BİR TEKAMÜL YOLCULUĞU/ Zehra BOYRAZ


Zamanın akışı acıyı ağır ağır dinginleştirir; fakat bazı belirli tarihler, hafızanın saklı izlerini yeniden kabartır. Yedi gün, kırk gün, bir yıl… Bu mânevî zaman ölçüleri, hüznü de sevinci de diriltme kudretini taşır.

6 Şubat depreminin sene-i devriyesi münasebetiyle üniversitemiz bir anma programı tertip etmişti. Bendenize de programda şiir seslendirmek üzere görev kılmıştı. Programdan birkaç gün önce, tertip eden Dr. Öğr. Üyesi Hidayet Bağcı aramış ve deprem konulu bir şiir okuyacağımı zannederken, “Hayır, depremde şehit olmuş bir şairimizin şiiri seslendirilecek.” demesi üzerine yüreğim kaskatı kesilmiş, bulunduğum ortamdan soyutlanmış bir hâl ile telefonu kulağımda tutmaya zor zahmet devam edebilmiştim. Yanımda bulunan arkadaşım hâlimi fark etmiş olacak ki ufak bir dokunuşuyla telefonun açık olduğunun idrakine varmamı sağladı.

“Kimdir bu şehidimiz hocam, ismini öğrenebilir miyim?” diye sordum.

“Elbette. Ferhat Ağca. Kendisi Ziraat Fakültesinde doktora öğrencisiydi. Şimdi sana şiirini göndereceğim” dedi.

Ve birkaç saniye sonra “Bakışına” şiiriyle karşılaştım.

Düşündüm: Bu nasıl ince bir ruhtur? Bu nasıl kelimeleri böylesine rikkatle işlemek, tasavvufî bir terbiye ile harmanlamaktır? Şiiri okuyunca merakım daha da artmış, şairin diğer eserlerine ulaşma gayretiyle araştırmaya koyulmuştum. Dedim kimdir bu Ferhat Ağca.

26 Şubat 2024 program günü geldiğinde, yakınlarını, eşini, dostunu kaybeden kişiler sırayla kürsüye çıkıyor, beşer dakikalık konuşmalarla yâd ediyorlardı. Sırada sunucunun, “Şimdi Ferhat Ağca’yı anmak üzere Öğr. Gör. Mehmet Yaşar’ı kürsüye davet ediyorum.” Anonsuyla kuliste yanımda oturan arkadaşlarıma, “Aa, birazdan şiirini okuyacağım kişiden bahsedecek.” dedim ve dikkat kesildim. Mehmet Yaşar şu cümleleriyle söze başladı:

“Yunus Emre Hazretleri ‘Geldi geçti ömrüm benim, şol yel esip geçmiş gibi

Hele bana şöyle geldi, şol göz yumup açmış gibi

İşbu söze hak tanıktır, bu can gövdeye konuktur

Bir gün ola çıka gide, kafesten kuş uçmuş gibi’

Diyor o malum bildiğimiz nutk-u şerifinde. Sonra da şöyle diyor:

‘Bu dünyada bir nesneye yanar içim, göynür özüm

Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi’

Biz Ferhat'ın gök ekini gibi biçileceğini hiç tahmin etmiyorduk. Ölümle her ne kadar kol kola bir hayat yaşasa da, yaşama sevinci çok yüksek düzeyde olan bir arkadaşımızdı. Hatta bizim mahzun, melûl olduğumuz durumlarda bizim elimizden tutup o yaşama sevincini kalbimize de akıtan bir tarafı vardı. Ferhat 1992 doğumluydu, 31 yaşındaydı rahmeti Rahman-a uğurladığımızda. Murad alamamıştı dünyadan... ‘Allah güzeldir güzeli sever.’ Bu hadis-i şerifi Ferhat Ağca da çok severdi. Ferhat Ağca hakikaten çok güzel bir insandı. Her şeyiyle, her yönüyle. Çok kabiliyetliydi, musikişinastı, yazardı, şairdi. Maraş'ın çiçeklerini yazmaya başlamıştı. Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi'nde, Evelahir dergisinde altı yazısı çıktı. Ziraat Fakültesi doktora talebesiydi. Tıbbi aromatik bitkilerle de alakadar olduğundan Maraş'ın çiçeklerini fotoğraflar, dağ dağ gezerdi. İnşallah onun o projesini bir devam ettiren olur. Çünkü çok farklı yazıyordu. Bir çiçeğin sadece akademik, kültürel ya da halk nezdinde bilinen taraflarını yazmazdı. Divan edebiyatını kurcalar, o çiçeğin bizim mazimizde karşılığı neyse onu da bulur çıkarırdı. Kahramanmaraş'a çok benzerdi. Dağlarına, ovalarına benzerdi.. Efendim tabi anlatacak çok şey var ama ben de onun bir şiiriyle bitireyim. Böyle kısa bir anma konuşması olduğundan çok vaktinizi almadan bitireyim. ‘Babamın Elleri’… Cümlesine Rahmet Ola.”

Sözlerini nihâyete erdirirken, konu benim için bütünüyle merak uyandırıcı bir hâle gelmiş, artık o anda yalnızca bir anma sadedinde şiir okunmayacaktı. Bilâkis onun adını, eserlerini öğrenmek ve dahası yaşatmak bir boyun borcu olarak ruhumda yer edecekti.

Malûmunuzdur ki sosyal medya, modern dünyanın neredeyse vazgeçilmez unsuru olarak addedilmektedir. Mevzu bahiste de bana yaramadı desem hakikati inkâr etmiş olurum. Zira bu vesileyle Ferhat Ağca’nın gençlik devresine ait paylaşımlarına muttali olabildim. İnsân-ı kâmilin yönünü kime ve nereye çevirmesi gerektiğini, hangi menzillerde durup ikametini ne üzere tayin etmesi icap ettiğini böylelikle daha derinden idrak ettim.

Adını öylece bir kez anıp geçmeyeyim hemen tabii. Mehmet Yaşar… Kendisini hangi ünvanlarla yâd etsem de, o ünvanların hakkını tam manasıyla îfâ edemeyeceğimi biliyorum. Daha evvel dost meclisi, “Destebaşımız, Hikmet Erbabı, Nevmiyye Tarikatı’nın Ulu Şeyhi, Şiir Piyasasının Murabba Şairi, Semerkant Türk’ü, Sanat Güneşi” gibi sıfatlarla yad etmişler. Ben ise şimdilik bunların cümlesini birden zikredip sözlerime bu minvalde devam edeyim.

Garbi Yeli’nin on birinci sayısında kıymetli hocamın kaleme aldığı bir teşekkür yazısı neşredilmişti. Vâr olsun. O yazıda şöyle diyordu: “6 Şubat depremlerinin acılarını yazmaya mürekkep yetmez. Özellikle Kahramanmaraş’ta uzaktan yakından bir sevdiğini kaybetmemiş kimse yoktur zannımca. İstiklal Harbi'nden sonra TBMM'den İstiklal Madalyası verilmek üzere mücadeleye katılanların isimleri istendiğinde “Maraş'ta Milli Mücadeleye katılmayan tek bir fert bile yoktur” cevabı verilmiş malum. Depremle ilgili de bu ifadeden hareketle denilebilir ki 6 Şubat depremlerinde Maraş'ta yakınını kaybetmeyen tek bir fert bile yoktur.”

Hamdolsun ki depremde birinci derece yakınlarımdan kaybım olmadı. Bu anlamda bütün bir ailesini, eşini, dostunu yitirenleri tam mânâsıyla idrak etmek, onların acısını aynıyla hissetmek elbette kabil değildir. Bununla beraber, şahit olduğum yakınlıklar, bu hissin uzağında kalmama mâni oldu. Zannediyorum, konuyu derinden hissetmemin sebeplerinden biri de budur.

Efendim, yolculuğumuz, türlü vesilelerin tecellîsiyle karşımıza çıkan menzillerden ve mülâkilerden oluşur. Bu yolculuğun bir başka menzilinde, Ahmet Doğan İlbey ismi gönlüme bir vesileyle nakşoldu..

Dr. Öğr. Üyesi Mehmet Fetih Yanardağ hocamın odasına birkaç kez uğramam sonucu; o ziyaretlerin birinde, masasında duran Ahmet Doğan İlbey kitabına dikkat kesildim. Merakımı ketmedemeyip kitabın içeriğini sordum. Hocam tebessümle, “Bilge Doğan hocanı tanıyorsun, programlarda karşılaşmışsınızdır. İşte onun babası. Depremde vefat etti. Ahmet Doğan Bey; mühim bir yazardı. Bu kitap da dostlarınca hazırlanmış bir eser. İçinde hem kendi kaleminden çıkan bazı yazılar hem de ardından dostlarının yazdıkları yazılar mevcut. Epey kıymetli bir kitap; istersen Kültür Daire Başkanlığından temin edebilirsin” dedi.

Hocamın bu sözleri üzerine merak ve heyecanla kısa bir vakitte kitabı temin ettim. Birkaç gün içinde de derin bir hissiyatla okudum.

Eserin münderecatında, “Ahmet Abi Güldestesi” başlığı altında yazarın 15 yazısı; ikinci bölümde ise “Bir Hüzünkârın Ömür Defteri” başlığı altında, dostlarının vefatının ardından kaleme aldığı hatıra, mektup, şiir, vefeyat ve portre türündeki yazıları yer almış.

Burada hoşgörünüze sığınarak akıştan biraz ferâgat edip sözlerime öyle devam etmek isterim. Malûmunuzdur, dostluk bahsinde nice yazar kalem oynatmış, nice eser vücuda gelmiş; nice sözler söylenmiş, yazılmış, çizilmiştir. Elbette misaller vermek, bu konu üzerine söz açmak mümkündür. Bu minvalde dostluk mefhumunu insan-ı kâmilin seyrü-sülük merhaleleriyle birlikte düşündüğümüzde, onun hakikatini daha berrak bir sûrette idrak etmeye nâil oluruz.

Dostluk, başlangıç evresinde benlik inşasına eşlik eder. İnsan evvela “Ben kimim?” suâline cevap ararken iç âlemine rücu eder; bu seyrü seferde dost bir ayna misali zuhur eder. Zira kişi, dostunun sinesinde hem kendi sûretini hem de gönül dünyasının mihenk taşını keşfeder; insan, dostu vasıtasıyla hislerinin hududunu tecrübe eder ve “ben” mefhumunun mahiyetini idrak etmeye başlar.

Olgunlaşma evresinde ise insan, ömrün seyrinde hayata, değerlere ve hakikate yöneldikçe dostluk ahlâkî bir duruş, hikmetli bir meşrep hâline gelir. Bu menzilde dostluk, sadâkat, vefâ, merhamet ve hakikat arayışı gibi ulvî hasletlerle mündemiçtir.

Velhâsıl, Ahmet Ağabey’in ebedî âleme göçünün ardından dostlarının kaleme aldığı yazıları okuyunca anladım ki, bir yazar, bir mütefekkir, bir fikir adamı olmasının yanı sıra -Hasan Ejderha hocamın da deyimiyle- Tam anlamıyla dostluk kavramının karşılığı Ahmet Doğan’dır. Yirmi küsur yıllık ömrümde bu mefhumun yüceliğini, ağırlığını ve herkese kolayca nasip olmayacağını—biraz şaşkınlık, biraz hüzün, çokça şükürle—kavramış oldum. Bin şükür.

Elhamdulillah; okuyup araştırdıkça, şükürlerimiz yalnızca dostluğun mahiyetini kavramakla nihayetlenmedi tabii. Bir dostluk abidesi Ahmet Ağabey’in hüzün, türkü, fikir ve sohbet ehli kimse olduğunu, hayatını bu yol üzere çizdiğine muttali olduk. Hüzün denilince bu hususta kaleme aldıkları hatırıma düşer: “Acizâne benim “hüzün” den anlamaklığım kelimenin düz anlamından, şahsî dertleri ifade eden mânâsından farklıdır. Dar ve düz anlamlarının ötesinde, Müslüman Türk irfânında bu kelimeye kazandırılan maveraî bir duygu ve düşünceyi ihata eden ve ferdî - mistik yaşayış ile bu dünyadaki varoluşun sebep ve imtihanlarını vahiy merkezli bir ıstırap ve derinleşmeyle geçirmek yahut "içeride" yoğunlaşmak anlamlarıyla kullanıyorum… Hüzün, Yunusleyin Anlamaktır.

Belki enteresan gelecektir, acizane ben hüzünde buldum hakikat aşkını, yaşamaklığımı, yaşama sevincimi ve bu kirli çağda yeniden “diriliş” gücümü. Hayatımın motivasyonudur hüzün. Hiçbir vakit kasvet olmamıştır. Hep aşktır, sevgidir, gözyaşıdır fakat yeis değildir. Güzellikleri ve hayatı hüznün şirâzesinde tutmaktır…”

Hüzün evvelce zihnimde bir iç sıkıntı, buhran anlamlarına tekabül ederken, Ahmet Ağabey’in satırlarında bambaşka bir mânâ kazandı. Ne vakit yüreğime bir ağırlık çökse, hep dert hep keder demekten hâyâ eder oldum. Belledim; hüzün ruhun terennümüdür, hakikate çağıran bir nidâdır, bir tefekkür menzilinin adıdır, inancın ve iradenin mistik bir meşrepteki kamçısıdır. Bir de, yüreğimizi lime lime eden, gönlümüzü vecd ile meftun kılan; hele ki bin miligramlık olan türkülerle mevzubahsi mündemiç vaziyette düşündüğümde -Türkülerle de Hüznümüz Allah’adır Bizim” yazısını okuyunca- hepsi birbirine yâren oldular gönlümde.

Burada yine hatırıma düşen, H. Ahmet Eralp Ağabeyimizin bir röportaj sırasında ifade ettiği, hülasa kabilinden kelâmını zikretmek isterim: “Kendi içimde düşündüm; Ahmet Abiyi bu kadar seviyor olmak, imanım açısından bir sıkıntı olur mu diye. Ama sonra fark ettim: Onu sevmek, türküyü sevmek, türküyü sevmek hüznü sevmek, hüznü sevmek ise -ki Hz. Hüzün Sünnetlerin Efendisidir başlıklı bir yazısı var- sünneti sevmek demek. Sünneti sevmek de Resulullah’ı, âlemlerin efendisini sevmek… O zaman dedim ki, ben Ahmet Abiyi severek Seni severim.” Sözlerini sarf etmişti. Buradan hareketle Ahmet Ağabey’e duyulan sevgi, türkü ve hüzün aracılığıyla sünnete ve Resûlullah’a uzanıyor; Resûlullah’a duyulan muhabbet ise hâliyle Allah’a yönelen bir istikameti işaret eder. O halde sevmek dahi bir ibadet makamıdır –hele ki menzili Allah ise…–

Hatırımıza düşenleri anımsadık, bir röportaj üzerinden misal verdik. Şimdi ise sözlerimi olayların peşi sıra gelişen seyrine doğru taşıyayım izninizle.

Ferhat Ağca’dan bahsederken, bir “boyun borcu” ifadesini kullanmıştım. Aynı meclisin müdavimlerinden olan Ahmet Ağabey’i ve Fazlı Bayram’ı da gönül dünyama nakşeyleyince, yüreğim bir vecd haliyle kabardı. Öyle bir kabardı ki bu vecd hali, şehadetlerinin ardından yalnızca rahmet dileyerek yâd edilemezdi. Mutlaka, muhakkak bir şekilde devam etmeliydi; okumak, araştırmak, tamam. Fakat dahası olmalıydı, ne olabilirdi…

Lisans sürecimin üçüncü yılını tamamlamıştım. 2024 haziran ayının son günlerinde bir sebeple okula gitmem gerekiyordu. Bölümümüzdeki hocalarımızın odalarının bulunduğu kata çıktığımda panoda, dördüncü sınıfa geçmiş öğrencilerin lisans bitirme tezlerini hangi alan ve hocadan aldıklarını gösteren bir tablo asılı olduğunu gördüm. Bir yandan ismimi arayıp bir yandan alanımın Yeni Türk Edebiyatı olmasını umarken çok şükür Zehra Boyraz kısmının karşısında Prof. Dr. Kemal Timur–Yeni Türk Edebiyatı açıklamasını gördüm. Heyecanım benden öylesine bağımsız bir vaziyete bürünmüş olacak ki, gözlerimi panodan ayırmamla birlikte direkt tez danışmanım Prof. Dr. Kemal Timur’un odasına yöneldim. Kısa bir hal hatır faslından sonra hocama mevzuyu açtım.

“Hocam, bu yıl bitirme tezimi sizden alıyorum. Gönlümde uzunca zamandır yer ettiğim bir konu var. Uygun görürseniz, depremde vefat eden üç edebiyatçı üzerine bir tez yazmak isterim. Ahmet Doğan İlbey, Ferhat ağca ve Fazlı Bayram. Türkiye Yazarlar Birliği Kahramanmaraş Şubesi müdavimleri…”

Hocam, “Tabii, biliyorum… Epey anlamlı bir konu düşünmüşsün, olur elbet. Ahmet Doğan Bey, doktora öğrencimiz Bilge hocanın babası. Hatta yakın zamanda Büyükşehir Belediyesi tarafından basılan kitabı çıktı. Şu kitap… bu kitabı kendine rehber edinebilirsin. Aynı zamanda Bilge hocanla da iletişime geçebilirsin… Şimdi tezinin adını belirleyelim: Depremde Kaybedilen Kahramanmaraşlı Şair ve Yazarlar Üzerine Tahlili Bir Çalışma: Ahmet Doğan İlbey, Ferhat Ağca ve Fazlı Bayram.”

Şeklinde belirlemişken birkaç gün sonra Bilge Doğan hocamı ziyarete gittim. Kendisiyle o vakte kadar yalnızca programlar vesilesiyle bir araya geliyorken o gün babası üzerine bir bahis ziyareti tecelli etti.

Bilge hocam, acının eşiğinde bile vakarını muhafaza eden, her hadiseyi rıza penceresinden tefekkür eden bir gönül insanı. Bir şiirinde şöyle diyordu Sibel Kök hocam: “İnsanız a canım, onurlu yaralar taşıyor gövdemiz, yağmalanmış ruhlarımıza ruh üflüyoruz yeniden taze bahar çiçekleriyle” mısraları Bilge Doğan hocamın gönül iklimine ne de güzel tercüman olur. Zira o, imanının asaletiyle “onurlu yaralar”ını teslimiyet nişanesi gibi taşıyan, yüreği yanında bir gönül eridir. Babasının vefatının ardından “Allah-u Ekber!” nidalarıyla, gözyaşları içinde “Elhamdülillah benim babam şehittir!” diye haykırdığını yazısında okuyunca, teslimiyetin böylesine celî bir tezahürüne şahit oldum; şükürler olsun.

Hocamla birkaç hoş sohbet girizgâhının ardından asıl konuyu kendisine açtım. Babası ve dostları üzerine bir tez yazma muradımı arz eyledim. Vâr olsun, kıymetli aracılığı ve yönlendirmeleriyle birlikte adım attım. Bu vesileyle ilk süreçte Memduh Atalay, İsmail Göktürk, Enver Çapar ve Hasan Ejderha hocalarımla hem tanışmış oldum hem şahitliklerinden istifade ettim; çok şükür.

Öncelikle Ahmet Ağabey’in, sonra Ferhat Ağca’nın, daha sonra ise Fazlı Bayram’ın eserleri üzerinden bir tahlil çalışması yapmaya Bismillah diyerek başladım. Ardından dostlarının mevcut hatıra yazılarıyla devam ettim. Sonrasında ise, kelâmı yüreğinde kalanlarla birlikte bir röportaj sürecine adım attık. Ama ne süreç ya Rabbi! Anlatana bin hançerin saplandığı, dinleyenin ondan az kalır yanının olmadığı… Bu doğrultuda pek çok kıymetli isim hatıralarıyla çalışmanın yüreği oldular. Kıymetli hocam Mehmet Yaşar’ın aracılığıyla Mehmet Raşit Küçükkürtül, H. Ahmet Eralp, Fatin Rüştü Kayıran, Osman Gedik, Beyhan Yeter, İbrahim Bayram, Melih Erdem, Ayşe Ağca Erayman ve Ömer Faruk Ağca’nın şahitlikleriyle nasiplendik.

Röportaj esnasında tezahür eden bir sızı, ses kaydını çözümlerken de metne döküp revize ederken de her bir aşamada dirildi, dirildi. Nihayetinde bin miligrama erişti. Bakıldığında akademik bir gaye ile dile getirilen bu şahitlikler ve hatıralar, yalnızca ilim sahasına hizmet etmekle kalmadı tabi. Hüzünle başlayan, vefa ile yoğrulan, teslimiyetle olgunlaşan bir iç yolculuğa evrildi.

Onlarla dünya hayatında tanışmak, vakur duruşlarından feyz almak, istifadelenmek kaderde yokmuş. Fakat şehadetlerinden sonra ardında bıraktıkları hatıraların ruhuma işlenmesi, düşünceleri, idealleri ve ahlaki vakarlarıyla bütünleşmeme vesile oldu.

Süreci naklederken, her bir gelişmede “şükür” demeyi ihmal etmemeye gayret ettim. Zira her safha, kendi içinde bir hikmet taşıyordu. Fakat sözün hâsılı; asıl şükür, onların ardından kalan bu izlerle hemhâl olabilme nimetine olmalıdır.

Rahmetler olsun…

Fikir ve irfan ehli mümtaz bir şahsiyet Ahmet Doğan İlbey’e

Tercümanı, Maraş’ın sekizinci güzel adamı Ferhat Ağca’ya

Türküdârı, dünyaya çelme üstüne çelme takan efsane başkan Fazlı Bayram’a

ve tüm şehitlerimize…

Bin rahmet


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder