nasıl oluyor değil de ne / fazlı bayram


Normalde bu kadar cıvık biri değilim; ama seni eğlendirmek, daha doğrusu eğlendiriyorum sanmak hoşuma gidiyordu. Biraz düşününce pek de eğlendiğin kanısına varamadım.

 

bende şöyle oluyor

şiir beni mi ben mi şiiri yazıyorum bilmiyorum

ama

şöyle oluyor

Ali Akbaş’ın da var böyle bir şiiri

‘şiir oluyor’ adında umarım kızmaz bana

sanmam kızacağını o iyi bir adam

 

hasılı şöyle oluyor

mesela Akif Şen’i görüyorum

sabah iş yerine girerken

selam veriyorum ona

şiir oluyor

 

sonra başlıyorum düşünmeye seni

önce aklımdan çıkmışmısın hiç diye

bakıyorum hiç çıkmamışsın

hatta aklım çıkmış

sonra bakıyorum bir de sana

aklından çıkmışmıyım diye hiç

hem de hiç çıkmadığımı görünce şiir oluyor

 

gözlerim doluyor ıslak ıslak içime

şiir oluyor

 

bizi güldürecek olan şeyin

farklı farklı olduğunu biliyorum

aynı şeye gülerdik eskiden

bilir misin aynı şeye ağlamayanlar

aynı şeye gülemezler ben sana ağlıyordum o sıra

gülmeyi kahkahayla karıştırma

mutluluk demek ayrıca gülmek

neyse dönelim

dönüyoruz şiir oluyor

 

 

sigara içmeye çıkıyoruz akifabiyle

sigara dedimse tütün olduğunu bil

sarıyoruz

bazen tütün olan ben

bazen akifabi kağıt

yanıyoruz

şiir oluyor

efkarlı efkarlı çekiyoruz tütünlerimizi

akifabinin aklına başka

benim aklıma başka geliyorsun

inanıyoruz ya biz sana

kalbimiz çarpıyor şiir oluyor

gün boyu böyle

çay tütün şiir

 

akşam oluyor sonra

karanlığı içime çekiyorum ben

içim dışım sen

gündüz aydınlık

gece karanlığımsın

kağıt önüme geliyor kalem elime

dilimdesin bu sefer

susuyorum şiir oluyor

 

bir de gece ataklar var bende

fırlayıveriyorum yataktan

rüya mı diye

hayır mısra da değil

sensin gelen

işte hah sen geldin mi

gerek kalmıyor artık şiire

sonra

uyuyamıyorum şiir oluyor

BACALARI TIKAMIŞSIN / Ömer Faruk GÜNAY


                                               İbn-ül Emin Ferhat Altun’a misilleme







Süngü çektin yetmedi mi?
Bacaları tıkamışsın
Alma benden kelâmımı
Bacaları tıkamışsın

Elest elde olduk vahid
Hani yemin hani ahid
Ettiklerin iş mi zahid
Bacaları tıkamışsin

Çıkageldik kovdun bizi
Döndük geri yordun bizi
El içinde vurdun bizi
Bacaları tıkamışsın

Ver bir ilham varam gidem
Yüce dağdan sökün edem
İbnül Emin Ferhat edem
Bacaları Tıkamışsın

Ömer der ki bak elime
Şiirimi sar boynuma
İstediğim bir kelime
Bacaları tıkamışsın


RADİKAL DURUŞLA GELEN MÜJDE / Samet YURTTAŞ


Radikal bir duruşsun sen 

Hayatın çıkmaz sokaklarına karşı

Tatlı tebessümü yıkar çatık kaşı

Bir müjdedir geldi yukarı kar deresinden

 

Ellerinde çelik izleri inancın

Gözünde sertliği itilmiş ücraların

Kar yağarken atılan ilk adımdın

Bir müjdedir geldi yukarı kar deresinden

 

Mutluluk çok yakın bir bilsen

Başında sevda yelleri güneyden esen

Kiraz mevsimi henüz gelmeden 

Bir müjdedir geldi yukarı kar deresinden

 

Özgürlük için tuttuğun kalem

Mesut günler için vurulan mühürken

Ellerin umutla göğe yönelirken

Radikal bir müjdedir geldi yukarı kar deresinden

 

 

TEFEÜL SAATLERİ-2/Hidayet BAĞCI

“İnsanlar arasında çıkar bağı değil de gönül bağı varsa, her biri muhatabını korumayı gözeterek davranacaktır. Gönül bağı ile bağlı insanlar bağlandıklarını karşılarında görmezler. Hatta onu kendilerinden ayırmazlar bile.” İsmet Özel/Ve-l’Asr

Kapıyı aralayan Nureddin bu cümleler eşliğinde adımladı odaya ve gölgesinin eşliğinde devam etti...

“Sese ve öze dokunacak bir sözle cümleye giriş yapmak elbette ki evlâdır ve baş tâcı yapılır. Bu cümleye bir de musikiden bir giriş yaparak Münir Nurettin Selçuk’un sesinden Aziz İstanbul’u dinlemek ise “ciğerlerimi gel sök “der gibi olsa da dinlemeye değer bir eser olduğu aşikârdır. Öyle değil mi ki “Bir toplumun müziği bozulmuşsa, o toplumda pek çok şeyin de bozulmuş olacağına hükmetmek gerekir” diyen Konfüçyüs dahi toplumun seviyesine dikkat çeker. Bu yüzden kalp hâne-i saadetimize güzellikleri almalı ve de dâim olmasını sağlamalı. 

Her hikâye ve her şiir biraz hayâl biraz da gerçekleri ekleyerek yazılmaya çalışılsa da insan kendine bu tür meşgâleleri biraz da tefeül niyetine okumalı.” 

Şiir Nâz odaya dolan bu cümlelere ne diyeceğini bilemedi. Güne bir sıfır başlamak o günü kazanmak için ince bir adım olsa da kırgınlığını belli etmeyen bir çehreyle odasına süzülen gölgeye cevap vermeyi gerek görmedi. Çünkü az önce hikâyesi olmayan o cümleyi yakmıştı…

“…Gülümserken de buz kesildiğim zamanlar oluyor, aynı manzaraya bakıp farklı tepkiler verdiğimizde…”

Nureddin, Şiir Nâz’ın karşısındaki divana oturdu ve devam etti… 

-Sobaya ısınmak için attığın zeytin dallarının yanma sesi güzel olsa da sıcaklığı çabuk unutulur çok üşüyorsan odun getireyim. 

Şiir Nâz elindeki hikâye defterine yeni hikayesini yazarken bir yandan da Nureddin’i dinledi diğer yandan da hayali karakterlerine rol vererek yazmasına devam etti… 

-“İnsan kime kırılır ve kimi umursamaz?” diye mırıldandı Şiir Nâz’ın dudakları. 

Şiir Nâz hikâyesindeki Nureddin karakterine kırılmıştı bir kere. Birden kapı yine aralandı. İçeriye Amine Şuarâ girdi. Amine Şuarâ’nın gelişini görünce Şiir Nâz, Nureddin’in odun getirme teklifini reddetmeyerek ondan birkaç tane odun getirmesini istedi. 

Amine Şuarâ, Şiir Nâz’ın dizlerinin dibine oturdu ve Şiir Nâz’ın hikayesinin neresinde olduğuna baktı. Şiir Nâz hikayesinde yer alan karakterleri odasına bir bir davet ediyor gibiydi. Sözü ve hikâyeyi bu sefer bir paragrafla betimleyerek yazılmayı bekleyen diğer sayfaya geçti. Ne Nureddin’in yüzüne baktı ne de Amine Şuarâ’nın sesine kulak verdi. Sadece sayfaya Amine Şuarâ adına aşağıdaki notu düştü:

“Allah o kadar büyüktür ki her şey vardı onda. Üşüyünce yanına koştuğumda ısıtır. Binlerce kez hata yapsam yine ona koşar onun büyüklüğünün arkasına saklanırım.Onun koruyan olduğunu bilirdim. Nedense hep yokluğa düşünce onu hatırlıyorum sanırım bu da insan oluşumun gaflette olduğunun alâmeti. Peki ya varlık, onunla vârolurken de hiç şükretmeyi düşündün mü?”

BÜTÜNLEME SINAVI / Teyfik KARADAŞ

İlkokulu kendi köyümde, ortaokulu komşu köyümüzde ve liseyi meslek lisesinde okudum. İlkokul öğretmenimiz müzik dersine pek ehemmiyet vermezdi. Müzik derslerinde yılda bir iki çocuk şarkısı ile birkaç marş öğretir, diğer zamanlarda ise matematik dersi işler veya çevre temizliği yaptırırdı. Ortaokulda ise müzik öğretmenimiz olmadığı için müzik dersimize giren diğer öğretmenler, müzik dersinde sesi güzel arkadaşlarımıza türkü ya da şarkı söyletir veya müzik dersi yerine Matematik, Türkçe gibi önemli gördükleri dersleri işlerlerdi. Meslek Lisesinde okuduğum dönemde ise müzik dersi hiç yoktu. Köyümüzde saz çalıp türkü söyleyen birkaç kişi vardı ama bizim onlarla muhatap olmamız imkânsız gibiydi. Yöremizde düğünler davul- zurna eşliğinde yapılır, davul ve zurnayı da şehirden gelen abdallar çalardı. Köyümüzdeki gençlerin davul zurna çalmasını boş ver davula, zurnaya ellerini dahi dokundurmaları büyükler tarafından hoş karşılanmazdı. Benim üniversiteye gidinceye kadar müzik dendiğinde aklıma türkü söylemek, marş okumak, saz çalmaktan başka bir şey gelmezdi.

Üniversiteye başladığım yıl birinci sınıfın birinci döneminde Müzik Öğretimi adında bir ders okumaya başladık. Okulun açıldığı ilk hafta Müzik Öğretimi dersi için müzik laboratuvarına gittik. Sınıfımız yetmiş kişi civarındaydı. Bunlarında çoğunluğu öğretmen lisesi mezunuydu. Laboratuvara girer girmez kimi piyanonun başına oturdu, kimi kaval çalmaya başladı, kimi sazı kaptı, kimi darbukayı alıp ritim tutturdu, benim gibi müzikle alakası olmayan on-on beş kadar öğrenci de aval aval onlara bakmaya başladı. Ben ilk gün gördüğüm bu vaziyet karşısında müzik bilgimin sıfır olduğunu, müzik deryasının içinde bir damla kadar dahi olamadığımı keşfettim.

Dersimize Adil Vural adında bir hoca geliyordu. Adil Hoca müzik alanında çok yetenekli çok maharetli bir insandı. Bunun için, okuldaki bütün öğrenciler ona “Mozart” diyor, Mozart lakabıyla tanıyorlardı. Bu nedenle okulumuzdaki birçok öğrencinin müzik hocamızın adının Adil Vural olduğunu öğrenmenden, duymadan mezun olup gittiğini tahmin ediyorum. Adil Hoca laboratuvarda bulunan vurmalı, nefesli, telli bütün çalgıları çalıyor, söz yazıyor ve beste yapıyordu. Memleketi Gaziantep’ti. Takmış olduğu gözlüğün zarifliği, kıvırcık saçları, öğrencilerine hitap şekli, giymiş olduğu kıyafetlerin farklılığı onun gerçek bir müzik adamı olduğunu ilk bakışta ele veriyor, tebessüm etse dahi gözlerinin içi gülüyordu.

 Adil Hoca iki üç hafta nota, müzik terimleri konusunda ders anlattıktan sonra, bize haftaya herkes birer tane flüt alarak derse gelsin diye talimat verdi. Ben aynı gün bir kırtasiyeye giderek Sarı renkli bir flüt aldım. Haftaya flütü paltomun iç cebine koyarak müzik dersine girdim. Adil Hoca arkadaşlar! Yılsonuna kadar herkes flütle İstiklal Marşımızı çalmayı öğrensin. İstiklal Marşını flütle çalamayan öğrenciyi Müzik Öğretimi dersinden geçirmem diyerek bizi sene başında ikaz etti. Bu ikazdan sonrada yılsonuna kadar dersin müfredatına göre konuları anlatmaya, müzik aletlerini tanıtmaya devam etti. Bu arada bazen benim derslerde şiir okumam ve memleketimin Kahramanmaraş olması nedeniyle Adil Hocayla aramızda bir dostluk oluştu.

Bir gün akşam yurtta flütü elime alıp İstiklal Marşını çalmaya uğraşırken benim bu işi beceremeyeceğimi anladım. Çünkü deliğin birini kapatmak için parmağımı indirdiğimde parmağımın kalın olmasından dolayı deliğin ikisi birden kapanıyordu. Deliğin ikisi bir kapanınca da istediğim sesi çıkartamıyordum. Bir hafta sonraki derste durumu Adil Hocaya söyledim. Adil Hocada bana alaylı bir şekilde tebessüm ederek,(senin bu okul da ne işin var dercesine) hemşerim sen o zaman postacıyı çal yeter dedi. Bir yıl boyu verdiğim emek ve gösterdiğim çabaya rağmen, flüte; kurallarına uygun şekilde “do” dedirtemedim ama Adil Hoca ile dostluğumda hiçbir şekilde zeval getirmedim. Bazen okulumuzun yakınlarında bulunan Fenerbahçe Çayevinin bahçesinde arkadaşlarla çay içerken, Adil Hocayı gelirken gördüğümde, flütü cebimden çıkartıp çalışıyor gibi yaptığımda, Adil Hocanın yanımdan geçerken “ çalış, çalış olacak” demesi birlikte oturduğumuz arkadaşların gülmesine neden olurdu. Adil Hoca da benim işin dalgasında olduğumu bildiği halde, bana olan sevgisinden dolayı tepki göstermemesi hoşuma gitmiyor değildi. Hocam buyurun çay içelim dediğimde; (beni üzmemek için) “içerdim ama vaktim yok” demesi, beni ayrıca mutlu ediyordu. Günler, haftalar su gibi akıp gidiyor fakat ben flüt çalma konusunda bir arpa boyu yol alamıyordum. Görünüşte işin gırgırında olduğum anlaşılsa da gerçekte başarısızlık zoruma gidiyor, bazı geceler rüyamda flüt çalıyordum.

Müzik öğretimi dönemlik değil, yıllık bir dersti. Final sınavında yoktu. Hocanın verdiği sözlü notları vize yerine geçiyor, başarılı olmayanlar doğrudan bütünlemeye kalıyordu. Ben flütle “Postacı Şarkısını” çalamadığımdan Müzik Öğretimi dersinden otomatikman bütünlemeye kaldım. Eylül ayının başında bütünleme sınavına girmek için Kahramanmaraş’tan Niğde’ye gittim ama Postacıyı çalma konusunda bir milim ilerleme sağlayamamıştım. Sadece hocanın hemşerilik adına, toprak hatırına iyi niyet gösterip beni dersten geçireceği konusundaki ümidim devam ediyordu.

Pazartesi günü öğleden sonra müzik laboratuvarına gittim. Bütün öğrenciler sınava girdikten sonra en son ben oturdum ünlü bir flüt ustası edasıyla, hocanın karşısındaki sınav sandalyesine. Hoca beni elimdeki flütle nizami bir şekilde sandalyede otururken görünce, gayri ihtiyari gülümsedi. Tatille, memleketle ilgili üç beş cümle hasbihal ettikten sonra, ”çal bakalım Teyfik” dedi. Ben flüte “do” dedirtmeden “olmadı Teyfik yarın gel” dedi. Ben bunun üzerine Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri de bütünleme sınavı için müzik laboratuvarına Adil Hocanın yanına gittim. Adil Hoca her gittiğimde bana bugün git, yarın gel diyerek zaman tanıdı. Perşembe günü ise” Cuma günü öğleden sonra saat ikide odasına gelmemi “ söyledi.

Ben Cuma günü namazdan sonra saat bir buçuk gibi hocanın odasının kapısına gidip beklemeye başladım. Beş dakika sonra sınıf arkadaşım Tevfik Akkuş’ta geldi. Müzik Öğretimi dersinden bütünlemeye kaldığı için benimle aynı saatte hoca onu da odasına çağırmış. Tevfik’le saat ikiye kadar bekledik ama hoca gelmedi. On beş dakika daha bekledik, hoca yine gelmedi. Bunun üzerine hocanın evine gitmeye karar verdik. Ben hocanın evinin yerini biliyordum. Hocanın evi okula yürüyüş mesafesinde bir apartmanın alt katındaydı. Yürüyerek hocanın evine gittik. Adil Hoca beni pencerenin önünden geçerken görünce, pencereyi açarak “sizi unutmuşum, siz okula gidin ben geliyorum” dedi. Biz okula varmadan wolsvagen marka mandalina renkli tosbağa taksisiyle vız diye yanımızdan geçip gitti. Bizi durup arabasına almadığına üzülmedik desek yalan olur. Hocadan tahminen beş dakika sonra bizde okula vardık.

Okuldaki hocanın odasının olduğu blokta merdivenden yukarı doğru çıkarken, hocanın ikinci katta Utku Mutlu hocamın odasında oturduğunu gördüm. Başımı kapıdan uzatarak “hocam biz geldik” dedim. Adil Hoca “ siz yukarı çıkın, çalın ben dinliyorum” dedi. Tevfik Akkuş’la üçüncü kattaki merdivenin başında flütleri elimize aldık. Önce ben başladım çalmaya. Tevfik Akkuş’un desteğiyle zor da olsa flüte do, re, mi, fa, sol dedirtebildim. Hoca kapıdan dışarı çıkıp “kim çaldı?” diye sordu. Bende “ben çaldım hocam ”dedim. Adil Hoca “harika, doğrusu bayıldım” dedi. Tekrar Utku Hoca’nın odasına girdi. Tevfik Akkuş İstiklal Marşımızı flütle normal bir şekilde çaldı. Böylelikle benim için bir hafta süren müzik öğretimi dersi bütünleme sınavı tamamlanmış oldu. Adil Hoca Tevfik Akkuş’u da dinledikten sonra, içeriden gür bir sesle “siz gidin, ben sonuçları Pazartesi günü ilan ederim” dedi. Bunun üzerine bizde okuldan ayrılarak kaldığımız yurda gittik.

Pazartesi günü sonuçlara bakmak için okula geldiğimizde benim Müzik Öğretimi dersinden geçtiğimi Tevfik Akkuş’un tekrara kaldığını görünce hayali hüsrana uğradık. Tevfik Akkuş bu durum karşısında haklı olarak aşırı derecede tepki gösterdi. Tevfik Akkuş’u telkin etmek, yatıştırmak benim için hiç te kolay olmadı. Sevgili arkadaşım Tevfik Akkuş’ta dersi tekrardan alıp bir yıl sonra geçti ama bizim merdivenin başında müzik sınavına girmemiz, flütü Tevfik Akkuş’un çalıp dersi isim benzerliği nedeniyle Teyfik Karadaş’ın geçmesi (yani benim geçmem) üniversite genelinde komik bir fıkra gibi senelerce anlatıldı.

Aradan yarım asra yakın bir süre geçmesine rağmen sınıf arkadaşlarımızla bir araya geldiğimiz toplantılarda Tevfik Akkuş kardeşimle birlikte bu anımızı anlatır hem biz güler hem de arkadaşlarımızın gülmesini sağlarız.

Tebessüm; kana en hızlı karışan ilaçtır. Sizin yüzünüzden gülücükler eksik olmasın. İyi dost kara günde belli olur. Allah herkesi daima iyi dostlarla karşılaştırsın diyor, merhum Adil Vural hocamı saygıyla anarken, sizlerin de benden daha güzel anılar yaşamanızı dilerim.

 

 

 

 

TEFEÜL SAATLERİ-1/Hidayet BAĞCI


…Gülümserken de buz kesildiğim zamanlar oluyor, aynı manzaraya bakıp farklı tepkiler verdiğimizde…” diye başlayan cümlelerle hikâyesini yazmaya başlayan Şiir Naz, bu cümlenin hem altını çizdi hem de üzerini. Yazdığı hiçbir şey onu tatmin etmese de o yine hikâye defterine bugünün notlarını aldı ve kendince cümleler yazdı. Geçer miydi bu belirsiz günlerin neticesi ve biter miydi her geçen günün umutları? Zamanı yaşarken hangi umut tükenmişlik hissi verebilir ki ve hangi geçmiş gün geleceğin umudunu söndürebilir ki?

Ağaçlar yapraklarını tam mevsiminde toprağa düşürmeyip rüzgarların kanatlarına ısrarla bırakmasa da Şiir Naz, her geçen gün gibi acılarına umutlar yükleyerek bugünün de üzerini kapattı. Ömürden bir gün daha bitmiş ve geceyi ısıtmak için kurduğu hayallerin penceresinin perdesini çekerek sobanın en sıcak köşesine ısınmak için uysal bir kedi gibi kıvrıldı. Sobanın içinde alev alev yanan zeytin dalı çalılarından gelen o çıtır seslerin eşliğinde Bülbül Nâme Hikâyesi’ni okumaya başladı. Şiir Naz ilk sayfasından diğer sayfaya geçemeyecek kadar derin düşünceler içindeyken kitabı akıcı bir şekilde okuyamadı. O günü düşündü ve o günden sonra bir daha akıcı okuyamadı kitapları… 

Sahi o gün ne olmuştu? 

“Acılarımın omuzuna bir uğur böceği dokunsa, her şeyim iyileşir ve her şeyime uğur gelirdi…” Dediği günlerin birinde tefeül gibi gelmişti bu kitap… Şiir Naz sobanın içine zeytin dalı çalılarından biraz daha attı ve ateşe atılan zeytin dalları yine birbiriyle yarış edercesine çıtır çıtır sesler çıkarmaya başladı. Dışarıda ise sonbahar yağmurları camlara bir kırbaç edasıyla dokunuyordu ki sobanın üzerinde demlenen çay, buharıyla “Ben hazırım!” diyordu. Şiir Naz ince belli narin cam bardağına çayı süzdü ve ilk yudumdan sonra kendisine tefeül olan her şeyi düşündü… 

Bir yerlerde okumuştu “…Şiir, iyileşmeyi isteyenler için şifadır…” 

Sezai Karakoç’un kaleminden Mona Rosa’yı, Nurullah Genç’in vazgeçilmez şiirlerinden Rüveyda’yı ve Hasan Ejderha’nın mürekkebinden Sen Hiç Olmamalısın şiirini okudu bir daha, bir daha okudu ve Dede Efendi bestesi “Ey büt-i nev edâ” yı dinledi bir kez… Ne kadar çok anlam yüklediğinin farkına varmadan Karamanlı Kami’den bir beyit geldi aklına ve söylendi kendi kendine… 

“Güle guş ettirmez yok yere bülbül inler 
Varak-ı mihr-ü vefâyı kim okur kim dinler” 

Şiir Naz, bu beytin anlamında derinleşti bir süre. Sonrasında hikâye defterine yazmayı istediği milyonlarca cümle varken kurduğu her cümlenin ilk kelimesi neden noktayla bitiyordu bunu bir türlü anlamadığını fark etti. Çözemedi kendi ekseni etrafında bir ağ kuran örümceğin çabasını. Bilemedi bir ahtapotun uykusunda gördüğü rüyanın etkisiyle neden renk değiştirdiğini. Anladı yazdıkça kendi kuyusundan çıkmaya çabalayan hal-i pür melalini… 

Soğuyan çayından bir yudum daha aldı ve yutkundu. Bu çözümü olmayan soru dizesi halinde sıralanan düşüncelerinin bir cevabı olmalıydı, sınırları olmamalıydı. Sırtını dayadığı şiirden duvarların tuğlası hikâyelerle örülmüş olmalıydı. Bir de o duvarın geleceğin manzarasına bakan açık bir penceresi vâr olmalıydı. Gelecek hep uğur getirmeliydi ve adımlarının huzuruna sıra sıra dizilmeliydi. Şiir Naz yürüdükçe umutlar ezilmemeliydi ve mevsiminde çiçek olup meyveye durmalıydı. 

Sobanın sıcak köşesinden kalkıp masada halsizce duran hikâye defterini açarak en son yazdığı sayfada hikâye olmayı bekleyen ilk cümleye baktı. Cümleyi son kez okuyarak sayfanın kâğıdını sessizce kıvırarak yırtıp o tek nüshayı elinde buruşturduktan sonra sobaya attı. Gözleri kâğıdın yanışını seyretmekle meşgulken kapı aralandı. Zihninde canlanan hikâyeye “Hoş geldin!” diyerek yazmaya başladı…


NAKIS / Miraç DOĞANTEKİN


"Eremedim sırrına kalemin kağıd iken
Bilmedim acı nedir ahüzar ağıd iken"

Taşların üzerinden ceylan
Bakar bana kendin görür
Söylesem güzelliğini
Suda bir alem ölür

Ben yola düşünce kuşlarla
Adım yoldaşa çıkar
Şiirin aksağını
Güzelin tutsağını
Kurtarırım kalemden

Ellerin ellerimle niçin hasret kalmıştır

 

Son Kalan/Mustafa Alper Taş


bir dağın uysal damarlarında
sen ben ellerimiz yemyeşil
baktıkça dağılıyoruz
akşamın rüzgarına

yalnız eriklerden
sabahları üşümemeyi öğrendik
başka da anlamı yok
sevilmemenin

yağmur yağınca hani
odalarda
çalkanan bir gündür deniz


UNUTULUYOR ÖLÜM GİBİ HER GİDEN / Muhammet NACAROĞLU







Her hücremin hissettiği
Ölüm gizeminin karanlığında
Sanki fotoğraf makinası ile çekilen
Bir anlık göz kırpma görselliği
Beni alıp bir yerlere götüren

Albümün sayfaları yaşanmış mazi
Bir siluet gölgesi karşımda
Sanki bana benziyor bu yüz ve beden
Tanıdık gibi duruyor gözleri
Resimlerde el gibi duran ben

Sindirmiyor gönül toprak olup bitmeyi
Şu sonsuz alemin uçsuz bucaksız mekânında
Sınırlı ömürle her gelen
Çoğunda ayrılış bir hüzün atmosferi
Unutuluyor ecel gibi her giden  

MURTAZA KÖYÜ / Teyfik KARADAŞ

1989 Senesinin temmuz ayında üniversiteden öğretmen unvanıyla mezun oldum. Millî Eğitim Bakanlığınca yapılan yeterlilik sınavından yeterli puanı alamadığım için öğretmen olarak atamam yapılmadı. Ben de köyümde ailemin yanında yaşamaya başladım. Eylül ayı gelince köydeki öğrenci arkadaşlarım okuluna, memur arkadaşlarım çalışmak için görev yerlerine gittiler. Ben ise köyde hücre cezası almış mahkûm gibi tek başıma kaldım.  Ailemin maddi durumu iyi olmadığından babamdan harçlık istemeye dâhi dilim varmıyordu. Ekim ayında yapraklar sararıp, havalar soğumaya başlayınca köydeki yazlıkçılar da gidince köy iyice ıssızlaşmaya, benim canım daha fazla sıkılmaya başladı. Bu arada Bakanlıkta tanıdığı olanların el altından ataması yapılıyormuş diye bir haber duydum. Bunun üzerine o zamanın Kahramanmaraş’taki kudretli siyasetçisi Ökkeş Beyden ’den bir mektup alarak Ankara’ya gittim.

Ankara’da Ökkeş Beyin mektup yazdığı zatı bularak mektubu takdim ettim. Mektubu alan bey
efendi zarfı açarak mektubu dikkatlice okudu, okurken gözlerinin içi güldü ve bu esnada hızlıca ayağa kalkarak benim yanaklarımdan öptü. Bana bir bardak çay söyledi, ben çayı içtikten sonra birlikte Millî Eğitim Bakanlığına gittik. Yolda giderken “Teyfik senin bu işi mutlaka halletmeliyiz, yoksa ben Ökkeş Beyin yüzüne bakamam” diyerek bana samimi olduğunu ifade etmeye çalışan abiyle Millî Eğitim Bakanlığına vardık. Bakanlıkta ziyaret ettiğimiz genel müdür, müsteşar yardımcısı seviyesindeki bütün bürokratlar bize kapılarını sonuna kadar açıp, en üst seviyede ağırladıkları halde benim atamamın bu yıl yapılamayacağını söylediler. Böylelikle benim atamadan ve Ankara’dan ümidim kesilmiş oldu. Ankara’daki abi beni kendi otomobiliyle Ankara Otogarına kadar getirdi ve otogardaki park alanında kucaklaşarak birbirimizden ayrıldık.

Ben Ankara Otogarında rotamı Maraş yerine Niğde’ye çevirdim. Niğde’de hem diplomamı alacak hem de alt sınıflarda okuyan okul arkadaşlarımı ziyaret edecektim. Gece yarısı Ankara’dan otobüse bindim, sabah ezanı okunurken Niğde’de indim. Dışarı Camide sabah namazını eda ettikten sonra, arkadaşlarımın kahvaltı mekânı gül lokantasına gittim. Gül lokantasında geleneği bozmadan mercimek çorbası yiyerek kahvaltı meselesini halletmiş oldum. Kahvaltı yaparken arkadaşlarımın bazılarıyla kısa süre ayak üstü de olsa görüştüm. Bu sırada elimdeki valizi bırakmak için yakın arkadaşım ve hemşerim Mehmet Akif’in evinin anahtarını aldım. Lokantadan dışarı çıkınca Niğde Milli Eğitim Şube Müdürü Mehmet Karaca abiyle karşılaştık. Öğrencilik yıllarımda yakinen tanıdığım Mehmet Karaca Niğde topraklarının yetiştirdiği önemli bir dava adamı, kıymetli bir gönül insanıydı. Niğde’de üniversite okuyan vatan Per ver öğrencilerin maddi manevi bütün sorunlarıyla ilgilenir ve çözüme kavuştururdu. Mehmet abiyle biraz hoş beş ettikten sonra, çay içmek üzere Milli Eğitim binasına çıktık. Mehmet abinin odasında hem çay içiyor hem de memleket meseleleri üzerine koyu bir şekilde sohbet ediyorduk. Sohbetimizi noktalayıp ben kalkmaya hazırlanırken Mehmet Karaca abiyle aramızda şöyle bir konuşma geçti.

Mehmet Abi- “Teyfik Niğde’ye niçin geldin?” dedi.

Ben- “Abi tayinim çıkmadı. Ankara’ya gittim. Oradan da bir şey anlayamadık. Dönerken de diplomamı almak ve arkadaşlarımı ziyaret etmek için buraya geldim” dedim

Mehmet Abi – “Vekil öğretmenlik versem yapar mısın?” dedi.

Ben – “Çok memnun olurum abi” dedim.

Mehmet Abi- “Arkadaşlarından vekil öğretmenlik yapacak üç kişi daha bulabilirimsin?” dedi.

Ben – “Elli kişi yine bulurum abi, arkadaşların hepsi boşta kaldı” dedim.

Mehmet Abi- “Arkadaşlarından çalışmaya ihtiyacı olan, milliyetçi, muhafazakâr ve ahlaklı üç kişi daha çağır, sizi Murtaza Köyüne vekil öğretmen olarak göndereyim” dedi.

Ben – “Başım üstüne Mehmet abi” dedim ve arkadaşlarıma haber vermek için heyecanlı bir şekilde Mehmet abinin odasından ayrıldım.

Doğruca Niğde Postanesine giderek telefonla Adana’dan Fatih Gülnar’a, Aksaray’dan Davut Serin’e haber verdim. Üçüncü kişi olarak kimi çağırayım diye düşünürken, Ermenekli Feridun’da orada birdenbire hasıl oldu. Ona da durumu şifahi olarak söyledim. Böylelikle çalışacağımız kadro tamamlanmış oldu. Arkadaşlar evraklarıyla birlikte bir gün sonra sabah ekenden Niğde’ye geldiler. Evraklarımızı Mehmet Karaca abiye teslim ettik. Mehmet abi aynı gün Valilikten vekil öğretmen olarak atama onayımızı çıkarttı. Murtaza Köyü İlkokuluna göreve başlama yazılarımız yazdırdı. Bize dürüst, gayretli bir şekilde çalışmamız için nasihatte bulundu ve hemen göreve başlamamızı söyledi ve başarılar dileyerek bizi odasından uğurladı. Mehmet abinin odasından ayrılırken dünyanın en mutlu insanları bizlerdik. Mehmet abinin bana vekil öğretmenlik işi ayarlamasından ne kadar memnun olduğumu kelimelerle anlatamam. Memuriyete başladıktan sonra işin önemini daha iyi anlayıp Mehmet abiye olan sevgimin bir kat daha arttığını ifade etmek isterim. O zamanlar vekil öğretmenlik kadroları iktidardaki siyasi parti yöneticilerin talimatına göre kullanılan kadrolardı. Bizim dördümüzde yabancı illerden gelmiş, mevcut iktidarla herhangi bir bağı, ilişkisi olmayan insanlardık. Mehmet Karaca’nın bizleri vekil öğretmen atayarak, nasıl bir risk aldığını yıllar sonra idrak ettim. Allah ondan yüz bin kere razı olsun.

Arkadaşlarla atama yazılarımızı elimize alıp Hacı Abdullah Kasabasının belediye otobüsüne binerek Murtaza Köyüne hareket ettik. Otobüs Niğde Nevşehir karayolunda otuz kilometre kadar ilerledikten sonra Yeşil Gölcük Kasabasındaki kavşaktan sol tarafta bulunan İnli- Hacı Abdullah – Murtaza Köyü istikametindeki tali yola döndü. Döndüğümüz kavşağın sağ tarafından baktığımızda Erciyes Dağı bir asker süngüsü gibi gökyüzündeki bulutlara saplanırken, sol tarafa baktığımızda Hasan Dağı bize hoş geldiniz diyerek el sallıyordu. İleriye baktığımızda Misli Ovası ülkemize yetecek kadar patates üretmenin mutluluğuyla önce Derinkuyu tarafına doğru uzanıyor sonra ufuklarda gözden kayboluyordu. Köy yoluna döner dönmez bizim için farklı bir heyecan başlamış oluyordu. Acaba Murtaza nasıl bir köy, halkı nasıl insanlardan oluşuyor, ulaşım imkânı yeterlimi gibi binlerce soru kafamızın içinde cirit atıyordu. Otobüs İnli Kasabasını sol taraftan teğet geçip, eğimi gittikçe yükselen satıh kaplama asfalt bir yoldan birkaç kilometre daha ilerleyip Hacı Abdullah kasabasına ulaştı. Biz son durakta otobüsten inip şoförün gösterdiği istikametten Murtaza Köyüne doğru yürümeye başladık. Gittiğimiz stabilize, daha doğrusu toprak yolun sol tarafından bir değirmen çalıştıracak miktarda su akıyor, akan suyun etrafında asırlık söğüt ağaçları Hasan Dağının kır topraklarına renk katıyordu. Su akan dereyle Murtaza’nın toprak yolu birbirlerine paralel olarak ve gittikçe yükselen bir eğimle Hasan dağın zirvesine doğru ilerliyordu. Ben, Fatih, Davud ve Feridun ise köyde yapacağımız işler konusunda hem konuyor hem de geç kalmadan dönüşte Hacı Abdullah Kasabası belediye otobüsüne yetişmek için hızlı adımlarla ilerliyorduk. Yirmi dakika kadar yürüdükten sonra eğim azaldı, yol düzeldi ve derenin havzası genişledi. Başımı kaldırıp ileri doğru batığımda köy camisini minaresi görüldü. Arkadaşlara köye geldik, gözünüz aydın olsun dedim. Onlarda bana ne biliyorsun dediler. Ben de onlara minarenin ucunu gösterdim. Minareyi görünce nasıl sevindiğimiz, arkadaşlarımın gözünden okunuyordu. Bu kadar zahmetli, bu kadar sevinçli bir yolculuk sonunda Murtaza Köyüne intikal etmiş olduk.

Murtaza Köyü bir derenin iki yakasında kurulmuş üç yüz hane kadar büyükçe bir köy. Her nedense evler birbirlerine yanaşık, iç içe yapılmış, genellikle iki katlı duvarları kesme taş ve üzeri toprak yapılardan oluşuyordu. Evler arasındaki sokaklar dar olduğundan araba ile girme imkânı yok gibi görünüyordu. Köydeki evlerin kapı ve pencerelerinin üzerindeki taştan yapılmış kemerler köyün tarihinin çok eski dönemlere dayandığına işaret ediyordu. Köyün çıkış kısmının sağ tarafında minareli bir camii, sol tarafta tek katlı bir ilkokul binası vardı. Ayrıca derenin sol tarafında altı bakkal, üstü kahve olan betonarme bir yapı bulunuyordu. Derenin üzerindeki betonarme tek gözlü üç adet köprü ile köylülerin karşıdan karşıya gidiş gelişleri sağlanıyordu. Köye varınca okulun yerini sorup, köyün içinden halkın meraklı bakışları arsından geçerek ilkokula vardık. Okul binası onarıma alınmış, okulda boya ustaları ve marangozlar çalışıyordu. Okulda çalışan ustalarla ayak üstü kısa bir sohbet ettikten sonra okulun eşyalarını teslim almak üzere köy muhtarının evine gittik. Köy muhtarı İbrahim amca bizi çok güzel karşıladı ve evinde öğle yemeği için misafir etti. Cüzi bir kirayla köyde kalacağımız evi ayarladı. Okulun büyük onarım da olması nedeniyle depoda büyük bir titizlikle sakladığı okulun evraklarını Müdür Vekili olarak görev yapacak arkadaşımız Feridun Keleş’e tutanakla imza karşılığı teslim etti. Biz evraklıları aldıktan sonra apar topar göreve başlama işlemlerimizi tamamlayarak geldiğimiz yoldan giderek Hacı Abdullah Belediyesinin otobüsüyle akşam üzeri Niğde’ye döndük. Kendi aramızda görev taksimi yaparak yatak-yorgan, mutfak malzemesi gibi ihtiyaçlarımızı tedarik etmeye başladık. Ben bu arada Postaneye giderek bizim köyün PTT Acentesi Bakkal Muzaffer aracılığıyla Niğde’de göreve başladığımı, köye gelmeyeceğimi aileme bildirdim.

Arkadaşlarla cumartesi ve pazar günü öğrenci arkadaşlarımızın da yardımıyla topladığımız malzemeleri pazartesi günü Niğde-Murtaza Köyü arasında ulaşımı sağlayan Ford Arif’in BMC kamyonuna yükleyerek köye götürdük. Köyde kiraladığımız iki odalı, taş duvarlı toprak çatılı eve yerleştik. Okuldaki onarım işinin en kısa sürede tamamlanması için muhtarla, müteahhitle ve milli eğitim yetkilileriyle görüşmelere başladık.  Bu gayretimiz sonunda okulun onarım işini zamanından önce tamamlattık. Bu durumda kasım ayı gelmiş, eğitim öğretim yılının birinci dönemi yarıya gelmişti. Cuma günü köy muhtarlığından bir anons yaptırarak pazartesi okulun açılacağını köy halkına duyurduk.

Pazartesi günü okul açınca öğrencilerin yüzde doksanı güle hasret gelmiş bülbül gibi, okul hasretliklerinin bitmesine sevinerek okula geldiler. Bizde alacakları kırtasiye ve ders kitaplarının listelerini öğrencilere verdik. Okutacağımız sınıflardaki öğrencilerle tanıştık. Öğrencilerin ve velilerin ilk günden okula göstermiş oldukları bu büyük ilgi bizi ziyadesiyle memnun etti. Bu ilgi karşılığında bizlerde zaman kaybından dolayı öğrencilerin derslerdeki eksikliklerini acele bir şekilde telafi etmek için karar aldık. Bismillah diyerek eğitim öğretime başladık. Ben beşinci sınıfları okutuyordum. Günlük beş saat yerine sekiz saat ders işliyordum. Bilgilerimiz taze, beyinlerimiz zindeydi. Köy mahrumiyet bir yerde olduğu halde, öğrencilerin ekonomik sıkıntıları yoktu. Köyün erkekleri genelde İstanbul Bayram Paşa Sebze halinde çalışıyor, köyde olanlar ise koyunculuk yapıyordu. Köyün gelinleri ve genç kızları ise halı dokuyorlardı. İstanbul’dan köye izine gelen her vatandaş mutlaka ya okula kalem defter gibi hediyeler getiriyor ya da nakdi yardımda bulunuyordu. Birinci dönemin sonunda okulun iki ay geç açılmasından kaynaklanan eğitim eksikliğinde fazlasıyla telafi ederek birinci dönemi başarıyla tamamladık. Köy halkıyla kırk yıldan beri orada yaşıyormuşçasına kaynaştık, günlerimiz mutlu bir şekilde rüzgâr gibi hızlıca gelip geçiyordu. Aradan otuz yıl geçtiği halde köy halkından Pehlivan Hüseyin Karaca, Kör Hüseyin, köy İmamı Süleyman Üner, sazcı Mehmet, Cafer Salman gibi onlarca insanın adı hafızamdaki canlılığını halen korumaktadır. Köy muhtarı deli İbo, DSİ görevlisi Mehmet Hoca, Bakkal Bayram unutmadığım simalar arasında yer almaktadır.

Murtaza köyü Kapadokya Bölgesinin batı ucunda yer alması nedeniyle Bizanslılar, Selçuklular, Osmanlılar başta olmak üzere birçok medeniyete ev sahipliği yaptığı köydeki evlerin yapılarından ve çevredeki kalıntılardan anlaşılıyordu. Köy halkının koyunculukla uğraşması, kadınları halı dokuması ve konuşma ağızları yörede yaşayan insanların Yörük Türkmenlerinden olması ihtimalini güçlendiriyordu. Arazinin engebeli ve susuz olması tarım işleriyle uğraşmaya pek imkân vermiyordu. Bu nedenle köy halkı ümidi köyün ortasından akan Karanlık Çayının üzerine yapılacak olan Murtaza Barajına bağlamış durumdaydı. Murtaza Köyünde çalışma ve geçim şartlar zor olduğu halde halk mutlu ve güler yüzlüydü. Köy muhtarı Deli İbrahim düğünlerdeki yazılı davetiye işini yasaklamış, düğün davetleri Muhtarlıktan anonsla yapılıyordu. Düğünlerde oyunlar halaylar Ali Ercan, Neşet Ertaş gibi sanatçıların söylediği türkülerle saz çalınarak icra ediliyordu. Köyde her cumartesi günü bir büyükbaş hayvan kesiliyor, et ihtiyacı bu şekilde karşılanmış oluyordu. Köyden şehre ulaşım bir BMC kamyonla sağlanıyordu. Kamyonun şoför muhaline imam, öğretmen, ebe ve muhtardan başka kişilerin binme hakkı yoktu. Velhasıl Murtaza Köyü tarihi zenginlikleri, coğrafi özellikleri ve doğal güzellikleri ile kültürel zenginlikleri bakımından araştırılıp kayıt altına alınması gereken bir yerdi.

Ben ve arkadaşlarım birinci dönem bitip sömestri tatili başlayınca memleketlerimize gittik. Ailelerimizin yanında güzelce tatil yapıp dinlendikten sonra, ikici dönem başlamadan bir gün önce aynı şevk ve aynı heyecanla Murtaza’ya döndük. İkinci dönem başlayınca okula birde asil öğretmen atandı. Yeni gelen öğretmende bize uyum sağladı, aynı hız aynı performansla eğitim öğretime devam ettik. Bu arada da bir yıl sonra gireceğimiz yeterlilik sınavı için sıkı bir şekilde çalışıyorduk. Murtaza köyüne yağan metrelerce kar, yağmurun yağmasıyla derelerden akan coşkulu seller bizim azmimizi bir milim olsun engellemiyordu. Gündüz öğrencilerimizin başarısı için, gece kendi başarımız için gayret ediyorduk. Köyde fırın olmadığı için ekmek ihtiyacımızı köy halkı tandırlarda yaptığı ekmekten karşılıyordu. Ders bitiminde Bakkal Bayramın kahvesine gidip bir bardak çay içimi halkla sohbet etmek bizim en büyük motivasyon kaynağımızdı. Hafta sonları Niğde’ye gidip alışveriş yapmak sosyal hayatımızın en önemli parçasıydı. İşte günlerimiz, haftalarımız böylece gelip geçiyordu.

Mart ayı sonunda Hasan Dağının karları eriyip köy yolları iyice açılınca okula motosiklete iki tane müfettiş geldi. Müfettişlerden Birinin adı Hasan Hüseyin, birinin adı Alâeddin’di. Okulun tertip düzeni, derslerdeki başarımız Müfettişlerin nazarı dikkatini çekti. Ancak teftiş defterine kimlik bilgilerimizi yazarken dördümüzün vekil birimizin asıl öğretmen olduğunu anladılar. Müfettiş Alaeddin Bey bana kardeşim sizin dördünüzü bir buraya kim vekil öğretmen olarak gönderdi dedi. Ben sözü uzatmadan biz Karacanın ekibiyiz dedim. Müfettiş Alaeddin Bey o halde size bir iyilikte ben yapayım. Okul iki ay geç açıldığı için valilikten onay alarak eğitim öğretim süresini bir ay uzatayım da siz bir ay daha maaş alın dedi. Bizim okulda çok fazla kalmadan memnun bir şekilde komşu köyümüz Çınarlı ’ya gittiler. Müfettişlerin okulu uzatma konusundaki sözlerine pek fazla inanmamıştık doğrusu. Fakat müfettişler gelip gittikten on beş gün sonra okulun eğitim öğretim süresinin bir ay uzadığına dair valilik onayı elimize ulaştı. Müfettişlerin bizim başarılı çalışmalarımızı ödüllendirmek ve bir ay daha maaş almamızı sağlamak maksadıyla yaptıkları bu iyilikten ziyadesiyle mutlu olduğumuzu ifade etmeden geçmek haksızlık olur diye düşünüyorum. Böylelikle Murtaza’da haziran ayının on beşine kadar eğitim öğretime devam ettik. Ayın on beşi cuma günü öğrencilerin karnelerini dağıttık, dolayısıyla Murtaza’daki görevimizde sona ermiş oldu. Aynı gün camiye Cuma namazına giderek, köy halkıyla helalleştik, vedalaştık. Bizim ayrılışımıza cemaatin yarıdan fazlası göz yaşı döktü. Bizlerin gözünden akan yaşlar Karanlık Çayına karışıp sel oldu. Hayatta her şeyin bir sonu olduğu gibi, bizim orda ki görevimizde son buldu. Ford Arif’in BMC kamyonuyla Niğde’ye, Niğde’den de memleketlerimize gittik.

Aradan uzun yıllar geçmesine rağmen ne Mehmet Karaca abiyle, nede Murtaza Köyüyle irtibatımızı kopartmadık. Benim ne zaman Ankara’ya yolum düşse dönerken Niğde’ye uğrar Mehmet Karaca elini öperdim. Mehmet abi genç yaşta vefat etti. Şimdi o tarafa yolum düşerse Dikilitaş Kasabasındaki mezarına gidiyor dua ediyorum. Kendi arabamla Niğde’ye Nevşehir’e gittiğim zamanlar gece dahi olsa Murtaza köyüne çıkıyor, yüksekçe bir tepenin üzerinden bakarak anılarımı tazeliyor, hasret gideriyorum. İlk göz ağrım olduğunda mı veya başka bir tarif edemediğim sebepten mi bilemiyorum Murtaza’yı hafızamdan silemiyorum. Birlikte çalıştığımız Davud’un, Fatih’in ve Feridun’un da merhum Mehmet Karaca abimize ve Murtaza Köyüne benden daha fazla vefa gösterdiklerini biliyorum, görüyorum.

Sizlerin de size yardımcı olan insanlara karşı, büyüklerinize karşı, yaşadığınız topraklara karşı vefalı insanlar olmanızı diliyorum.

“Vefasızlara gitme onlar birer yıkık köprüdür”. -Hz. Mevlâna

 

DÜNYAYI KENDİ GÖZÜMLE GÖRDÜM/ Samet YURTTAŞ








Bir sabah vakti dünyanın balkonundan

Gökyüzünün idamını gördüm

Çöplerin arasında hayalini arayan

Bir çocuk gördüm

Uçurtma uçuran ağacı

Kır çiçeklerinin merhametini 

Maske takan güneşi

Kravat takan ceset gördüm

 

Ben dünyayı kendi gözümle gördüm

Ekmeğini ikiye bölen bir dost

Görmedim 

 

Çiçek koklayan bir güvercin,

Nefes nefese kalan rüzgâr 

Geceyi okşayan yıldız gördüm

Trenlerin iç çekişini 

Sokakların simetrik dizilimini

Toprağın asimetrik gülüşünü

Yağmalanan yeryüzünü gördüm

 

Ben dünyayı kendi gözümle gördüm

Ekmeğini ikiye bölen bir dost

Görmedim

 

 

DÜKKÂN YOKKEN / Ferhat AĞCA


Fazlı Bayram’a

 






Cinler musluğumuzu açtı

Bizler yokken onlar dükkân yaptı

Güneş en uzak dağları aştı

Gel ilişmeyelim Fazlı abi

Vakit onların vakti

 

En hırçın sular duruldu

Rüzgâr kıstı sesini

Akşam oldu

Çaylar demlenmişse bile

Gel oturmayalım Fazlı abi

Birazdan kalkın der federaller

 

Kuşlar başını gövdesine tumdu

Ağaçlar bile gözlerini yumdu

Tütün* sarmışsan bile

Gel yakmayalım Fazlı abi

Vakitlerimize yasak kondu.


*Tütün ve tütün ürünleri sağlığa zararlıdır. Aşksızlık, sevgisizlik, türkü dinlememek ise sağlığa daha zararlı olup, adam insanlıktan çıkar maazallah.



*VERÂ APARTMANI / Alaaddin KÜÇÜKKÜRTÜL

CASIM ÇOBAN’A

Genç adam elindeki adres kağıdına bakıp bir yandan da adımlayarak sokağa girdi. Vera apartmanın önünde durdu. Bilmediği bir şehirde kaybolmuş sonrasında tanıdığı bir insana rastlamış insanın yüz ifadesi ile adres kağıdını cebine koydu ve üstünü düzeltti ardından apartmana girdi.

Burası üç buçuk katlı her katında karşılıklı iki daire en üst katında da tek daire olan şehrin lüks sayılabilecek bir semtinde var olan bir apartmandı. Apartmanın merdivenlerini yavaş yavaş çıkmaya başladı. Gideceği yer apartmanın en üst katındaydı. İlk kata çıktığında gayri ihtari sol tarafındaki daireye baktı. Dairenin siyah çelik kapısında Doktor Kamuran Taşçı – Göğüs hastalıkları uzmanı yazmaktaydı. Merdivenleri çıkmaya devam edecekken doktorun dairesinin karşısındaki dairenin yine çelik olan kapısında yazan isme baktı. Kapıda Yazar Kerim Dönmezgil yazmaktaydı. Genç adam yazarın ismini görünce hemen tanıdı. Kitapları çok satılan bir kişisel gelişim yazarıydı. Merdivenleri ağır adımlarla çıkmaya devam etti. İkinci kata geldiğinde sol tarafındaki alt kattaki dairelerin kapılarına göre güzel sayılabilecek gümüş renkli kapıya baktı. Kapıda Emekli General Korkut Topçu yazmaktaydı. Gümüş renkli güzel kapının karşısında bulunan yine aynı güzellikteki dairenin kapısına baktı. Orada ise Emekli Büyükelçi Mesut Yağız yazmaktaydı. Yine aynı hızda merdivenleri çıkmaya devam ederek üçüncü kata ulaştı. Her zaman gerçekleştirdiği bir ritüelmiş edasıyla sol tarafındaki dairenin altın renkli kapısına baktı. Kapıda Emekli Başbakan Selçuk Odacı yazmaktaydı. Altın renkli kapının karşısındaki daireye baktığında az öncekilerden daha da güzel olan kapının üzerinde Yılmaz Şahin yazmaktaydı. Bu ismi de hemen tanıdı güzel kapılı dairenin sahibi ülkenin medya imparatoruydu onlarca kanalı, gazeteleri vardı. Tekrar merdivenlere yöneldi tek daire olan
apartmanın en üst katına ulaştı. Kattaki tek dairenin kapısına geldiğinde gayet sade malzemelerle yapılmış kapısına baktı.

Dikkatini çeken şey ise sade malzemelerle yapılmış kapıda yazan iki kelimelik cümleydi “Sadece İnsan”.

Genç adamın yüzünde manalı bir gülümseme oluştu. Doğru yere ulaşmış bir insan edasıyla kapıyı tıklattı.

*VERÂ: Bütün yaratılmış olanlar.

TALİHİN SEYRİ TARİHİN AKIŞI GİBİDİR / Furkan EREN

Beşerin bazıları lider doğar suyun akışını değiştirir, bazıları ise liderlerin yönünü değiştirdiği suyun akışına uyarlar.

Türk İslam Coğrafyası, büyük hayallere, büyük hedeflere okyanuslara ulaşmak için dağ gibi liderlerin yön verdiği çağlayan bir nehirdir. Önüne geçecek her engeli aşacak güçtedir. Bizim nehirlerimizin çağladığı topraklarda, mazlumun gözyaşı dinecek, zalimin zulmü bitecek, özgür ruhlu, inançlı insanlar önder olacak. İşte büyük hayalimiz budur.

Tarih bir akarsuya benzer. Çağların arasından süzülüp gelen bir akarsuya... Bazen kıvrılan, bazen dosdoğru ilerleyen bir akarsu gibidir insanoğlunun tarihi; bazen coşar, bazen çağlar, bazen sükûn içinde seyreder; bazen de durur.

Yeryüzünde ovalardan, yaylalardan, vadilerden akıp gelen bir akarsuyun akışını ne değiştirir? Ona yön veren, istikamet veren şey nedir?

Bir akarsuyun yönünü ve hızını denizlere, okyanuslara ulaşma arzusu belirler.

Ne kadar tutkuyla, arzuyla okyanuslara ulaşmak istiyorsa bir akarsu, o kadar hızlı akar, o kadar coşkuyla çağlar. Bazen şelale olur uçurumlardan iner aşağı, bazen sel olur taşı, toprağı katar önüne, sürükler götürür; toprağı aşındırır tepeleri eritir, ağaçları söker ta kökünden. Sonunda uzun yollardan, diyarlardan, dağlardan geçip denizlere, okyanuslara kavuşur; deryada sonsuzluğa karışır, hayalini hedefini gerçekleştirir.

Irmaklar bazı zamanlar hedeflerini şaşırır, okyanus diye göle dökülür. Denizlere giden yol zannedip yanlış yere döner vadilerde, ovalarda, çöllerde kuruyup gider. Doğduğu günden beri en büyük hayali hedefi olan okyanusla buluşma isteği buhar olup havaya karışır.

Bu nehirlerin, bu coşkun suların akışını, yönünü değiştiren güç nedir? Büyük bir tutkuyla akıp giden suyun akışını ne değiştirebilir?

Derler ki suyun akşını ancak sert kayalardan oluşan dağlar döndürebilir.

Bir dağ sert, kaya gibi, çelik gibi, demir gibi bir gövdeye sahip değilse o suyun akışını değiştiremez. O dağ yumuşak topraktan oluşmuşsa suyun şiddeti toprağı söküp alır, koca dağ zannedilen şey eriyip gider bir anda. O nedenle suyun akışını ancak kaya gibi sert dağlar değiştirir, o suya gideceği yönü gösterir, okyanusa ulaşmasını sağlar.

Tarih nehrinin akşını değiştiren üstatlar vardır. Onlar çelik gibi iradeye, kaya gibi inanca, demir gibi güçlü fikirlere sahiptir. Çağlamış, coşmuş nehirler, o insanların dağ gibi sağlam gövdelerine çarpar ve gördüğü direnç karşısında yönlerini değiştirirler. Bu insanların güçleri Allah vergisidir. Bu insanlar liderdir, öncüdür, kılavuzdur, rehberdir.

Akarsuyun akşını ancak lider doğanlar değiştirir. Lider doğar ve lider ölürler.

Tarih nehrinin akşını değiştiren beşer sayısı çok azdır. Onların çelik gibi iradeleri, engin ufukları, geniş yürekleri, kaya gibi inançları sayesinde ülkelerin, milletlerin kaderleri, yönleri, istikametleri değişir.

Onlar suyun akışını değiştirip okyanuslara kavuşmalarını sağlarlar. Suyun şiddeti ne kadar fazla olursa olsun dağın kaya gövdesinden bir şey sökemez, alamaz sadece, yön değiştirir.

Bir ülkede sürekli lider doğmaz, sürekli lider çıkmaz. Ne zaman nehir yolunu kaybetse ne zaman okyanusa ulaşma hayalini yitirse karşılarına dağ gibi bir lider çıkar, akarsuyun akışını değiştirir ve yeniden büyük hayallere, büyük okyanuslara yönlendirir.

Bizim geçmişimiz tarihimiz akarsuyun akşını değiştiren liderlerle doludur. Onlar, dağ gibi dik durup tarihin akşına yön verdiler. Çağ açıp, çağ kapattılar. Bu coğrafyada adı binlerce yıl yaşayacak nam ve abide bıraktılar.

Akarsuyun akışı tarihin seyri ve akışı gibidir.

Beşerin bazıları lider doğar suyun akışını değiştirir, bazıları ise liderlerin yönünü değiştirdiği suyun akşına uyarlar.

 

GAFLETİN ÖTEKİ YÜZÜ / Nurcihan KIZMAZ




Çıkmaz sokaklara çıktı tüm yollar,
Ne bir avuç gökyüzü kaldı,
Ne de bir telli turna türküsü

Rüzgârın elinde kaldı,
En masum kız çocuğunun
Saçlarının örgüsü

Tükettik önümüzdeki her şeyi,
Kıymet bilmeden
Pervasızca
Bir de hiç bitmez sandığımız
Ömrümüzü,
İnsanoğlu, sanki bir çekirge sürüsü

Yağmaladığımız şeyler
Ganimet değildi ki
Emanetti,
Emanete hıyanetti
Bizimkisi

Güneş kimin yüzü suyu hürmetine
Doğarsa doğsun
Şimdi kerahat vakti,
Ne yapsak mekruh,
Ne etsek faydasız,
İbadet mi kabahat mı
Belli değil işlediğimiz,
Gaflet bürümüş gözümüzü

Rûz-i mahşerde sorulduğunda,
Ne yana dönsek
Yüzümüzü.

"TAŞLARA DOKUNAN SESLER" / Şeyhşamil EJDERHA


"Bu taşların sahibini bulana dek albenisi olan ve birbirine usulca dokunan sesleri toplayıp bir cümle haline getirmeye karar verdim. Bu taşların sesinde bulacaktım bunları bin bir köşeye dağıtmış olan birini…" 

Tanıdık geldi mi? Sanki aşinayız her birimiz bu sözlere ya da sözle anlatılan akıl ile idrak edilmeye çalışılan bu fikre. Hangimizin amacı bu değil ki! Her birimiz daha dünyaya geldiğimiz ilk an da dağıtıyoruz heybemizdeki taşları. Peki ya sonra… Sonrası aynı; farklıymış gibi görünen ama muhtevasında bir olan binlerce hikâye. Hangimizin amacı bu değil ki; daha ilk adımlarımızda aramaya başlamıyor muyuz kendimizi, daha doğduğumuz an da dünya denilen bu kumsalda dağıttığımız taşları. Kimimiz albenisi olan ve birbirine usulca dokunan sesleri toplamak için atıyor adımlarını, kimimiz de topladığı her taşta zikrediyor taşların sahibini.

Bir dostun kaleminden çıkmış güzel bir eser: "Taşlara Dokunan Sesler". Muhtevasında 18 hikâyenin bulunduğu iki bölümden oluşuyor. İlk bölümü kitap ile aynı isme sahip. Deneme tadında 10 bölümden oluşan, okuru yani bizi anlatan tek bir hikâye. 

Okurken öylece kendi hikâyenizi dalıp gidiyor, bazen derince bir ah çekiyorsunuz içinizden. İşte o an da olan oluyor, siz daha farkına varmadan yükseliyor sayfaların arasından bir türkü ve siz o an kitabı bırakıp o türküyü dinleyerek devam etmek istiyorsunuz, size ait olan hikâyeye. 

Hepimiz aşinayız? Kimimiz kumsalda taş toplamaya; kimimiz taşların sesinde, taşların sahibini aramaya; kimimiz kaybolan tek taşın yankısını duymaya…

Her birimizin bir hikayesi var ve her hikâyenin de bir karakteri. Her karakterin de kendine ait bir hikâyesi. Kimimiz Mihrimah Sultan'ız, kimimiz Raci ama kesin olan bir şey var ki herkes mutlaka hayatında bir kere Ahmet Suphi Usta'ya rastlamıştır. Şanslı olanımız o ustanın dergâhında çırak olmuş, o ocağa doğru odun getirmek için elinden geleni yapmıştır.

Sayfaların arasında bize eşlik eden türküler ile devam ediyoruz yolumuza. "Seher Yeli"nin bittiği yerde yükseliyor "Mihrali" o bitince siz de adımlıyorsunuz "Drama Köprüsü"ne doğru. Elinizde doksan dokuzluk veya otuzüçlük bir tesbih kalbinizde yârin ismi… Yol boyunca arıyorsunuz kendinizi kimi zaman "Zümrüdüanka" olup yükseliyorsun göğe kimi zaman "Firuze taşlı yüzük" olup duruyorsunuz yârin parmakları üzerinde. Taşlara ne kadar şekil vermek isterseniz isteyin bir süre sonra ”Aslında şekil verilmesini istediğim onlar değil b…" diyerek yutkunuyorsunuz içinizden. Sonra kızıyorsunuz kendinize ama o anda sayfaların birinde birkaç cümle takılıyor gözünüze "Çektiklerinizi nasıl çektiniz de bir başkasını incitecek sözler doldu bu odaya… Atölyenin içine dolan taş sesleri bugün duvarlara boyandı ki her gelen bunu hissediyor, sizler farkında değilsiniz?"

İnsanın, kumsaldaki taşların sahibini arama yolculuğuna eşlik ediyorsunuz; hem de yalın, sade bir dille yazılmış; okuyucuyu sıkmayan, tek solukta tekrar tekrar okumak isteyeceğiniz hikâyeler ile. 

İnsanın kendini araması ve kitaplara sığınması ayrı bir maceradır. Herkes eline bir bardak çay alıp çekildiği köşesinde, konforlu koltuğunda, sayfaların sıcaklığı arasında yolculuk etmek ister. Fakat yazarların macerası ayrı bir deliliktir. Onlar bu konforu yaşamak yerine kendini arama yolculuğuna okuru da dahil etmek ister. Bu yüzden tertemiz sayfaları kendi hikâyeleri ile doldururlar. Şair ve yazar Hidayet Bağcı'nın "Taşlara Dokunan Sesler" kitabında bu macerayı ayrıca yaşıyoruz. Daha ilk bölümün verdiği huzuru kalbimizde hissederken yolumuza sekiz hikâyelik ikinci bir bölüm ile devam ediyoruz. Bazen "Ateşin Külden Rengi"ni farkederken, "Kül Duygusundaki Nakışı" hissediyoruz, "Camdan Hikâyeler"de kendimizi ararken uzaklardan bir yerlerden "Rüzgarların Kanatlarında Bir Leylak Kokusu" geliyor bize ve biz o an yolun sonunda olsak dahi "Yolun Başındaki Mutluluğu" hissediyoruz.

Hani dedik ya, yazarların macerası ayrı bir deliliktir diye işte bunu "Camdan Hikâyeler"de ayrıca hissediyoruz. "Metropol şehirlerinin yüzü gibi/durmuyor duvardaki çivi…" ve biz de ilk bölümde yazarın kendini arama hikâyesine eşlik ederken "Camdan Hikâyeler"de başkalarının hikâyelerine yolculuk ediyoruz, bir halk otobüsünün herhangi bir cam kenarında. O zaman şaşırıyor ve soruyoruz kendimize: "Zaman ilerliyor bizler zamanın hangi dilimindeyiz ki zamana bırakıp geçiyoruz, hayatımızdan bir hikâyeyi." Günlük hayatta hangimiz bir yerden bir yere giderken bir halk otobüsünün camında kalan izlerde birçok hikâyenin saklı kaldığının farkına varıyor ki? Bizim için sadece bir yolculuk aracı olan otobüslerde oysa ne hikâyeler saklıymış. Bunu hikâyenin her bölümünde anlıyoruz ve tekrar bir halk otobüsüne bindiğimizde düşünüyoruz: “Tek kişilik kart mı çekmeliydim yoksa üç kişilik mi?” 

“Zaten onu dünyaya bağlayan bu kitaplar olmasa o kiminle konuşacak, kalbinden başka kimin sesini duyacaktı?”

Birbirinden güzel hikâyeler arasında bir hikâye var ki beni gerçekten derinden etkiledi. “Rüzgarların Kanatlarında Leylak Kokusu”nu okurken “Ömer Asaf” oldum ve onunla beraber kütüphanenin penceresinden içeri giren leylak kokusunu ciğerlerime çektim. Sayfalar arasında gezerken bir anda “Ömer Asaf” ile beraber; ölümün kıyısında durup kütüphanede oturduğu masada saatlerce aynı sayfadan, aynı cümleyi okuyan “Ece Ayhan”a yardım ederken buldum kendimi. Hem “Ömer Asaf”la beraber hüzünlendi yüreğim hem de sevince boğuldu kalbim. “Uyumak, sessiz kalmak gibidir ama sen ölme!” derken şahit oldu gözlerim bir kızın ölüm denen uykunun kıyısından ayrılışına.

Taşlara Dokunan Sesler” kitabı “Yoldaki Kalemler” internet sitesinde bir yazarın tecrübeleri ile olgunlaşmış ve İlahiyat yayınevinden çıkmış. Muhtevasında iki bölüm on sekiz hikâyeden oluşan kitap şair ve yazar Hidayet Bağcı’nın kaleminden okuyucusuyla buluşuyor. Birbirinden güzel deneme tadında hikâyelerin bulunduğu “Taşlara Dokunan Sesler” kitabı umarım hak ettiği okuyucu kitlesine kavuşur ve biz de bir an önce bu kitabın kardeşlerini okuma şansını elde ederiz. Ayrıca Hidayet Bağcı’ya ilk kitabı olan “Taşlara Dokunan Sesler” adlı kitabını imzalayıp gönderme nezaketini göstererek, ilk kitabının heyecanına bizi de ortak ettiği için teşekkür ediyorum.

“Ellerimde duaları tek tek okurken, aslında bir diğerinden diğerine sırasıyla dokunan bu taşlar, kendime attığım birer taştır. Sen bana dokunduğun günden beri aldığım her nefes o kadar çok değişti ki o gün denizin dibinde, sonsuzluğa kanat çırpan nefesim son anda ölüm meleğinin ellerinden kayıp gitti, bir balık misali… Sahile düştüğümde kumdan ve bol oksijenden başka bir şey yoktu. Oysa ben suda dahi hayat bulan bir yapıya sahiptim, aşırı oksijene değil… Şimdi beni bu sahilden kim almalı? Söyle gideceğim yer, Musa’nın asasının dokunduğu okyanus mu olmalı yoksa camdan duvarlarla örülmüş bir akvaryum mu olmalı?”