Mum
gibi eriyen denizi gemiler ile geçmek veya kâğıttan yapılmış tekne ile ateşten
göllerde yol almak ne kadar zor, sen bilir misin ey şiir? Yazmak için yola
çıkmak isteyen şair!
Hiçbir
deruni tarafımız yok denecek kadar az.
Kullandığımız
sözcükler bize bir şey anlatmıyor.
Heybemiz
dolu, envai çeşit yaşanmışlık, insanlara akıl verecek tecrübelerimiz, hayatın
cafcaflı girdaplarında kullandığımız aritmetik zekâ, rengârenk boyalar ile
boyanmış evlerimiz, arabalarımız var.
Ey
kelimelerden demini alamamış şair! İçi doldurulmamış, balon gibi şişirilmiş
kof, aymaz, hayata karşı hiçbir anlamı olmayan bir heybe ile çıkıyorsun kendini
ve hayatı anlatan şiir yazmaya. Kendimi, kendini, hayatı anlatacak şiirleri
bekler vicdana susamış ateşten denizin karşısında bekleyen insanlar. Şiir
yazmak için hazırlıkların bu yüzden sıradan olmasın, bir kelime için günlerce,
aylarca gerekirse yıllarca uğraşmalısın ki kendini, hayatı ve seni bekleyen
insanları tam tanımlayabilesin, anlayabilesin. Gerçi kendimizi tanımlayamadık,
hayatımızı anlamlandıramadık ki, hayata sunacağımız kelimeleri tanımlayalım,
anlamlandıralım. Çetin ceviz kelimelerden geçeceksin, gerekirse kırılmayan,
özünü göremediğin sözcüklerin kafasına bir balyoz gibi ineceksin, acılarından,
sevinçlerinden, hüzünlerinden bir çeşni yapıp heybene koyacaksın. Çünkü
alelade, sıradan, kof hayatlar ile yaşanmışlık ile çıkma yola. Yenilmiş ve
kepaze olarak geri dönersin, mum gibi eriyen denizden veya ateşten göllerden
geçemesin. Geçsen dahi heybende kullanacağın hiçbir malzeme bulamazsın. Ne
acılarından yoğrulmuş, anlatmak ve dizelere sığdırmak istediğin şiirlerin
kalır, nede menkıbelerin.
Ey
gündönümüne döndürülmüş şair, heybeni kontrol et yola çıkmadan önce. Metruk bir
hayata yaslanmışsan başka bir hayata karşı mücadele etme. Kontrol et ki aklında
harlanan kelimeleri sözcüklerin gölgeleri hayatına dökülmesin. Hazırlıklarını
yap ve şunu de:
Şiirlerime
yetecek barutum var mı?
Gönüllere
hitap edecek gücüm var mı?
Eziyet
ettiklerinde, ezginliğim artacak mı?
Ve
deki; insanlara kendimi, sizleri ve hayatı anlatacak sözcükler ile geldim.
Dizeler
ile dimdik durdum karşınızda.
Heybemde
kelimelerden sözcüklerden envai çeşit sırlar var, her dizeyi adı konmamış
sırları sizler ile paylaşmaya geldim. Gönlünüzdeki gönül putunu kırmaya geldim.
Fiziki âlemin arkasındaki hissetmediklerinizi biraz olsun hissettirmeye geldim.
Geldim ve saatlerce, günlerce, aylarca heybemdekileri paylaşmaya geldim.
Sezai
Karakoç, “Hızırla Kırk Saat” i her gün bir saatini ayırarak kırk günde,
İstanbul Denizkapı’da deniz kenarındaki kahvelerde yazmış. Kırk yılda
bohçasında biriktirdiği hayat malzemesini kırk günde kelimelere dökmüş. Her
kelimesinde her harfinde kırk yılın yoğrulmuş deruni sorgulamaları ve hayat
akışını görürsün. Sezai Karakoç Hızırla Kırk Saat şiirini hangi ruh halinde
yazdığını pek kestirememekte birlikte, bizlerin ruh hali, limana demir atmış
elmas yüklü gemilerin hareket zamanını beklediği gibi. Heybemizde demini
almamış kelimelerimiz, kanatsız sözcüklerimiz… Hayatın keşmekeşliğinde
heybemize kelimelere dökmediğimiz acılar… Açlıktan ölen bebelere uzaktan bir
şey yapamadan bekleyen hazin kıvranışlar… Bir ağacın hiç ses çıkarmadan sessiz
sedasız ayakta ölümü... Bir mısra için, bir dize için, bir şiir için
heybemdekiler yeterli mi? Hayatı anlatabilir mi? tanımlayabilir mi? Pek de
makbul olmayan meçhul bir döngü yaşıyoruz yola çıkmadan önce.
Ey
gündönümü dönmüş şair kalk ve kelimelerine dön!
Uyar
gönüllerdekileri, akıllarda kalan insan menkıbelerini!
Vicdanın
heyulası ile birikmiş çocuk düşlerini!
Hazırlıklı
ol şiirlerin için dizelerine.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder