OF YAYLASI/Hasan EJDERHA



Süleyman KILIÇBAY'a






Trabzon’un Of yaylalarından birinde kalabalık bir aile ortamı ve gençler horon tepiyorlar. Gençlerden birisi coşmuş. Asılmış kemençesine, horon tepen gençleri de coşturuyor. Söylediği türkünün her bölümünün sonunda “Aldum yâri koluma” demektedir ve bu iki kere tekrar edilmektedir.

"Aldum yâri koluma, Aldum yâri koluma."

Nenesi dayanamaz aşikâr bir şekilde bu ifadeyi herkesin orta yerinde tekrar tekrar söylemesine torununun.

Oğlum şurada deden vardur da! Sen ne yapaysun böyle? “aldum yâri koluma” diye. Deden de de mi utanmirsun?

Türküyü söyleyen genç:

"Nene türküde öyle diyor ben demeyrum."

Nenesi:


Uy başuma! Biz bu uşağı nasıl evlendireceğiz. Kendisi demiyor "aldum yari koluma" diye, türküde diyormuş...


DOKTOR BEY / Teyfik KARADAŞ


Vurulunca bir güzelin saçına
Kan karıştı gözlerimin yaşına
Teşhis koyup ilaç yazma boşuna
Benim yaram aşk yarası doktor bey

Endoskopi yapma temizdir içim
Canımı sıkmaktan çürüdü dişim
Söyleme kimseye duymasın eşim
Benim yaram aşk yarası doktor bey

Tansiyonum yüksek çıkar ölçtürme
Efor yapıp bana ömür biçtirme
Sual sorup dertlerimi deştirme
Benim yaram aşk yarası doktor bey

Film çekip de bende kusur arama
Hiçbir merhem derman olmaz yarama
İnsan için söylemesi zor ama
Benim yaram aşk yarası doktor bey

İğne vurup acıtma hiç canımı
Bir şey çıkmaz tahlil etme kanımı
Yaşamayan bilmez benim halımı
Benim yaram aşk yarası doktor bey

Baksın diye başka hekim getirme
Kanser deyip umudumu bitirme
Yeter artık ileriye götürme
Benim yaram aşk yarası doktor bey

Taburcu et beni burada yatırma
Serum takıp sıkıntımı artırma
Uzatıp süreyi şevkimi kırma
Benim yaram aşk yarası doktor bey

Teyfikiyem başım sığmaz emara
Bir hemşire giriş yaptı damara
Tespit etmez baktığınız kamera
Benim yaram aşk yarası doktor bey
Tıp ilminde yok çaresi doktor bey



düş yakası / fazlı bayram


o düştüğünde düşmüş
kalemim düşmüş
cadde kenarları
asfalt yol ortaları
bir de geride kalanlar

düşmüş meğer fark edememişim
tespih tanelerinin ortasından geçen esvaplar
eski sokakların çatısı yırtık evleri
ferhat’a yaptığım kalemlik hatta
düşmüş
o düştüğünde düşmüşüm ben de
serpilmiş sonra kainata zerrelerim
benliğim hayal
maceram düşmüş



HAZRET'İN ÇANTASI / Hasan Can BİTTİ

Saat öğleden sonra bire geliyordu. Yine bir telefon oyununa dadanmış, vaktimi para saçarcasına harcıyor iken birden gelen ileti irkilmeme sebep oldu. Zaten o an anlamalıydım Hazretin sırf beni, ya da nicelerini, yatağından koparabilmek adına bir işler çevireceğini. Efendim neymiş, Ayasofya'da kitap sohbeti varmış. Ee? Sonuna doğru gelin de çay içelim. Hani başkası dese, ağzına b.... babıcınan vur lakin Hazret bu, zemheride üstümüze alev topu falan düşer suphanallah... Yataktan kopmak için bu teklifi de fırsat bilip bir hışımla hazırlandım ve hemen yola koyuldum. Yol uzundu evet ama krizleri fırsata çevirip şiirler okuyordum yollarda:

     "Ay ceylan!
     Boynumda bir vebaldir çağın insanı,
     Kirlerinden oluşmuş zamanın lisanı."

 Sultanahmet'e geldiğimde ikindin vakti henüz girmişti. Firuz Ağa Camiinde namazımı eda edip Ayasofya’nın mescidisin geçerken bir yandan da etrafı seyre koyulmuştum. Burası hafta sonları çok kalabalıktır. Ondan dolayı polisler geniş önlem alırlar. Çevikler, siviller, yunuslar... Her yandalar. Hele bir de şu yeşil bereliler yok mu, şeytan diyo bırak Hukuk Fakültesini Polis Özel Harekâta git, daha olmadı subaylığa git, bunca yıl okudun da ne oldu? Senin elin kalem tutana kadar ülke elden gidecek... Ama adı üstünde işte, şeytan... Hem bizde nerde o yürek, mücahitlik bu, kolay mı o kadar? 

Düşüncelere dalmış yürüyorken Ayasofya'nın mescidine varmıştım. Bir süre sonra Ensar çıkmıştı mescitten. Yanıma gelip de hâl hatır sorduktan hemen sonra Ahmet ve Hazret belirmişlerdi karşımızda. Tabi her zamanki gibi kalabalık etrafı. Sonra bir ara sıyrıldı ve Ensar ile beni de grubun(un) içine dahil etti. Beraber adımlayıp bir çaycıya varmıştık ve orda bir müddet vakit geçirdikten sonra gruptan ayrıldık. Buradan sonraki ilk durağımız, Ahmet kardeşimizin açlığından ötürü, kuru fasulyeci olmuştu. Hep beraber yemeklerimizi yedikten sonra akşam namazı için Süleymaniye Camii'ne geçmiştik. Her toplanmamızda tecrübe ettiğimiz üzere, yine kahkahalardan bin bir zorlukla sıyrılıp sonunda namaza durabilmiştik. Namaz bitimi cami çıkışına yönelmişken bizim buralardan olmadığını gayet belli eden birini gözüme çarptı. Kıyamda ellerini bağlamadan, sesli biçimde okuyordu sureleri ve dahası oturduğu zaman da sol ayağını kırıp sağ ayağını ileri uzatarak oturuyor ve o şekilde de secdeye varıyordu. Ayağında bir rahatsızlık olduğundan ötürü o şekilde oturuyor gibi görünmüyordu. Secdede alnını koyduğu yerde ise ne olduğunu tam kestiremediğim bir cisim mevcuttu. Sonrasında öğrendim ki Hz. Hüseyin Efendimiz'in kabrinden alınma bir toprak parçasıymış o cisim (buralarda fikir dünyamızı kimin aydınlattığını söylememize gerek yok sanırım). Tahminen şii idi kendisi. Çok ama çok şaşırmıştım.

Cami çıkışı Lalezar'a geçmiştik. Hani şu upuzun güzelim bayrakların olduğu, türkülerin çalınıp nargilelerin tüttürüldüğü çay bahçesi. Zar zor bir yer bulup oturduk. Baktık hasbihal edemiyoruz, açtık bir siyaset konusu, o parti senin, şu parti benim derken birden yağmur bastırdı ve alelacele kalkmak zorunda kaldık. Bir yandan koşturup öte yandan nereye gitsek, nerede otursak diye tartışıyorken ilerde güzel bir mekân olduğunu ve tecrübe ettiği üzere de çok iyi "çikolatalarının" olduğunu buyurdu Hazret.

Resmen tatlıcıya götürüyordu bizleri.


Oysa Ahmet Ağabey duysa, ne derdi?

Yoksa gurbetteyiz, talebeyiz diye torpil mi geçilmişti bizlere?

Biz de can havliyle düşünmeye bile fırsatımız kalmadan kabul ettik ki zaten kendimizi mekânın önünde bulmuştuk. Nasıl bir vecd haliydi, nasıl bir tatlı açlığıydı ki bu memleketinde dahi evinin yolunu karıştıran, on defa geçtiği yolu on birinci defada bile bulamayan birisi o kadar karışık bir bölgede, hepsi birbirinin aynı olan mekânların içinden Süleymaniye Çikolatacısı'nı şıp diye buluyordu? Hani şair diyor ya, hah işte öyle:

  "Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var;
   Akıl için son tavır, saçlarını yolmak var." 

Mekâna kendimizi bir hışımla atıp üst kata doğru yönelmiştik. Fakat mekânın havasından mıdır, suyundan mıdır bilinmez, bir anda kimyası değişmişti bizimkilerin. Hele Hazret'i görseniz... Yıllardır modernlikle, sosyete kılıklılıkla, konformist bir yaşamın aşinası olmakla itham etmiş olduğu fakirin karşısında adeta bir "salon beyefendisi" kesilmişti. Hani bu gömleğin yakalarından içeri saten fular takar, bir de ayak ayak üstüne atıp da bilhassa kıyafetleriyle uyumlu olması için özenle seçilmiş piposunu tüttürürler ya, işte onlar gibi.

Şaşkınlığımı bir an evvel dile getirme güdüsü bir yana; yağmurdan dolayı ıslanması muhtemel kitaplarımı düşünürken çantamı Lalezarda unuttuğum gerçeğiyle yüzleşmiştim. Hazretin hırkasını kapmamla birlikte ( "bir lokma, bir hırka" güzel sözdeki o "hırka" bu "hırka" oluyor. Yahut " bir çay, bir hırka" mı demeliydik?) koşar adımlarla mekândan çıkıp lalezara yönelmiştim. Çantamı sağlam bulmuş olmanın mutluluğu ile birlikte mekâna geri gelmiştim ki, arkadaşların aralarında gayet hararetli biçimde bir şeylerin döndüğünü hissettim. Bana iki seçenekten söz ediyorlardı ama öylesine bir sunuma hazırlanıyorlardı ki, sanırsınız ülkece bir tehdit altındayız da savunma savaşı mı yapsak, taarruz mu etsek bunu istişare edecek gibiydiler. Sonra fark ettim, meğerse "sıcak çikolata mı istesek, yoksa bir porsiyon çikolata söyleyip yanında çay mı içsek" diye tartışıyorlarmış.

Ah Ahmet Ağabey, ah.

Görsen şu fakirin halini, vursan dizlerine de "Vayh edem" desen...

Mevzu bu şekilde sürüp giderken garson siparişleri almak için yanımıza gelmişti. Konunun muhtevasını tam olarak kavrayamamış olmalıyım ki: " bir çay ve bir sıcak çikolata alayım" dememle birlikte bizim masada kahkaha tufanı kopmuştu. Tartışmanın neden bu kadar hararetli olduğunu o anda anlamıştım. Meğer ikisi de içecekmiş.

Kalkma zamanı gelmişti. Genelde bir yere oturulduğunda farklı veya acil durum olmadıkça çok zor kalkılır. Bundan ötürü zengin kalkışı yapmak âdettendir bizde.

Dışarı çıktığımızda yağmur hafiflemişti. Ensar'ı yolcu etmek üzere Vezneciler durağına doğru adımlıyorduk ki yine bir istişare konusu zuhur etmişti: Metroya mı binsek yoksa Eminönü'ne kadar yürüsek mi? Hazret Eminönü'ne yürümek konusunda on beş dakika kadar ısrarcı olmuştu. Bu havada yürümenin sonucunda envaı çeşit hastalığa tutulmamızın işten bile olmadığının altını defalarca kere çizmeme rağmen Hazreti ve Ahmet’imi bir türlü ikna edememiştim. Ensar'la ayrıldıktan sonra Süleymaniye'nin arka sokaklarından kol kola girip aşağı doğru adımlarken geleceğe dair, hani planlar demeyelim de hayaller kuruyorduk: Şöyle olsak, çocuklarımız böyle olsa, şu mesleği icra etsek... Dudaklarımızdan dökülen kelimeler yağmur damlalarına karışırken bir yandan da "ileride bugünleri yad edebilir miyiz acaba, kim bilir kimimiz nerde, ne yapıyor oluruz?" diye düşünmeden de edemiyordum. Bu sokakların, bu karanlığın öyle de pis bir huyu vardır zaten; insanı bulunduğu andan koparıp hayatına dair tahliller yapmaya iter...

Anılar, hayaller, geçmiş, gelecek derken sonunda Sirkeci'ye ulaşmıştık. Ne de çabuk bitmişti yol. Hangi ara yola çıkmış da hangi ara inmiştik Eminönü'ne. 
Şimdi gelgelelim kalemi elimize almamıza sebep olan, akıllara durgunluk veren ilginç hadiseye...  Kadıköy’e indikten sonra ayrılık vakti gelmesi sebebiyle vedalaşıp Maltepe'ye doğru yola revan olmuştum. Maltepe'de indikten sonra telefonuma gelen ileti ile birlikte şaşkınlık ve dehşet içerisinde: " nasıl yani?" diye yoğun bir sorgulama haline girdim.

Hazret, çantasını Süleymaniye Çikolatacısı’nda unutmuştu!

Soruların hepsi ardı arkasına sıralanıyor, yüzüm şekilden şekle giriyor, işin içindense bir türlü çıkamıyordum. Olayın şokundan sıyrıldıkça parçalar yavaş yavaş aklıma geliyordu. 

Acaba bizi o çikolatacıya götürmesinin sebebi de mi o çantaydı? 

Bir anda yağmurun bastırması, oraya alelacele gitmemiz, vecd halinde kendini kaybetmişçesine bir anda bizi oraya sokması bundan ötürü müydü yani? 

Evinin yolunu bulamayan birisiydi ama o.  

"Yok canım, o kadar da abartmayın, neticede basit bir çanta." dediğinizi duyar gibiyim. 

Dostlar, gönüldaşlar, dildaşlar... Bu Hazret ki, doğrularınızı yanlış, ıraklarınızı yakın eder; sizi ayak bileğinizden tuttuğu gibi ters çevirip yere mıhlar. Üstelik bunları da saat başı sarf ettiği iki kelimeden birini sizlere duyurmadan yapar. Hani sanmayın ki onca yol tepilmesine, onca saat geçmesine ve kıta değiştirilmesine rağmen o çanta orada amaçsızcasına unutuldu... Peki, neden? Ya dalgınlığına gelmiştir ya alelacele kalktık diye unutmuştur yahut bir cins-i latif gözlerini kamaştırmıştır da (!) ondan öyle olmuştur yani. Vereceği cevaplara aşina olmamızdan mütevellit, biz kendi cevaplarımızla amel ettik. Gelin, bu sorunun gerçek cevabını öğrenebilmek adına, yazımızı okumuş olan herkes bu soruyu Hazret'e yöneltsin. Yöneltsin, ki belki bir gün cevap alırız, düşünceler diner, akıllar tatmin olur.  



YAZIKLAR OLSUN / Teyfik KARADAŞ


Gönülden bağlıyım yüce kurana
Doğmadan kavuştum gerçek imana
Layık olamazsam Alparslan Hana
Doğduğum anaya yazıklar olsun

Bayraktar olmuşuz İslam dinine
Adalet götürdük küffar eline
Söven olur ise benim dinime
Ağzını kırmazsam yazıklar olsun

Aciz bir insanım çoktur kusurum
Hazreti Muhammet (sav) benim resulüm
Onun aşkı ile coşmazsa ruhum
Kalbime gönlüme yazıklar olsun

Aşığım ben bayrağımın rengine
Bu cihanda rastlamadım dengine
Taşırım başımda koymam engine
Yere düşürürsem yazıklar olsun

Ben bir kölesiyim güzel vatanın
Hakkı ödeşilmez şehit yatanın
Hain olup ülkemizi satanın
Boynunu vurmazsam yazıklar olsun

Mayam asil sağlam benim temelim
Hür doğmuşum hür yaşamak emelim
Kızıl elma mefkuresi hayalim
Engel olanlara yazıklar olsun

Döngelliyim dünya tanır köyümü
Teyfikiyem kabul etmem zulümü
Bu cennet vatan için göze ölümü
Almadıysam bana yazıklar olsun



GÜLEN YÜZ / Enver ÇAPAR

JBütün öğretmenlere

Üç yazılım etmedi yüz
Defterimde gülen yüz
Okul mevsimidir güz
Çizgim eğri sözüm düz

Ödev olsun bu sayfa
Kitabı koydum rafa
Şişti yine bu kafa
Bekliyor beni tayfa

Öğretmenim gül bize
Neşe kat dersimize
Elimdeki gül size
Muhtacız sevginize

Eğlenerek öğreniriz
Kibirliyi hiç sevmeyiz
Sevgimizi pay ederiz
Köşelerde pinekleriz.


VİSAL /Rıdvan TANIR


Ne kadar hamd etsem
Kâfi gelmez
İçimde çocuk sesleri
Anlatamam.

Geldim,
Hasretle beklediğim vuslata sonunda erdim
Dünya şimdi anlam buldu yüreğimde
Yıldızlar gözümde daha bir parlıyor
Rüzgâr huzur veriyor tenime

Nefes alıyorum artık huzurla
Ağlıyorum
Çünkü artık anlıyorum
Güller neden bu kadar güzel kokar

Duyuyorum artık kuşların cıvıltısını
Sözsüz kelimeleri
Yaşamanın çetrefilli girdabına düşeli
İlk kez huzur buluyorum

Bereketli bir çiçek açtı gönlümde
Hasretle yanan yüreğimde
Selam benden arta kalan küle
Selam daldaki bülbüle
Selam otuz yapraklı güle.



UMUT / Levent NERGİZ


Şimdi akşam gönlüme sızdırır karanlığını,
Kaçırdığım bilmem kaçıncı trenden,
El sallar,
Hüznün en kesif mekteplerinde
Izdırap derslerinde,
Acının en derininde
Çocukluğunun çiçeğini kararmış ellerden sakınırken
Bir başına mutsuzluk zindanlarına atılan,
Mühürsüz mektupların bile ulaşmadığı,
Soylu bakışların minicik kalpleri...

Zamanın büyüsünü
Ve yahut hüznün zamansızlığını,
Varoşların matemli sessizliği,
Kimsesizler yurdunun kapı önlerinde
Gökyüzünün şairlerine imrenen bir çocuk,
Ekmek arabasının ardı sıra yalınayak,
Umuda koşan bir yavru
Değiştirebilir mi?

Ey akşam vakti,
Kaçırdığım,
Kaçırılan tüm trenlerde,
Yazgısına sebat edenleri
Bir araya getirsene.

Gün görmemiş kaç kişi,
Gün yüzüne çıkmayan kaç acı 
Kaç kırık kalp, duraklardan topladığımız
Hüznün mekteplerinden mezun olamayan kaç kişi gerekiyor 
Kaç sitemli sövgü 
Kaç efkârlı beste

Hüzne zaman,
Zamana ömür,
Ömre hüzün gerekiyor/mu?



ZALİM FELEK / Teyfik KARADAŞ


Üş yaşında peltek ettin dilimi
On yerinden kırdın benim belimi                                         
On beşinde terk ettirdin elimi 
Zalim Felek söyle bana hatamı
Yeter artık bırak benim yakamı

Çoban ettin Keş Dağına gönderdin

Yere atıp topaç gibi dönderdin
Mutluluk istedim hep cefa verdin
Zalim Felek söyle bana hatamı
Yeter artık bırak benim yakamı

Sevdiğim güzeli benden ayırdın
Her yarışta rakibimi kayırdın
Öne geçsem bacağımdan sarıldın
Zalim Felek söyle bana hatamı
Yeter artık bırak benim yakamı

Ben makam beklerken rütbe söktürdün 
Ceza verip gözyaşımı döktürdün 
Yad ellerde bana boyun büktürdün 
Zalim Felek söyle bana hatamı 
Yeter artık bırak benim yakamı

Genç yaşımda ak düşürdün saçıma 
Akla gelmez dertler açtın başıma 
Ben pişirdim sen su kattın aşıma 
Zalim Felek söyle bana hatamı 
Yeter artık bırak benim yakamı

Teyfikiyem böyle imiş kaderim 
Ömür biter bitmez benim kederim 
Rabbim için her günümü severim 
Zalim Felek söyle bana hatamı 
Yeter artık bırak benim yakamı


BİR HAYAL UĞRUNA / Enver ÇAPAR

Hasan Ejderha’ya

Kendinden kaçamıyorsan
Kendinden geç
İsteme bizden nasihat
Düşte gördüğün sende hakikat

Dünyaya bakıp da geç
Gözlerin sende kalsın

Közün yoksa gönlünde
Işık vurmaz yoluna
Dünyayı çoğaltıp aşkı azaltma
Bir hayal uğruna yaşa
Yüke yufka yürekli gerek
Yağmuru küstürmeden
Rüzgâra yoldaş ol
Garibin heybesinde umut.

Gecenin sırrını yaz
Işısın kâğıdın yüzü 
Çölde iz aramak nafile
Göğe yazıldı ismi    

Kılıç kesmez sancağın
Gölgesinde devleşen
Dolu dizgin bir sefer
Kut getirsin dolunay.

Bu atlar taşıyamaz seni
Ölümü cebinden çıkaran süvari
Bir seher vakti, duyduğun ezan sesi
Kalbinin boyandığı rengi
Bildin mi Kızılelma’yı?



Dr. Timuçin ÇEVİKOĞLU’nun “BİR HAYALİN PEŞİNDE” KİTABI / Ferhat AĞCA

Dr. Timuçin Çevikoğlu tarafından kaleme alınan ve Edebiyat Ortamı Yayınlarından çıkan bu güzide kitap, Çevikoğlu Hocanın ömrünü adadığı kıymetli araştırmalarının sonucu ortaya çıkmış makalelerin derlenmiş hali. Ancak şunu özellikle belirtmek gerekir ki; kitapta, okuyucuyu sıkan akademik üslubun çok dışında, akıcı ve insanı içine alan, manevi sıcaklık barındıran bir dil hâkim. Belki anlatılan insanların güzelliğinden, belki de anlatıcının gönlünün güzelliğindendir bilinmez ama her yazıyı heyecan ve muhabbetle okuyorsunuz. Ayrıca kitabın yayınlanmasında Sadık Yalsızuçanlar ve Mehmet Ali Bulut’un emeklerinin olduğunu belirtmek ve şükranlarımızı sunmak gerekiyor. Kitap, tam anlamıyla kaybettiğimiz bir dünyaya açılan kapı, musikişinaslar ve musiki meraklıları için bir başucu kitabı.

Medeniyetimizin önemli sacayaklarından biri olan musikimizin, özellikle de son 300 yılda maruz kaldığı durumu okudukça “Dünya üzerinde bizim gibi medeniyet kurmuş ve başına bu denli hadise gelmiş başka bir millet var mı acaba?” sorusu aklınıza takılıyor. Çevikoğlu Hoca, müziğin önemini ise şu cümlelerle ifade ediyor: “Bir toplumun dinlediği müzik, o toplumun özelliklerini ve düzeyini bir ayna gibi yansıtır. Bu yalnız toplum için değil, birey içinde geçerlidir. İnsanlar nasıl bir müzik dinliyorsa ona paralel kitaplar okur, ona paralel olgulara ilgi duyar, öyle düşünür, öyle konuşur, öyle giyinir, öyle yiyip içer, öyle yaşarlar. O halde, Türk toplumunun yarın nasıl bir toplum olması gerektiğini ortaya koymalı, bu amaca ulaşmak için uygulanacak eğitim programlarında müziğe önemle yer vermeliyiz…”

“Klasik musikimizin neresindeyiz?” sorusuyla başlıyor kitap. Türk müziğinin bugünkü isimlendirme problemleri ve kasıtlı olarak yapılan sanat müziği, halk müziği gibi bazı ayrımlardan söz edilmesiyle Türk müziğinin askerî, dinî, folklorik ve klasik dallarıyla hepsinin ihtişamlı bir bütün olduğunu anlıyor ve yanlışımızı düzelterek başlıyoruz okumaya.
Cumhuriyet sonrası yakın tarihimizde Türk müziğinin yasaklandığını ve Türk müziğine karşı saplantılı ideolojik yaklaşımları, hayretler içinde üzüntüyle okuyoruz. Daha sonra Fethi Gemuhluoğlu ağabeyin işaret ettiği musikiyi, Necip Fazıl üstadın bestelenen şiirlerini, Bekir Sıtkı Sezgin gibi bir musiki üstadından, Neyzen Halil Can’a kadar gönül insanlarını zevkle okuyoruz. Özellikle Hüseyin Fahreddin Dede ve Bahariye Mevlevihanesinin hikâyesi, bütün maneviyatı ile sarıp sarmalıyor sizi ve adeta mevlevihânenin babüsselam kapısından içeri adım atıyorsunuz.

Kitapta, Sultan Veled adına kayıtlı güfteler ve besteler, Divâne Mehmet Çelebi’nin Mevlevi ayinlerinde yer alan beyitleri, niyaz ayinleri, Mustafa Cazım el-Mevlevi’nin Hicazkâr Ayin-i Şerifi, Haşim Bey’in yasaklanan Sûzinâk Ayin-i Şerifi gibi kıymetli eserlerimizin aslıyla ve günümüz haliyle basımı yer alıyor. Kitabın ebadı da bu eserleri icra etmek isteyen musikişinaslara kolaylık sağlayacak şekilde ortalama kitap boyutundan büyük olarak tasarlanmış.

Hasılı, Dr. Timuçin Çevikoğlu Hoca 40 yıldır bir hayalin peşinde. Bize düşen de bu hayalin peşinden koşmak, en azından bu hayal ile dertlenmek ve Çevikoğlu Hocanın duasına âmin demek.



KANADI KIRIK / Hasan EJDERHA

“Mahsun abi yürüyeyim de bir bak Allah aşkına, ben kanadı kırık gibi mi yürüyorum? Hem ben kuş muyum? Kuşların kanadı olur ve kırılır. Sen pilavcısın Mahsun abi buradan günde binlerce adam geçiyor, sen bakınca bilirsin abi, ben kanadı kırık gibi mi yürüyorum? Belki sırtımdaki torbayla yürürken yan yürüyebilirim abi. Ama bak torbayı bırakıp yürüyeyim eğri mi yürüyorum abi? Kanadı kırık gibi miyim? Aslında bu nenemin yüzünden oldu abi. Annemle babam kazada ölünce nenem bana hep “kanadı kırık yavrum” dedi. Ondan oldu abi. Nenem derse tabi ki herkes de “kanadı kırık” der. Benim adım Hakan abi. Kimse adımı bilmiyor be abi. Bir de şu torba yok mu? İnsanlar çöplere çok ekmek atıyorlar abi. Gerçi çok ekmek atarlarsa benim de işlerim açılıyor. İnsanlar atmasalar ben nereden ekmek toplayıp da satarım hayvancılara değil mi Mahsun abi? Bazen çuval çok ağır oluyor Mahsun abi karton da topluyorum. Belki de çuval ağır olunca kanadı kırık gibi yürüyorum. Ama çuvalı bırakınca yan yürümüyorum ki. Değil mi Mahsun abi? Bir de on yaşına geldin sen artık okula gidemezsin diyor çocuklar Mahsun abi. Memleketten nüfus kaydım bir gelsin bak nasıl gidiyorum okula. Ben okumasını da biliyorum; memlekette ikinci sınıfa geçmiştim Mahsun abi. Okula gerçek adımla kayıt yaparlar değil mi Mahsun abi? Okuldakiler ne bilsin bana kanadı kırık denildiğini. Gerçek adımla kayıt yapınca okulda herkes bana “Hakan” der değil mi Mahsun abi?”

-Oğlum Kanadı Kırık bir dur lan! Dur bir çocuğum, dur!

-Abi bak sen de Kanadı Kırık dedin gördün mü?

-Oğlum nolmuş lan kanadı kırık demişlerse. Benim adım Mahsun mu lan?  Mahsun mu benim adım?

-Değil mi abi? Bak burada “Pilavcı Mahsun” yazmıyor mu?

-Değil tabi oğlum. Osman benim adım. Mahsun kalmışız ki Mahsun demişler. Nedelim Mahsun dedilerse. Madem beni öyle anmak istiyorlar, madem bana Mahsun ismini yakıştırmışlar ne fark eder be Kanadı Kırık? Babama da “Yetim” derlerdi be oğlum; oysa adı Remzi’ydi. Çünkü dedem Yemen’e gidince doğmuş babam ve peşinen “Yetim” deyivermişler ve öyle de kalmış babamın adı. Kanadı Kırıksın ya çocuğum. Ne anan var ne baban. Nenen de öldü. Yapayalnız kalmadın mı şu koca İstanbul’da? İki kere kanadı kırıksın lan sen. Sana kol kanat olacak kimin var oğlum? Gel lan pilav koyayım da ye şöyle bol tavuklusundan. Ayranı ben yaptım ha lan Kanadı Kırık, istediğin kadar içebilirsin.



BEN BİR SUYUM / Teyfik KARADAŞ


Ben bir suyum, yer altında yaşarım.
Bazen kükrer, yer üstüne çıkarım.
Dağı, taşı, etrafımı yıkarım.
Susuz derelerde, sel olurum ben!

Bulut olur, gökyüzüne çıkarım.
Yağmur olur, yeryüzüne yağarım,
Nehir olur, denizlere dolarım.
Soğuk havalarda, kar olurum ben!

Bazen dağ başında, dertli pınarım.
En yakın dostuyum, ulu çınarın.
Can damarıyım, tüm canlıların.
Cansız kalanlara, can olurum ben!

Eve girer, musluklardan akarım.
Kirlenirsem, mazgalları tıkarım.
Enerjiyim; lambaları yakarım.
Karanlık geceye, nur olurum ben!

Sığ olan yerimde, insanlar yüzer.
Derin yerlerimde, balıklar gezer.
Kaynaktan içersen, tadım çok güzel.
Gemiye, sandala yol olurum ben!

Ben bir lütfuyum, Yüce Mevla’nın.
Üçte ikisiyim, yalan dünyanın.
İçinde olurum, pek çok rüyanın,
Sohbet meclisinde, çay olurum ben!

Yağmurum, doluyum bazen de karım.
Tüm işlerin temelinde, ben varım,
Kâinatı temizlerim, yıkarım.
Kurak tarlalarda, gül olurum ben!

Şair Teyfik beni, anlattı biraz.
Bunaltır dünyayı, bensiz geçen yaz.
Muhannet olmadım, hiç etmedim naz,
İsteyen herkese, yar olurum ben!



ILIK BİR SÖZ / Rıdvan TANIR




















Sessiz sessiz akıp giden ömre razılık var gibi
Oysa hayat, işmar eder uzaktan
Gösterir riyakâr yüzünü köşe başında
Sesi de hoş gelir kendi de
Uçsuz bucaksız düşlere daldırır
İnsanı indirir sonra tekrar kaldırır
Rüyalar gerçek olsa kim bilir
Kaç defadır ölmüştüm bu günlerde
Ve görmüştüm yağmurda kanat çırpışlarımı
Kapı eşiğinden gözetlediğim girdapları
Kızıp da yaktığım kitapları görmüştüm kaç defadır
Adı konmayan umutlara bel bağlamış gidiyorum şu sıralar
Çünkü evet, yani, tam olarak
Emsalsiz seviyorum henüz yaşamadıklarımı ve yaşatmadıklarımı
Mesela Bogota’da bir dilenci beni bekler yıllardır
Ona bir Kolombiya pesosu bırakmalıyım ölmeden önce
Dünyayı en az bir kere turlamalıyım
Bütün umutsuzluğumla umut olmalıyım

Bugün sabaha karşı ılık bir söz duydum düşümde
Ilık bir söz sabaha karşı düşümde hayallerimi baltaladı
İntihar girişiminde henüz bulunmadım fakat
Bir eksiklik var gibi, Azalarım yerinde mi?
Ben buradayım, o daha derinde mi?
Zifiri yüzlerin karartısına hiç kimse telif istemez
Beklemez kimse kara kaplı resimlerin sergisini
Günün kederli yolculuğu son buluyor artık
Fakat ben balkon keyfi yapan karıncadan daha keyifli değilim
Hüzünlerim olabildiğince katmerli bugün

Evet, o gemide bende vardım
Dünya haddinden fazla temizdi
Bitmeyecek olan ben değildim
Fakat gitmeyecek olan belliydi
Uzun soluklarla boğulmuş
Bir kaplumbağa kolonisi benim hayatım
Her şerrin üstesinden gelebilirim
Ama bu çocuksu yanım, uçurtmalar yaptırıyor bana
Çocukken bilmediğim oyunları büyünce öğrendim üstelik
Bu gündelik keşmekeşinde hayatın
Şimdi bütün şeffaflığıyla her şey önümde
Ve bende gidiyorum artık
Hem de doğum günümde.



***
ÂDEMİYET















Ey yürüyen ölüler susun!
Ve dinleyin!
Bir çığlık,
Bir feryat,
Bir enin,
Gök kubbeyi ağlatan
Siz gamsız, dil-mürde
Yine üç maymun sahnede
Sofrada gramofon sesi
Nerede insanlığın merkezi
Timsah gözyaşları
Merhamet paradoksu
Uzlete giden yol zalimleşmeye çıkamaz
Gem vurmayın
Haykırın kalplerini riyakâr yüzlerine
Hani o asabiyet-i islâmiye
Hiç değilse buğz edin
Nerede insanlık ritüelleri
Her hây insan olmaz, olamaz
Bir umman, bir duygu membağı
Koskoca ziyafette kuru soğana talim
Mahlukat’ ta yok böyle bir zalim
Güneşe siparişe ne hacet
Ah kara bulutlar olmasa.


***
FİLİZLENEN ÎSLÂM

Türkiye’de rejim değişikliği ile birlikte başlayan ve tek partili yıllarda doruk noktasına çıkan İslam dininin Türkiye özelinde yozlaştırma çalışmaları ve jakoben zihniyetin politikaları insanların yaşamlarına dini ve insani her türlü özgürlüklerine kısıtlama getirmiş ve insanlar yıllarca bu zor şartlar altında yaşamlarını sürdürmeye çalışmışlardır. O dönem yakılan, toplatılan, korku ve hüzünle toprağa gömülen kitaplar şimdi kökleri daha sağlam ve gür bir şekilde bu kadim coğrafya da filizlenmektedir.

Lakin bu duruma gelene kadar ki yaşatılan eziyetler çekilen ızdıraplar bir neslin “helak” olmasına ziyadesiyle yetmiştir. Üstad Nuri Pakdil’in "Ben uygarlığımızın yabancılaştırılma girişimleriyle yenen hakkımızı geri istiyorum"  sözünden hareketle, Baskılarla sindirilmiş, yıldırılmış bir neslin devamı olarak ayakları yere daha sağlam ve sert bir biçimde basan, donanımlı, akıllı, merhametli, adaletli bir biçimde İslam düşmanlarının, bu ülkeyi İslam’dan ayrı düşünenlerin İslam’dan ayrı görmek isteyenlerin karşısına en kavi şekilde dikilmek mecburiyetindeyiz ve onlardan üstadın da dediği gibi yenen hakkımızı geri almalıyız.

Türkiye; Afrika’dan, Arap yarımadasından, Orta Asya’dan, Uzak Doğu’dan ve Dünyanın herhangi bir noktasından bakacak olursanız Müslümanlar için her daim sığınılası bir liman, her daim bitmeyen tükenmeyen bir umut ışığı olmuştur. Her daim umut ışığı olmanın külfeti her an umudumuzu diri tutmaktır.

 Sezai Karakoç’un yıllardır haykırdığı çığlığa kulak vermeliyiz;

“Milletim! Çok büyük bir milletsin. Çok büyük bir ülken var, onun birçok parçasına el konulmuş. Öbür parçalarına da göz dikilmiş. Çok köklü bir tarihe sahipsin. Gerçek bir medeniyetsin. Hakikat medeniyetinin sahibisin onu yeniden ayağa kaldır. Diril ve dirilt! İnsanlık seni bekliyor.”

Bu çığlığa, bu feryada çok ama çok ehemmiyet göstermeliyiz. Üstadın da dediği gibi; çok büyük bir milletiz ve çok köklü bir tarihe sahibiz ve bunun getirdiği sorumlulukları her devrin nesli en iyi şekilde idrak etmek durumundadır.

Yine Sezai Karakoç üstadın;

“Düşüncede diriliş olmaksızın inançta diriliş gelişemez. İnançta diriliş olmaksızın da duyuşta, duyarlılıkta yani sanat ve edebiyatta diriliş başlayamaz.” Anadolu topraklarının mayasıyla yoğrulmuş olan her birey için bu söz bir öğüt olarak kulaklarına küpe olmalı ve yaşamlarında, tavır, tutum ve davranışlarında model alınmalıdır.

Peki; düşüncede ve inançta diriliş nasıl olmalıdır.

Düşüncede ayağa kalkmak; Müslüman olmanın verdiği sorumlukla bireyin kendi menfaatlerinden önce hatta kendi ihtiyacı olsa bile, başka bir muhtaç olan din kardeşinin müşkülünü giderme yetisini ve düşüncesini elde etme durumu ile hasıl olur.

İnançta ise;  “İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez / Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.” Sözünden hareketle doğru yanlış tetkiki yapmadan, dinin emir ve yasaklarına icabet ederek akli ve kalbi teslimiyeti tam manada uygulayarak diriliş sağlanacaktır.

 İslâmın bu coğrafyada gerçek manada tekrar filizlenmesi ve yeşerip bütün muhtaçları, zulme uğrayanları ve yüzünü Anadolu’ya dönüp bu coğrafyadan medet umanları ve yine bu coğrafyaya dair umudunu diri tutanları ve dahi bütün insanlığı şefkat, merhamet ve adaletle yeniden sarıp kucaklaması ancak bu şekilde mümkün olacaktır.
 
                                                                                                                                                 

***
HİLÂLİN GÖLGESİ
















Serden geçtik
Senden geçilmez

O yıldızına o hilâline
Yan bakanlar kalır mı haline

Ölmeyi şeref bilenler uğruna
Mahrem bastırır mı aziz yurduna

Bayrağındaki hilâlin gölgesi
Sarar aman dileyen her sesi

Sana sığınana hep kucak açtın
Dosta güven, düşmana korku saçtın

Merhamet bayrağın dalgalanır
Bütün cihan seni böyle tanır

Mazlumların o çarpan sinesi
Sensin hakkın merhamet vesilesi

Nedir bu düşkünlere verdiğin değer
Dünya ne yapardı olmasaydın eğer

Eller açılır hasretinle semâya
Girersin amîn denilen her duaya

Demir dişlileri bir gün elbet kıracaksın
Sonra mukaddes bir gül gibi açacaksın

Herkes hasret bir düşen yaprağına

Vuslat ne zaman bir bedenlik toprağına.

***
VİSAL












Ne kadar hamd etsem
Kâfi gelmez
İçimde çocuk sesleri
Anlatamam.

Geldim,
Hasretle beklediğim vuslata sonunda erdim
Dünya şimdi anlam buldu yüreğimde
Yıldızlar gözümde daha bir parlıyor
Rüzgâr huzur veriyor tenime

Nefes alıyorum artık huzurla
Ağlıyorum
Çünkü artık anlıyorum
Güller neden bu kadar güzel kokar

Duyuyorum artık kuşların cıvıltısını
Sözsüz kelimeleri
Yaşamanın çetrefilli girdabına düşeli
İlk kez huzur buluyorum

Bereketli bir çiçek açtı gönlümde
Hasretle yanan yüreğimde
Selam benden arta kalan küle
Selam daldaki bülbüle
Selam otuz yapraklı güle.
                    

***
AŞK VE İMAN









                                  


 İsmail Göktürk Hoca’ma





Çöldeki vaha gibi varlığınız
Karanlık girdaplarındaki gençliğin
Yolu, yönü, ışığısınız.

Anadolu gibi sıcak, samimi duruşunuz
Emsaldir görenlere
Kahramanısınız bir neslin
Asabiyetiniz İslam kokar bilenlere
İman savaşında.

Mukaddes ışık göğsünüzde
Yüzler, binler peşinizde
Vatandır, aşktır ve Allah’tır kelamınız
İmanlı nesildir en büyük meramınız
Hâlisâne kalbinizi herkes bilir
Allah sevdiğini bize de sevdirir.

Bir sözünüz binlere tesir eder
Muhabbetiniz binleri esir eder
On yıllardır
Aç ve susuzdur bu topraklar
Mukaddes bir söze
Mübarek bir yüze
Varlığınız su serper kor olmuş gönüllere
Hastalıklı kalplere ehil bir hekimsiniz
Unutturulmuş kimliğimizi bize siz öğrettiniz
Zaman çektiğiniz ıstıraplara direnir
Ve gün gelir
Bir nesil sizin bahçenizde yeşerir.