YIKILIR / Hasan KONÇ








Fani olana aldanma
Dünyadan gidene yanma
Saltanat hep kalır sanma
Yıkılır dostum yıkılır

Gözü dönmüş kör şeytanlar
Dünyaya malik Karun’lar
Merhametsiz Firavun’lar
Yıkılır dostum yıkılır

Bin yıl yanan meşaleler
Zulümle kaim kuleler
Yıkılmaz denen kaleler
Yıkılır dostum yıkılır

Aç gözünü görmek dile
Ol kudret ol demek ile
Nemrut sivrisinek ile
Yıkılır dostum yıkılır

YİTİK RESİM/Derya BAYTON

Gözler dış dünya açılan perdeler. Uyanıp da gözlerimi diktiğim ilk gerçeklik, tavanın ortasında pervasızca sallanan avize oluyor. Seyre dalıp da benim için hiçbir anlam ifade etmeyen, boş bakışlarımdan nasibini alan bu oda ve diğer tüm eşyalar düşüncelerim kadar manasız, zihnimdeki boşluk kadar derinlerde. Dünyada kendime biçtiğim değer oranında değersiz onlar. Sanki odayla ve diğer tüm eşyalarla ruh bütünleşmiş, kendi hayatıma olan bakış açım onların değeriyle ölçülür olmuştu. Hayatta benliğimin var olma amacı kadar onların varlık amacı şekilleniyor, kısaca ‘insan nasıl düşünürse öyle görüyordu.
 
Annemin küçük Keriman’ı, bütün tatlılığı ile güneşin aydınlattığı o bukleli altın sarısı saçlarını savururken, karış karış talan ettiği sokak, izbe bir köşesinde gölgesiyle yaladığı bu yıpranmış fotoğrafın siyah beyaz renkleriyle gözlerini buğulamasıyla, kime ait olduğunu tasvir edemediği simayı bizlere tanıtmak amacıyla, cebine koyduktan sonra günü, akşamın ilerleyen saatlerine kadar sokaktaki diğer çocukların şen şakrak cıvıltılarıyla harmanlayarak geçirmişti. Ta ki yorgun argın eve döndüğünde, resimdeki yabancıyı evin sakinlerine takdim etmesi kurulu yemek safrasına nasip olmuştu. Meraklı bakışlarla el değiştiren, mekân ve yabancı hakkında yapılan birkaç yüzeysel tartışmalardan sonra yıpranmış bu eski fotoğraf ev ahalisinin ilgisini uzun süre üzerine de barındıramadı. Gündelik telaşların rutine bağlanmış cümlelerle her zaman ki ağız yordamıyla sıradanlaşan muhabbet akşamlarını, aynı hayatın yeni bir gününe uyanmak üzere ilerleyen saatlerin gecesinde, derin bir uykuyla sabah alacasına bırakıyordu.

‘Heybetli bir dağın tepesinde bir rüzgâr gibi eserdi tanrının siyaha boyadığı saçlarında dalga dalga güneşin rengi. Alabildiğine derin, bir atmacanın çığlıkları kadar keskin mavilikte ki ‘dış dünya’ya açılan penceresi’ gözleri ummanlar gibi dipsiz ve dingin.

Görünenin ötesinde sarıp sarmalayan bu bakışlar anlamsız bir ürperti ile titretiyordu insanın vücudunu. Bu sert hatlara inat, ömründen silinen yılların yüzünde bıraktığı çizgiler yaşanmışlığın verdiği hüzünlü ağırlıkla bütünü tamamlayan köklerin yazgıları gibi okunmaktaydı dillendirilmesi tarifsiz acıları.  İhtiyar bir delikanlının siyah beyaz fotoğrafı, bir dostun samimi anısı, bir kadının kocası, bir çocuğun babası dahası bilmediğim ve tahminim onun da teferruatlarını unuttuğu bir tarihin silinmiş, saniyelerin ucuz bir hamura hapsolduğu, bana göre elimde ki bir bilinmezin karelerini şimdiki zamana gelişinin tahminleriyle kelimeler dünyasında kendimi boğmaktaydım. Bu anlık zaman yolculuğundan kurtulup, tekrar kendi saatlerime irkilerek uyandığım dakikalarda insanoğlunun geçmişi ile geleceği arasında ki uçurumun farkına varan ilk şahidi benmişim gibi şaşkın bir edayla seyretmekteydim bana ait olan bu zamanın yabancı misafirini’.

Ertesi sabaha baharın hoş kokularıyla uyandığım saatler de ayakucunda duran bu yitikliği parmaklarımın arasına kilitlediğim de resmin, ruh’a çaktığı şimşeklerle, sessizliği delip geçen bu keskin bakışların tesiri altında beyin zarımda yeni fikir kümecikleri oluşuyordu. Ekili şüphe tohumlarının filiz veren gölgesinde acaba mı? diyen fısıltılar eşliğinde tatlı bir uyuşukluğa teslim olan benliğimin adı ‘hiç’lik yaftasından kurtulup, şüphe denizlerine doğru çoktan yol alıyordu. Hiçte yabancısı olmadığım bu surete bakışlarım derinleşmişti.

‘Kar tanelerinin kırağı toprağı sarması gibi sarmıştı saçlarını beyazı, tıpkı ölümü kefenleyen hüzün gibi gözleri ufukta görülmeyen uzakları kilitleyip kayboluyordu bakışları. Zihninde saklı hatıraların ruhu ile bütün olmasıyla başlıyordu içindeki yolculuklar. Bu gitmelere artık yollarda yetmiyordu. Saf çocukluğu, günahkar gençliği ile ruha giydirdiği pişmanlığın ihtiyarlık oluyordu son durağı. Asırlık çınarlar gibi heybetli bedeni şimdilerde iki büklüm gezinmekteydi kaldırımlarda. Seken bir ayağında sürüdüğü gölgesiyle uzayıp gidiyordu köşeyi gören kırık beyaza boyalı evin sokağına. Alnında, çatık kaşlarıyla izlediği hayatın yığılmış katları ve göğsünü delercesine aldığı nefesiyle soluyordu keskin havayı. Adım adım tüketiyordu evinin güllerle çevrili bahçesinden görünen kapının arkasındaki yalnızlıkla örülü boş odanın menzilini. Titreyen yorgun bedeniyle sabitlediği orta noktayı ağrılı boyun hareketleriyle, sırtında taşıdığı kamburuyla ve uzun zamandır giydiği siyahlarla seyre dalmaktaydı ‘derin çatlakların kaynaşıp, beyazımsı badana’nın pul pul yüzünü döktüğü, küf kokan yeşilimsi duvarların içini dolduran bu ağır kasvet kokusunu. Derin bir iç çekti. Sürüdü ayağını tam köşeyi gören aynada ki solun bir yanı kırık, renginin ise ne olduğu tam olarak anlaşılmayan koltuğun yanına. Boşluğu dolduran çuval edasıyla, çıtırtılar eşliğinde sarmaktaydı koltuğu beden kitlesi. Seslerin bu yıllanmış varlıkların hangisinden geldiği ise bu saatten sonra pekte anlaşılmıyordu’. 

Tüm bu olanları kirin buğuladığı bir pencere camından ‘kulağımda’ ben istemediğim halde ürkekliğime ritim tutan kalbin resitali eşliğinde izlemekteydim. Mahallenin diğer çocuklarıyla oynadığımız bir sokak oyunun sonunda bakışlarımıza şüpheli gelen bu ihtiyarın sessiz adımlarla hergün yokuşu tırmandıktan sonra gizemin süslediğini düşündüğümüz bir edayla evini arşınlaması, belki de sevimli bir yavrucağın saçlarını dahi okşamamasından da olacak ki uyandırdığı körüklü meraka birlikte eşlik eden yarı alaycı tavırlarımızla takibe almıştık. Ne büyük tesadüftür ki şimdiler de gençliğine ait bir parça yatak odam da masanın üzerindeki manasız boşluğu doldurmaktaydı.

Bu yitik ‘an’ gerçekte neydi? Ben on iki yaşında ki bir çocuğun hayal dünyasına giden yolun sokaktaki önemsizmiş gibi görünen resmin, siz farkına varmasanız da işlenmesi gereken cevherlerin ütopyasına açılan bir kapı olduğunu anlatmalıydım. Bir zamanlar herkes gibi gençliğin şerbetini tatmış bu gizem şimdiler de yaşadığım evin iki sokak arkasında oturan kimsesiz yaşlı bir adama aitti. Sıradan bir öykü gibi görünüyor olsa da bir yabancıya ait avucumda saklı anı, geçmişle yüzleşmek istenmediği için atılmış olabilirdi. Kim bilir? Henüz on iki yaşındaydım fakat kalbim ve duygularım dünyayı anlayabilecek büyüklükteydi. En azından ben öyle sanıyordum. Yinede beni şaşırtan yılların insanlara nasıl acımasız davrandığıydı. Gözlerimi boşluğa diktiğim bu saatlerde hayatı daha fazla nasıl farlı kılabilirim diye fikirler kovalarken, aklımın bir köşesi resimde ki ihtiyara takılıyordu. Merak ediyorum benim anılarım da pis bir sokak köşesinde yitirilip, yabancı evlerin yemek sofrasından geçip evin küçük çocuğunun zihninde hayat bulabilecek miydi? Maceram tıpkı bu bilinmezin heyecanıyla kıvrandıracak çocuk ruhu bulabilecek miydi? Bu kadarını düşlemek dahi bana ayrı bir haz sunuyordu. Anlıyorum ki hayatta hiç bir şey önemsiz diye geçiştirilmemeliydi. Küçücük görünen ayrıntı, insanlıkta büyük fark yaratabiliyor. Çocuk bedenim siz olgunların dünyasına ait olduğunda ki ruhum sizin dünyanıza asla ait olmayacak; Hayatımda bir kez olsun kadeh kaldırma ayrıcalığına sahip olursam farklılıkların, bilinmeyenin, ayrıntıların ve unutulmaya yüz tutulmuşların şerefine olurdu. İşte tam da bu yüzden ruhumu kâğıtlara karalıyorum. Belki bir gün ihtiyacı olanın hayatına küçük dokunuşlarla ayrıcalık katabilirim diye…


DİKKAT! ALGIMIZI DEĞİŞTİRİYORLAR/Durdu GÜNEŞ

Yıllar önce bir gazetede okumuştum. İngiltere’de, insan düşüncelerinin ve davranışlarının nasıl yönlendirildiği belirleyen sosyal bir deney yapılmıştı. Aslında kendi tercihimiz gibi görünen şeylerin arkasında, yönlendirilmiş bir irade yatıyor ve biz bunun farkına varmıyorduk.

İngiltere’de bir zaman, "çağdaş sessiz piyano konseri" isminde bir konser verileceği medyadan duyurulmuş. Köşe yazarları, bu konserin ne kadar sanat yüklü olduğu konusunda yazılar döşenmişler. Biletler aylar öncesinden bitmiş.

Konser zamanı salon tam kapasite doluymuş. Konser başlamış ve çağdaş sessiz piyano konserini veren kişi hiç ses vermeyen piyanonun tuşlarına iki saat boyunca basmış. Konser sonunda salondakileri selamladığında olağanüstü bir tezahüratla karşılanmış.

Ertesi günü yapılan bir televizyon programında, konseri verenle röportaj yapılmış. Konseri veren kişi şöyle demiş. “İnsanlardaki aptallığın sınırını ölçmek istemiştim. Meğerse bunun sınırı yokmuş.”

Bugün, hepimizi yörüngesine alan, yönetim ve tepki merkezinde gelişen sosyal olaylardan bahsetmeyeceğim. Belki ondan daha derin olan, sosyal kültürel kodlarımızın nasıl değiştiği üzerine düşüncelerimi paylaşacağım.

"Müslüman Türk kimliği" üzerine giydirilen kapitalist anlayış sonucu, kültürümüzün içi boşaltılmıştır.

Birincisi, tasarruf ve yardımlaşma kültürü yerine; tüketici ve bencil bir kültür ikame edilmiştir.

Atasözlerimiz de tasarrufun önemi hep vurgulanmıştır. “Damlaya damlaya göl olur”, “Sakla samanı, gelir zamanı”, “İşten artmaz dişten artar”, “Bol bol yiyen bel bel bakar”, “Ayağını yorganına göre uzat”, “Ak akçe kara gün içindir” gibi sözler tasarrufu teşvik eden sözlerdir.

Kuranda “Yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü o, israf edenleri sevmez.” denilmektedir.

Peygamberimiz (sav) “Akmakta olan bir nehirde abdest alsan bile, israf etme” diye israf etmemeyi buyurmuştur. “Bir insanın gerçek zenginliği, onun bu dünyada yaptığı iyilikleridir.” diye yardımlaşmanın ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştır.

Şimdiki hayat tarzımıza baktığımızda tasarrufun yerini israf almış ve ne kadar tüketirsek o kadar mutlu, o kadar modern olacağımız algısı yerleşmiştir. Artık AVM’ ler çağdaş bir tapınak haline gelmiş, mutluluk ve hayat merkezinin kalesi gibi görülmektedir. Son çıkan olayların merkezinde AVM’nin olması da ayrı düşünme konusudur.

Tasarruf ve yardımlaşma kültürü İslami bir kültür ve hayat tarzıdır. Bunun yerine tüketim ve bencillik kültürünü yerleştirdiğinizde İslami bir hayat modelinden uzaklaşmış olursunuz. Bu durum, lüks hayatı, başkalarına karşı duyarsızlığı, birileri aç yatarken keyif içinde yatmayı doğal hale getirmektedir. İbadetleriniz hayattan ve ruhtan kopuk, şekli bir gösteriye dönmektedir.

Bu duruma nasıl geldik derseniz. Televizyonla, reklâmlarla, dizi filmlerle bilinçaltımız düzenlenmekte, algımız, duruşumuz ve yönümüz değiştirilmektedir.

İkincisi, kalite kültürü yerine marka kültürü zihnimize yerleştirilmiştir.

Marka giyiniyorsak, markalı yiyecekler yiyorsak, markalı arabalara biniyorsak kendimizi önemli adam görüyoruz.

Bu durum bizi akıl dışı hareketlere zorlar. Stuaart Sutherland’ın İrrasyonel isimli kitabında çarpıcı bir örnek vardır.

“Jerzy Kosinski’nin Adımlar adlı romanı 1969’ da kurgu dalında Amerikan Ulusal Kitap ödülü aldı. Sekiz yıl sonra bir şakacı kitabı yeniden yazdı ve dosyayı, başlıksız halde ve sahte bir isimle, kitabı yayımlayan Random House da dâhil olmak üzere, ABD’deki başlıca on dört yayınevine ve üç edebiyat ajansına gönderdi. Gönderilen yirmi yedi kurumdan biri bile kitabın zaten yayımlanmış olduğunu fark edemedi. Dahası yirmi yedisi de dosyayı reddetti. Hâlbuki tek eksiği hale etkisi yaratacak “Jerzy Kosinski” ismiydi: isim olmayınca önemsiz bir kitap görülmüştü.”

İnsanlar isimlere, unvanlara, markalara bakıyor. Çünkü reklâmlarda bilinçaltına “bu markayı kullanırsan hayatı yaşıyorsun, bu markayı kullanırsan önemlisin, bu markayı kullan mutlu ol” düşüncesi yerleştiriliyor.

Reklâmlarda yakışıklı, güzel, aristokrat insanlar gösteriliyor. Kişilerde, gelişmişlik, zenginlik, gençlik ve prestij duygusunun ancak bu markaları kullanırsa mümkün olacağı duygusu veriliyor. Bir üniversiteli annesinin ördüğü daha kaliteli bir kazağı değil onun yerine markalı bir kazağı tercih ediyor.

Lisedeki oğlum en pahalı ve son model telefon talep ediyor. Ben kendi kullandığım ucuz ve eski model telefonu gösterince “Baba sen bizi anlamıyorsun. Öyle bir telefonum olmazsa ben arkadaş bile bulamam” diyor.”

Yabancı hayranlığı ve yabancı markalar iç dünyamızı istila etmiştir. Artık okullarda yerli malı haftası yapmak, modası geçmiş bir ritüele dönüyor.

Üçüncüsü, ihtiyacın yerine istek kültürünün kışkırtılmasıdır.

Böylelikle, eskilerin kanaat dediği eldekiyle yetinme yerine, sürekli daha fazlasını isteme ve doyumsuzluk ortaya çıkıyor.

İzafi yoksulluk dediğimiz, daha lüks hayat özlemi odak noktası haline geliyor. Zengin ve ünlüler gibi yaşamak, hayalleri süslüyor. Eskilerin deyimiyle “oturduğu ahır sekisi, çığırdığı İstanbul türküsü” diye tasvir ettikleri ya da “çöplükte yatıp vezir azam rüyası görenler çoğalıyor.” Dizilerin sanal dünyasında yaşayan varoştaki kız Etiler’deki hayat modeline özeniyor.

Hâkim karısından boşanmak isteyen adama sorar

—Niçin boşanmak istiyorsun?

—Hâkim bey hanım çok harcama yapıyor. Bekârken hep ticaret hukukunu okurdum.

Şimdi hep icra iflas hukukunu okuyorum.

Hâkim biraz düşünür, sonra;

—Bu çok doğal. Eğer hanım fazla harcama yapmasaydı, ruh sağlığı yerinde mi diye adli tıbba gönderirdim.

Kadınların ihtiyaç olmadan alışveriş yapması onun mutlu olması için gerekli bir özelliği olarak gösteriliyor.

Bütün bunlar sonunda hayal kırıklıkları, iflaslar, depresyonlar, intiharlar yaşanıyor.

Her şeyimiz olsa bile kaygılarımız tükenmiyor.

Çözüm nerde derseniz, kalkınmayı, gelişmişliği kendi kültür köklerimiz üzerine yeniden inşa etmemiz gerekir. Bize giydirilen kapitalist kültür, okul aile birliği elbiseleri gibi üzerimizde eğreti duruyor ve bizi mutlu etmiyor.


***
HÜZÜNLENMEYİ BİLMİYORUZ

Çoğu zaman sevinmeyi bilmeyiz ya da kontrol edemeyiz. Galibiyet sonrasında taraftar yollara düşer, çılgınca tezahürat yapılır, rastgele kurşunlar sıkılır, coşku ve sevinç cinayetle sonlanır. Düğün arabası konvoyunda rastgele kornalar çalınır, kontrolsüzce hız yapılır, düğün kazalar ve ölümle sonlanır.

Sevinmeyi bilmeyip kontrol edemediğimiz gibi çoğu zaman hüzünlenmeyi de bilmiyoruz.

Çağımızda insanlar hüzün duyma, yaşlanma ve ölüm gibi doğal hallerinden uzaklaşmaya çalışıyor. Hep hayattan haz alayım, hep genç kalayım, hiç ölmeyeyim istiyor. Çünkü maddeci anlayış bunu körükleyerek bir yandan insanı tüketici maymunu haline getiriyor diğer taraftan bu durumu ticari bir ranta dönüştürüyor. İnsan ise bu durum karşısında doğal akışın önünde duramadığı için acizliği trajediye dönüşüyor, kaygı duyuyor, psikiyatrik bir vakıa haline geliyor. 

Hayatı doğal haliyle yaşayamayan insan hayatı doğal haliyle duyumsayıp özümseyemiyor.

İnsan sonsuzluk âleminden fani âleme göçmüş asıl yurdunu özlemektedir. Bu nedenle dünyevi her kayıp bu dünyanın faniliğini gösterir ve insan gurbette olduğunu hissederek hüzünlenir. 

Neden sonbahara hazan mevsimi diyoruz? Yapraklar sararıp soluyor. Ağaçlar kuruyor. Bize bir göç etmeyi, ölümü hatırlatıyor. Biz hüzün duyuyoruz ve mevsime hazan mevsimi diyoruz.

Hüzün içimizde demlenerek bize hayatın değişik renklerini gösterir. Bu renkleri kelimelere dökerek şiirler yazarız. Hilmi Yavuz, "Halkımız, gülün sesini savurup/bir türkünün kekiğinden tüterken/der ki, böyle yazılır sevdamız/Hüzün ki en çok yakışandır bize” ” diyerek hüznün hayatımızdaki yerini belirler. Atilla İlhan, “ah nerde gençliğimiz/sahilde savruluşları başıboş dalgaların/yeri göğü çınlatan tumturaklı gazelle/elde var hüzün” diyerek nostaljik anların neticesini söyler.

Mutluluğu duyumsamamız için hüznü de bilmemiz gerekir. Hüzün yaşamamış kişi eksiktir, olgunlaşmamıştır. Ahmet Haşim “Melali anlamayan nesle aşina değiliz” derken hüzün yaşamamış insanlara yabancılığını dile getirir.

Geçmişi düşünür çocukluğumuzu gençliğimizi hüzünleniriz. Hüzün bizim tefekkür etmemizi sağlar. Doğu insanı için hüzün bir düşünme, arınma meselesi iken, batı insanı için uzaklaşılması gereken bir durumdur. Hayatı bir haz alma, ölümü ise hazzın bitmesi olarak görme anlayışı, beraberinde hüzne karşı alkol, uyuşturucu ve antidepresan gibi maddeler kullanmayı getiriyor. Çünkü batılı insan için hüzün hazzın kaybolması, bir melankoli, depresyon, ruhsal çöküntüdür.

Günümüz hız çağı aynı zamanda, insanların hüznü hissetmeye zamanı yok. Hüzün yavaşlatıcı bir durumdur. Sadece hüzün değil insana yücelik veren nezaket, hoşgörü, adalet, sadelik, iyi niyet, aşk gibi duygularda hayatımızdan hızla uzaklaşıyor. Gülten Akın “İlkyaz” başlıklı şiirinde “Ah, kimselerin vakti yok/Durup ince şeyleri anlamaya” diyerek halimizi anlatır.
Hayatta hüznü bilip yaşamaktan korkmayalım ki, mutluluğu da anlayıp yaşayabilelim.



***
BİR GÖNÜL DOSTU TOPRAĞA DÜŞÜNCE

Değerli dostum Hasan Ejderha gönül dostlarından Durdu Ergüven’in 03.03.2015 Salı günü vefat ettiği haberini vermişti. Facebookta “dükkan” da çekilmiş bir fotoğrafı koymuş ve . “Çay eline yakıştığı gibi Rabbim cennetini de ona yakıştırsın” diye yazmıştı.

Yazı ve fotoğraf beni hüzünlendirmişti. Durdu Hoca sonradan “dükkan” ehli olmuş gönül dostlarındandı. K.Maraş’a gittiğimde dostlar toplandığında Durdu Hoca da gelirdi. Eskiye dayanan bir dostluğumuz yoktu ancak öyle bir muhabbet ortamı oluyordu ki herkes orada kırk yıllık dost gibiydi. Durdu Hoca güleryüzlü esprili idi. Mütebessim yüzü ve latif sözleriyle Durdu Hoca hafızamın en mutena yerinde yaşayacaktır.

Durdu Hocanın vefatı bana Aşık Veysel Neyzen Tevfik’in ölümüyle ilgili şiirinin bir kıtasını hatırlattı.

“Ne şöhrete tapmış, ne mala tapmış
Ne doğruyu koyup eğriye sapmış
Ne bir gecekondu ne saray yapmış
Dünya benim diyen beyler nicoldu”

Ölümle ilgili yine Behçet Necatigil’dan hatırladığım şu şiiri beni duygulandırdı.

“Adı, soyadı
Açılır parantez
Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti
Kapanır parantez

O şimdi kitaplarda bir isim, bir soyadı
Bir parantez içinde doğum ve ölüm yılları
Parantezin içindeki çizgi
Ne varsa orda
Ümidi, korkusu, gözyaşı, sevinci
Ne varsa orda.”

Ölüm hüznü karşısında ben birkaç mısra yazma ihtiyacı duydum.
Bir nefes alırız ve hayat başlar
Gün gelir o son nefesi veririz
Arada nefes nefese telaşlar
Oysa her gün nefes nefes eririz.

** **
Biliriz hayat yalan, ölüm gerçek
Solar, ne kadar güzel olsa çiçek
Hangi adım çukura denk gelecek?
Hep koşar adım hayatı severiz
** **
Neylersin, ölüm davetsiz misafir
Hiç beklemediğimiz anda gelir
Bu korku, kaygı, feryat, figan nedir?
Hep boşuna dizimizi döveriz
** **
Elbet oyun biter, perde kapanır
Geride hüzünlü resimler kalır
Ruh kafesten çıkar, sılaya varır
Gülümseriz sonra, “eyvallah” deriz
** **
Durdu Hocama Allah’tan rahmet diliyorum. “Dükkan” ehli gönül dostlarına da başsağlığı diliyorum.


***
ANKARA’YA KAR YAĞIYOR















Ankara’ya kar yağıyor
Ay ışığında dans eden kar taneleri,
Sıcak bir mekandan aşk şiiri gibi görünür de
Aynı keyifle ziyaret etmez yoksul haneleri
Alır götürür beni bir efkar düşünürüm
O hanede çaresiz bir çocuk gibi üşürüm.

Ankara’ya kar yağıyor
Günah karası hariç her şey aklaşıyor
Aşina değiliz bu garip çağın renklerine
Beyazlık her geçen gün muğlakşıyor
Sadece soğuk değil kışı kıyamet yapan
Çatıdan akan su değil, değerlerdir buz tutan

Ankara’ya kar yağıyor
Bir yıldız daldaki serçeye gülümsüyor
Kim bilir bu karlı soğuk gecelerin dehlizlerinde
Kimler üşüyor, kimler kimi özlüyor
Yağsa da kar üstümüze buram buram
Çaresiz üşüyen varsa ben burada ısınamam

Ankara’ya kar yağıyor
Elbistan’daki çocukluğum geliyor aklıma
Ellerimiz mosmor damda kar kürürdük
Yine de neşeliydik bir bakıma
Sadece kış kışlığını yapardı, bilirdik
Ama insanlar temizdi, severdik sevilirdik.




***



MİLLÎ BİR SANCININ ROMANI: 
“KAYIK TEPE OPERASYONU”



Hasan Ejderha’nın yazdığı Kayık Tepe Operasyonu romanı, Kahra- manmaraşlı Sadık Çavuşun Türkiye-Irak sınırındaki teröristlerin en çok sızdığı Kayık Tepe’de şehit olmasıyla sonuçlanan serencamı anlatır.

Borges bir söyleşisinde “Ben uzayın derinliklerinde geçen bir öykü yazsam bile o öyküde Arjantin var.” der. Tıpkı onun gibi romanı okurken H. Ejderha’nın yaşadığı köyün içinde dolaşıyorsunuz sanki. Yazar köy çocuğu olması hesabıyla köyde geçen olayları, konuşmaları dışarıdan gözlemci bir olarak değil, onların içinde yaşamış biri olarak anlatmaktadır. Onun için romanın gerçekçi, doğal, ve samimi bir anlatımı vardır. Roman okuyucu sıkmayan sade bir ve akıcı bir üslupta yazılmıştır.
Yazar Ejderha aynı zamanda bir şairdir. Farkında olmadan bazı kısımları bir şiir üslubuyla yazmıştır. “Gece ilerliyor…/Gece bembeyaz./Çalılar bembeyaz./ Ağaçlar bembeyaz./Her yer bembeyaz.” Yine romanın bir yerinde özleme vurgu yapar. “Oğlunu özledi./Zelha’sını özledi./Huzuru özledi./ Ekmeği özledi.”

Sadık Çavuş’un eşine yazdığı duygusal mektuplarda ayrılık acısını, safiyeti, umudu hissediyorsunuz. Yazar roman kahramanıyla duygularını o kadar özdeşleştirmiş ki, roman üslubuyla mektup üslubu arasındaki farkı hissedemiyorsunuz.

Roman sadece Sadık Çavuş’un içimizi burkan hikayesini anlatmıyor. Aynı zamanda köy hayatında bağ kültürünü, büyüklerin sosyal hayattaki yerlerini, sosyal ahlakın ne kadar önem taşıdığını da resmediyor. Romanda sadece köyün görünen güzel yüzünü değil, aynı zaman sosyal bir yara olan kan davası gibi çirkin yüzünü de anlatıyor. Ancak o çirkin yüz içindeki açmazları, insanların sosyal cenderede çaresiz kaldıklarını öyle anlatıyor ki, “aynı şartlarda ben de yaşasam belki o süreçleri yaşayabilirdim” diyebiliyorsunuz. Yazar kan davası gibi kötü toplumsal alışkanlıkları bile insani bir açıdan değerlendirerek, bizim o insanlarla empati kurmamızı sağlıyor.

Roman kurgusallık hissedilmiyor. Roman köy hayatını, askerliği, terörle mücadeleyi, şehit olmayı tam bir gerçeklik içinde anlatıyor.

Hasan Ejderha’nın Kayık Tepe Operasyonu romanı (Sage Yayıncılık, Ankara, 2014) okunmaya değer bir kitaptır dostlara tavsiye olunur.


KAR / Emel KEPOĞLU ARPACI









Kar!
Keşke benim yaşadığım şehre de yağsan…
Uyansam sabah,
Pencerenin buğusunu silsem,
Çocuklar gibi sevinsem seni görünce...
Zaten seni görünce
Hemen çocuk oluveririm ben.
İçimi bir güven kaplar.
Kar yağdığı için
Evde oluverir tüm ailem,
Sıcacık…

Abimler kuş kapanı yapıverirler hemen,
Ben;
İp elimde, pencerenin önünde beklerim.
Ah kar!
Ne kadar sıcak olduğunu,
Güven olduğunu bu şehir nereden bilsin?

Buradakiler seni görmek için dağlara çıkıyorlar.
Ne kadar yavan geliyor bana.
Oysa ben seni yaşamak istiyorum.
Lütfen kar!
Benim yaşadığım şehre de yağ yeniden...

GELİŞİ GÜZEL / Mustafa Alper TAŞ









artık kanım serin bir nehir kıyısında
akıyor elmaların gölgesine karşı

dilimin kıvranışında adının bütün renkleri
gezdirmekten usanmıyorum

çünkü çiçeklerden birini seçmemiz gerekirdi
sorulduğunda varlığının sıcaklığı bizden

bu yüzden güldük sabahının gelişine
yıkarken kollarımızı nehir kıyıları

her şey bir dağ oldu yeryüzünde
dayandığın her şey yıkıldı aydınlığına

geceye doğru seslenen kadınlar
karanlıkta bir bahçe buldular

seni sevmekten ne akşamlar çıkardı
bu yaralı dünya bu korkusuzluk seli



ACININ TILSIMINA BAŞKALDIRMIŞ KARDELEN/Dr.Mehmet Akif ŞAHİN



 Zamanın son rekatında
Aşkın ıskalanmış bir düşündeyim
Yitirdim 
El değmemiş tutkularımı
Güz gelmiş burçların ılık nefesine
Yağmuru yaralıyor
Elime bulaşan muştuların

Uzak bir denizi seriyor rüzgâr
Süzülüyor martı sesleri damıtılmış duygularımda
Sessiz bir gece
Öylesine bir gökyüzü
Bir vaktin artık saatlerinde
Gözyaşlarıma incinmiş bir mısra birikiyor

Günün değil
Gecenin kalbime bıraktığı boşluğu düşünüyorum
Güneşin göçebe ihtirasları ellerimde dimdik
Eğiliyor
Önümüze saçılmış bir mavi
Diz çöküyor
Akşamın gürültülü vaktine

Çıt
Düşse çığlığıma
Ürperirdi Kar yağan saçlarımın asaleti
Eşiğine dökülmüş
Kör vaktin daralmış ilmeğinde
Esrarını bağlıyordu gözlerim

Dayanıyor her gece
Keskin dudakların titrek soluğuma
Kargışlıyor ruhumun iklimlerini
İntiharımı besleyen rüzgârın ıslak soluğu
İlmek ilmek çoğalıyor

Yitik bir simyanın ağına düştüm
Örülüyor kederin kelepçeleri
Acı tınılarla birikiyor yazgımın ellerine
Umutlarımı kapatan bulutların fırtınaya karşı duruşu
Utanıyor gözlerinde
Şiirimi okyanusa mahpus eden
Kiralık bir hüzünle hücremde bekliyor aşk

Tutkularım
Düşmüş eşelenmiş yüzünün kuyusuna
Çakıl taşlarını sürükleyen gözlerinin buğusu
Hırpalıyor
Sırlara bulaşmış titrek ellerimi
Çarpıntıyı çağırıyor
Kırlangıcın dayanılmaz ıslığı
Tenha bir zamanın kıyısında bekliyorum

Kardelendir
Acının tılsımına başkaldırmış gözlerin
Karanlığı hançerleyen ışığın kıvılcımıyla
Özgür edilirdi aşklarım



***
ABRULİ BİR AŞK











Sesini duyuyorum
Durulmayan kalbimin körfezine akan ırmakların
Dudaklarımın şelalesinde örselenen bir yığın alev
Ödünç alınmış düşleri şakaklarımda çözüyor
Yüreğimde yol alan kilitlenmiş bir çağdayım
Mavi sular ölümün sırlarıyla öpüşüyor

Uzun susmaların anlattığı cümlelerin dinginliğinde 
Başka aşkların ağlarına tutunmuş hayallerim
Kimsesizliğinin uğultusundan çıkmak için
Buğulu zamanların dillerine düşmüşüm
Gözleri çalınmış şehir sessizce ağlıyor
Öç alınmış yıldızlar savunmasız
Gerinmiş akşamın örtüsünü kaldırıyor

Sen ve ben
Ebruli bir rengin gizemine hapsolduk,
Erken uyanmış nehir sularında durulandık
Şimdi bekliyoruz
Çapraz dilimlenmiş duygularımızı
Yalnızlık tenimizin kokusuna tutunmuş
Karşılamayı umuyoruz sabahın renklerini

Sürgün mısraları kuşanmış bir şiirin nakaratını duyan
Gün ışığının linç ettiği gölgeler diriliyor
Hiç gidilmemiş bir şehrin dillerine düşmüş şarkımız
Sesimize bir kıvılcım tutuşmuş
şarkılarımız yanıyor
Mısraları kurşuna dizilmiş bir şiirin
Gövdesine okyanus akıyor

Yan yana yürümeyiz körebe öğreniriz
Su sarnıçlarına küskün hayatın kaldırımlarında
Kefenlenir gökyüzüne dizilmiş yıldızlarımız
Şehrin dudaklarını ıslıklayan sır bekçileri
Bizi bekleyen kelebek kanatlarına saklanmış

Saçlarımız bulutlara dokunan sırların büyüsüyle kurulanır
Bölüşürüz usul usul çoğalan kederimizi
Sırların yedeğinde tutulan duyguları yüreğimize örteriz
Ortak dilimizi mavi sulara daldırıp serinleriz
Özleriz daralan aşkın tutkun sözlerini

Bu gün
Acıyan mürekkebi mektuplara döküp
Ölümsüz zamanın dışına atmışım
El değmemiş tutkularımı anlıyor musun?
Bir varmış bir yokmuş demeden ben gideceğim
Yokluğumun kederi okyanusun mavi sırlarını sızlatacak
Biliyor musun?

Sen
Yüreğimin kıyılarına vuran efsunlu bir yolcuydun
Sözlerin, güvertemden savrulan sevda güvercini
Tapınaklara düşen ruhumdan tutuşuyor gün ışığın
Her gün bir can yongası sözün birikir
Ömrümün sakin sayfalarına


***

ÖKSÜZ TUTSAKLIK














Sınanmış bir yürekten çalınan şehrin sırları
Damıtılmış bir akşamın soluğuna saklanıyor
Sokakların acıları süslenmiş gölgelerin surlarına
Kaybolmuş gecenin pusulası
Teğet geçiyor    
Karanlığın kollarına serilen yalnızlık
Öksüz tutsaklığına yapışan kırgın ay ışığını

Bakıyorum
Akşamın duldasına sığınmış çılgınlığa
Sessizce çıkarmışım günün hırkasını
Daha sönmemiş dilini bilmediğim lambalar
Dökülür acıların boğulan sokaklarına
Işıltıları devşirir içimde çırpınan içimi
Aklıma düşer zambakların uyanma vakti
Gözlerinin içinde ergenleşen hüzün
Eritir yıldızlara tutunan şiirlerimi

Kalbime biriken köz
Ömrümün kutsanmış kandillerini yakıyor
Kapanmıyor
Kirpiklerim gökyüzüne gömülü
Tereddütsüz ruhum bedenimden firari
Unutmuşum üflenmiş sözlerin tılsımını

Zonkluyor beynimde 
bir hayatın kaybedilmiş sanrıları
Türküler söylenmiş adanmış günlere
İşliyor sarsak duyguları eşelenmiş tenime
Tedirgin bir zamanın sessizliğinde
Peşine düşer düşlerinin
Eteğine döktüğüm iki büklüm şiirlerim

Kelimenin kalbinde biriken tutkumu
İkiye bölen sözlerin
Bir nehrin bir coğrafyayı böldüğü gibi
Bir yanı mavi sularla örülmüş okyanusa dokunur
Diğer yanı efsunlanan papatyanın gölgesinde uyur
  
Tünemiş zifiri bir sessizliğin dallarına
Korunaksız bekliyor kaybolan sır
Dilek taşlarına kurdele bağlayan beyaz bir el
Şehrin görünmeyen bir yerinde her şeyi hatırlıyor
Mühürlenmiş anılarımı yağmurların yıkadığı vadide
Susuyor şehrin kalbine biriken çığlık

Gömülüyor
Şimdi şarkımızın serüveni
Çiseleyen şiirimin nakaratına
Daha önce sınanmış acılarım
Bir hançer gibi
Bir daha dönüyor saplandığı yerde

Çoğalıyor düşlerimle
Sızılarının doğusuna tutulmuş güneş
Batısında sessiz suların avlusunda biriken zaman
Külleniyor ikimiz için
Gözlerine tutunmuş masal
Ürperiyor tenimde

Sen
Zamanın zırhını fırtınayla paralayan aşk
Hazırsın
Pusuda bekleyen gecenin büyüsüne
Kayıp gün bitmeden çözülmüş duyguların
Saklanıyor düşlerin, dilimin kıvrımında
Kamaşıyor beyaz zırhın yakışmış tenine
Sızlıyor kabuklanmış
Kılıçsız açtığın yaralarım
  
Ben açıklayamıyorum
Öksüz tutsaklığını tutuşturduğun yangından
Yontuyorum çırpınan kalbimi
Ufalanıyor hırpalanmış göz yaşlarım
Okyanusun gözlerini görmemişim
Kederleniyor içime akan soğuk ırmaklar
  
Sen
Günün zulasında biriken bir ayinin kavgası
Bilinmiyor yıldızlara sakladığın fısıltıların
Ufukların eskiyen rüyasından ilham almışsın 
Kehribarı biriktirdin şehrin tenine dokunan
Bu vakte kadar hangi mevsimin atlasında bekledin

Ben
Dinliyorum şarkılarını en ıssız sözlerin gölgelerinde
Kelepçeler dokunuyor gelgitlerimin ellerine
Kenetliyor öksüz çocukluğum
Göğsüme çarpan sözlerin
Düşüyor içime
Beyaz papatyanın kokusuna tünemiş
Başka ırmakların sevdasına kanmış kırlangıcı gözlüyorum
  
Sen
Ruhumda biriken donuk bir baharsın
Başka mevsimlerde topladığın yapraklar
Şiirini okuyor tutsaklığın
Gözlerinde biriken dilsiz resim
Anlatıyor adsız bir masalı
Okyanus yıldızına maviyi vermiş
Bu gece de uyumuyor



BİREYSELLEŞME HASTALIĞININ REÇETESİ: KISSA/Bekir BÜYÜKKURT

21. Asır teknolojik gelişme ve ilerlemenin başları döndürdüğü asır olarak ifade edilebilir. Bu gelişme ve ilerlemenin içtimai hayata katkıları olmakla birlikte, hayatımızdan değerlerimizi de çokça alıp götürmektedir. İnsanoğlunun teknolojik aletlerle kuşatılmışlığı, kalabalıklar arasında kendini yalnızlığa itmekte ve neticede insanlar kalabalıklar arasında yalnız kalmaktadır. Son kertede kendi ürettiği teknolojinin esiri olan insanlar türemektedir.

Her devirde olmak kaydıyla asrımız insanının en büyük çıkmazlarından biri de ahlaki çöküntü ve değerler boşluğudur. Teknoloji bağımlısı insanların sanal ortamlarla sosyalleşme çabaları aksi bir tablo sergilemekte ve bireyselleşme, yalnızlaşma eksenli bir hayat doğmaktadır. Sanal ortamlarla yalnızlığına çare aramak için sosyalleşen, yine sosyalleşen ve hep sosyalleşen insanların halleri; susamış ve tuzlu su ile susuzluğunu giderme çabasına benzemektedir. Tuzlu su ne kadar susuzluğumuzu giderebilirse, sanal ortamlar da yalnızlığımıza o kadar çare olacaktır.

En geniş manasıyla kıssa, değişik maksatlarla çeşitli konulardaki haberleri ve olayları rivayet etmek, geçmiş kavimlerin karşılaştıkları iyi veya kötü durumları naklet­mek, zarif ve nükteli fıkralar anlatmak ya da gerçekle hiç ilgisi olmayan asılsız masallar uydurmaktan ibaret hikâye türü edebî ürünlerden biridir. Buna göre kıssa, tüm nesir çeşitleriyle kıssa rivayet etmeyi ve kıssa diye adlandırıla­bilecek diğer hikâye türlerini de ihtiva eder. Bir edebiyat terimi olarak kıssa, bir olayın anlatıldığı her tür için kullanılır. Bu anlamda kıssa, kavramsal olarak kendi dar anlamında kalmayıp “fıkra”, “öykü”, “masal”, “menkıbe” gibi kavramlara da karşılık gelir.

İslam Medeniyetinde kıssa, genellikle ahlâki öğütler veren, hikmetli konuları işleyen, bunlarla ilgili olayları anlatan, öğretici nitelikte olmuş; bu kıssaları yazan ve anlatan kıssahanlar yetişmiştir. Bu kıssa, edebiyatta romantik ve lirik hikâyenin doğmasına zemin hazırladığı gibi, dini hikâyelere de ilgi çekici bir mevzu ve kuvvetli bir motif olarak girmiştir.
Türk Milleti, asırlar boyunca, “ozan”, “âşık”, “kıssahan” ve “meddahlar” vasıtasıyla hikâyecilik geleneğini devam ettirmiştir. Bu hâl, Türk Milletinin şifahi bir kültüre dayandığını göstermesi bakımından önemlidir. Türklerin İslamiyet’i kabulünden önce ve sonraki hayatlarında, okuma ve yazmanın geç yayıldığı köy ve kasaba halkları için, hikâye anlatma geleneğini devam ettiren “kıssahan”, “meddah”, “ozan”, “âşık” gibi sanatkârların hafızaları adeta kitap vazifesi görmüştür. Onlar, türlü aşk hikâyelerini bugüne kadar yayla, çadır ve köy muhitinde alâkanın canlılığı nispetinde devam ettirmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'de zikredilen kıssalar, insan hayatını madde ve mâna planında bütün yönleriyle kapsa­maktadır. Geçmişte yaşanmış ve her devirde yaşayan insanların ders almaları için Allah Teâlâ tarafından geçmişin derinliklerinden seçilen, bazen peygamberlerle sâlih kişilerin örnek şahsiyetlerinde, bazen de inkârcıların ibretlik sonu şeklinde, geçmişten geleceğe yansıyan gerçek ha­yat sahneleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'de çeşitli kıssaların nakledilmesinden maksat, Kur'ân'ın indiriliş gayelerini gerçekleştirmektir.
Hz. Peygamber(sav), zaman zaman müminlerin ibret ve öğüt almalarını sağlamak veya birtakım mücerret gerçeklerin daha iyi anlaşılmasını temin etmek maksadıyla Kur'ân-ı Kerîm’in kıssa anlatım hedeflerine paralel olarak, sohbetlerinde tarihî ve temsili kıssalara yer vermiştir. Hadislerde yer alan kıssalar genellikle tarihî, temsili ve Hz. Peygamber'in şahsıyla ilgili yaşanan hadiseler olarak yer almaktadır.

Nebevî kıssalarda, başta Allah inancı olmak üzere itikadî konular önemli bir yer tutmaktadır. Hz. Peygamber'in naklettiği kıssa­larda Allah'ın varlık ve birliği, güç ve kudreti, af ve mağfireti, sadece Allah'a güvenmenin gerekli olduğu, O'nun izni ve dilemesi olmadan hiçbir şeyin meydana gelmeyeceği gibi doğrudan “Allah inancı” ve bu inancın insan hayatındaki etkisi konu edilerek vurgulanmaktadır. Nebevî kıssalarda meleklerin varlığı, peygamberlerin tevhid mücadelesi, Resûlullah(sav)'ın peygamberler zincirinin son halkası olduğu gibi diğer inanç esaslarının da konu edildiği görülmektedir. Diğer taraftan nebevî kıssalarda Allah'a tâzim, emr-i bi'l-ma'rûf nehy-i ani'l-münker, günahlardan tevbe, intiharın haram kılındığı, Allah adına yemin etmenin sorumluluğu, iffet, ahde vefa, borçluya ko­laylık göstermek ve tüm canlılara merhametli olma gibi İslâmî değerlerin ve ahlâkî güzelliklerin eğitici-öğre­tici bir tarzda konu edildiği de görülmektedir. Hz. Peygamber’in anlattığı kıssalarda, insan bir bütün olarak ele alınmakta, bir taraftan beşerî za­afları ortaya konulurken, diğer taraftan onun hayır yönü ve ahlâkî değerlere bağlılığı tarihî hakikatler olarak gözler önüne serilmektedir.

İslam Medeniyetinde sohbetin ve sohbetler etrafında oluşan şifahi kültürün önemli bir yeri vardır. Belli bir ortak kültür oluşturma noktasında sohbet odalarında, cami ve tekkelerde, kıraathanelerde sohbetler yapılır ve buralarda kitaplar okunurdu. Bu tür yerlerde okunan eserlere bakıldığında, bilhassa Osmanlı kültürünün dinî, millî, manevî ve tasavvufî ahlâkının şekillenmesinde ne denli büyük katkı sağladığını görmek mümkündür. “Muhammediyye”, “Envâru’l-Âşıkîn”, “Müzekki’n-Nüfs”, “Delailu’l-Hayrât ve Şerhi”, “Kara Davud”, “Ahmediyye”, “Tenbihu’l-Gâfilîn”, “Şerhu Şir’ati’l-İslâm”, “Tarikatu’l-Muhammediyye”, “Mârifetnâme” gibi eserler İslam Medeniyetinde içtimai hayata dini, milli ve ahlâki katkıları olan eserlerden başlıcalarıdır.

Bu eserlerin büyük çoğunluğunda işlenen konuların, halkın ilgi ve ihtiyaç duyduğu dinî ve ahlâkî konular olması, ele alınan her konunun, halkın anlayış, duyuş, düşünüşüne ve seviyesine göre işlenmiş olması, her bir eserde temas edilen dinî, ahlâkî ve tasavvufî konuların bolca kıssalarla desteklenmiş olması, halkın ve özellikle gençliğin muhayyilesini süsleyen kahramanlık ruhu, cihad, Allah’ın isminin yüceltilmesi, vatan ve millet sevgisi gibi milli duyguların taze tutulmasıyla alakalı duygu ve düşüncelere de yer verilmiş olması gibi etkenler İslam toplumunda, bilhassa Osmanlı’da bu eserlerin başucu kitabı olarak görülmesi, sevilmesi, beğenilmesini sağlamıştır. Bu ilgi ve alakaya son olarak dinî ve ahlâkî konular işlenirken derin edebî, bilimsel ve felsefî yaklaşımlarla değil de, daha ziyade hayatın patriklerine daha yakın, çözümleyici,  daha kolay sonuca ulaştırıcı yaklaşımlarla ele alınmayı söyleyebiliriz.


Ahlaki çöküntü, değerler arayışı, yalnızlığa çare gibi arayışlarımıza yine kendi değer köklerimizde ulaşmak mümkündür. Geçmiş ile gelecek arasında kurulacak rabıtanın günümüz insanlığının dertlerine bir nebze de olsa deva olacağı bilinmelidir. Bu rabıta ise kültür ve medeniyetimizin temellerinden biri olan kıssa ile gerçekleşecektir. Her yaş, eğitim ve kültürel seviyedeki insana hitap edebilecek yelpazede geniş bir tesir etkisine sahip olan kıssa kültürü, insanlara bir çıkış yolu sunmaktadır. Son zamanlarda mesaj iletimi, radyo ve TV gibi iletişim araçlarıyla aktarılan, sanal ortamlarda sıkça beğen-paylaş yaptığımız ama derununa vâkıf olamadığımız kıssaları yalnızca göz ile okumak, kulak ile dinlemek gibi vs. uygulamalarla sınırlı kalmayıp; kıssalara içsel bir bakış ve derinlikli bir hissiyat ile yaklaşmamız gerekmektedir. Ki ancak o zaman kıssaların sırrına vâkıf olabilir ve susuzluğumuzu Medeniyet Pınarının serin, duru ve sadırlarımıza şifa olan suyu ile testimiz ve hissemiz kadar giderebiliriz.

ŞAİRİN GÜNDÖNÜMÜ-2/ Mehmet MORTAŞ





“İnsan! seni savunuyorum; sana karşı!”
Nuri Pakdil






Ateşin denizinden mumdan gemiler ile geçildi. Gerek ateş rüzgârlarının önünde yol aldık, gerek eriyen mum adalarında demir attık. Gözyaşlarını dökmeye hazır bulutlar ile dost olduk, kuşların uzaktan gelen deruni sesleri ile konuştuk. Hay bin yeksan tavrındaydık, yalnızdık, sorguladık başına üveyik tünemiş kelimeyi, yer yer hazan mevsimini bir annenin kucağında avuturken gördük. Selvi ağacının gölgesinden yapılmış evlerde konakladık. Bahar tadında envai sulardan içtik. Şair ile bu yolculukta gündönümüne varmadan ay’ın dolunay haline varması gibi evrildikçe evrildik.
Şair Şiirlerini içi dolu buğday taneleri gibi başı öne eğik mütevazı bir şekilde hazırla. Rüzgâr salladıkça, yüzünün çeperine dokundukça güneşin erdemli ışıkları bir o kadar mütevazı ol. Bilirsin içi dolu başaklar sallandıkça ağır ve netamelidir. Her başakta sayısınca kelimelerin olsun. Her kelime şu kargaşaya bulaşmış, modernizmin keşmekeşliğinde yüreklerdeki boşluğa bir derya olsun. Derya derya içinde bir zaman tünelinde kalp diyarında en mahrem yerinden aşk ile yoğrul. Kelimelerin seni ıstıraba ve ümitsizliğe sürüklemesin. Ateşten denizi, mumdan yapılmış sözcükler ile geçtin. Heybende düş kırıntıları, sonbahar rüzgârı ve güneşin alnından koparılmış rengârenk eleğimsağma. Annelerin yüreğinde yoğrulmuş, iyiliği canlı cansız bütün varlığa anlatacak şekilde çıktın sahile. Bu sahil maddenin dehşetengiz yalnızlığında bir o yana bir bu yana sonbahar yaprakları gibi savrulan insanlar ile dolu. İnsanlar yüreklerinden başlayarak, dilleri, gözleri ve düşüncelerindeki ahenk bozulmuş, anlam beyinlerde en ücra köşelerde barınır olmuş. İnsanların ruhundan çıkan felaket fırtınaları devasa hazırlanmış çarkı döndürmekte. Bu keşmekeş dünyanın fırtınalarında başın dönebilir, sözcüklerin, kelimelerinin yetersiz kaldığını hissedebilirsin. Heybende bahardan kalma bir tutam papatya, sonbahardan kalma sararmaya hazır yapraklar bu çarkı durdurmaya yetmeyebilir. Bir yaprağı öldüren, bir çiçeği ezen bir döngü ile karşı karşıya değil, dört mevsimi mahfeden bir döngü ile karşı karşıyasın. Bu indiğin sahil insanlık tarihindeki hiçbir sahile benzemez. Ateşten denizde mumdan gemiler ile yol almaya hiç benzemez. Her an kelimelerden kasırgalar ile düşüncelerin tarumar olabilir bu sahilde. Farkına dahi varmazsın tarumar sözcükler ile bir kır çiçeğinin mevsimini savunduğun. Düşünceler yobaz bir manivela üzerinde gider gelir denizin çekilmesi gibi. Duyguların zulüm kusan vitrinlerinin önünde başını hafifçe eğmiş hayran hayran bakabilir hayata. Hayatlar hayatların kurdudur bir oranda, insan insanın. Kalpler birbirlerine buğz canavarıdır, düşünceler yüreklerdeki sevgiyi vurmak için bir kurşun. Bu sahilde öğüt yerine alkış toplarsın her akşam kızıllığının alafrangasında. İnsanlık bu sahillerde çok ilerlemiştir ama hiçbir şey görünmez. Yakışıklı kadavralar uzanır sahil boyu. Cehennemin ateşini cebinde taşıyan insanlar. Mal mülk putundan düşünce putu üreten yığınlar ile bir kartopu gibi büyüdükçe büyürsün.
Şair, kalplerin etrafını sarmış bağnaz duvarını delmek için şiiri kullan. Belki bir gedik açılırda kalplerine, şiirden bir demet merhamet fısıltıları bırakırsın. Belki şiir tohumu yeşerir yeşerir de çölde bir vaha olur.
Ey şair, şiir şiirin kurdu değildir.

SOKAK/Derya Bayton

Gölgesi, çelimsiz vücudundan büyük sevimli bir çocuğun ayağının altında çiğnedi, tuğla duvarıyla sağ köşemi boyuna kesen, kırmızı boya ile örülü evin kırık-dökük, balkonun paslı demirleriyle çevrili terasından üzerime boca edilen su kadar soğuktu taşlarım. Ağustos ayı sıcağı haricinde alnımın ateşler içinde yandığını da bilmem. Nisan yağmurlarında ılık olur biriken oluktan akan damlaların bütünlüğü gölcükler. Tıpkı ağlar gibi. Yanağınızdan süzülen, teni yalayıp geçen gözyaşları gibi tuzlu mudur bilmem. İçinde kâğıttan gemi kaydıran çocuklar belki bilir. Dokunsalar anlarlar ana yüreğinde yoğrulan şefkat gibi sarmalayan sıcaklığımı. Dört mevsimi kendi içimde yaşarım. Sadece başıboş hayvanlar bilir, en çok da tekir kedi. Sahipsizliğine gocunması, kasabın önündeki sulu ete işkillenmesinden mi bilinmez. Bir acı miyavlama… Tam şura; nabzımın attığı, kimsenin kimsizliğimi bilmediği orta noktada… Günün sabah saatleri ile güneşin terk edip evine döndüğü saatlerin aydınlattığı bir parçam; sonrası hep karanlık, buhran bir yalnızlık. Kaç adı bilinmeyen siluetler ezip geçer üzerimden. Anlamazlar orada olduğumu, seslerine ses verdiğimi. Derin bir kuyunun içine fırlatılan çakıl taşları gibi havada asılı kalan, uzaklarda bir yankı edası ile sağa sola dövünen sesim. Yitikliğime bir kanıt daha mı?
Geçenlerde uğrak verdi yine bu çelimsiz çocuk. Mutlu gibiydi, ayağının altında ben, tepindi durdu. Tap tap ayak sesi. Günün ikindiyi vurduğu saat, tik tak. Kırmızı boyalı, paslı demirli yıkık evin karşı yakamda bulunan, adı Blum, caz mıdır nedir, müzik yapılan yerden daha güzel bir şarkı mırıldandı boşluğa doğru. Gerçi saksafon sesini severdim. Adına tekerleme diyor. Hep bir ağızdan diğer yaramazlar da eşlik etti. Sahip ve ait olunan soğuk, karanlık, küflü ve rengârenk boyalı duvarlar, tüm varlığımla ritim tuttum. Bilmem onlar anladı mı? Bilmem anladı mı? Mutluydu, ben mutluydum.  Arkadaşım olur mu, yine gelir mi bilinmez. Uzun süren kışın ardından, gebe, kuru ağaç dallarından tomurcuklanan sürgün yeşili yapraklar gibi belki bahara gelir, belki gelmez.
Sürekli adres değiştiren insanlara anlam veremedim, oysa onlar kendi içinde yalnızlar. Çünkü hiçbir yere ait olamamışlar. Aitlik nedir bilmiyorlar. Ben kendi varlığımdan başkasına ait olmadım. Eğer köşesinde sivri çıkıntılarıyla örülmüş tarih kadar eski taşlarım olmasa tanrı var mı diye de sorgulardım. Hani hiç sorgulamamış değilim. Evet, yaptım ve tanrı var biliyorum. O olmasa birilerin takılıp kaldığı derin, kendi iç âlemleri dışında dış dünyayı unutmuş dalgın insanların, kırılmış taşları emanetçi kıldığı çamurlu çukur kuytularım olmazdı. Her iki tarafıma yaslanan renkli dükkânlar, iki ruh birbirine bu kadar yakışamaz ve onlara refakat eden gölgeler, nasıl unuturum ilk ziyaretçilerimi, en son onların veda ettiğini.
Yaşamak için ne çok sebebi var insanoğlunun bir bilseniz, ya ölümü istemek için ne çok acı. Geçenlerde, hani tekirin müdavimi olduğu kasabın bitişiğindeki dar basamaklar ile tırmanılan ahşap döşemelerin gıcırtı senfonisini resmileştirdiği, silik hikâyelerin örüldüğü, sıvası dökük duvarlarıyla yükselen dört katlı otelin arkaya bakan odasından çıkartılan paçavralı ceset, sınırlarım içerisinde dedikodu olmaktan çok uzaktı. Anılar anı olmaya mahkûm edildiğinden beri, insan kalbi dört odacıklı olmaktan çıkmış. Tanrı, şefkat, vefa en önemlisi insanlık unutulmuş. Unutulanları sıralarken fark ettim, anlatılanlar içinde ne çok kendimi unutmuşum. Şimdi hatırlıyorum da sokak...
Sokak benim yalnızlığım.
                                                                                           

EY MESCİD-İ AKSA!/ Muhammet İbrahim BALCI











İslam’ın yürek yangısı
Sen gözyaşları ardında,
Zulme boyun eğmeyip,
Siper ederken kendini
Kan ile beslenen çağın vampirlerine,
Getirilen kelime-i şehadetler
Yankılanıyor gökyüzünden kalplerimize  doğru
Sancılar birikiyor içimizde
Yaralar canlanıyor, dağlanıyor gece ve gündüzde

Ey Mescid-i Aksa!
Anaların doğum sancısı
Yetimlerin, öksüzlerin gözyaşı
Peygamber’in (sav) Miraç’a yükseldiği yer
Hüzün kokuları sarsada etrafını,
Biliyoruz meyus değilsin
Sen ki;
Zaferi bekleyen ümmetin onuru

Ey Mescid-i Aksa!
Masumiyet ikliminin sabreden dervişi
Allah’a adanmışlığın en anlamlı çehresi
Biz acziyeti ile kıvranan kardeşlerin
Dua kapısında senin için beklemekte
Gözyaşlarımız var yakarışa adanmış
Ağıtlar tutarak bulutlar ardında süzülen

Ey Mescid-i Aksa!
Gün aydınlığını yitirdi
Gece zifiri karanlık  içinde
Halimiz ne olur bilinmez
Birtek dualarımız var
Bir de sessizliğimiz
Hakkını Helal et bize
Gözbebeğimiz,
Mahzun bakışların düşlerimizde
Ayağa kalkmayı bekliyor İnsanlığımız.

Ey Mescid-i Aksa!
Allah rahmeti ile örter üzerini,
Gazabı ile sarsar
Sana el uzatan ruhsuzlar alemini,