ERKEN YAZILMIŞ AĞIT / Ferhat ALTUN


-Gazi-i nâmdar Şehid-i âlâ İsmail Enver Paşa'ya-






yalın kılıç

düşmanın üstüne bir bayram günü

bir bayram günü vurulup göğsünden

bayramı kendine hayran bırakırsın

hayran bırakırsın göğsündeki kuşları

bak ölüm nasıl kucaklıyor seni

yalın kılıç


AZAR AZAR OLDU / Samet YURTTAŞ

 

Kıraathane’ye girince gözlerim Mustafa amcanın masasını aradı.  Nihayet onu görebilmiştim. Gidip yanına oturdum. Her şey dün bıraktığım gibi. Mustafa amca aynı yerinde oturuyor. Önünde demli çay ve sigarası… Gözleri televizyonda ki türkü programında dalıp dalıp gidiyor. Arada bir of offff sesleri… Birazdan Samet abi, babasının hatrına değiştirmediği mersedesiyle geliyor. Cevizlikte yorulduğu her halinden belli oluyor. Sıcakta tarlada çalışırken yine tansiyonu yükselmiş olmalı.

    -Selamun Aleyküm

    -Aleyküm Selam

   -Tamer abi çay gönder bize.

    Hal hatır sorma faslından sonra konu her zamanki gibi ekonomiye gelmişti. Mazot, şeker, yağ, yiyecek kısacası zam gelen her şey masada enine boyuna tartışılıyordu. Samet abi, gittikçe sinirleniyor. Çaya zam yapmazsa daha çok zarar edeceğinden ve bu şekilde kıraathane’nin devam etmesinin imkansız olduğundan bahsediyordu. Bu hararetli konuşmanın ortasında Değirmen Yeni köyünün hocası geldi. O da boş bir sandalye alarak yanımıza oturdu. Hocayı daha önce yine görmüştüm ancak adını bilmiyordum. Bembeyaz ve toplu bir sakalı vardı. Sakalına bakım yaptığı ve önem verdiği her halinden belliydi.  Önceden de yaptığım gözlemler neticesinde çok konuşmayı sevmeyen bir yapısı vardı. İyi bir dinleyici olabileceğini düşünüyordum. Biz bu arada zamlardan ekonomiden dert yanmaya devam ediyorduk. Aradan beş dakika geçince hoca daha fazla kendini tutamayarak söze girdi:

    -“Ekonomi kötü de biz çok mu iyiyiz?”

    Herkes dondu kaldı. Gerekmedikçe konuşmayan hocadan bu sözü hiç kimse beklemiyordu.

    Hocanın dili çözülmüştü bir kere. Durmaya hiç niyeti yoktu devam etti:

 “-Şükürsüz yaşıyoruz kardeşim. Şükretmediğimiz gibi kazandıklarımızın da bereketi yok. Tuvalet suyu, bulaşık suyu, banyo suyu bütün hepsi aynı kanalda birleşip akıyor. Nasıl bereket beklersiniz bu durumda.”

    Bu sözler mızrak gibi saplanmıştı masada oturan herkese. Sahi hiç düşündük mü-hiç zannetmem- bunları. Neden kazandıklarımızın bereketi yok diye, hiç sorguladık mı? Hocanın söyledikleri benim boynumu eğmeme çoktan yetmişti. Tutunacak sarılacak bir şeyler aradım masada. Gözüm sigara paketimde takıldı. Evet, ben sigara içmedim on beş dakikadır.            Sakinleşmem lazım. Hemen sigaramı çıkararak yaktım. Bir nefes ciğerlerime çektikten sonra rahatladım. Beynimde şimşekler çakıyordu. Hocanın dediklerini neden daha önce düşünemedim. Evet ekonomi kötü, peki biz… Biz de en az ekonomi kadar kötüyüz. Herkes kendini içinde sorguladıktan sonra hoca devam etti:

   “- Önceden böyle miydi kardeşim, yokluk vardı. Paylaşmayı, merhameti, kardeşliği, saygıyı, edebi, şükrü bilirdik. Babamızın yanında ayağa kalkardık. Şimdiki gençler babasının yanında küfür köstek konuşuyor. Ah, Ahhhh… Eskiler olacaktı eskiler. Toplum olarak çok değiştik, bozulduk, yozlaştık… Kanımızı emdiler bizim ne saygı kaldı ne sevgi. Her olayın suçlusunu dışarda aramak yerine bazen kendimize bakmamız lazım. Ortada bir aksaklık, bir sıkıntı varsa önce kendimizi katarak başlayacağız işe.” Hocanın bu sözleri beni çok etkilemişti. Bilmediğim şeyler değildi ama bunu birisinin hatırlatması, tokat gibi yüzüme vurması gerekiyordu. Bunları düşünürken aklıma Arif Nihat Asya’nın “bize bir nazar oldu”  şiirinin şu mısraları geldi:

    “bize bir nazar oldu Cumamız Pazar oldu

     Ne olduysa hep bize azar azar oldu”

  Böyle diyordu işte Bayrak şairimiz. Ne olduysa azar azar oldu. Afyon gibi uyuşturdular bizi. Yavaş yavaş kimliğimizi, benliğimizi, özümüzü unutturdular bize. Biz de hiç karşılık vermeden buna müsaade ettik. Hiç direnç göstermedik. Şimdi de bunun bedelini ödüyoruz. Suçluda biziz düzeltecek olan da …

 

*Tütün ve tütün ürünleri sağlığa zararlıdır.

TÜTÜN SERGENİ / Musa YILDIZ


Sabah öksürükten ciğerim dışarı fırlayacakmış gibi bir haldeyken aniden, balkonda saksıda kendiliğinden yetişen incir fidanına bakma arzusu belirdi içimde. Bir kız çocuğunun gamzelerinden su içen serçeleri yemlemek; bir de bedenime giydirilen ideoloji köyneğinden sıyrılarak kalkıp gökyüzüne bakmak geldi aklıma, tan yeri ağarırken.

Veremden bir hastane köşesinde yatan bir genci bir tutam çiçek alarak, geçmiş olsuna gitmek geldi aklıma. Ne yalan söyleyeyim bir cami şadırvanında oturup, çeşmeden akan suya elimi uzatıp saatlerce tutmak geldi aklıma.

Hastabakıcı rezil rüsva etti beni, sormaz olaydım hastanın adını söyledim, hangi odada yattığını sordum. Meğer hastanın refakatçisi ile ağız dalaşı etmiş, hastanın odasından çıkmış koridordan yürürken benimle karşılaşmış. Ağız dalaşından benim haberim olmadı. Olmasına da imkân ve ihtimal yoktu zaten. Etraftaki herkes put kesilmiş bize bakıyordu. Herhalde benim adama küfrettiğimi sandılar, yoksa bu sakin sessiz adam ne diye bağırıp çağıracaktı. Başımı öne eğip ayaklarımın ucuna baktım, sonra başımı kaldırıp “şimdi ben bu adama küfür mü ettim”  diye kendi kendime sormadan edemedim. Hasbinallah deyip uzaklaşmaya çalıştım, etrafımdaki çember hayalimde daraldıkça daraldı.

“kusuruna bakmayın o on beş yirmi gün önce o odada çocuğunun cesedini kendi kucağında morga taşıdı” demişler gibi geldi bana. Belki de ben öyle hissettim. Az önce bana karanlık adamların gözlerindeki karanlık parıltılarla bakan etraf bu sefer beni teskin etmeye çalışıyordu. Öyle şey olur mu ki? Önce insana canını alacak gibi bakmak sonra sakinleştirmeye çalışmak, belki de bu insanların huyu gereği olması gereken şey. İnsanlar öyle mi yaratılmışlardı? Ondan da emin değildim.

Bir gece hastane kapısına bırakılan adı Kader konulan kız çocuğu büyümüş, boy boy onun da kız çocukları olmuş. Belki de annelerinden çikolata, gelin bebek, şeker ve daha neler neler istediler de anneleri onlara verdi. Anneleri onlara bebekken memeler dolusu sütte verdi. Oyuncak bebekte verdi. Mamalarını köşedeki bakkal Nuri amcadan aldı. Bakkal Nuri amca Kadere acıdı mı acımadı mı bilemem. Belki acımış belki de acımamıştır. Kocası tütün fabrikasından sigara istihkaklarını aldı mı almadı mı? Akşam onların yarısını bakkala verip boy boy büyüyen kızlarına mama parası ödedi mi ödemedi mi? onu da bilemem.

Hem kocasının hiç haberi oldu mu Kaderin tek başına kaç kere tren raylarında yürüdüğünden. Kader tren raylarında kaç kere tek başına neden yürür ki?

Benim de hiçbir şeyden haberim olmadığı geldi aklıma. Balkon camına doğru kaçacakmış gibi yürüyen incir ağacının yapraklarını bir bir saydım. İrili ufaklı, canlısı, sararmışı tamı tamına onüç taneydi. En uçtaki yapraklaşmaya başlamak üzere sivri uçlu patlamak üzere olan fasulye biçimindeki yumruyu saymazsak tamı tamına on üç taneydi.

Herkes abdest alırken ben elimi çeşmenin altına tutmuş öylece bekliyordum. Çam katranına, zifte, çamura bulanmış elimden kirler bir türlü çıkmıyordu. Ellerimi saatlerce suyun altında tuttum çıkmadı. Ellerimi hep suyun altında tuttum. “Ne kadarda kirli bir şehir dedim” kendi kendime. Neresine dokunsam kir, pas ve ellerim kirli. Ya şehir kirli ya ben kirliyim, ya da hepten kir.

Sedat’ın boynunun bir tarafında ur gibi bir şişlik vardı. Kafasını bir tarafa döndürdüğünde şişlik biraz dağıldığından küçülür gibi olurdu. Bazı günler daha da büyür daha da belirginleşir Sedat’ı kaygılı günlere sevk ederdi. Sedat çoğu zaman elini boynuna götürür şiş yerini okşar gibi yoklardı. Bazen yazları bile boynuna atkı sarar fabrikaya öyle gider bazen de gömleğinin yakası bile olmaz şişlik herkes tarafından keşfedilecek bir muammaya dönerdi. Sedat Kaderle evlendiğinde de boynunda şişlik vardı ama Kader o şişliği hiç önemsemedi Sedat’la evlenmeyi kabul etti. Kim bilir Kader o şişliği belki de önemsedi de önemsemezmiş gibi yaptı. Belki de önemsediği halde evlendi.

“boynunda bir şiş de ne ki canım, aslan gibi delikanlı, işi gücü var, namusuyla çalışıyor, işte size adam gibi adam. Noolmuş yani, Kader seni şehzadeler mi gelip alacak” diye sokranıyordu için için…

Birden içinden geçenleri ince bir sızıyla geçiriverdi. Ne geçiyordu ki içinden ince bir sızıyla ince bir sızı olacak. Komşunun oğlu Arif’le ortaokul son sınıfta okurken sokaklarınındaki bir yatsı vakti karşılaşma anımı? O alaca karanlıkların yerle gök arasındaki çizgiyi yok etme vaktimi? Uyumak istiyordu uyuyamıyordu.

Uyku da sevgili gibi bir şey beklersin beklersin bir türlü gelmez ya da olur olmadık zamanda gelir seni rezil rüsva eder. Olur şey de değil, olmadık şey de değil.

Her zaman evin yanından geçen tren bugün erken mi geçiyordu? Raylar eve o kadar yaklaşmıştı ki sanki tren evin üstünden geçecek. Kader kalktı odanın küçücük penceresinden buharla ateş fışkıran canavara doğru baktı. Belki de bakar gibi yaptı da biz baktı sanıyoruz. Loş bir ışık trenin arkasından kayaraktan süzülüp gitti. Rayların tıkırtısına karışan kirli bir dumanla hava doldurdu odayı.

“noolmuş Sedat’a” dedi. “işi var gücü var, hem evine çok bağlıymış, baksana babası öldükten sonra anası ölene kadar evlenmek istememiş. Boynunda bir şişlik varmış olsun, kadının kızında da kusur var, olsun, hem evleri tren raylarına bir hayli uzak, belki rahat uyurum”.

Sedat kaderi hayal ederken sarıya yakın kumrala çalan saçlarını hayal ediyor “belki bir çocuğumuz olduğunda onun saçlarını okşar, anlından öperim” diyordu.

Kader tren seslerine değil de ilk çocuğu olduğunda gece çocuğunun ağlamasına uyanıyordu. Çocuğun sesine değil de belki kocasının “sustur şunu Allah aşkına” diye seslenmesine uyanıyordu.

“bu vardiyalı çalışmayı da nerden çıkardılar ki? Ne uyku kaldı, ne denge, birde sendika diye bir şey çıkardılar o da neyse artık, herkes bir ekmek peşinde onlar ne dertte” diye Sedat sokranıp duruyordu. Sonrada belkide onlarında bildiği bir şeyler var diye kendisini teselliye çalışıyordu. “hep gündüz çalışacak bir iş bulsam bir gün durmam, bir on iki de gel yat, bir gündüz üçte gel yat, bir sabah gel yat buna insan mı dayanır”. Sedat yeni girdiği yataktan tekrar kalktı. Acı serin bir havada mutfağa doğru gitti bir sigara yaktı “bu cigaraları biz yapıyoruz bu odun parçaları da nereden girer ki bu meretin içine, çek çek nefes gelmiyor” çektikçe bir öksürük, çektikçe bir öksürük, öksürdükçe boynundaki şiş sanki biraz daha şişiyor ve şişin üst kısmı kırk mumluk lambanın altında parlıyor, ampule nazire yapar gibi sarı bir ışık veriyordu.

Sedat’ın sıkıntısı vardiyalı çalışmaya olan kızgınlığı mıydı acaba? Yoksa başka başka kederlerde, hülyalarda, belki de tasalarda mı yüzüyordu? Karısı da bu gerginliğe bu asabiyete bir türlü anlam veremiyordu.

“Kader sular akmıyor” Sedat’ın bu yüksek tondaki seslenişine uyumakta olan çocuk tekrar uyandı. Öksürükten ağzı dolan tükürüğü, balgamı gitti lavaboya boşalttı.

“sular akmıyor kız” diye tekrar seslendi.

“uyuyan çocuğu tekrar uyandırdın. Lavabonun altında, perdeyi kaldır kovada olacak”

Sedat naylon maşrapayı kovaya daldırdı bir maşrapa suyu aldı lavaboya döktü, bir maşrapa da alıp ağzını yüzünü yıkadı. Uykusu kaçtı gitti salondaki siyah beyaz tek kanallı televizyonu açtı, zaten o zaman bütün televizyonlar siyah beyaz ve tek kanaldı, çoğu zaman da Yunanistan kanalları baskın çıkar insanlar bol bol rumca şarkılar dinlerdi. bir yerler arar gibi yaptı, o saate Türkçe yayın çoktan kapanmıştı. İstiklal marşı bile çoktan okunmuştu. sonra tekrar kapattı. Mutfağa geldi radyoyu açtı.

Hastaneye yürüyerek yaya gitmeye karar verdim. Bir saatte şu kestirme yoldan tarlalardan, bahçelerden hastaneye ulaşırım diye gözüme kestirdim. Ekinler göcek olmuş, sarıçiçekler, kızılgan (gelincik), papatyalar rengârenk çiçekler. Okul defterini kapladığımız şeffaf desenli cilt kapağı gibi ekin tarlalarının üstünü kaplamış, insana dünyadan uzak bir dünya veriyordu. İnsanların tarağı değmemiş o düzgün, birbirine hiç girmemiş saçlarını incitmeden yürüdüm. Papatyadan, gelincikten, sarıçiçeklerden, diğer çiçeklerden tutam tutam yolaraktan, tanrının insansız yarattığı güzelliklerden zevk alaraktan yolduğum çiçekleri koltuğumun altına kıstıraraktan sadece yürüdüm. Sadece yürüdüm.

İkinci çocuğu olduğunda da Sedat karısının saçlarını okşayıp anlından öpememişti. Hastanede bir ara yeltenmiş, odaya hemşire girmişti. “Neyse evde” dedi. İkinci çocukta kız olduğundan Sedat’ın içi burkulmuş, kendisini bir tuhaf hissetmişti, hâlbuki kız çocuklarını çok severdi. Sedat annesini de çok severdi. Karısı tam tersi “oğlan çocuğum olsun” derdi de başka şey demezdi.

“dönüşümlü çalışılacakmış, işi tek vardiyaya düşürdüler, bazılarımıza ücretsiz izin vereceklermiş”

“daha üç yıl önce çift vardiyaydı, işçileri esir gibi çalıştırıyorlardı”

“devlet bu akıl sır mı erer?

“niye memlekette cigara içen mi azalmış?”

“ne bileyim ben, kriz mi varmış neymiş, birçok bölgede tütün ekimi yasaklanmış, sigara içen azalır mı?”

Her tütün, cigara dendiğinde Kaderin aklına babası gelirdi. Ne kadar da çok sigara içerdi. Kader kendisinin bir sabah hastane kapısından alınıp evlat edindiğini öğreneli yıllar olmuştu. Daha genç kızken komşusunun oğlu kendisine kaş göz

ettiği zamanlarda öğrenmişti. Allaha şükür ortalıkta o kadar çok şom ağızlı var ki, gerçekler bir türlü saklanamaz, serilir ortaya bir tütün sergeni gibi. Ama bunu kendisine hiç yüksünmedi, hiçbir şey bilmiyormuş gibi hayatına devam etti, annesi babası da Kaderin bu vakayı öğrendiğini biliyorlardı onlarda hiç oralı olmadan yaşayıp gidiyorlardı.

Çocuklar paytak paytak yürümeye başladılar. Üç dört yaşlarına geldiler. Kaderin babası öldükten sonra Sedat “kira vermeyelim, annen hasta, hem ona bakarız hem de kira sıkıntısı çekmez, biraz rahatlarız, annen gile taşınalım” dedi. Kaderin hiç razılığı yoktu ama şartlar onu gerektiriyordu.

Taşındıktan sonra Kaderin eli hiçbir işe varmıyor, devamlı uykusu geliyor, uyukluyor, uyuyordu. Çocuklar kapı önünde, sokakta tozda, toprakta, çamurda oynuyor bazen de geçen trene el sallıyorlardı. Kaderin annesi koltuk değneğiyle bile zor yüryebiliyordu. Kapı önünde çocuklara göz kulak olmaya çalışıyor bazen de gözüne tren dumanı kaçtığında hiçbir yeri görmez oluyordu.

Kader durmadan kafasında eski defterleri karıştırıyor, dertlerini, sevinçlerini kurcalıyor, kurcaladıkça durulmuş sular tekrar bulanıyor, tekrar duruluyor, tekrar kurcalanıyor, kurcalandıkça tekrar bulanıyordu. Akşamları yemek yapamıyor, çoğu zaman ağlayımsı bir hal alıyor, çocukları sevmeye, okşamaya bile eli varmıyordu. Dahası ilgilenmek bile istemiyordu. Sedat akşam eve gelince olmayan yemek için, çocukların üstünün başının toz toprak oluşuna bağırıp çağırıyor, bütün bunları bahane ederek kapıyı çarpıp evden çıkıp gidiyordu. Annesi her gün aynı saatte hiç aksatmadan öğleden sonra evin sofasına çıkarak ağlama istihkakını ödemekte kusur etmiyor, elindeki küçük bir yumak ipliği sarar gibi yapıp cebine koyuyor, feracesinin eteğiyle de göz pınarları artık kurumuş zar zor göz çukurlarına akan birkaç damla gözyaşını silmeye çalışıyordu. Kader çoğu zaman bu olan bitene bile tepkisiz kalıyordu.

Sedat fabrikadan artan zamanlarda balık pazarında çalışmaya başlamıştı. Niyeti biraz para biriktirip bir motorlu tekne almaktı. Biliyordu fabrikada her geçen gün işler kötüye gidiyordu. Artık sağlığından da endişeleniyordu. Fabrikanın kokusuna, havasına, insanlarına dayanamıyordu. Boynundaki şişlikte boynuna tamamen dağılmış, gitgide büyüyor boynunu zor çevirir olmuştu. Balık tezgahının sahibi balığa çıktığı zaman tezgahta Sedat duruyordu. Balıkçıyı Sedat çocukluğundan beri tanırdı. Motorlu balıkçı teknesini de Sedat’ın kafasın belki de balıkçı arkadaşı sokmuştu. Sedat şarap şişesini tezgahın altına koyuyor fırsat buldukça içiyordu. Sedat şaraba başlamıştı. İçtikçe; “bu merete niye daha önce

başlamamışım, boşu boşuna dünyaya, denize, hayvanlara, köpeklere, çiçeklere, iyilere, kötülülere, usta başına kızıp durmuşum, boşu boşuna onlara düşman olmuşum” sonra da böyle düşüncelerden dolayı utanıyor, bazen de tezgahın arkasında bir tabureye oturuyor ağlar gibi bir yüzle anasını hatırlıyordu. Anası; içki içerse hakkını helal etmeyecekti, kumar oynarsa da hakkını helal etmeyecekti. Sedat ekmeğini alın teriyle kazanmalıydı, çoluk çocuğunu helal ekmekle beslemeliydi. Sonra birden tabureden fırlıyor.

“derye kuzusu bunlar, derya kuzusu” diye bağırmaya başlıyordu.

Sedat Kaderi, en son çocukların ellerinden tutup yetimhaneye teslim ederken, yetimhanenin bahçe kapısında hayal meyal görmüştü. Birde çocuklarını yetimhaneye teslim ettikten sonra çocukların yüzündeki ifadeyi unutamıyordu. Kapıdan çıkarken vücudu sanki çapraz bir fişeklik kuşanır gibi duygusallıkla karışmış, değişik, tarifsiz bir acı kuşanmıştı. Ayaklarını yere sürterekten bahçeden zor çıkmıştı.

Bir sabah herkes işe giderken bazı insanlar tren raylarına doğru koşuyordu. Sedat’ta kalabalığın gittiği yöne doğru yürümeye başladı. Sonra kalabalığın içine girdiğinde bir kadın cesedi gördü. Cesede doğru ilerledi, çömeldi, Cesedin yüzündeki kanlara bulaşmış sarıya yakın kumral saçlarını geriye doğru sıyırarak “ hani motorlu kayık alacaktık” dedi. Sedat’ın gözünden damlayan iki damla gözyaşı Kaderin anlına damladı.

Ben elimdeki tostop edip koltuk altıma sıkıştırdığım çiçekleri etejerin üzerine koyarken hastanın yanındakiler beyaz bir çarşafı gencin yüzüne doğru çekiyorlardı.

2017

 

ANI YÜKLÜĞÜ/Nurcihan KIZMAZ



inci gibi dizilirdi atlas yorganlar

gökkuşağı gibi renkli

şiir gibi ahenkli

 

bir  de sobada ısıtılanı 

soğuk kış günlerinde,

en güzel rüyaların 

müsebbibi

en güzel hülyaların

ev sahibi

 

her birinde ayrı nakış 

her birinde ayrı hikaye,

kiminin adı veremli kız

kimininki maraş gülü

çin iğnesi antep işi

aplike

 

boy sırasına göre yastıklar

herkese yetecek kadar var,

izi çıkar motiflerin 

çiçeklenir yanaklar,

sabaha eğlence çıkar

gülüşür gül yüzlü

çocuklar.

 

Yeni Bir Duvar / Mustafa Alper Taş


o akşama doğru
üşümek vardı günlerin altında


yeşil bir barikattan belki
tüllerle uçuşan aynasında kaderin
elimize bir çocuk gibi baktılar da
bilmedi hiçkimse sesimizin yeniliğini


hepimiz karanfil içindeyiz
bu akşam turnası endişeyle sarkan pencereden
canından bezmiş anneler büyük adamlar ellerinde büyüklüğün işareti
haziran karpuzları ve ışıkların yanmasını bekleyen
yorgun çocukları
hepimiz


bir su akıyor o saatlerde
ev musluklarından
dutlu çeşmelerden
biraz da inanmanın ferahlığıyla
mutlaka bir günün daha olacağına
uyanınca


bilerek unutulan bir şey gibi akşamüstü gitmelerinde
hepimiz bilmekteyiz