böylece sürüp gitti bir zaman
Bir bahar
Ansızın
Kesiliverdi

Bekledik bekledik gelmedi bahar
Bir demet nergis getiren olmadı
Kaç zamandır 
Nergis kokmuyor evimizde
Anladık
Nergis götürme sırası
Bizde.


***
YÜREĞİNE GÜCÜM YETMEZ










Elinde şekeri gözünde yaşı
Bayrağın altındaki babasının naaşı
Bu yaşta ağır gelmiş omuzlarına başı
Göz yaşlarını sildim de yüreğine gücüm yetmez

Can evine ateş düşmüş tutuşmuş
Küçücük dünyasında toz dumana karışmış
Sarı perçemi alnına yapışmış
Saçlarını okşadım da yüreğine gücüm yetmez

Ne bilsin babası cennete gitti 
Ne bilsin ki vurulduğu yerden gül bitti
Titredi her yanı umudu yitti
Ellerini ısıttım da yüreğine gücüm yetmez.



***
BİR ZAMAN










Şu yalan dünyayı baki sanırsan
Her su vereni sen saki sanırsan
Günahını kervan yükü sanırsan
Sürüm sürüm sürünürsün bir zaman

Kanma sakın feleğin oyununa
Yar diye yılanı sokar koynuna
Birde halka geçirdimi boynuna
Sürüm sürüm sürünürsün bir zaman

Gümüş tasta ağuları içirir
Ayağını yerden keser ucurur
Ruhun duymaz prangayı geçirir
Sürüm sürüm sürünürsün bir zaman

Doğruyu yanlışı ayırt etmezsen
Ana ata nasihatı tutmazsan
Yemeğine alın teri katmazsan
Sürüm sürüm sürünürsün bir zaman

Mahlasım yok benim sözüm bu kadar
Tutarsın tutmazsın senindir karar
Üç gün beş gün değil mahşere kadar
Sürüm sürüm sürünürsün bir zaman



***GİDESİM VAR












Gidesim var buralardan
Uzaklara çok uzaklara
Güneşin gittiği yere
Huzur sende gelir misin
Benimle

Göçmen kuşlar gibi
Kanat açıp uçarak
Nispet yaparcasına
Dumanlı dağlara 

Gülüp geçerek
Selam götürelim
Boynu bükük kardelene
Ahde vefa eylemeyen
Menekşeden


Mecnuna Leyla dan
Yusufa Züleyha dan
Rastlarsak zümrüd-ü ankaya
Kaf dağında
Tüy alalım kanadından
Yakıp savuralım külünü
Gökyüzüne
Yıldızlar çekilsin
Yolumuzdan

***
BİZE NE OLDU?














Eski bir nihavend şarkı gibiyiz
Kulağa aşina göze yabancı
Denize yansıyan mehtap misali
Bestesi tanıdık dize yabancı

Kilide uymayan anahtar gibi
Eseri olmayan sanatkâr gibi
Tövbe eylemeyen günahkâr gibi
Aslını unutmuş öze yabancı.



***
BERİ GELSİN














Değişmem dünyaya saltanatımı
Altın beri gelsin pul beri gelsin
Sürerim üstüne tahta atımı
Sultan beri gelsin kul beri gelsin

Bezm-i elesttendir benim ikrarım
Bir değil bin değil dilde tekrarım
Ne korkarım ne kimseden saklarım
İblis beri gelsin sal beri gelsin

Giderim giderim yolum tükenmez
Talep eylemekle ilim tükenmez
Şairde ozanda kelam tükenmez
Mızrap beri gelsin tel beri gelsin

Secdelerde nasır tutan dizlerden
Rûz-i mahşere ak çıkan yüzlerden
Yüreğe sığmazsa taşar gözlerden
Yağmur beri gelsin sel beri gelsin

Bir aciz beşerim bazen şaşarım
Gâhi kavrulurum gâhi pişerim
Davamın uğruna bendim aşarım
Dağlar beri gelsin yol beri gelsin

***
GÖRDÜN MÜ












Dostun limanından vefa yüklü gemi
Daha gün doğmadan kalktı gördün mü
Feryadı andıran acı sireni
Metruk gönülleri yaktı yaktı gördün mü?

Rota yok yolu yok nereye gider
Dev dalgalar onu perişan eder
Bundan böyle yükü elem ve keder
Bir el sallayanı yoktu gördün mü?

Yükü çok ağırdı yalpalıyordu
Ufka doğru ağır aksak yol aldı
Ne bir tayfa ne de kaptanı kaldı
Bir fersah gitmeden battı gördün mü?

Limandan demiri aldığı zaman
Dumanı göklere saldığı zaman
Karanlık sulara daldığı zaman
Ahı asumana çıktı gördün mü?

***
(K)ARDAN ADAM












Kardan adam nedir senin bu kaderin bu yazın 
Yine soğuklardasın sokaklardasın
Kömür gözlerinden akıyor hüzün
Yine efkârlardasın ayazlardasın

Yok mu senin kimin kimsen yoldaşın
Hani nerde akranın arkadaşın
Üşür mü ellerin ağrır mı başın
Niye yalnızlardasın ıssızlardasın

Kardan adam tenin kadar yüreğin de ak senin
Yarın güneş doğarsa gözyaşların çok senin
Bayramın yok baharın yok yarınların yok senin
Hâlâ umutlardasın niyazlardasın 

***
YARIM ŞİİR



Sen gideli yarım kaldı her işim
Soframda aşım uykumda düşüm
Dondu kaldı yanağımda gözyaşım 
Yarım kaldı günüm gündüzüm,
Doğmaz oldu güneşim
Bir varmış bir yokmuş denir ya masallarda
Masal değilmiş meğer 
Ben hep yanlış bilmişim

Hayat yarım kaldı
Hayal yarım kaldı
Fakat dünya dönüyor
Bir zaman durmuyor yerinde
Bir de giden dönmüyor
Bir hasret yakıyor derinden
Bir de acı dinmiyor
Ölüm soğuk
Ölüm sessiz
Ölüm ansız
Bir de
Erken geliyor.

***
GÜL İLE BÜLBÜL

Bülbül ne anlar ki gülün halinden.
Hep ah u zar eder, intizar eder.
Bir de dinlese ya gülün dilinden.
Dikenli dal üstünü gülzar eder.

Toprak sarıp sarmalamış kökünü,
Bülbül gibi uçmak nerde, ne gezer,
Seher vaktinde döker gözyaşını,
Ah! Görenler çiğ tanesi zanneder.

***
GURBET VE HASRET VE VUSLAT



Elimi açtım
Bir dua ettim
Dua umuttu 

Bir yıldız kaydı
Bir dilek tuttum
Dileğim tuttu

Bir güneş doğdu
Geceyi boğdu
Sonra sen doğdun

Elini tuttum 
Önce yürüttüm
Sonra sen gittin

Sen gurbettesin
Ben hasretteyim
Gönlüm vuslatta


***

SÖZÜN ÖZÜ




Bülbüller şakırken şen bahçelerde
Yaprağı kıskandım gülü kıskandım
Elif gibi duran mağrur lalede
Pembeyi kıskandım alı kıskandım

Pınarlardan soğuk sular içerler
Baharı müjdeler çiçek açarlar
Gölgesine konup konup göçerler
Ağacı kıskandım dalı kıskandım

Mecnun bile vazgeçmişti Leyla'dan
Dünyaya değil ukbaya meyleden
Ozanları dertli dertli söyleten
Mızrabı kıskandım teli kıskandım

Irmakların coşup çağlamasını
Ananın sevinçten ağlamasını
Gurbeti sılaya bağlamasını
Yolcuyu kıskandım yolu kıskandım

Petekleri sıra sıra dizerler
İçlerine şeker şerbet ezerler
Elvan çiçekleri tek tek gezerler
Arıyı kıskandım balı kıskandım

***
EVVEL ZAMAN



Yeniden çocuk olmak vardı,
Yaşanmayanları yaşamak,
Aşılmayanları aşmak.
Yeniden sokaklarda koşmak vardı.

Eve geç kaldığında
Azarlanmak olsa da işin ucunda,
Tadını çıkarmak sokakların
Düşüp dizini kanattığında
Ağlamakla saklamak arasında kaldığında
Bir şey uydurup boşaltmak gözyaşlarını…

En güzel bahane Kemalettin Tuğcu kitaplarıydı.
'Oy benim yufka yürekli kızım' derdi babam
Bir de üstüne saçlarımı okşadı mı
Yarabandı olurdu diz kapaklarıma.

Babası olmayan bir komşu kızı vardı:
Öksüz Fatma
Düşünürdüm aklım almazdı
Babasız yaşar mı insan?
Oysa o da bizim gibi yer, içer, oynardı
Kim bilir belki de biz uykudayken
O gece boyunca ağlardı.

Şimdi benim yaptığım gibi
Belki rüyamda görürüm diye
Erkenden yattığım gibi.


***
BEN GÖRDÜM



Gönül gözüyle baktım şu cihana,
Gelecek zamanda dünleri gördüm.
Aşığın maşukuna uzattığı,
Dikeni batmayan gülleri gördüm.

Diyar diyar yaban elleri gezdim,
Hasret çeke çeke bu candan bezdim,
Baba ocağında bu sırrı çözdüm,
Gurbete çıkmayan yolları gördüm.

Yiğitler yatağı Anadolu'da,
Kars'ta, Ardahan'da, Van'da, Bolu'da,
Ozanlar avutan bağlamalarda,
Mızraba değmeyen telleri gördüm.

Kızma dostun acı söylediğinde,
Ona hak verirsin günün birinde,
Ben doğru anlamak istediğimde,
Yürek acıtmayan dilleri gördüm.


***
YÜREK YARASI





Görmedim hayatın pembe rengini,
Bana düşen hep hüzün sarısıydı.
Tanışmadım mavi özgürlüklerle,
Tanıdığım kaderin karasıydı.

Yeşil mutluluğa ulaşmak zordu,
Tek umudum şu mor dağların ardı.
Terk edip gittim de vatanı yurdu,
Beni terk etmeyen dil yarasıydı.

Beyazı severdim renkler içinde,
Lakin saçlarımda hiç hoş durmadı.
Gülü beğendim çiçekler içinde,
O da bülbülün yürek yarasıydı.

Gri akşamlar yüzüme gülmedi,
Turuncu şafaklar ümit vermedi.
Güneş doğmuş hiç haberim olmadı,
Bende hala gecenin yarısıydı.



***
İLLA HÛ



sen kalem ol ben mürekkep
dizelerde buluşalım
sayfa sayfa kitap kitap 
hep dillerde dolaşalım

sen mehtap ol ben yakamoz
denizlerde buluşalım
azgın dalgalara inat
okyanusları aşalım

sen yağmur ol ben de güneş
topraklarda buluşalım
çiçek olup kucak kucak
sevenlere ulaşalım

sen rüzgar ol ben uçurtma
gök yüzünde buluşalım
gökkuşağına dolanıp
renklerine karışalım

sen türap ol ben de serap
sahralarda buluşalım
kızgın güneşlerde yanıp 
mecnun ile yarışalım

sen elif ol ben lamelif
illa HÛ'da buluşalım
elif lamsız yere düşer
hep el ele tutuşalım.


***
NERGİS'İN DİLİNDEN











İlk kez lunapark görmüş çocuk gibiydi kuzular;
Şaşkın ve heyecanlı…
Kırlar baharlıklarını giymiş,
Doğa pek canlı.

Kısacık ömürlerinden bihaber kelebekler
Nasıl da hayattan bir şeyler bekler
Hâlbuki dokunsan ölecekler.

Ya salınıp duran ince narin gelincikler
Al al olmuş yanakları
Sanırsın akşam istemeye gelecekler.

Çoban kavalıyla emziredursun oğlakları
İbretlik kaplumbağa yine hep istikrarlı
Ağustos böceğininse La Fontaine'e diyecekleri vardı.


***
ŞÜKÜR YERİNE









Hoş geldin bebek
Hoş geldin evimize
Ocağımıza kucağımıza
Hoş geldin yüreğimizin en orta yerine
Başımızın gözümüzün
Gönlümüzün üstüne
Biz annenle babanız
Bundan böyle hep yanındayız
Allah biliyor ya
Senden sonra gelir canımız
Pamuk ellerinden
Yumuk gözlerinden aldık
Meleklerin selamını
Geldiğin yer kadar güzel olmasa da dünya
Yaşadığın her yeri
Cennet kılsın sana Mevla


***

BİR DAMLA ŞİİR











Yalnızlığın biraz daha ötesinden geliyorum
Hani şu sessiz harflerin olmadığı sokaktan
Susarsın, çok susarsın orada, çok
Bir yudum söz bulamazsın içecek

Hani olsa bir damla şiir
Bu yürek yangınını nasıl da söndürecek

Yutkunup durur orada insanlar
Boğazlarındadır kelimeleri
Kimi zaman da gözlerindedir
Ha döküldü ha dökülecek

Sessizliğim şiir açtı bu sabah
Güneşi görmezse kuruyup gidecek


***

GÜL ÜŞÜR BÜLBÜL ÜŞÜR










Rüzgâr eser, dal sallanır, yaprak düşer
Düşer ya düşmesine
Yaprak dala, dal yaprağa küser

Mevsim hazan
Yürekte hüzün
Durum pek hazin
Böylece gökyüzüne
Ağlamak düşer

Çile mevsimidir hazan
Gül üşür, bülbül üşür
Dağlar yollar
Hep üşür

Tek yaprak değil savrulan
Kimine ölüm, kimine ayrılık düşer

Kara kışın, boranın
Habercisidir hazan

Böyle yükü
Yüreciği zor taşır
Ondandır hırçınlığı 
Her şeyi savurduğu 
Değil mi ki bahar yaz
Onun öz kardeşidir



***

NENEMİN GİDİŞİ









Kıpır kıpır dudakları hep dua ederdi nenem
Bir tespih eksik olmazdı elinden
Bir de fersiz gözlerinde nem
Dalıp giderdi uzaklara, uzun uzun
Yüreğindeki zindanın penceresinden
Hiç görmedim güldüğünü
Bakışlarından anlardım akşam olduğunu
Bir akşam vermedi geri aldığı nefesini
Bir de avucundaki 
Babamın buruşmuş resmini

***
HARCAİ MENEKŞE















Gözlerini açtı menekşe
Gülümsedi gökyüzüne
Güneş sarı saçlarıyla
Süpürüp yıldızları

Çoktan çekmişti
Mavi sofrasını dizine
Birlikte uğurladılar
Okul çocuklarını
Ve birlikte dinlediler
Saba makamı tadında
Kuş cıvıltılarını

Sonra beklemeye başladı
Bir yudum sevgiden oluşan kahvaltısını
Fakat heyhat!
Ne gelen var ne giden
Hiç böyle yapmazdı
Dedi içinden

Tamam, susuz yaşanır da
Sevgisiz hiç olur mu?
Yapraklarım okşanmazsa
Canım huzur bulur mu?

Haydi, evin güzel kızı
Haydi hatırla beni
Hatırına açtım ben
Mor çiçeklerimi.


***

NEREDESİN

seni sorup duruyor rüzgar 
gelecek diyorum, inanıyor
sakinleşiyor bir süre
sonra yeniden başlıyor kamçılamaya
sokak lambalarını...
kim bilir belki de kurutmaya çalışıyor
ağlayıp ıslattığı kaldırım taşlarını...

seni sorup duruyor güneş
yok diyorum gelmedi!
yüzüne çekiyor buluttan duvağını
yeri göğü inletirken hıçkırıkları
kimden saklıyor ki ağladığını?

seni sorup duruyor kuşlar
üşüyorlarmış; öyle diyorlar,
titrek kanatlarına ağır gelmiş yokluğun
göç mevsimi gelmiş, uçamıyorlar,

seni sorup duruyor İstanbul
daha bir karanlık daha bir sisli sanki,
ışıkları yanıp yanıp sönmüyor
gözlerini kırpmıyor yani
fazla sensizlik göz çıkarıyor demek ki.



***
ŞAİRİN ŞUURU

Şairin kalemiyle dile gelir her nesne,
Ancak bir şair bilir bülbülün ahvalini.
Şehir kan uykudayken bürünüp sessizliğe,
Şair duyar karanlığın ayak sesini.
 
 

Bir şairin diliyle değerlenir bir böcek,
Işığın etrafında dönüp duran pervane,
O sıradan turunu atarken ne bilecek,
Bir dizede aşka temsil edildiğini.
 
 

Şair temaşa eder sevdiğinin yüzünü,
Bir bir kâğıda döker esirgemez sözünü,
Ruhunda gizlediği ne varsa sayıp döker,
Bir tek o görebilir yüzdeki göz izini.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder