BAŞIBOZUK / Miraç DOĞANTEKİN










Geldi gönül ayinesi yarin eline düştü
Görünmedi özünde kir nadan diline düştü

Zaman ki pür ü paklıktı keşkeden bir bataklıktı
Gönüldeki iman çıktı isyanın seline düştü

İmlayı yitirdi dilim sözle kayboldu ilim
Yaşamak kimdi ölüm kim aşık ehline düştü

 

Olmakla Eylem Arasında İki / Fazlı Bayram










sonra

kimine yol

kimine yine ol düştü

ben ağzıma düştüm yine dizlerim bu sefer acımadı

kalkerken ağlamadım zilzâle sor

 

hayır

 aslında yanlış anladığın

bu şimdiki ben o ben değil

o önceki sen bu sen değilsin

mesela güz gülleri

mesela zeytinler aynı mı bu sene

kimse aynı değil şehir şehir gezenler var aramızda

yolan koparan bir taraftan bağrını bağını

içine sızı saranlar var o da değil mesele

 

neyse

eskiden böyle değildik

aşık olduk mu

feryadımız dağı titretirdi

 

FAİLİ MEÇHUL GAZETE / Samet YURTTAŞ









Altı cinayetle süslenmiş

Çarpıcı bir başlık karşılıyor beni

Henüz ilk sayfasında.

Kurban vurgulanmış büyük harflerle

Faili kısaltılmış bir noktayla.

 

Ekonomi sayfalarını hızlıca geçiyorum

Alacaklılara yakalanmamak adına

Zaten kayda değer bir şey yok

Yükselen dolar dışında

 

Köşe yazarlarında duraksayıp

Yalnızlığımın en ücra köşesine

Parmak basanı arıyorum

Yanıldığımla kalıyorum

Bütün yazarların itildiği köşede

 

Kan beynime sıçramadan

Faiz kadar hızlı olamasam da

Bulmaca sayfasına sıçrıyorum

Orda da Japonlar çıkıyor karşıma

Bir tür kağıt katlama sanatıyla

Oysa ben sanattan da anlamam

Oscarların ütülü paraları dışınd

 

ÖLÜM MÜLAHAZALARI –I- / Halit DİLİPAK

- Dedi "ölüm istenmez!"

- Dedi; âşık istemez özler. Hasret ile yaşar ve bekler. Bir gün, içindeki yangının elbet vuslata ereceğini bilerek özler. İçinde manasına eremediklerinin bir gün manasına ereceği umuduyla sabreder. Bir fanide ermek istese de vuslata, gönlündeki yangını söndüremez.

Maverada saklıdır umudu. Bilmediği âlemlerdeki nur ile mutmain olabilme ateşidir gönlündeki. Anasını hiç görmemiş ama uzak diyarlarda yaşadığını bildiği halde ona ulaşamayan bir evladın ana hasreti gibidir yüreğindeki yangın. Varlığından haberdar ama görmekten, sıcaklığından yoksun olsa da şefkatini ruhunda hisseden ve kavuşabilme hasretiyle kavrulan bir ruh.

Ölüm istenmez özlenir. Âşık vuslatın kapısının ölüm olduğunu bilir. Onun içindir ki, bu dünya hanesinde sevdasına layık olabilme uğruna, lütfedilen imkânlarla hizmet edebilme uğraşında olur. Amaç sevdasını ispattır. Umut ve umutsuzluk, kapının eşiğinde yaşanmaya başlar. "Ya layık olamadım ise" endişesi kaplar bir an tüm benliği. Ya kapının arkasında vuslat değil de azap ve gazap beklemekte ise korkusu, vuslata erememe hüznü ile birbirine girer de bir kasırga başlar yüreğinde. İşte o anda yok olabilme arzusu, geldiği hiçliğe dönebilme isteği hâsıl olur. Belki de bir bitmişliğe, iflasa açılabilecek bir eşik.

Ama yangın gönüller ermek ister, görmek ister, kavuşmak ister. Sevdasındaki saflığa, samimiyete, içtenliğe güvenir. Ne kadar yetersiz olduğunu bilse de sevdasının büyüklüğüne güvenir. Ve bilir ki; bu gönül yangınları onu, O'na kavuşturur...

Gönle dokunacak, onu sakinleştirecek, uysallaştıracak olan nedir? Hasretlik kimedir?

Biz ruhlar âleminden bîhaberiz! Ne söz vermiştik? Peki, şuan yaşadığımız âlemin ne kadar farkındayız? Ölüm dediğimiz kapının açılmasıyla hangi âlemde nasıl bir yeni dönem bizi bekliyor?

Ölümsüzlük duygusunu o kadar benimsemişiz ki, hayat dediğimiz sınırlı bir zaman dilimini sonu gelmeyecekmiş gibi yaşama derdi, tasası, telaşı ve endişesi içerisindeyiz. Dünya dediğin âlemde her şeyin bir bitimi var. Zevkin de, neşenin de, hüznün de, kederin de bitecek olması mukadder. Bitmeyecekmiş gibi hissettiğimiz şey aslında hevesimiz, hevamız, arzularımız, hırslarımız. Ölüm bize hangi kapıyı açar? Yeni bir âlemde nelerle karşılaşacağımız korkusu mudur ölümsüzlük arzusu? “Dosdoğru ol” emrine uyabildik mi? Dinimizin ölümü aklınızdan çıkarmayın telkini varken, biz ölümü hatırlamaktan kaçar olduk.

Her canlı mutlaka ölümü tadacaktır. Ölmek için geldiğimiz bu âlemde bir gün mutlaka ölümü yakalayacağız. Allah imanla ölmeyi nasip etsin. Ölüm hak ama son değildir. Nefsani âlemden ruhani baki âleme atılan bir adımdır. Yaratılanın Yaratıcısına kavuştuğu, vuslatın ve hasretin sona erdiği, kalbin ve gönlün aradığı sevgiliyle kavuşmaktır ölüm. Ölüm, asıl bir diriliş muştusudur. Perdelerin kalkıp, huzuru İlahiye ulaşmak, gerçek âleme kavuşmaktır. Kalbin, ruhun, bedenin sahibinin, emanetini almasıdır ölüm. Kaldığını zannedenler gidenlerin ardından kendi nefsi için dövünür. Nefsini değil sevdiğini düşünen, sevdiğinin bâkî âlemde huzuru, rahatı için dua eder.

"Ölüm ne garip şey anne" deniyordu ya bir şarkı. Ne garip bildiğini sandığı ama sırrına eremediği bir âlemden, bilinmez bir âleme geçmek. Kimilerinde bir korku, Bir endişe, acabalar içinde nasıl olacak düşüncesi. Bildiği halde yoldan sapmış olma endişe ve korkusu. Kendi kendini aldatma ve kandırma korkusu. Bilinç altındaki "amalara" sığınmanın hesabının verileceği korkusu. Bazılarında özlem ve hasretle bir vuslat bekleyişi. Büyük buluşmaya, huzurda durmaya, Yaratıcısına ve ana yurduna kavuşma heyecanı. Kimileri vurdumduymaz. Ölüm bir son ve sonrası yok. Ölüm, endişesiz, tasasız, korkusuz, hesapsız bir hayatın sonu. Onlara göre sonrası yok. Bunca şey tesadüf, kendinin varoluşu da bir tesadüfler zincirinin neticesi. Her şey, bütün bir âlem, evren tesadüf eseri maddenin tekâmülü sonucu. Peki, madde nereden geldi? "İşte o da yoktan kendiliğinden oluverdi". Elbette bu hesaptan kaçabilmenin kolay yolu. Hani demiş ya Hazreti Ali efendimiz, " ya varsa!" Peki ya varsa ne olacak.

Allah muhafaza bir an sonrasının garantisi yok. Hayat ne üzülmeye, nede üzmeye değer. Kendi nefsaniyeti istikametinde yaşanan hayatın sonu hüsrandır. Geçici zevk ve hevesleri tatmin hırsı, sonsuzluk hayatının hüsranı olabilir. Ey Müslüman titre ve kendine gel! Unutma ki ölüm var. Unutma ki ölüm bir an ötende seni beklemekte ve unutma ki senin bir Rabbin var. Seni affetmek, sonsuz huzura kavuşturabilmek için her an seni uyarıp ikaz etmekte. Dur ve düşün; yediğin haklar, yaptığın haksızlıklar, yalanlar, sahte davranışlarla kimi kandırmaktasın. Dünyada milyarlarca insanın açlığına, sefaletine, yokluğuna, zulüm altında inlemelerine görüp de bunca yokluğun, zulmün içerisinde bana verdiklerine hamdolsun diyebiliyor musun. Yoksa öldüm bittim edebiyatına devam mı? Peki veren Allah senden alırsa, bizden alırsa sınavın ağırına sokarsa mı bir "AH" edeceksin. Hiç olmazsa kalbinle buğzet. Mazluma bakıp bir utan. Ben bunun hesabını nasıl veririmin endişesini bir an olsa ruhunla, gönlünle, bedeninle yaşa ve...

Ölüm var gülüm, ölüm var! Her şeyin bir sonu olduğu gibi bağlandığımız, bağ kurduklarımız, bağımlılıklarımız hepsi bir gün bir hiç olacak. Bir zaman sonra sen gideceksin, yaşanmamış hiç olmamışsın gibi sürecek hayat. Ne sevgimiz, ne muhabbetimiz kalacak. Belki bir süre anılacağız ama mutlaka unutulacağız. Yaşadığın süre zarfında yaptıkların sana kalacak. Yaptıklarınla gideceksin. "Ne yaşarsam kâr" mı olacak? Yoksa kâr diyerek heva ve heveslerine uymaların zarar olarak karşına mı çıkacak? Hiçbir şey tesadüf değildir...

Neyi bekliyoruz? Neyin gayesi ve amacındayız? Ne elde edeceğiz? Doğarsın, büyürsün ölürsün. Doğum ve ölüm arası mıdır tüm her şey? Huzur, mutluluk, hüzün, sevgi, aşk, nefret, öfke, hırs, zevk, okul, iş... Hep bu sınırlanmış hayatın içinde midir? Doğdun, sevildin, sevdin, nefret ettin, acıyı, kederi yaşadın, zevke ulaştın. Başlangıca döndün, muhtaç olarak doğdun ve muhtaç olarak öldün. Eee hepsi bu mu yani? Bu kadar basit mi? Peki ya sonra? Evet evet ya sonra? Ondan sonra, O'nun huzuruna çıktığın zaman? İşte gerçekler, denildiği zaman. Kim olacak yanında? Seni kim kurtaracak? Müslüman.

 


HAVADAN SUDAN / Nurcihan KIZMAZ








Kâğıttan gemiler yüzer

Okyanusunda

Hep bir yana eğimli

Her an battı batacak

Bir tek duadır

Elimden gelen

Çocuksu ruhumla

İnanırsam kurtulacak

 

Varsın kara görünmesin

Varsın gökyüzünün rengini alsın sular

Kapkara bulutların ardında

Bilsen ne aydınlık var

 

Güneş yüreğimde açar

Çiçekler gönlümde biter

Nilüfer misali umutlar

Suda biter suda yiter

Varsın görünmesin kara

Ne kaldı şurda bahara

 

İtiraf /Fazlı Bayram









delirdiğimi 

örtmek için 

bir kaç bahanem var

biri 

sensin

 

SİTEM / Cuma ÖZCAN








Dinle ahu gözlüm sitemim sana

Bahçelerde gül yandı da görmedin

Bir bakış attın ki tutuştu gönlüm

Ateşimden göl yandı da görmedin

 

Bekledim olmadı koştum yanına

Hiçbir söz geçmedi deli kanıma

Devrilip kalmışım köşe başına

Gelişime yol yandı da görmedin

 

Kirpiklerin ok imiş sinemi deldi

Hançer imiş gözlerin bagrıma indi

Hasretin mızrabı sazıma değdi

Kederimden tel yandı da görmedin

 

Önüme bend oldu inat taşların

Canıma derd oldu hilal kaşların

Gözümden dökülen kanlı yaşların

Akışına sel yandı da görmedin

                            

Münzeviyim yapayalnız kalmışım

Haberini rûzigardan almışım

Mecnun gibi yola revan olmuşum

Bu deliye çöl yandı da görmedin

 

HAYAT BANA T/UZAK / Hızır İrfan ÖNDER


Doğum lekesi gibi

Yüzünde duruyor

Ağyâr bakışı!..

 

Yaşama hınçlıyım

Ölüme sevdalı!..

 

Hayat bana t/uzak

Ölümse y/akın!..

 

Şerre batmış bu dünyayı

Söyle neyleyim?..



***


HIZIR İRFAN ÖNDER
(1964 - .... )
Sosyolog-Eğitimci-Şair

1964 yılında Rize'nin Ardeşen ilçesine bağlı Yukarıdurak köyünde doğdu. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji bölümünü bitirdi.(İzmir -1987)

Askerlik görevini 1989 yılında Ankara'da kısa dönem olarak yaptı. 1993 yılından beri sırasıyla Gaziantep'te, Artvin' de ve Kırklareli'nde felsefe grubu öğretmeni olarak çalıştı. Okul müdür yardımcılığı ve müdür vekilliği görevlerinde de bulundu. 16 Temmuz 2019 tarihi itibariyle emekli oldu.


Lise yıllarından beri şiir yazan şairin muhtelif dergilerde şiirleri yayınlandı: Ortanca, Tay, Mavi, Mavi Yeşil, Güncel Sanat, İdakörfez Fanzin, Maki, Berceste, Değirmen, Ozan, Bizim Ece, Bezuvar, Körfez'de Edebiyat, Ekin Sanat, Üslup, Alkış, Müsvedde, Toşayad Kümbet, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, Kumru, Berfin Bahar, Kundak, Çıngı, Türk Dili(TDK) , Hayal Bilgisi, Töre, Şairçıkmazı, Dikili Ekin, Afrodisyas Sanat, Öğretmenim, Aşkın E-Hali, Sunak, Vandal Yürek, Tmolos Edebiyat, Patika, Aydili, Sokak Arası, Acemi, Akatalpa, Akpınar, Keyf-i Edebiyat, Başarı Edebiyat, Silgi, Mut Çıtlık, Çağdaş Yaşam, Erciyes, İnsancıl, Lacivert, Bağlaç, Dergâh, Öğretmen Dünyası, Şehir, Beşparmak, Zalifre Yazıları, Kasaba Sanat, Yazarbir, Vakt-i Sükût, Usare, Sinada, Silgi, Aydos Edebiyat, Adalya, Kurgan Edebiyat, Kültür Çağlayanı, Telmih, Nif Sanat, Hatay Güney Rüzgârı, Dil ve Edebiyat, Halk Edebiyatı, Kurşun Kalem, Delikliçınar, Edebice, Güzlek, Amanos Edebiyat, Temren, İlkel, Edebiyat Nöbeti, Sancı, Hangâh, Külliye, A.Kalemler, Üvercinka, Eliz Edebiyat, Türk Edebiyatı, Artemis, Mola, Sinedebiyat, Özgür Sanat, Deliler Teknesi, Gökmavi, Kara Yılkı, Kalemlik, Zil, Taşkınlık, Çinikitap, Çınardibi, Temrin, Çağrı, Fanus Sanat, Güneysu, Bambu...


Evli ve iki çocuk babasıdır.


ESERLERİ:

1- “Niçin Ağlar Güller Bana?”, Şiir, Gündüz Kitabevi Yayınları, Ankara, Eylül-2007
2- “Canana Mektuplar”, Şiir, Karabük Kültür ve Sanat Derneği Tay Dergisi Yayınları, Karabük, Ağustos-2009
3- “T/aşkın Üçlemeler”, Şiir, Sokak Kitapları Yayınları, İstanbul, Nisan 2017
4- "Sevmeden Ölmek Zor", Şiir, Temren Yayınları, İzmir, Nisan 2018

5- “Elimden Tutmuyor Hayat” Şiir, Klaros Yayınları, Ankara, Kasım 2020

DEDEMİN İÇLİ KÖFTESİ / Teyfik KARADAŞ

İçli köfte, diğer bir adıyla Oruk, Arap mutfağından Türk mutfağına girmiş bulgurun hamur haline getirildikten sonra içinin doldurulmasıyla yapılan özel bir yemektir. İçli köfte maliyetinin yüksek ve işçiliğinin zor olması nedeniyle; bayram, söz, nişan, kına gecesi ile evde misafir ağırlama ve ailenin bir ferdinin gurbetten gelmesi gibi özel günlerde yapıldığı gibi, bazen de normal günlerde yapılır. Yuvarlak olduğu için Araplar içli köfteye “Kıbbe” veya “Kubbeh” demektedir. İçli köfte Suriye, Lübnan, Ürdün, ırak ve Mısır gibi Arap ülkelerinde yoğun olarak yapılmaktadır. Yurdumuzda ise Gaziantep, Kahramanmaraş, Şanlıurfa, Adana, Adıyaman, Diyarbakır, Osmaniye, Hatay, Mardin, Malatya ve Elâzığ yörelerinde mutfaklarımızı süslemektedir. İkinci Dünya Savaşında Suriye’ de bulunan İngiliz askerleri içli köfteye Suriye Torpidosu adını vermişlerdir.

İçli köfte yapılırken genellikle bulgur, irmik, yumurta, un, domates salçası, zeytinyağı, pul biber, su, kıyma, soğan, tuz, nane, kekik, karabiber, kimyon, tereyağı, ceviz ve maydanoz gibi malzemeler kullanılır. İçli köfte yapılırken ince, ince doğranmış soğanlar pembeleşinceye kadar tereyağı ile kavrulur. Ardından kıyma ilave edilerek suyu iyice çekilene kadar pişirilir. Kıyma suyunu çekince içine tuz ve diğer baharatlar atılıp karıştırılarak biraz daha pişirilip ocağın ateşi söndürülür. Hazırlanan içli köfte harcı soğumaya bırakılır.

Öte yandan köftelik ince bulgur küçük bir leğenin içine yeteri miktarda konur ve içine bulgurun üzerini geçmeyecek şekilde su ilave edilir. Bulgur suyunu çekip şişmeye başlayınca içine incecik şekilde doğranmış kuru soğan, tuz, yumurta, salça, un ve karabiber eklenerek yoğrulur. Yoğurma sırsında eller ıslatılarak kırmızı topraktan yapılmış çamur kıvamında hamur elde edilir. Daha sora bu hamur yumurta veya mandalina büyüklüğünde parçalara ayrılır. Küçük parçalara ayrılan bu hamurlar elin içinde döndürülerek ortasından oyulur. Oyulan hamurların içine önceden hazırlanan harç doldurularak ağzı kapatılır. Ağzı kapatılan köfteler ister yağda kızartılarak ister suda haşlanarak pişirilir. Pişirildikten sonra servise hazır hale gelen köfteler genellikle ayran ile ikram edilir.

İçli köfte et olmadığında yerine kuyruk yağı ve patates püresi kullanılarak da yapılmaktadır. Bu şekilde yapılan içli köfteye halk yalancı köfte demektedir. Yalancı köfte kıyma ile yapılan içli köftenin tadını vermemektedir. Ben Kahramanmaraş’ın Döngel Köyünde doğdum, Döngel köyünde büyüdüm. Bizim köyde eskiden beri her evde içli köfte yapılır. Anamda iyi bir içli köfte ustasıdır. Eşim Adıyamanlı olup, içli köfte konusunda oldukça maharetlidir. Ülkemizde teknolojinin gelişmesiyle birlikte içli köfteyle ilgi de çeşitli makine, alet ve edevatlar yapıldı. Makine ve değişik edevatlar kullanılarak yapılan içli köfteler hiçbir zaman elle yapılan içli köftenin yerini tutmadı. Tutması da mümkün değildir. Ben esasen sizlere rahmetli dedemin (Yahya Karadaş) bir içli köfte anısını anlatarak, sizleri geçmişe götürmek istiyorum.

Dedem öksüz amcasının oğlu Kubalak İbrahim’de fakir olduğundan gençlik yıllarında (1930 senesi civarı) köyün zengin, ileri gelen, ekmek sahibi insanlarından Ahmet Ağanın karın tokluğuna çobanlığını yapıyorlarmış. Güz mevsimi bitip kış mevsimi yaklaşınca dedem ile amcasının oğlu Kubalak İbrahim, Ahmet Ağanın bir sürü erkek çebicini alıp Salınkaçlı Yaylasındaki kışla adı verilen kışlık barınağına gidiyorlar. Yaylaya giderken de yanlarında kendilerine üç-dört ay yetecek un, bulgur, tuz, yağ gibi erzak götürüyorlar. Kışlada çebiçleri gütmeye başlıyorlar. Salıngaçlı Yaylası balta girmemiş ardıç, sedir, meşe ve köknar ormanlarıyla kaplı, dişleri sızlatan buz gibi soğuk sularıyla ünlü, ortalama yüksekliği iki bin metre olan bir platoda yer almaktadır. Yerinin yüksek, suyunun soğuk ve ağaç çeşitliliğinin fazla olması Salıngaçlı Yaylasında otlayan hayvanların etini lezzetli hale getirmektedir. Salıngaçlı Yaylasında ayı, kurt çakal, tilki gibi vahşi hayvanların yaşaması sürü güvenliğini tehlikeye atmaktadır. O yılarda Salıngaçlı da çobanlık yapmak kolay iş değil. Bir ayı veya kurt sürüsünün hayvanlara saldırması an meselesi. Eğer çobanlar sürüden bir an gözlerini ayırmış olsalar bile vahşi hayvanların sürünün tamamını yok etme ihtimali olurmuş. Nitekim o yıllarda bir anlık ihmalinden dolayı sürüsünün tamamını kurtlara kaptıran çobanların adı köyümüzde kulaktan kulağa aktarılarak günümüze kadar intikal etmiştir.

Ocak ayı geldiğinde Salıngaç’lı yaylasına üç metre yüksekliğinde kar yağıyor. Karın fazla yağması nedeniyle köy ile irtibat kesiliyor. Hatta komşu kışlalara bile gidilip gelinmez oluyor. Bu sırada çebicin birinin ayağı kırılıyor. Dedem ayağı kırılan çebici kesiyor. Kestiği çebicin yirmi kilo kadar eti çıkıyor. Eti köye ağanın evine gönderme imkânı olmadığından çobanlar kendileri yemeye karar veriyorlar. Dedem kuşluk vakti olup ta ağaç dallarının buzu çözülünce amcasının oğlu Kubalak İbrahim’i hayvanları gütmeye gönderiyor. Kendisi yemek yapmak üzere kışlada kalıyor. Önce çebicin etini kemiklerinden soyuyor. Kemiksiz etleri bir ardıç latasının üzerinde nacak ile döverek kıyma haline getiriyor. Kıyma haline getirdiği eti üç parçaya bölüyor. Kıymanın bir parçasını içine soğan ve tuz katarak kavurup içli köfte harcı hazırlıyor. Sonra bir leğenin içine bulgur ve su koyarak yoğurup içli köftenin dışını hazırlıyor. Yoğurduğu köftenin ortasını açarak önceden hazırladığı harcın tamamını leğenin içindeki köftenin ortasına döküyor. Köfteyle harcın etrafı kapatarak bir tava harç ile Diyarbakır karpuzu büyüklüğünde bir içli köfte hazırlıyor. Hazırladığı içli köfteyi kocaman bir bakır kazanın içinde haşlayarak servise hazır hale getiriyor. Aynı yöntemle ve aynı büyüklükte iki köfte daha hazırlayıp pişiriyor. Toplam üç köfte yapınca bir çebicin eti tamamen bitiyor.

Dedem hazırladığı ilk köfteyi öğle öğünü olarak kendisi yiyor. İkinci köfteyi akşam öğününde yemek üzere kapaklı bir kazanını için koyarak kaldırıyor. Üçüncü köfteyi de büyük bir tepsinin içine koyup amcasının oğlu Kubalak İbrahim’in öğle yemeği olarak yemesi için sofraya bırakıyor ve kendisi de çebiç sürüsünün yanına gidiyor. Amcasının oğlu Kubalak İbrahim’e amcaoğlu “çebicin etinden içli köfte yaptım. Birisini ben yedim. Birisini akşam yemeği için sakladım. Birisini de senin yemen için sofraya bıraktım. Git yemeğini yede gel “diyor. Kubalak İbrahim içli köfteyi duyunca, dedemin sözü biter bitmez kışlaya gidiyor.

Kışlaya varıp Diyarbakır karpuzu büyüklüğünde içli köfteyi görünce, gözlerine inanamıyor, şaşırıyor. Sofranın başına oturup köfteyi iki eliyle tutuyor. Bir kez ısırıyor içli köftenin etine ulaşamıyor. İkinci kez ısırıyor ulaşamıyor. Üçüncü kez ısırıyor, burnu köftenin içine batıyor, yine ete ulaşamıyor. Bunun üzerine İbrahim amca kışlanın kapısından dışarı çıkıp dedeme “Emmioğlu ben bu içli köftenin içinde et bulamadım “diye bağırıyor. Dedem ise “derin ısır Emmioğlu, derin ısır “diye cevap veriyor.

İbrahim amca dedemden” derin ısır Emmioğlu, derin ısır “cevabını alınca tekrar içeri girip dördüncü ısırmada içli köftenin etine ulaşıyor ve güzelce karnını doyuruyor.

İbrahim amca karlar eriyip te yolar açılınca köye geliyor. Dedemin yaptığı içli köfteyi köy halkının tamamına anlatıyor. Bunun üzerine dedemin yaptığı Diyarbakır karpuzu büyüklüğündeki kocaman içli köfteler Döngel Köyü ve Döngel’e komşu diğer köylerde meşhur oluyor. Aradan bir asra yakın zaman geçtiği halde kuşaktan kuşağa aktarılarak günümüzde dahi anlatılmaya devam ediliyor. Bizim yörede herhangi bir evde normalinden büyük, bir içli köfte hazırlansa “köftede Yahya amcanın köftesi gibi olmuş ha “denilerek dedemin ismi güzel tebessümlerle yad edilir.

Yedi-sekiz yaşına geldiğimde rahmetli dedeme bu içli köfte konusunun doğru olup olmadığını sormuştum. Dedem ise bana nurani sakalı ve gülen gözleriyle tebessüm ederek cevap vermişti. Dedemin Diyarbakır karpuzu büyüklüğünde içli köfte yapıp yapmadığı kesin olarak bilinmese de bu hikâye dedeme mal edilerek içli köfte kültürüne katkı sağlamaktadır. “Sen kadayıf kadar tatlı, lahmacun kadar sıcak, çiğ köfte kadar yakıcı, dolma gibi çekici, bulgur gibi asil ve içli köfte kadar dayanılmazsın.” Atasözümüzde içli köftenin önemini çok güzel anlatmaktadır. Binlerce yılan beri mutfaklarımızın baş köşesinde yaşayan, karnımızı doyuran içli köftemize sahip çıkmanızı diliyor, sözlerimi İsmet Bozkurt’un İçli Köfte şiirinden alınan bir dörtlükle bitiriyorum.

Acıkınca kaş çatarım

Parçalamam tüm yutarım

Doymayınca küs yatarım

Yerim seni içli köfte.

 

Soluk Soluğa / Fazlı Bayram











benimki biraz daha dingin

ruhum iç derinliğinden alıp veriyor bunu

atların dolu dizgin sonrası açılan burnundan hiddetle değil

yükseklere sis çöküp dağılması bazen

bilene sorayım diyorum yok

ya bedelini peşin istiyor sahte oyuncağının bilgiçler

ya ezberlediklerine yanılıyor çok konuşan ahmak

ha bunu söylerken yanlış anlaşılmasın

öyle paslandı ki aynam görünce akını alnının

pırıl pırıl yine seni parlasın diye sana tutuyorum güneş gibisin

bu sözle olur ben göze uzun bakamaz oldum

hatam çok

söze gel dönsün dilin inkar et ben yine bulurum bir hareketinde

sana yüklediğim manalara sen bile kanarsın

tanırlar seni bilirler âlem bilir

bazen  de balıkların boyunlarından alırım

solurken mor yüzerken kırmızı

pembe olur tezgahta nefesim

bunun iç örgüsü birazda baktığın yere bağlı

 

KOMŞU KIZI NÜANSI / Ahmet Özmen KILIÇ









Komşu kızı vardır.

Hep olmuştur her delikanlının,

Aynı mahallede, bir alt sokakta,

Ya da yan taraftaki apartmanda bir aşkı…

 

Kuralsız oynamışızdır bütün oyunları…

Onlar için kimbilir, birer adsız kahramandık,

Yakışıklı ve iyi bir komşu olarak kaldık.

Onlar kendi âlemlerini bizim içimizde yaşarlardı,

Sonra kendi hallerine saklanırlardı.

Gidişleri gibi dönüşleri hiç olmadı,

Yalnızca sol yanımızda saklıdır.

 

Ağır yara almışızdır,

Onlar tahrir yolunda emin adımlar atmaktadır,

Ne kadar da bizim olması gereken bir komşu kızı masalıdır.

Oysa hiçbiri bize ait değil,

Yalnızca yalandan bir kıza âşık olup,

Komşu kızına anlatmak gibi kocaman bir çocukluktu içimizdeki ümitsizlik,

Oysa biz birçok komşu kızını sevdik,

Ve birisinden…

 

Yalnızca birisinden vazgeçemedik.

O da inanması imkânsız,

İhtimali sıfır aşklardı…

Belki diyoruz hâlâ, belki…

Derin bir iç çekiyoruz.

Belki…

O da beni…

Evet, o da beni…

O da beni…

O da…

O…

11.06.2006

Dil ve Lâl Üzerine / Hasan KEKLİKCİ

Elinde sarat saratın içinde afara. Bekledi. Bekledi… Sağına soluna bakındı. Sarat elinde ağırlaşmaya başladı. Tartıyormuş gibi biraz havaya kaldırıp indirdi saradı. Bekledi… Kolu yoruldu. Sonra bir anda aklına gelmiş gibi, “Esmezsen esme al bu da senin olsun.” dedi, içinde harmanın; buğdaylı, çavdarlı, taşlı, topraklı, samanlı son kalıntılarının bulunduğu saradı, harmanın alt başındaki yörebe doğru fırlattı Omar Emmi.

“Nasıl olmuştu ana?” dedim. “Baban askerdeydi. Çok ağladım. Zaten doğru dürüst bir yemek olmazdı, ben olanını da yemedim günlerce. Bağdan bahçeden bir şeyler deşirirken ne ağzıma attıysam o öğünüm oldu. Gündüz ben kendim için ağlardım, geceleri babanın yerine… Her gece düşüme girerdi baban; Selver Hacı’nın yaptığı tahta valizi yerde, kendi Konak Taşının üstünde. Köye girmezdi. Eve gelmezdi. Konuşmazdı. Ben yanında çok durursam asker tıraşlı başını yerden kaldırmadan ‘Kızı n’ettin?’ derdi. Uyanırdım o zaman. Etrafımı yoklardım. Oğlanlar uyuyor olurdu yanı yanına. Kız… Harmancık mezarlığında.”    

   Okuyucu düğün davetiyesi dağıtıyordu. Eve girdi bir kibrit bıraktı ev sahibine. Düğün sahibinin selamını söyledi sonra. “Düğün davullu” dedi, davulcuların parasını kendisi veriyormuş gibi övüngen bir edayla. Ev sahibi okuyucunun torbasına bir tabak bulgur koydu. Evin oğlu okuyucudan önce çıktı evden. Hiç öylesine yürüyormuş gibi okuyucunun yoluna doğru yürüdü. Okuyucu yanından geçerken usçalık -yavaşça- “Düğüne Berduş da davetli mi.” dedi.

      Ekim ayıydı. Hatta ilk günleriydi ekimin. Bir kar yağmıştı bir iki gün önce. Elif Anamgile gitmiştim. “Nasılsın Elif Ana.” dedim. Sevindi “İyiyim oğlum.” dedi. “Akşam namazdan sonra dua ettim, Allah’ım yeşil yaprağın üzerine kar mı olurmuş, bu karı al ta şu dağların başına götür dedim.” dedi, değneğiyle; karlı, karşı dağları göstererek.

    Omar derler bizim köyde Ömer’e. Yiğit adamdı Ömer Emmi. Dik kafalıydı ama. Ben yanındaydım saradı içindeki afarayla birlikte fırlattığında. Sarattaki buğdayın samandan ayrılması için rüzgâr esmeliydi. O saradı salladıkça buğday ayağının dibine, saman ve ot çöp harmanın kenarına doğru savrulup gitmeliydi. Esmedi rüzgâr… Mekânı cennet olsun Ömer Emminin. Yeğeni Hasan Ejderha şair oldu, yazar oldu. Kitap yazdı. “Dünya çocuklarının amcası” oldu.

             “Seni yaşamadan olmaz can
              Bereketsiz olur harman”
dedi.

            Gün oldu:

“Harmanı yanan bir ihtiyarın

Yoksulluğunca yanıyorum” dedi.

“Ana” diyorum “bize, çocuklarına hakkını helal ediyor musun?” “Aman oğlum çocuklarım bana haklarını helal etsinler, ben sizlere ne yapabildim ki?” diyor anam. Allah uzun ömürler versin. Anamın yeğeni Cafer Keklikci de şair oldu. Çeşit çeşit kitaplar yazdı.

“Herşey uzak: ellenmiş bir can çıkacak herşey uzak

bir kurdelâ takılmayacak bir kızın saçlarına herşey uzak” diye şiirler yazdı.

Berduş’suz davullu düğün olmazdı. Davulcudan önce kalkar davulcudan sonra yatardı, düğün günlerinde. Halayın başına o geçerdi. Davulcu gözüne bakardı. Oyun ismi söylemezdi, her oyunu bilirdi “Üstündekini vur, altındakini vur.” derdi. Bazen mendil elinde beklerdi. Biraz daha… Biraz daha. Bir adım atardı sonra. Sol tarafında dizilmiş tor halaycılara bakardı. Aşka gelirdi kendi kendine. “Atalım atalım” derdi. “Her kime” diye karşılık verirdi oyuncu arkadaşları. Ve hep birlikte öne doğru eğilerek “Damadın şerefine heyyy” diye bağırırlardı… Mekânı cennet, makamı âli olsun Berduş’un da.

Berduş’un -Berduş Berduş’tur, ona emmi, dayı, abi yakışmaz- oğlu  Hüseyin Burak US'da okudu yazdı şair oldu. O da kitap çıkardı. Şiir tamirine başladı. Tiyatroya can verdi, ruh verdi.

“Provasız ağladım replik replik mezarları

Baş tutmayan yarasıydım perdenizin oğlum

Şimdi aklınızdan alt yazı olarak geçiyorum” dedi.

Sonra:

“Açılmaktan utanan oruçlar tutuyorum

Yorganım yok oğlum

ayağımı kafama göre uzatıyorum” dedi -kim geldi penceresi- kitabında.

Elif Anam iki çocukla ortalık yerde kaldığı zaman, onu ikinci hanımı olarak alan herifi, “Ben çocuğunun birine bakabilirim, ötekine karışmam.” demiş. “Dört yaşındaymışım” diyor karışılmayan çocuk... Elif Anama, önünden ardından gidenlere de rahmet olsun.

Ve Elif Anamın torunu Meryem (Yardımcı) Küçük de şair oldu. Kitabının ismini “Dil ve Lâl” koydu.

“Yapraklar serilir

Sonbahar denilir

Karla bahar olur” dedi.

Cafer Keklikci İspat adlı şiirinde;

“hepimiz bir türkünün soyup düzelttiği yerden

hepimiz bir aşkın kanatıp bıraktığı yerden” diyor.

Evet, yukarıda isimlerini zikrettiğim ve hepsini tanımakla şerefyab olduğum şair ve yazarlar aynı köyden, Karadere’dendir. Hasan Ejderha ve Cafer Keklikci Harmancık, Hüseyin Burak Us Karadere, Meryem (Yardımcı) Küçük Kocaseki’den. Bu arada burada zikretmem gerekir ki, Kocaseki’den bir hikâyecinin daha kitap müjdesi gün sayıyor. Emine (Yardımcı) Abacı kardeşimizin Vesselam ve diğer dergilerde yayınlanan hikâyelerini de kısa zamanda bir kitapta toplanmış olarak görmeyi murat ediyoruz. Yine Harmancık’tan Şair Şeyhşamil Ejderha’nın yakın zamanda çıkması muhtemel şiir kitabı da heyecanımızı arttırmaktadır.

Meryem Küçük; Yoldaki Kalemler, Vesselam Dergisi, Usare Dergisi, Tebriz’de (İran) Azerbaycan Türkçesiyle yayınlanan Köprü dergisinde şiirler yazıyor. Gülnar Yayınlarından Ağustos 2021’de çıkan Dil ve Lâl ilk kitabıdır. Kitapta hepsi birbirinden güzel kırk bir adet şiire yer verilmiş. Bir parmak bal misali:

Şehir ve İnsan

“Aşkın ve sabrın tahammülünde gönül

Hala umut var kuşlar uçuyorsa göğünde.”

“Sürgünlerini kucaklar yücelik duygusuyla

Durulana durulana/ yunur şehir…”

Bağıra Bağıra Susan Bu Medeniyet Bizim

“…

Yeniden kuramadık

bu asrın inşasını

avuçlarımızda can verdi

öz benliği tarihin

Koca bir devrin padişahını/

Sürgün ederken/gömdük

Biz şanlı medeniyeti”

           

Tövbem Kırık

“yazarak ölsem/yazarak dirilsem

kader olur mu/sussam

şiir yorulur mu”

            Meryem Küçük kardeşimizin kitabının hayırlı uğurlu olmasını, okurunun bol ve kitaplarının devamının gelmesini diliyorum. Erzurumlu şair dost Muhammet Hanefi İspirli geçenlerde, “Büyük bir emek ve bir kitap… Öncelikle yakının, arkadaşın, dostun kitabı hediye etmeni bekliyor… Ya hu gidin alın.. Siz sahip çıkın.” demişti. Muhammet Hanefi İspirli’ye canı gönülden katılıyorum. Size zahmet gidin alın bu kitabı.

 

 

BİR EYLÜL HAYALİ… / Gün Sazak GÖKTÜRK










Kelimem yok gönlüm var anlar mısın?

İşte böyle diyen bir hayalin serzenişiyle başladı bu şiir!

Anlayacak halim yok ne bir kelimeden,

Ne de bir kimseden!

 

Eylül çığırmışken hüzün denen türküyü

Reddi beyan haddimiz değildi belki

Fakat vakitsiz miydik?

Neydik?

Bilemedik,

Sessizliğin gururu değildi, dili lal olmuştu kelimelerin

Kapılar örtük, gündüz de zifiriydi

Acı kelam düşürdüler ortalık yere

Bir keder türedi kendiliğinden

Kimsesizlik burdu acıtarak

Aha şuran dedi biri, şurandan yaralısın

Oradan vurdular insanlığımı!

Artık kimse eylülde gelmemeliydi

 

Yine bir eylül

Büyük yıkıntılar var içiminde içinde

Hüznü tadacak kadar, kalmayan yıkık bir ruh

Ve onu saran yorgun beden

Hangi giyotine başımı uzatsam diye düşünüyorum

Zaman mefhumu bir girdaba dönüştü bende

Hep aynı sabaha uyanıyorum

Ölmek için ne güzel bir gün!

 

Bilseydim gelmezdim diyen hayalin

Roma saraylarında gezinen bir barbar gibi gezinirken içimde...

Atlar ülkesine gömün beni

Şöyle küçük bir dere kenarına

Bir söğüt gölgesine

Kimsenin uğramadığı bir uzağa...

Kır çiçeklerinin vaveyla bir yele yenik düştüğü bir kıra gömün…

…     

 

SONBAHAR YAPRAKLARININ TEDİRGİNLİĞİNDE/Hidayet BAĞCI

"Şûle-rîz ettin yine vaktiyle yanmış gönlümü,

Eyledin mecrûh-i nev gûya kapanmış gönlümü."

Tahir’ul Mevlevi

 

Sonbahar yapraklarının tedirginliğinde kaldı Belkıs’ın kalbi. Ya hep yazmalıydı ya da hep yazmalıydı. Okumakta olduğu Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” kitabının arasına kurşun kalemini bırakarak mektup arkadaşına mektup yazması gerektiğini düşündü. Bu mektup arkadaşlığının bir ölçüsü sınırı olsa da o kendince mesafesini koruyarak sınırlarını aşmalıydı. Öyle değil mi ki mektup yazmak iki kişi arasında mevzu bahis olan mahrem bir iletişim yoluyken soğuk mesafeler de ne’yin ne’siydi? Pastel tonlarda aldığı zarflardan sarı renkteki zarfı seçti. Yazılmayı bekleyen beyaz sayfa tam da önündeyken inci inci dizmeliydi kelimeleri, içinden geldiğince. Belkıs içindekini sesli düşünürcesine cümlelere dökmeliydi.

İnsanın hayatına giren her şey yol alıp ilerlese de bir durağı elbette vardı. Gönül bağı kurulan her kalpten sorumlu olan insan bu yolda daha duyarlı adım atmalıydı. Belkıs için mektuplaşmak bir nevi insanın kendini dinlemesi ve zihinden süzülüp berraklaşan düşünceleri not etme işiydi. Aynı zamanda muhatabındaki insanının düşüncelerini dinlemeye değer görerek farkında olmadan karşısındaki kişiyi onurlandırmaktı. Bir zamanlar muhatabında kimse yokken kendince zarfı açılmamış mektuplar yazıyor ve biriktiriyordu. Şimdi ise her şey başlı başına dikkat ve özen isteyen bir meşguliyet halini almıştı.

Belkıs önündeki beyaz kağıda “Bugün” dedi ve yazmaya başladı. “günlerden pazartesi ve mevsimlerden sonbahar… Ağaçların dallarındaki yapraklar rüzgarın kolları arasına düşmemek için yaprak uçlarına kadar üşüse de sımsıkı sarılıyordu dalına. Yağmur, bu mevsimin yağdığı son mevsim olmadığını bilse de yine de sağanak bir şekilde yağıyordu toprağına. Her yağmur yağmak istediği toprağı da bilir mevsimini de. İşte her kalem yazmak istediği kağıdı da bilir yazılmak istediği adresi de. “ diye devam eden cümleleri sıra sıra yazıyordu ki kapının zili çaldı. Kapıyı açtı ve gelen kadının ellerinde rengarenk bir çiçek demeti gibi duran, Murad’a yazdığı mektupların zarflarını gördü. Gelen kişi mektup arkadaşı Murad’ın kız kardeşi Melike’ydi. Belkıs misafirini evine aldı, odasına buyur etti. Mutfakta misafiri için kahve hazırlarken heyecandan taşırdı iki kişilik kahveyi. “Acaba neden geldi?” gibi sorularla zihni meşgul olurken Melike de odanın duvarında asılı duran söğüt ağacı tablosuna dalmış bir şekilde Belkıs’ın gelmesini bekledi. Belkıs odaya girdiğinde Melike, elindeki mendil ile kirpiklerinden yanağına doğru kayanların, kucağında bir demet çiçek gibi duran mektuplara düşmesine engel oluyordu. Melike söze ve öze nereden başlayacağını bilemese de gözyaşları eşliğinde bir hafta önce kardeşi Murad’ı elem verici bir trafik kazasında kaybettiklerini ve onu toprağa sırladıklarını ifade etti. Melike ve ailesi de Murad’ın değerlerinin mahrem olduğunu bilerek bu emanetleri Belkıs’a vermeyi uygun bulmuşlardı.

Belkıs duyduğu acının varlığı ile tuzla buz olmuş gibiydi. Gözleri bir noktaya sabitlendi ve oturduğu yerde taştan bir heykel gibi durdu. Melike elindeki rengarenk mektupları Belkıs’ın ellerine bir çiçek edasıyla bıraktı. O anda Belkıs’ın gözlerinden yanağına yuvarlanan kocaman bir göz yaşı uçurumdan yuvarlanan bir kaya gibi düştü zarfların üzerine. Belkıs bu acıyı sessiz bir şekilde kucaklarken taştan bir heykel olmadığını, gözyaşlarını ellerinin kenarıyla silerken anladı ve kendine geldi.

Melike, Belkıs’tan müsaade isteyip ayrılırken masada duran beyaz kağıda baktı ve kardeşine yazılan son mektubun sadece son cümlesini okudu…

“…Sonbahar yaprakları gibi baharı üşüyerek bekliyoruz ve her yaprak ilkbaharda açmak için sonbaharda dökülerek kendine aşı yapıyor. Onlar iyileştirmeyi ne de güzel beceriyor, değil mi? Oysa biz insanlar iyileşmeyi bilmiyoruz, bilemiyoruz. Kendine dokunarak iyileşen kaç kişi var bu dünyada? Peki bir başkasının acısına dokunarak iyileşen kaç kişi var?”