Veremden
bir hastane köşesinde yatan bir genci bir tutam çiçek alarak, geçmiş olsuna
gitmek geldi aklıma. Ne yalan söyleyeyim bir cami şadırvanında oturup, çeşmeden
akan suya elimi uzatıp saatlerce tutmak geldi aklıma.
Hastabakıcı
rezil rüsva etti beni, sormaz olaydım hastanın adını söyledim, hangi odada
yattığını sordum. Meğer hastanın refakatçisi ile ağız dalaşı etmiş, hastanın
odasından çıkmış koridordan yürürken benimle karşılaşmış. Ağız dalaşından benim
haberim olmadı. Olmasına da imkân ve ihtimal yoktu zaten. Etraftaki herkes put
kesilmiş bize bakıyordu. Herhalde benim adama küfrettiğimi sandılar, yoksa bu
sakin sessiz adam ne diye bağırıp çağıracaktı. Başımı öne eğip ayaklarımın
ucuna baktım, sonra başımı kaldırıp “şimdi ben bu adama küfür mü ettim” diye kendi kendime sormadan edemedim.
Hasbinallah deyip uzaklaşmaya çalıştım, etrafımdaki çember hayalimde daraldıkça
daraldı.
“kusuruna
bakmayın o on beş yirmi gün önce o odada çocuğunun cesedini kendi kucağında
morga taşıdı” demişler gibi geldi bana. Belki de ben öyle hissettim. Az önce
bana karanlık adamların gözlerindeki karanlık parıltılarla bakan etraf bu sefer
beni teskin etmeye çalışıyordu. Öyle şey olur mu ki? Önce insana canını alacak
gibi bakmak sonra sakinleştirmeye çalışmak, belki de bu insanların huyu gereği
olması gereken şey. İnsanlar öyle mi yaratılmışlardı? Ondan da emin değildim.
Bir
gece hastane kapısına bırakılan adı Kader konulan kız çocuğu büyümüş, boy boy
onun da kız çocukları olmuş. Belki de annelerinden çikolata, gelin bebek, şeker
ve daha neler neler istediler de anneleri onlara verdi. Anneleri onlara
bebekken memeler dolusu sütte verdi. Oyuncak bebekte verdi. Mamalarını köşedeki
bakkal Nuri amcadan aldı. Bakkal Nuri amca Kadere acıdı mı acımadı mı bilemem.
Belki acımış belki de acımamıştır. Kocası tütün fabrikasından sigara
istihkaklarını aldı mı almadı mı? Akşam onların yarısını bakkala verip boy boy
büyüyen kızlarına mama parası ödedi mi ödemedi mi? onu da bilemem.
Hem
kocasının hiç haberi oldu mu Kaderin tek başına kaç kere tren raylarında
yürüdüğünden. Kader tren raylarında kaç kere tek başına neden yürür ki?
Benim
de hiçbir şeyden haberim olmadığı geldi aklıma. Balkon camına doğru kaçacakmış
gibi yürüyen incir ağacının yapraklarını bir bir saydım. İrili ufaklı, canlısı,
sararmışı tamı tamına onüç taneydi. En uçtaki yapraklaşmaya başlamak üzere
sivri uçlu patlamak üzere olan fasulye biçimindeki yumruyu saymazsak tamı
tamına on üç taneydi.
Herkes
abdest alırken ben elimi çeşmenin altına tutmuş öylece bekliyordum. Çam
katranına, zifte, çamura bulanmış elimden kirler bir türlü çıkmıyordu. Ellerimi
saatlerce suyun altında tuttum çıkmadı. Ellerimi hep suyun altında tuttum. “Ne
kadarda kirli bir şehir dedim” kendi kendime. Neresine dokunsam kir, pas ve
ellerim kirli. Ya şehir kirli ya ben kirliyim, ya da hepten kir.
Sedat’ın
boynunun bir tarafında ur gibi bir şişlik vardı. Kafasını bir tarafa
döndürdüğünde şişlik biraz dağıldığından küçülür gibi olurdu. Bazı günler daha
da büyür daha da belirginleşir Sedat’ı kaygılı günlere sevk ederdi. Sedat çoğu
zaman elini boynuna götürür şiş yerini okşar gibi yoklardı. Bazen yazları bile
boynuna atkı sarar fabrikaya öyle gider bazen de gömleğinin yakası bile olmaz
şişlik herkes tarafından keşfedilecek bir muammaya dönerdi. Sedat Kaderle
evlendiğinde de boynunda şişlik vardı ama Kader o şişliği hiç önemsemedi
Sedat’la evlenmeyi kabul etti. Kim bilir Kader o şişliği belki de önemsedi de
önemsemezmiş gibi yaptı. Belki de önemsediği halde evlendi.
“boynunda
bir şiş de ne ki canım, aslan gibi delikanlı, işi gücü var, namusuyla
çalışıyor, işte size adam gibi adam. Noolmuş yani, Kader seni şehzadeler mi
gelip alacak” diye sokranıyordu için için…
Birden
içinden geçenleri ince bir sızıyla geçiriverdi. Ne geçiyordu ki içinden ince
bir sızıyla ince bir sızı olacak. Komşunun oğlu Arif’le ortaokul son sınıfta
okurken sokaklarınındaki bir yatsı vakti karşılaşma anımı? O alaca
karanlıkların yerle gök arasındaki çizgiyi yok etme vaktimi? Uyumak istiyordu
uyuyamıyordu.
Uyku
da sevgili gibi bir şey beklersin beklersin bir türlü gelmez ya da olur olmadık
zamanda gelir seni rezil rüsva eder. Olur şey de değil, olmadık şey de değil.
Her
zaman evin yanından geçen tren bugün erken mi geçiyordu? Raylar eve o kadar
yaklaşmıştı ki sanki tren evin üstünden geçecek. Kader kalktı odanın küçücük
penceresinden buharla ateş fışkıran canavara doğru baktı. Belki de bakar gibi
yaptı da biz baktı sanıyoruz. Loş bir ışık trenin arkasından kayaraktan süzülüp
gitti. Rayların tıkırtısına karışan kirli bir dumanla hava doldurdu odayı.
“noolmuş
Sedat’a” dedi. “işi var gücü var, hem evine çok bağlıymış, baksana babası
öldükten sonra anası ölene kadar evlenmek istememiş. Boynunda bir şişlik varmış
olsun, kadının kızında da kusur var, olsun, hem evleri tren raylarına bir hayli
uzak, belki rahat uyurum”.
Sedat
kaderi hayal ederken sarıya yakın kumrala çalan saçlarını hayal ediyor “belki
bir çocuğumuz olduğunda onun saçlarını okşar, anlından öperim” diyordu.
Kader
tren seslerine değil de ilk çocuğu olduğunda gece çocuğunun ağlamasına
uyanıyordu. Çocuğun sesine değil de belki kocasının “sustur şunu Allah aşkına”
diye seslenmesine uyanıyordu.
“bu
vardiyalı çalışmayı da nerden çıkardılar ki? Ne uyku kaldı, ne denge, birde
sendika diye bir şey çıkardılar o da neyse artık, herkes bir ekmek peşinde
onlar ne dertte” diye Sedat sokranıp duruyordu. Sonrada belkide onlarında
bildiği bir şeyler var diye kendisini teselliye çalışıyordu. “hep gündüz
çalışacak bir iş bulsam bir gün durmam, bir on iki de gel yat, bir gündüz üçte
gel yat, bir sabah gel yat buna insan mı dayanır”. Sedat yeni girdiği yataktan
tekrar kalktı. Acı serin bir havada mutfağa doğru gitti bir sigara yaktı “bu
cigaraları biz yapıyoruz bu odun parçaları da nereden girer ki bu meretin
içine, çek çek nefes gelmiyor” çektikçe bir öksürük, çektikçe bir öksürük,
öksürdükçe boynundaki şiş sanki biraz daha şişiyor ve şişin üst kısmı kırk
mumluk lambanın altında parlıyor, ampule nazire yapar gibi sarı bir ışık
veriyordu.
Sedat’ın
sıkıntısı vardiyalı çalışmaya olan kızgınlığı mıydı acaba? Yoksa başka başka
kederlerde, hülyalarda, belki de tasalarda mı yüzüyordu? Karısı da bu
gerginliğe bu asabiyete bir türlü anlam veremiyordu.
“Kader
sular akmıyor” Sedat’ın bu yüksek tondaki seslenişine uyumakta olan çocuk
tekrar uyandı. Öksürükten ağzı dolan tükürüğü, balgamı gitti lavaboya boşalttı.
“sular
akmıyor kız” diye tekrar seslendi.
“uyuyan
çocuğu tekrar uyandırdın. Lavabonun altında, perdeyi kaldır kovada olacak”
Sedat
naylon maşrapayı kovaya daldırdı bir maşrapa suyu aldı lavaboya döktü, bir maşrapa
da alıp ağzını yüzünü yıkadı. Uykusu kaçtı gitti salondaki siyah beyaz tek
kanallı televizyonu açtı, zaten o zaman bütün televizyonlar siyah beyaz ve tek
kanaldı, çoğu zaman da Yunanistan kanalları baskın çıkar insanlar bol bol rumca
şarkılar dinlerdi. bir yerler arar gibi yaptı, o saate Türkçe yayın çoktan
kapanmıştı. İstiklal marşı bile çoktan okunmuştu. sonra tekrar kapattı. Mutfağa
geldi radyoyu açtı.
Hastaneye
yürüyerek yaya gitmeye karar verdim. Bir saatte şu kestirme yoldan tarlalardan,
bahçelerden hastaneye ulaşırım diye gözüme kestirdim. Ekinler göcek olmuş, sarıçiçekler,
kızılgan (gelincik), papatyalar rengârenk çiçekler. Okul defterini kapladığımız
şeffaf desenli cilt kapağı gibi ekin tarlalarının üstünü kaplamış, insana
dünyadan uzak bir dünya veriyordu. İnsanların tarağı değmemiş o düzgün,
birbirine hiç girmemiş saçlarını incitmeden yürüdüm. Papatyadan, gelincikten, sarıçiçeklerden,
diğer çiçeklerden tutam tutam yolaraktan, tanrının insansız yarattığı
güzelliklerden zevk alaraktan yolduğum çiçekleri koltuğumun altına kıstıraraktan
sadece yürüdüm. Sadece yürüdüm.
İkinci
çocuğu olduğunda da Sedat karısının saçlarını okşayıp anlından öpememişti.
Hastanede bir ara yeltenmiş, odaya hemşire girmişti. “Neyse evde” dedi. İkinci
çocukta kız olduğundan Sedat’ın içi burkulmuş, kendisini bir tuhaf hissetmişti,
hâlbuki kız çocuklarını çok severdi. Sedat annesini de çok severdi. Karısı tam
tersi “oğlan çocuğum olsun” derdi de başka şey demezdi.
“dönüşümlü
çalışılacakmış, işi tek vardiyaya düşürdüler, bazılarımıza ücretsiz izin vereceklermiş”
“daha
üç yıl önce çift vardiyaydı, işçileri esir gibi çalıştırıyorlardı”
“devlet
bu akıl sır mı erer?
“niye
memlekette cigara içen mi azalmış?”
“ne
bileyim ben, kriz mi varmış neymiş, birçok bölgede tütün ekimi yasaklanmış,
sigara içen azalır mı?”
Her
tütün, cigara dendiğinde Kaderin aklına babası gelirdi. Ne kadar da çok sigara
içerdi. Kader kendisinin bir sabah hastane kapısından alınıp evlat edindiğini
öğreneli yıllar olmuştu. Daha genç kızken komşusunun oğlu kendisine kaş göz
ettiği
zamanlarda öğrenmişti. Allaha şükür ortalıkta o kadar çok şom ağızlı var ki,
gerçekler bir türlü saklanamaz, serilir ortaya bir tütün sergeni gibi. Ama bunu
kendisine hiç yüksünmedi, hiçbir şey bilmiyormuş gibi hayatına devam etti,
annesi babası da Kaderin bu vakayı öğrendiğini biliyorlardı onlarda hiç oralı
olmadan yaşayıp gidiyorlardı.
Çocuklar
paytak paytak yürümeye başladılar. Üç dört yaşlarına geldiler. Kaderin babası
öldükten sonra Sedat “kira vermeyelim, annen hasta, hem ona bakarız hem de kira
sıkıntısı çekmez, biraz rahatlarız, annen gile taşınalım” dedi. Kaderin hiç
razılığı yoktu ama şartlar onu gerektiriyordu.
Taşındıktan
sonra Kaderin eli hiçbir işe varmıyor, devamlı uykusu geliyor, uyukluyor,
uyuyordu. Çocuklar kapı önünde, sokakta tozda, toprakta, çamurda oynuyor bazen
de geçen trene el sallıyorlardı. Kaderin annesi koltuk değneğiyle bile zor
yüryebiliyordu. Kapı önünde çocuklara göz kulak olmaya çalışıyor bazen de
gözüne tren dumanı kaçtığında hiçbir yeri görmez oluyordu.
Kader
durmadan kafasında eski defterleri karıştırıyor, dertlerini, sevinçlerini
kurcalıyor, kurcaladıkça durulmuş sular tekrar bulanıyor, tekrar duruluyor,
tekrar kurcalanıyor, kurcalandıkça tekrar bulanıyordu. Akşamları yemek
yapamıyor, çoğu zaman ağlayımsı bir hal alıyor, çocukları sevmeye, okşamaya
bile eli varmıyordu. Dahası ilgilenmek bile istemiyordu. Sedat akşam eve
gelince olmayan yemek için, çocukların üstünün başının toz toprak oluşuna
bağırıp çağırıyor, bütün bunları bahane ederek kapıyı çarpıp evden çıkıp gidiyordu.
Annesi her gün aynı saatte hiç aksatmadan öğleden sonra evin sofasına çıkarak
ağlama istihkakını ödemekte kusur etmiyor, elindeki küçük bir yumak ipliği
sarar gibi yapıp cebine koyuyor, feracesinin eteğiyle de göz pınarları artık
kurumuş zar zor göz çukurlarına akan birkaç damla gözyaşını silmeye
çalışıyordu. Kader çoğu zaman bu olan bitene bile tepkisiz kalıyordu.
Sedat
fabrikadan artan zamanlarda balık pazarında çalışmaya başlamıştı. Niyeti biraz
para biriktirip bir motorlu tekne almaktı. Biliyordu fabrikada her geçen gün
işler kötüye gidiyordu. Artık sağlığından da endişeleniyordu. Fabrikanın
kokusuna, havasına, insanlarına dayanamıyordu. Boynundaki şişlikte boynuna
tamamen dağılmış, gitgide büyüyor boynunu zor çevirir olmuştu. Balık tezgahının
sahibi balığa çıktığı zaman tezgahta Sedat duruyordu. Balıkçıyı Sedat
çocukluğundan beri tanırdı. Motorlu balıkçı teknesini de Sedat’ın kafasın belki
de balıkçı arkadaşı sokmuştu. Sedat şarap şişesini tezgahın altına koyuyor
fırsat buldukça içiyordu. Sedat şaraba başlamıştı. İçtikçe; “bu merete niye
daha önce
başlamamışım,
boşu boşuna dünyaya, denize, hayvanlara, köpeklere, çiçeklere, iyilere,
kötülülere, usta başına kızıp durmuşum, boşu boşuna onlara düşman olmuşum”
sonra da böyle düşüncelerden dolayı utanıyor, bazen de tezgahın arkasında bir
tabureye oturuyor ağlar gibi bir yüzle anasını hatırlıyordu. Anası; içki içerse
hakkını helal etmeyecekti, kumar oynarsa da hakkını helal etmeyecekti. Sedat
ekmeğini alın teriyle kazanmalıydı, çoluk çocuğunu helal ekmekle beslemeliydi.
Sonra birden tabureden fırlıyor.
“derye
kuzusu bunlar, derya kuzusu” diye bağırmaya başlıyordu.
Sedat
Kaderi, en son çocukların ellerinden tutup yetimhaneye teslim ederken,
yetimhanenin bahçe kapısında hayal meyal görmüştü. Birde çocuklarını
yetimhaneye teslim ettikten sonra çocukların yüzündeki ifadeyi unutamıyordu.
Kapıdan çıkarken vücudu sanki çapraz bir fişeklik kuşanır gibi duygusallıkla
karışmış, değişik, tarifsiz bir acı kuşanmıştı. Ayaklarını yere sürterekten
bahçeden zor çıkmıştı.
Bir
sabah herkes işe giderken bazı insanlar tren raylarına doğru koşuyordu.
Sedat’ta kalabalığın gittiği yöne doğru yürümeye başladı. Sonra kalabalığın
içine girdiğinde bir kadın cesedi gördü. Cesede doğru ilerledi, çömeldi,
Cesedin yüzündeki kanlara bulaşmış sarıya yakın kumral saçlarını geriye doğru
sıyırarak “ hani motorlu kayık alacaktık” dedi. Sedat’ın gözünden damlayan iki
damla gözyaşı Kaderin anlına damladı.
Ben
elimdeki tostop edip koltuk altıma sıkıştırdığım çiçekleri etejerin üzerine
koyarken hastanın yanındakiler beyaz bir çarşafı gencin yüzüne doğru
çekiyorlardı.
2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder