KUZU OLDUM MELEDİM ARDIN SIRA/Mehmet MUHARREMOĞLU


Yeni yetmeler ne bilir ki Hoca, “kalalanmak” deyiminin anlamını? “Erine kalalanmak” “erinin ardından gitmek” sözleri yeni nesile bir şey ifade eder mi? Olsa olsa geri kafalılığı, ilkelliği çağrıştırır onlara bu deyimler. Üç adım arkandan gidiyorum ya şimdi görenler ne düşünüyorlardır Allah bilir! Seni mi suçluyorlardır beni mi? Belki de senin için “kaba, görgüsüz” diyorlardır.  Hanımın yanında gitmiyorsun ya! Hanımı yanında yürütmüyorsun ya! Halbuki ben senin ardından gitmeyi seviyorum. Yol boyunca seni seyrediyorum. Sen beni örtüyorsun hem böylece, beni setrediyorsun. Setr-i avret, şimdikilere göre sadece namazın dışındaki şartlardan biri değil mi Hoca? Bütün bir hayata, bütün bir ömre yayılması gereken bir alışkanlık, bir mendup davranış değil mi bu? Rahmetli dedem öyle derdi; “kızım, avrat, mahrem demektir, örtülmesi gerekendir. Avrat kısmısı herifinin arkasından yürür ki, namahreme karşı setredilsin. Yahut koca karılar önden gider ki gençler perdelensin.”
…..

Ana caddenin kenarında iki kişi yürüyordu. Bir erkek, bir kadın. Erkek önde acele adımlarla gidiyordu. Kadın arkada, ona ayak uydurmaya çalışıyordu. Erkek arada bir terliğini çıkarıp terini siliyordu. Köşe başlarında yetişebiliyor mu diye arkaya dönüp kadına bakıyordu.

Arkandan gittiğim zaman hep seni seyredebiliyorum. Böylece ezkaza yabancı bakışlarla karşılaşmaktan korunuyorum. Karşıdan gelenler de ilk seni gördüklerinden hem karşıdan gelen hem de ben namahreme bakmanın kalbe vereceği zararlardan, zulümâttan korunmuş oluyoruz. Hem de ben yol boyunca seni görüyorum önümde. Evlendik evleneli iyi bir koca oldun Hoca. Ben hep sana kalalandım. Geniş omuzların bana hep güven verdi. Ömür boyunca kuluncun beni namahrem bakışlardan korudu. Biliyorum, şimdi köşeye gelince duraklayıp ardına bakacaksın. Bu bakışta ben, gözlerindeki ışığı, mutluluğu göreceğim. Havalara uçacağım. Bazen de unutur gidersin. Yetişemem sana. Elim ayağıma dolaşır. Celalleneceksin diye korkarım. Neyleyim Hoca, gayrı ihtiyarladık. Eski çevikliğimiz kalmadı. 
Adam yol boyunca selam verip selam alıyordu. Kadın adamın ayaklarını izleyerek ona ayak uydurmaya çalışıyordu. Adam bir dükkana girdiği zaman kadın kenarda durup bekliyordu. Adam dükkana girmeden önce bazen geri dönüp kısa sorular soruyordu kadına. Kadın kısa cevaplar veriyordu. İkisi arasındaki konuşmayı ancak ikisi anlayabilirdi. Yanlarından geçerken ne konuştuklarını anlamak mümkün değildi. Bazen de kadın bir şeyler diyordu. Adam “olur” diyordu. Yüzlerinde anlayış ve uyumun ahengi vardı. Ne çok sert konuşuyorlardı, ne de çok yavaş. Sonra gene yürümeye devam ediyorlardı.
Göz açıp gördüm. Seni gördüm. Anam “Allah bir yastıkta kocatsın kızım” dedi. “Allah erini başından eksiltmesin” diye dua etti. Babam “hayırlı mübarek olsun kızım” dedi. “Kocanın sözünden, izinden dışarı çıkma. İzin almadan dışarı çıkma.” Ben izinden dışarı çıkmayacağım da sen maşallah dinçsin daha hoca, e benim ayaklarımın eski feri kalmadı. Sonrasını biliyorsun. Sana “Efendi” dedim. “Hoca” dedim. Sen mahallenin Vezir Hocası’ydın. Onun için ben de insan içinde sana “Hoca” diye hitap ederdim. Anamızdan öyle gördük. Anam rahmetliğin babamı adıynan çağırdığını hiç hatırlamıyorum. Ev içinde bazen “herif” derdi. Dışarıda ya “çocuklarımın babası” demiştir, ya “kendi” demiştir ya da “efendi” demiştir. Bunun dışında bazen gene ev içinde “Hasan Usta” dediğini hatırlarım. Amma “Hasan” diye çağırdığını hiç duymadım rahmetlinin. Şimdikiler öyle mi Hoca? Evin içi şorda dursun, çarşı pazarda kocalarını isimleriynen çağırıyorlar. Sanki herif değil asker arkadaşı!...

Yolda bir çeşmenin yanından geçiyorlardı. Adam kadına “susadın mı hatın?” dedi. Kadın, yorulmuştu. Adam, çeşmede asılı duran tası aldı, çalkaladı. Doldurdu, kadına uzattı. Kadın, mahcup oldu. Tası alırken eli titredi. Yüzü kızardı. Sonra adam da suyunu içti. Tekrar yola koyuldular.

Şu yürüyüşün, terini silişin, selam alıp selam verirken el kol hareketlerin, baş eğişin yok mu Efendi, artık hepsini ezberledim. Amma bütün hareketlerini her seferinde seyretmekten hiç bıkmadım. Şimdi terliğini çıkarıp terini sileceksin. Dükkanın önünde oturan ayakkabıcı Süleyman Usta’ya selam vereceksin. Ayakkabıcı, “uğurlar oldu vezir Hoca” diyecek. Şu selam verip geçen adamın selamını alıp elini yüreğinin üstüne götüreceksin. Başını hafif göğsüne doğru eğeceksin. Yürüdükçe omuzların bir öne bir arkaya hareket edecek. İki omuzun iki dağ olacak. Sen benim gözümde daha da büyüyeceksin. Başımı o iki dağın arasına yaslayıp gözümü yumacağım. Sonra sen ulu bir çınar olacaksın. Ben sana yaslanıp saymaya başlayacağım. “Arkama önüme saklanan ebe.” Çocukluğumuzda caminin avlusunda asırlık bir çınar vardı. Ebe gözünü açıp çınarın öbür tarafında saklanan çocuğa yetişinceye kadar, o gider öbür taraftan sobelerdi. Hoca, çok açıldın hoca, dur, bekle biraz ulu çınarım, bekle görklü kalam bekle.
Adam köşeye varınca durdu. Kadının yetişmesini bekledi.
— Yoruldun mu hatun?
Şehrin ana caddelerinden birinde bir adam ve bir kadın yürüyordu. Adam önde gidiyor; kadın onu üç-beş adım geriden takip ediyordu. Adam terini siliyor, kadın adamın ayaklarını takip ediyordu.

1 yorum:

  1. Hocam çok özel bir yazı yayınlamışsınız. Teşekkürler.. İsmail KILINÇ

    YanıtlaSil