İNCERTİTUDE/Ferhat ALTUN


Bana: 

Sırata varmadan sındı ayağım

Katarlar götürdüm dere boyunca

O gonca hiç vakit halim sormadı

Yormadı rüyamı ne hayra va hayf

 

Öteki olana:

Ördü kefenimi bir kadın kördü

Hafiyeler saldı ruhum kabusta

Mebustur uğrular kefenimi de

Mebustur kasteder ona da her dem

 

Susuban dağlara ah ettim enîn

Senin ettiğindir sensin bildiğim

Çizdiğim sensindir sensin o tuhaf

Drahşan güneşte oturan ahmak

 

Sana:

Bilirsin halimi narha koymazsın

Soymazsın tenimden kefenimi de

Bir tiyatro perdesi yalan bu dünya

Söyledi rüyamda bana bir moron

 

Ormandır görünce gözlerim seni

İncecik ellerin alnıma gel sor

Kor beni bu hâle nazenin sesin

Lebindir akıyor gül bahçelerde

 

Hepsine:

Evlerde şairler nice delirsin

Erisin şiirimle o ham kalemler

Elemler hurûşa gelsin sözümle

Özümle giriftleş şiirime râm ol

 

Gönülsüz söylenen sözlere hem yuf

Şairine yuf eş'ârına hem yuf

Sözümü göğsüne ekmezse anın

Yârine yuf ağyârına hem yuf

 

 

TEFEÜL SAATLERİ-9-10 / Hidayet BAĞCI


TEFEÜL SAATLERİ-9

“…Ellerin ellerin ve parmakların
Bir nar çiçegini eziyor gibi
Ellerinden belli oluyor bir kadın
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin ellerin ve parmakların…”Mona Roza/Sezai KARAKOÇ

“Şiir Naz uyan, sabah ezanı okunmak üzere.” dedi genç adam. Şiir nazın kirpikleri bir türkü edasıyla kaşına değdiği vakit bakışları kocasının bakışlarına dokundu ve gülümseyerek: “Bugün Ramazan bayramı, peki kınalı ellerim onlar ne olacak?” dedi genç kadın. “Düğün günü ellerini nasıl yıkadıysam bugün de kınalı ellerini ben yıkacağım ama sabah namazına yetişmeliyim.” dedi genç adam.

“Damat gelinin kınalı ellerini yıkamadan önce okuduğu iki Fatiha suresinin arasına Salat-ı Tefriciye duasını da ekleyerek Hz. Muhammed (SAV)’in aziz ruhlarına hediye etti. Besmele-i Şerife okuyarak gelinin elindeki kırmızı gül nakışlı kına kesesinin ipindeki kör düğümü heyecanla çözdü. Gelinin elleri damadın avuçları arasında bir gonca gül edasıyla duruyordu. Damat gelinin sağ elindeki kurumuş kınayı temizledi. Aralarında suskunluktan başka konuşan olmadığı için gelin mahcup bir edayla ellerini emanet ettiği damadın karşısında “lambada titreyen alev” gibi üşüyordu. Damat sevdiği kızın ellerine ilk defa dokunmanın heyecanıyla içindeki sessiz coşkuya karşı kayıtsız susuyordu. Ne sevdiği kadının gözlerine bakabildi ne de konuşabildi. Sadece kendisine düğün günü verilen görevi yerine getirmeye çalıştı, heyecanını belli etmek istemeyen utangaç tavrıyla. Sonra damat elindeki büyük tasın içindeki suyla gelinin her iki elini yıkadı.”

Köyündeki camide bayram namazını cemaatle kılan Nureddin, rahmetli babasının dostlarıyla tek tek bayramlaştı. Köyü ve burada yaşayan baba dostlarını özlemişti. Onlarla biraz hasbihal ettikten sonra baba ocağına doğru yol alacağı sırada cami bahçesinde yeni açmış, buram buram huzur kokan nergislere gözü takıldı. Şiir Naz için nergislerden küçük bir demet yaptı. Onu da ceketinin iç cebine yerleştirdi ve elleri ceplerinde yağmurlar eşliğinde kiremit çatılı tahta çardaklı köy evine doğru yol aldı. Bahçe kapısını araladı ve tahta merdiveni basamak basamak heyecanla çıkmaya başladı. Ayakkabısını çıkarıp tahta çardağa adımını atar atmaz şömineli salonda ateşin üzerinde pişen ekşili çorba kokusu Nureddin’i mest etti. Altı yaşındaki kızı çardaktaki ayak sesini duyar duymaz şömineli salondan merdivene doğru koştu.

“Babacığım, ellerime bakar mısın? Bunun adı kınaymış.” dedi Amine Şuara.

“Kim yapmış bunları ellerine bakalım?” diyerek şömineli salon kapısında onu karşılayan hanımına göz kırptı, Nureddin.

“Babacığım benim, canım babacığım!.” diyerek babasının yağmurdan ıslanan kollarına kendini bırakan Amine Şuara, Nureddin’in kulağına fısıldadı.

“Bugün bayrammış. Annem, Çeşmi Naz ebemin çorbasından yaptı.”

“Ellerine sağlık, Şiir Naz.” dedi genç adam ve ceketinin iç cebinden bir demet nergisi hanımının kınalı ellerine uzattı, gülümseyerek “Bayramın mübarek olsun.” Genç kadının gözleri yıldız yıldız parladı. Çiçek demetini kocasının ellerinden aldı ve eşine doğru bir adım atarak.

“ Senin de mübarek olsun, ” dedi.

***


TEFEÜL SAATLERİ-10

Gökyüzünden yeryüzüne inen yağmur, ağaçların yapraklarına damla damla dokunurken, kuzine sobanın üzerinde çay olmayı bekleyen su da fokur fokur kaynıyordu. Köy evinde cıvıltısıyla varlığını hissettiren küçük kız, annesinin verdiği sofrayı oturma odasına serdi. Genç adam sobanın üzerinde buhar buhar kaynayan sudan, misafir gelmesi umuduyla bir demlik çay yaptı. Kuzine sobanın içinde kabaran tarçınlı cevizli kek odanın içine sinmiş, sanki mutluluk dağıtıyordu. Evin kadını sofraya önce ekşili çorbayı getirdi. Sonrasında kahvaltılık olarak şehirden ne getirdilerse onları yer sofrasına dizdi.

“Ellerine sağlık, hatun. Soframız seninle, kızımla şenlendi. Hele de sizlerin varlığıyla sobanın üzerinde demlenen çay ile odaya dağılan kekin kokusu beni mest etti.” dedi genç adam.

“Babacığım, annem unu, yumurtayı, şekeri kocaman tasa bıraktı ben de hepsini karıştırdım.” dedi küçük kız.

“Hmm, demek bu güzellik senden.” dedi genç adam hanımının gözlerine bakarak. “Bugün bayramlaşmaya Ebrugil de köye gelecek. Ne zaman gelirler bilmiyorum. Cuma namazından önce kabristan ziyaretini yapalım diyorum. İkindi namazından sonra da hep beraber küllü kömbe yapalım. Sen ne dersin?” dedi genç adam hanımına. Kadın gülümseyerek “evet” der gibi itaatkar bir duruşla kaşlarına değen kirpikleri, yere doğru eğildi. Kocasının dilinden küllü kömbe yemeğini duyan genç kadın yedi yıl öncesinde yediği yemeğin tadını alır gibi oldu.

“Düğün evindeki telaş azalmıştı. Misafirler dağılmış, gelin odasına geçmişti. Gelinin kayınatası İhsan, akşam namazını camide kıldıktan sonra cami cemaatini velime yemeğine davet etmişti. Damadın annesi Çeşmi Naz, binbir zahmetle velime yemeği için küllü kömbe yapmış ve düğün sofrasını donatmıştı. Cami müezzini yemek sonunda davudi sesiyle yemek duasını sonrasında Bakara suresinin son iki ayetini okumuştu. Bu düğünün hayrlara vesile olması için dualar etmişti. Caminin cemaati kendilerine ait isteklerini de niyetlerine katarak yapılan dualara “amin” demişti. Aminlenmiş dualar, Hak katında kabul olması umuduyla azizleşmişti.”

“Anne, kekimiz kabarmış!” dedi saçları iki yandan uzun belikli küçük kız. Karısının söz almasına fırsat vermeden “Kızım sobaya yaklaşma, sıcaktır. Ben alırım.” dedi genç adam. “Ellerin yanmasın.” dedi genç kadın, elindeki nakışlı beyaz kumaşı beyine doğru uzatarak.

Merdiven girişindeki çardaktan gelen ayak seslerini işiten pembe elbiseli, beyaz çorabı yandan ponponlu küçük kız Amine Şuara, merakla kapıya koştu. Çocuksu bir edayla, kırmızı kiremitli tahta çardaklı köy evine bayram sabahı gelen misafirleri karşıladı. Annesiyle babası keki dilimleme telaşındayken oda kapısı açıldı.

“Bilin bakalım kim geldi?” diye sordu, saçlarının örgüsünde beyaz kurdele olan Amine Şuara.

Elinde nakışlı beyaz kumaş olmasına rağmen parmağının ucunu yine de sıcak tepsiye kaptıran Nureddin “Aaaaaa kimler gelmiş” dedi. “Ağabey, daha erken gelelim, Hüseyin de bayram namazına yetişsin istemiştim ama maalesef yetişemedik.” dedi Ebru.

“Hoş geldin, enişte. Neyse ki Cuma namazına yetiştin” dedi Nureddin, Hüseyin ile tokalaşarak. Yengemin hazırladığı kahvaltının üstüne denk geldiğimize göre kayınatamız da beni severmiş.” dedi Ebru, yengesi Şiir Naz’a sarılarak.

ŞİMDİ / Teyfik KARADAŞ


Bir ip ile iki tomruk sürürdüm

Kar yağarsa damı yalnız kürürdüm

Yorulmadan köyden köye yürürdüm

Şimdi merdivenden inemez oldum

 

At üstünde yaylalara göçerdim

Tas içinde soğuk ayran içerdim

Ekinleri tırpan ile biçerdim

Şimdi bir elmayı dilemez oldum

 

Dolaşırdım dağda kırda bayırda

Zenginlerle yarışırdım hayırda

Senelerce güreş tuttum çayırda

Şimdi bir çocuğu yıkamaz oldum

 

Döşek yoktu topraklarda yatardım

Nehirde elimle balık tutardım

Harmandan dirgenle deste atardım

Şimdi bir çatalı tutamaz oldum

 

Keklik için kurdururdum tuzağı

Yün ip ile ördürürdüm kazağı

Kar üstünde kaydırırdım kızağı

Şimdi arabaya binemez oldum

 

Teyfikiyem şiir söyler coşardım

Programdan programa koşardım

Gençliğimde biraz hızlı yaşardım

Şimdi meskenimden çıkamaz oldum

 

16/01/2021-Kahramanmaraş

 

KALP / Mustafa Alper Taş


yaşamakla günün arasında
hızlı bir silah gibi
çelik hevesi
sesinin
düşer bulutlarına
 
başka kelimeler de bulmalı
çağırmalı akşamın telaşını
gömüldüğü bütün
kalplerden

ötede 
bir kız sevmekte yeşilliğini karnının
kapının eşiğinde göğsüyle oynayan bir güvercin
habersiz ve ansızın dönerek seslerin yöneldiği yere
kırmızı şapkasıyla bir adam ve kollarında herkesin bir gölgesi
ah merdivenlerden başka
serinleyecek
yerimiz yok
 
öyleyse gitmekte bir hakkı var
kımıltısız gözleriyle bizi süzen kedilerin
ve denizin içinde boydan boya
bir akşam ölüsü 
izler gemiler
 
herşeyin içinde kalbin
en sıcak hatıramız

BAŞKA İMİŞ / Davut UYSAL


nazar yakar derin derin
sıralı ümit gelir çatar
gözün iptir bakan ar
âh ü enin selin selin

batar çıkar yelin yelin
sende işve sende nar
kadın ağzın çıkan kar
duyan ağlar için için

hasret vurur çetin çetin
sen gelipte beni onar
düşün gelir durur ağar
kokun sürer izin izin

seni sezdim demin demin
adın yeldir işin har
istemem senden ahar
seni gezdim dizin dizin

içerime değin değin
elin kolun etme akar
sevdim seni dağ aşar
bilir seni gelin gelin

bakma yar hazin hazin
kimi bahar kimi buhar
adın diyar halin bekar
yerim afşin özüm cibin

RÜZGÂR / Resul BAYRAKTAR


Mesken tuttun, yollarımı
Gözyaşımı, silen rüzgâr
Sarıp sarıp, kollarımı
Dertlerimi, bilen rüzgâr

Dağlayarak, sol yanımı
Savurup da, al canımı
Rüyalarda, her anımı
Esip esip, bölen rüzgâr

Gökyüzünde, gezer durur
Hasret kokup, tozar durur
İlmek ilmek, çözer durur
Serin serin, gelen rüzgâr

Karlı dağlar, aşansın sen
Deli dolu, taşansın sen
Hiç durmadan, koşansın sen
İçli içli, çalan rüzgâr


08.01.2022 02:16

MUTLU BULUT / Enver ÇAPAR


Küçük bulut sen ne kadar şanslısın,

Âlemin efendisine gölge olmuşsun.

Sende saklı bir sır mıdır?

 O’(s.a.v)nun gül kokan çocukluğu?

En güzeli gördün, sen ne bahtiyarsın.

 

Söylesene bize,

Hangi oyunları oynardı arkadaşlarıyla.

Koyun otlatırken dağlarda ovalarda.

Gölgesi düşmezmiş toprağa.

Güneşin gözü kamaşırmış nurundan.

 

Gökyüzünde gülen bulut,

Hep seni arar gözümüz.

O’na hasret gönlümüz

Salâvat getirince nice,

Bir ferahlık gelir içimize.

 

Gölge oldun başına, baş tacısın sen bize.

Güneş kıskanmıştır seni.

Güzel bulut mutlu bulut,

Ayağımız çabuk kayar,

Sen bizi hep gölgende tut.

 

O yürürse yürür O durursa dururdun

Gökyüzüne asılmış

Küçük beyaz bir güldün

Bize selam getir O’ndan

Selam götür O’na bizden

 

Hasret göz yaşlarınla ıslattın mı ?

O mübarek saçlarını?

Gül kokusu kaplayınca etrafı

Geçti mi kendinden seher yeli

Güzel bulut, minik bulut…

 

Kanat ol mavi rüyamıza,

Dalalım nur denizine.

Beyaz bulut güzel bulut

Dünya yine çok karanlık

Biz düşeriz, elimizden sen tut.

 

 

ŞİİRİN YAZGISI / Hidayet BAĞCI


Rüzgârların kolları sallıyor,

Uykuya durmuş elma çiçeğini…

Bense dünyanın bir köşesinde

Şiire düşmüş,

Bir damla mürekkep içindeyim…

 

Elma çiçeğinin makamında, şimdi rüyalar…

Her biri rengârenk,

Hepsi de yeni mevsimleri düşlüyor…

Bense cümlelerin bir köşesinde,

Bir kelime içindeyim…

 

Elma çiçeğinin neşesinde

Meyveye durdu her bir ağaç.

Şimdi mevsim ilkbaharı da geçti.

Bense şiirin bir köşesinde

Bir mısra olup,

Diline düşmeyi bekliyorum…

 

 

OKURGEZER MİSİN?/Hidayet BAĞCI


Bir kitabı satın alacağımız vakit öncelikle görsel olarak kapak tasarımına bakarız. Eğer ki kitabın kapağındaki tasarım ilgilinizi çekmemişse kitabı rafa geri bırakırsınız. Oysa arka kapağında “Bu kitap gerçek bir okuryazar olmak isteyen gençler için yazıldı. Modanın uzağında, tarihin ışığında, pratik öneriler ve ödevlerle okuryazarlık kültürünü yeniden inşa etmek isteyenler için…” cümlesi vardır. Rafa bıraktığınız kitabı satın aldığınızda şu an 3. baskısında okunmaya devam ettiğini fark edersiniz. Eğer kitabın kapağını açıp okumaya başlarsanız 1988 yılında Kahramanmaraş’ta doğan Mehmet Raşit Küçükkürtül’ün kısa özgeçmişini okursunuz. Bir diğer sayfada kitapla ilgili Mustafa Yıldız’a ait önsözden sonra başlar içsel hesaplaşmanız.

“Okuryazar mısın, Uyurgezer mi?

Küçükkürtül’e göre kitap okumaya başlarken niyet edilir. Aslında niyet, kitabı satın alacağımız anda başlıyor. Niyetiniz kitaplığınızda değerli bir isme yer vermek ise ne kitabın tasarımı dikkatinizi çekecek ne de baskısının yeni olması. Yeni baskılardan ziyade eski baskılara önem veren bir okurgezerseniz Küçükkürtül’ün dediği “Kendine ait bir kitaplık, aslında kendine ait bir dünya, bir zihin kurmanın en önemli unsurlarından biridir.” gibi bir haldesinizdir.

Kitabı odanızın bir köşesinde sesli sesli okumaya başladıysanız Küçükkürtül’ün “Kitabı sessiz okumak, kendi kendine yorum yapmanın kapısını açar.” cümlesiyle kendinize gelirsiniz. O anda refleksi olarak sesiniz fısıltılı bir şekle bürünür. Sanki yazar size bir şeyleri ihtar etmiştir. Küçükkürtül der ki: “Okuryazarlıktan maksat bir hedef doğrultusunda bilgilenmek, kıyas yapmak, hesap yapmak, okuma ve yazma becerilerini göstermektir.” Bu cümleler ışığında kitabın yarısından sonrasını sessiz ve sindire sindire okumaya devam edersiniz. Aslında bu kitap, okumaya yeni başlayanlara rehber olacak , tabiri caizse kitap kurdu olan kişilere de yön verecek türdedir.

Öncelikle bu kitabı akıcı bir şekilde okuyacağımı düşünmüyordum.İtiraf etmeliyim; Küçükkürtül’ün hayatından ve babaannesinden derlediği bölümler kitabın sayfalarına değer üstüne değer katmış. Aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’den yola çıkarak kitap okuma alışkanlığımızı kesiştirmesiyle birlikte rutin bir şekilde günlük tutma, not tutma gibi aktivitelerinin de hayatımızda önemli bir yere sahip olduğunu vurgulaması bu kitaba olan saygımı arttırdı. Bu kitabı Küçükkürtül’ün deneme tadındaki üçüncü bölümde bahsettiği konulara önem vererek okuyup bitirdiğinizde yapacağınız ilk iş, kendinize çizgisiz sarı yapraklı bir defter ve mavi mürekkepli bir kalem almak olacaktır. Eğer böyle bir alışkanlığı yıllar önce yapmış ve şimdi yapmıyorsanız kaldığınız yerden yeni bir sayfaya yeni bir tarihi not düşerek başlayabilirsiniz. Bu bir hatırlatmadır.  

“Okumanın da hayatımızda yer etmesi için bir sosyal çevre gerekir.”  diyen Küçükkürtül kütüphanelerin de bu hedefle açıldığını “Kütüphaneye gitmek demek biraz da kütüphanenin kurulması için çalışmak demektir.” cümlesiyle belirtir. Değerli kitaplar kadar kütüphanelerin de okuyan, araştıran ve düşünen insanlara ihtiyacı var.

İyi kitaplara, iyi okurlara ve iyi yazarlara denk gelmek duasıyla.

 

SEN BEN, DAĞ DENİZ / Davut UYSAL


ben senin pazardan tutup götürdüğünü

aynı yerinden tutup evime götürmedim

kesmedim limonu, senin kıydığın yerden

senin kullandığın bıçağı masata sürmedim


benim evimde sendeki sofra takımı gezmez

elinde ağulanan bardağı ağzıma değmedim

benim evin rafındaki şişelere isim konmaz

içmedim sen gibi amma sarhoşluğu bilirim


senin dudağında gevişe benzeyen türküyü

ben sen gibi saza vurup sazı ürkütmedim

aşkı meşke kataraktan talan edip düğünü

gece yarıları çıkıp kaldırım taşı ezmedim

KOPARILDIM DALIMDAN/Hasan BAZI


-Kendimi kaptırdığım rüzgârla ne sorunum vardı ki
bunu yazmaya giriştim?-


Zikrin cezbesine kapılan bir meczup edasıyla niyet ettim başına vardığım hayatıma. Giremediğim gönülden bir hınçla atıldım. Bütün masumluğumla büründüğüm dalımdan koparıldım. Sözünü bilmediğim ezgiden ayrı kaldım. “Neyse” den sonraki durağımın “keşke” olmaması için elimden geleni yaptım. Her gün su içtiğim ırmağıma zehir kattılar. "Doldur da ver içem zehri" mısraının etkisiyle kana kana içtim zehri ırmağımdan.. Korkumun yenilmediği meydanlarda yarım kaldı yüzümün donukluğu. Kırmızıçizgili bir deftere yazdım yarım kalan yüzümün donukluğunu. Hatta ellerimi çeneme koyup düşündüm de. Lakin bir yararını görmedim bugüne kadar fotoğraf karelerinden başka. Genç yaşıma rağmen ruhum sönükleşti, parlak aynalarda gözükmez oldu. Yazdığım soğuk yüzümün donukluğu haykıramadı gerçekliğimi.

Gözlerimin önü ağulandı, yarım kaldı sessizliğim insanların bağrıştığı sahrada. En nihayetinde hiçbir şeyin olduğu sahra idi sesimin yankılandığı yer. Barınamadığım sahra idi, olağanüstü güzelliğine ayıkamadığım da. Deryasında kaybolduğum, yolumu bulamadığım yerdi sahra. Havasını kimsenin bilmediği, yağmurlarının gönül incittiği, güneşinin yürek yaktığı; herkesin girdiği fakat pek nadir kimselerin çıktığı yerdi sahra. Kimselerin eremediği sırrını fâş eylemek ölümden beterdi. O erişilmezliğiyle güzeldi. Künhüne vakıf olamadığım yenilgilerden yapılma kelimeler beni düşüncemden vurdu. Karşı koyamadığım bir çehre benliğimi tarumar etti. Saadet dolu günlerde yarım kaldı düşüm, can verdi bakışların kıyısında. Vehmimden yüce sesler yankılandı sönükleşen ruhumda. Bulduğumun karşılığında hiçbir şeyim yoktu. Deli divane denilen gözlerdeydi bulduğum şey. Korkusuzca söylenen cesametli sözlerin arkasındaydı aradığım.

Dönüp dolaşıp başına vardığım hayatımın cezbesine kanmadan bir rüzgâr esintisine koptum dalımdan. Irmağımdan suyumu kana kana içemedim. Ayılamadığım sahrada yolumu yitirdim. Her günü binlerce ömre bedel bu yer, ruhumun gözükmediği aynam. Ne kadar da yeniden baksam, her seferinde kendimi köhnemiş buldum.



Menekşenin Ötesinde/Mustafa Alper Taş

 

bu sevgi
bir akşam kazandı
elleri çabucak soğuk
koşuları tedbirsiz
çocuklar oldu
bahçesinde
 
bak yeşil bir gemiyle bölüyorlar denizi
kıvrılıyor karanfilin acısı dudağında
 
sonra ferah uykularında
sabahı getiren
yakınmaları
ateşten inen
bir ekmek gibi
aldılar içeri
 
gittikçe yakında
inanmak yağmurun sevdiklerine
  

dilek

sevmeyi bir tuzak gibi
bırakıyor ağaçlarından
dalınmış ve kırılmış
bahçeler

seni de yalnız rüyalarında
güldürdüğün
nar çiçekleri
hatırlar

dünya gittikçe durgun
çeşmeler biz vardıkça uykusuz

gecedir
yaşamakta usta
bir yay gibi gerdin
kenarlarını
şehrin

daha uyanmaktan uzak
göz pınarlarımız


dara

içinde kanayan
nehir de düştü
aramızda kalan
bir akşam

kan gibi
gölgesi yüzünün ellerinde
kımıldayan perdedir
anne

öyleyse
sevmenin darası
şu günler

 


Sıla ve Apartman / Fazlı Bayram


çağlayan kalbin kısrakları bu gece

yoğurdu göz yaşlarıyla dağı

suya aldandım

 

kıpır kıpır elmasların kesici yanıyla

en uzak yanımla ben

yola aldandım

 

sırma dallar eşkalinden geçmeden

içmeden daha bir yudum

sana düştüm

alın yazın bu

 

kopunca kanadı handa yorulunca savaşçı

gök yüzü gülümserken tam tersine

ölürüm sandım

ürkek ve cesur

korkak ve atılgan

ya da çapraz bir kana düştüm

kalkınca pazara gelmem bu sefer

alana da satana da gelmem

 

işte canım ister yak

ister bildiğin gibi kül eyle

 

BU ŞİİRDE KARARSIZ BİR ADAM VAR/ Samet YURTTAŞ


Bir terzinin önünden geçiyorum

Diş izleri kalıyor paçamda

Çamaşır ipinden sağanaklar boşalır

Boşalır

Kırk beş numara ayaklarıma

 

Kanunların boşluğundan

Kamburuna bakıyorum bulutların

Avuçlarımda topladım

Saçaklardan damlayan

Kül rengi yalnızlığını

Çatıların

 

Demirden kanatları vardı kuşların

Noterlerin değerli kağıtları

Beni beklemektedir

Cüretkar bir yanı tren garlarının

Grev

Kasıklarında yolcuların

 

Şehrin gövdesi kabarırdı

Mevsimlerin alfabetik geçişinde

Benim sığınaklarımdan

Kararsız bir adam geçerdi

Z harfinden A harfine

 


Manzum Ruznâme Yahut Hastane Günlükleri/ Ferhat ALTUN

Alaaddin’e


22 Cemaziyelevvel 1443

Ağlamanın

Gayr-i ihtiyari bir hâl olduğunu öğrendim bugün

Bir şehrin düşüşünü görür gibi gördüm

Bir babanın düşüşünü

Ve mekânın tayyını gördüm

Mekân değişti

Acı hep aynı

İbrahim ateşten kurtuldu

Gitti ve dönmedi

İnsan hep eski

 

23 Cemaziyelevvel 1443

24 Cemaziyelevvel 1443

25 Cemaziyelevvel 1443

Tam üç gün geçti

Üç gün

konuşmadım

uyumadım

ağladım

Su yükselmedi

 

26 Cemaziyelevvel 1443

Bugün yine morgu izliyorum

Morgu değil

Sanki kendi gözlerimi izliyorum

 

27 Cemaziyelevvel 1443

az önce genç bir cenaze çıktı gözlerimden

saçımda beyaz bir ölüm belirdi

 

28 Cemaziyelevvel 1443

Gideceğim bu şehirden

Çocukları çiçeklerle konuşanların şehrine

 

29 Cemaziyelevvel 1443

Saçıma ak düştü

Bahtıma kara

Buzlukta ölü yok

Bu nasıl iştir?

(Bu manzûmede her şey, her şeye zarar vermiştir fakat gavur takvimine yer verilmemiştir.)

 

 

TEFEÜL SAATLERİ /Hidayet BAĞCI

 -6-

“Ekmek nimetti, tuz nimetti, su nimetti ve bahçedeki ağaçların yaprakları arasında yavrusunu gagasıyla besleyen serçenin sesinin de birer nimet olduğunu bu köy evinde öğrenmişti.

Hayat, bir nimetti.”

Nimetin nimet olduğunu bilmek ancak iyi insanlara denk gelmekle mümkündür. İyi insanların sahip olduğu zarif ve adaletli düşünceler onların davranışlarına nasıl sirayet eder? Bunu ancak iyi insanlara denk gelen nimetkâr insanlar bilir. Şiir Naz bu zamana kadar tanıdığı bütün kişileri bu düşüncelerle kendi eleğinden geçirdi. Heyhat, düşünce eleğinin üstünde elene elene bir kaç kişi kalmıştı. Sanırım onlar da bu köy evindeki Nureddin’in ailesiydi. Bir kuşluk vaktinde toprağa dokunan yağmur kokusunu kuşlara, ağaçlara ve kainâta ifşa ederken bir damla suyla değişen sadece toprak değildi. Bu köy evine geleli iki gün olmuştu ve yarın bu kiremit çatılı tahta evde Şiir Naz’ın düğünü olacaktı. Nureddin’in annesine ana, babasına baba diyecekti. Genç kız da yavaş yavaş değişmeye başlamıştı.

Genç kız sabahın güzelliği olan seher vaktine uyandığında odanın tahta tavanını seyre dalmış, son iki yılda olan biteni düşünüyordu. O anda kulaklarına bir türkü sesi geldi. Bu, Nureddin’in sevdiği türkülerden “Deniz üstü köpürür” türküsüydü. Radyo sesi mutfaktan geliyordu. Onun sözlerini sanki Nureddin kendine hitaben söylüyormuş gibi gülümseyerek dinlemeye başladı. Diğer taraftan sıcak yatağından yavaşça gerinip doğrularak: “Sanırım Nureddin de uyandı. Ben de hazırlanayım. Sabah sofrasını kurmak için Çeşmi Naz anaya yardım edeyim. Bu kadar uyuduğum için Nureddin söylenmiştir.” dedi kendi kendine gülümseyerek.

Hazırlanıp yalın ayak misafir odasından mutfağa doğru yürümeye başlayan genç kıza yumuşak tonda bir ses sahip çıktı: “Gızım ayağına çorap giymemişsin. Senin için misafir odası kapısının kenarına patik bırakmıştım. Buraların sabah serinliği insanın kemiklerine işler, alışık değilsin.” dedi yaşlı kadın. Mutfakta şömine ateşine nefesiyle har vermeye çalışan Nureddin, annesinin sesine gülümser bir edayla eşlik etti: “Zamanla Şiir Naz da alışır ana.”

Yaşlı kadın misafir oda kapısının kenarındaki kırmızı çiçekli krem tondaki patiği genç kıza uzattı. “Bu akşam kına gecen olacak. Üşütmeyesin gızım. Buraların çam kokusu insanın ciğerlerine işler lakin soğuğu kemiklerini çürütür.” dedi.

Genç kız eline verilen patiğe baktığında ona yapılan emeği gördü. İpliğin renkerinden ziyade onu işleyenin hayallerinin neler olabileceğini düşündü kendince. Mutfak kapısının sütununa boylu boyunca yaslanıp sevdiği kıza aşk dolu bakışlarla gülümseyen Nureddinle göz göze geldi. Sanki genç kızın kalbindeki sese dil olmuş gibi “Benim annem bir melek, anladım Şiir Naz. Bu kadar söze ne hâcet.” dedi, genç delikanlı gülümseyrek. Nureddin genç kızın duygulandığının farkındaydı.Gözleri buğulanmış bir şekilde Nureddin’in gözbebeklerine bakarak söylenen genç kız.

-“Sen beni ağlatmaya niyetlisin sanırım Nureddin. Çeşmi Naz ana, ona bir şeyler söyle de bir zahmet mutfaktan çıksın.” dedi genç kız.

-“Yok gızım, oğlum sana hayatın boyunca hep yardım etsin. Sen sofrayı kurarsın o da şöminenin ateşini yakıp çayı demlesin.” dedi yaşlı kadın gülümseyerek.

-“Ekmeğin hamurunu da ben yapayım mı, ne dersin ana” dedi genç delikanlı gülerek.

-“Şimdilik hayır. İki gün sonra gınalı elleriyle gelinim ekmeği yapar sen de ateşi yakıp pişirirsin merak etme oğlum.” dedi yaşlı kadın.

Tahta pencerenin camını kırbaçlayan yağmur damlaları cam üzerinde birer gözyaşı gibi süzülürken odadaki radyodan Dilek Türkan’ın sesi “Nihayet karşımdasın” şarkısını söylüyordu. Şiir Naz Amine Şuarâ’nın sesiyle kendine geldi.

-“Anne, babam geldi.”


-7-


“Bana kollarını uzatsan biraz, sana kul olurum, seven ne yapmaz?

Gel, öldür, bu ömür böyle tükensin, sana bin can feda, seven ne yapmaz?”

Odadaki radyodan gelen bu şarkı sözlerine karşı kayıtsız kalamayan Şiir Naz’ın kalbi biraz da olsa yumuşamıştı. Sahi kalbe dokunmadan insandaki her hali değiştiren neydi? Elindeki hamuru yoğururken gördüğü hayalden belki de az önce dinlediği şarkının sözlerinden olsa gerek, kadının bakışları yağmurda ıslanan Nureddinin bakışlarına bir rahmet edasıyla aktı.

“Ellerine sağlık Şiir Naz, hamuru hazırlamışsın.”

“Sağolasın Nureddin, sen de hoş geldin. Elim hamur, kızım babana havuluyu ver ve babanın elindeki poşetleri al istersen”. Nureddin, kızının poşetleri almasına gerek duymadan elindekileri divanın yanına bırakarak “Bilin bakalım size ne aldım.” dedi saçlarını havluyla kurularken. Amine Şuarâ hemen tatlı bir merakla poşetlerin içini karıştırdı ve “Portakal, elma ve bir de paket.”diyerek tek tek sıraladı.

“Hayrdır inşallah, getir bakalım kızım o paketteki nedir?” dedi kadın.

Kına paketini görünce duygularına hakim olamayan Şiir Naz, birden heyecanlandı. Nureddin, hanımının tepkisini göz ucuyla izledi. Kadın, kına paketini eline aldı ve burnunun ucuna değdirerek pakete sinen kına kokusunu ciğerlerine çekti.

“Güneş tepeden aşmadan evvel Nureddin’in babası İhsan, kına gecesinde kıyılacak olan imam nikâhının hazırlıklarını yapmıştı. Şahitler ve nikâhı kıyacak olan caminin müezzini hali hazırda bekliyordu. Resmi nikâh daha evvel kıyıldığı için imam nikâhı son güne bırakılmıştı. Çeşm-i Naz, gelin süsleme görevini kızı Ebru’ya vermişti. O da abisinin heyecanına yoldaştı. Nureddin’deki heyecan şöminenin içinde çıtırdayıp yanan odunların alevinden daha canlı ve parlaktı.

İmam nikâhının düğün gecesinden evvel kıyılmasına rıza göstermeyen Şiir Naz, Çeşm-i Naz ve Ebru’nun ikna çabaları neticesinde nikâhın kına gecesi kıyılmasını kabul etmişti. Çünkü kına gecesi gelinin ellerine yakılan kınayı ertesi günün seher vaktinde damat yıkayacaktı. Bu üzerinde düşünülmesi gereken hassas bir durumdu. Bu sebeple her iki ailenin de rızasıyla imam nikâhının kına gecesinde kıyılmasına karar verilmişti. Şiir Naz’ın Edirne’den gelen ailesi böyle gelenek ve göreneklere yabancı da olsa kızı ve damadının mutluluğuna gölge düşmesini istemiyorlardı. Bu sebeple her şeyin dört dörtlük olmasından ziyade düğünün iki gencin rızası doğrultusunda olmasına özen gösteriyorlardı. Her iki ailenin karşısında yıllarını harcayan iki güzel ömür vardı ve bu ömür güzel bir düğünle teklenecekti.

“Kınamı yoğurdular hamur ettiler anam. Gözlerimin yaşını yağmur ettiler anam” türküsü eşliğinde gecenin karanlığı toprağa inen yağmurla aydınlanıyordu.”

Nureddin, Şiir Naz’ın gözlerine bakarak;

“Şiir Naz, elimde olsaydı seni kırdığım o zamanı, sobaya attığın o kâğıt parçası gibi tek tek yakardım. Söylenen sözlerin telafisi olur mu bilemem ama bu gece ellerini bu köy evinde ben kınalamak isterim.”

“Bana kollarını uzatsan biraz, sana kul olurum, seven ne yapmaz?

Gel, öldür, bu ömür böyle tükensin, sana bin can feda, seven ne yapmaz?”




- 8-

“Şiir Naz, bazen unutmak şifa gibi gelir kalbe ve akla. Unuttuğumuzu sandığımız birçok söz ya da olay aslında kendimize yaptığımız bir teselliden ibarettir. Unuttuk mu sence? Bence hayır. Unuttuğumuzu sandığımız o şey aslında tahtaya çakılan bir çivi gibidir. Çiviyi söksen de izi kalır. Unutmadık ama gel bu gece şifa niyetine unutalım, unutmak istediklerimizi. Hem yarın da bayram. Bak kınayı da ben yoğurdum, ellerini ver bana.” diyerek Nureddin hanımının ellerini avuçlarının arasına aldı. Şiir Naz, eşinin kınayı vurması için yavaşça avuçlarını açtı.

“Bu parmaklar neyi ifade eder bilir misin, ya bu avucun?” diyerek, Nureddin türkü söylemeye başladı.

“Sen bir aysın ben kara gece. Gel derim gel derim gel derim.

Bu can senin sersebil ettim. Al derim al derim al derim.

Sorsan bağın yaresini de Gül derim gül derim gül derim

Şerbet diye zehirde versen bal derim.”

Türküyü söyledikten sonra Şiir Naz’a “Kına nasıl vurulur? Tarif et bakalım.” diye soran Nureddin bir diğer yandan da göz ucuyla hanımının gözlerine baktı. Kadın biraz heyecanlıydı yanakları al al oldu bir anda ve başladı konuşmaya:

“ Öncelikle yoğurduğun kına çok sert olmuş, su katarak biraz yumuşatabilirsin. Çeşmi Naz anam “Evinde her ne yaparsan yap, una da aşa da su katacaksan suyu ölçülü kullan. Fazla una su katarsan misal, hamurun cıvık olur, suyunu az kullanırsan taş gibi sertleşir. Hamuru yoğururken ellerin bu sertlikten kızarır” derdi. Kömbe hamurunu biz onunla öyle yoğurduk. Tabi bu kınayı yalnız başına sen yoğurmuşsun.” dedi kadın içinden gülümseyerek.

Başını öne eğdi genç adam ve elindeki kına tasına biraz su kattı. Başladı parmaklarıyla yavaş yavaş kınayı yoğurmaya.

“Babam da oyma yapacağı tahtaları güneşte iyice kuruturdu, tarhana kıvamında olsun isterdi. Tahta nemli olursa motifleri yapması zor olurdu. Sanırım su her yerde ölçülü olmalı. Sen anamın yaptığı ekmek kokusunu aldın bu kınada, bense hızarhanedeki babamın sorusuyla birleşen üğüntünün kokusunu duydum.

Biliyor musun? Rahmetli babam seni sevdiğimi söylediğim gün ceviz ağacından sana çeyiz sandığı yapmaya başladı “ Gelinim hangi motifi sever?” diye sordu bana. O an şaşırmıştım bu soruya. Babam aslında bu soruyla seni tanımak istiyordu, ben o anda sen olmuştum. Beğeneceğin motif hangisi olur diye düşünmüş ve motifler içerisinde en sade ama en güzel olanı seçmiştim.

Şimdi, yoğurduğum kına kıvamında oldu mu?” diye sordu genç adam.

Genç kadın, başını oldu der gibi yaptı. Genç adam “ Ben kına yakmasını bilmem tarif et bakalım, gelin hanım” dedi gülümseyerek.

“ En son kına gecesinde yakmışlardı ellerime kınayı. Çeşmi Naz anam hediye olarak avucumun içine altın bırakmıştı.” dedi genç kadın. “Şimdi anam yok, ben varım. Yeter mi?” dedi gülümseyerek genç adam. Kadın da kocasının gözlerine şefkatle baktı ve başladı anlatmaya:

“Öncelikle işaret parmağını suya batır, sonra da kına yakacağın parmağımı ısla. Fındık büyüklüğündeki kına tek bir parmağı kınalamak için yeterli. Ancak şöyle bir mesele vardır ki bilir misin?”

“Ne gibi?” dedi genç adam.

“Baş parmak annemizi ve babamızı temsil eder. İşaret parmağı kardeşlerimizi, orta parmak kendimizi, yüzük parmağı eşimizi ve serçe parmağımız çocuklarımızı ifade eder. Kına gecemde tüm bunları Ebru anlatmıştı” dedi genç kadın.

“Peki avucunun ortası neyi ifade eder, onu da söyledi mi Ebru?” diye sordu genç adam, gülümseyerek.

“Aşkımızı” dedi genç kadın.

SUYUN HUYU /Davut UYSAL








Ben bu mısrayı tutup göğe dökeli

Gönlüm suya düşürdü su sesini

 

Gönlüm suya benzerdi

Su tanırdı yüzümü

Gönlüm göklere erdi

Gök yıkardı yüzümü

 

Gök denizde elim kınardı suyu

Göl semada oldu hicap suyun huyu