MEKTUP / Hacı Ahmet ERALP


Ahmet Abi,
  
Sana mektup yazarken ‘bir mektubu yazmaya nasıl başlanır?’ sorusuna verilmiş cevaplardan niceleri gelip geçti gözüm önünden ama içinden herhangi birini seçmek yerine sadece “Ahmet abi” diyerek başlamak gönlümdeki muhabbete gölge düşürmeyecekti.

Sana yazmak, şehirleri aşmak demektir abi. Şehirde gönlümüzün genzini yakan nice koku varsa hepsinden kurtulup dost kokusunu çekmektir içine.
Çorak ve kurak hale gelmiş gönlümüzü dost bulutlarının yağmurları ile sulayıp bereket beldeleri haline getirmektir sana yazmak. 

Yağmur dediysem, öyle bozkırlarda durmaksızın koşan yılkılar gibi okyanus çehrelerine damlayan ya da kapkara asfaltlara vefasız makam tekerleri ezip geçsin diye sağnak sağnak yağan yağmurlardan değil. Toprağa, bir kız çocuğunun babasına sarılması gibi düşen yağmurlardan bahsediyorum abi.

Sana yazmak sevgi ister Ahmet abi. Sevgi ise emek ister. Çünkü “sevgi emektir.” Emek dediğim, 1 Mayıs holiganlarının dillerine hiç yakışmayan, pejmürde hale getirdikleri, alınlarından damlayan milenyum terlerinin yalancı yorgunluklarına verdikleri isim değil. 

Dünyanın en samimi gözlerine harf harf değecek bir mektup için verilecek olan emek çok talim ister. Aşk talimi, gurbet talimi, seyahat talimi, hasret talimi...

Sadece sana mektup yazmak için de olsa gurbete çıkmak gerekmiş abi. Uzak yakın fark etmez, dost gurbetine çıkmak. Dost gurbeti ki her şeyi gurbet eyleyeninden. Dost gurbeti; hüzün gurbeti, hikâye gurbeti, şiir gurbeti, kalem gurbeti, çay gurbeti, türkü gurbeti, sarılmak gurbeti, ‘sarılıp sarılıp delirmek’ gurbeti,  dağ gurbeti, ses gurbeti, duman gurbeti...

Belli ki “zalım” kelimesini ilk kez, gurbete çıkan birisi bulmuş abi. Ne diyeceğini bilememiş, ‘kötü söz etsem olmaz, sövsem olmaz, sevsem olmaz’ demiş ve “Zalım Gurbet” deyip dağlamış her gün tazelenen yarasını. Her gün tazelenmek meğer pek iyi bir şey değilmiş Ahmet abi. Başlayan gün bitip geceye döndüğünde, gözler uykuya daldığında, gurbetteki bir dost ölüyormuş meğersem. ‘Sensiz bir günü daha uyku ile öldürüyorum.’ deyip kapatıyormuş insan gözlerini. Kelebek misali, gurbette insan bir günlüğüne doğuyor her sabah Ahmet abi. Gurbet, bir gün hayat, her gün ölüm. Sıla, her gün hayat, elbet bir gün ölüm. Gurbete bahar gelmiş Ahmet abi.
Doğru ya bu mevsime ‘bahar’ diyorlar. Dost olmadan baharın hangi rengini görebilir ki gözler. Yeşiller, kahverengi oluyor kendiliğinden. Çukurova her gün bereketi ile haykırsa da yeşilini, dost yüzü görmeyen gözler, kahverengi sanıyor yeşilin her bir rengini. Seyhan çağlayıp dursa da her gün, bir dertli demliğin içinde nazlı nazlı kaynayıp da bir ince belliye dolup çay rengine bürünemiyor. Dost ile muhabbet edilen masaya düşecek tek bir damla su, çay olup akarken gönlümüze, gurbette oluk oluk kaynayan nehirler, kurak bir akşamın “nem” kaynağı oluveriyor kendiliğinden. Gurbet, bir yanı umman bir yanı çöl.

Ummana damladı gözyaşım
Taştı bir baharda
Çöllerde kurudu göz pınarlarım
Şaştı bir baharda

Bu sana ilk mektubum Ahmet abi, hoş göresin acemi harfleri, hoş göresin heyecanımı, affedesin aceleciliğimi. 

Nice ilkler vardır ya abi, her biri kâinatın çatı ruhunu ayakta tutan hadiselerdir aslında. Acemilik ve heyecan bir arada olur bazen, bir karıncanın yuvasına taşıdığı ilk buğday tanesi gibi. Şaşkınlık ile sevinç birbirine karışır bazen, güvercinin kanadına düşen ilk yağmur damlası gibi. Su, ateş, hava ve toprak yeniden biçimlenir bazen, şairin kalemindeki ilk dize gibi.

Bazı ilkler de vardır ki ne karıncanın kamburlaşmış sırtı ve güçlü zarif ayakları kaldırır, ne güvercinin kanatlarındaki tüyler ıslanmayı göze alabilir, ne de şair kalemine kandan gayrı çektiği mürekkeple kâğıda hükmedebilir.

Bu ilk, bir tutam saçın bir başta belki kırk yıl beklediği bir ilktir. Nehir nehir gezilse de suyun aranıp bulunamadığının, kıta kıta dolaşılsa da bir yurt edinilemediğinin, dağlar boyunca haykırılsa da sesini duyuramamışlığın nihayete erdiğinin ilkidir.

Bu ilk, yetimin başındaki ilk şefkatli eldir Ahmet abi. 


ELVEDA YA ŞEHR-İ RAMAZAN / Alirıza KARAKALE



Hasretimi vuslata çeviren ve tek olan Rabbimin bize yaşattığı iki farklı duyguya şehadet ederim. 

Ne hoş geldin ne hasretle gidiyorsun öyle. 

Bu ayrılık beni, Bingöl'ün yorgun dağlarında nasıl mahsun bırakır bilir misin? 

Alışkanlıklarımın en güzeli...

Gecelerimin ve akşamlarımın parıldayan vuslatı. 

Çok güzeldin...

Şehadet ederim.

Fiiliyatta ve uhreviyatta yalnızlığımın tek dostu. 

Açılmaz diyerek yakındığım kapılarıma anahtar oluşuna ve paha biçilemez yoldaşlığına şehadet ederim. 


Sabrımın sınırlarına ek sınırlar getiren ve beni mahzunluğuma bırakmayan zamanın en nurlu dilimi. 

Dilimi zikre alıştırıp beni zakir eyleyen mutluluğum. 

Sırdaşlığına şehadet ederim...

Yine gel ve beni bırakma dünyanın çekilmez yüküyle baş başa. 

Tüm samimiyetine şehadet ederim.

Ben şehadet ederim ki Allah'tan başka İlah yoktur. Ve yine şehadet ederim ki Hz. 
Muhammed Mustafa (sav) onun kulu ve Resulüdür.

Elveda Sabrımın Mükafatı 

Elveda Ya Şehr-i Ramazan

ELVEDA

karakale 'm



HASAN EJDERHA İLE KİTAPLARI ÜZERİNE SÖYLEŞİ/Enver ÇAPAR

Enver ÇAPAR: İkinci şiir kitabınız “Ceylanla Ağlamak” nedir şairi ceylanlarla beraber ağlatan, yaralı bir ceylanın gözleri mi vurdu sizi?

Hasan EJDERHA: Önce kitabın adını konuşalım. “Ceylanla Ağlamak” Kitabın ilk adı; yani uzaktan görünüş adı… Yakın adı ise; yani kitap ile hem hal olunduğu andaki adı ise: “Marallar Oymağında Bir Ceylanla Oturup Ağlamak”  Evet, yaralı bir ceylanın gözleri vurdu beni. Sorunuza aynen “evet” diyorum. Lakin mecazi bir ceylan buradaki ceylan. Bizim fikrimiz, estetiğimiz, gönlümüz, aşkımız hep yaralı, hep yaralı olarak gelmiş, yaralı olarak gitmektedir. Belki de biz hüzün medeniyetinin çocukları yaralı olmalıydık. Yani dertli olmalıydık. Elhamdülillah ne kadar çok derdimiz var değil mi? Biz de derdimizi öyle çok seviyoruz ki; bakınız “elhamdülillah” diyoruz. Ne güzel ediyoruz.  Biz dertlerimizi seviyoruz ve dertlerimiz için hamdediyoruz.

Enver ÇAPAR: Kuşların cıvıltısı çocukların şarkılarına karışıyor şiirlerinizde, kuş olup uçmak mı şiir yazmak?

Hasan EJDERHA:Kuşların cıvıltısı çocukların şarkılarına karışıyor şiirlerinizde” Bu ifadeniz bir şair için mutluluk verici. Ayrıca soru öyle şiiriyetli ki şiir konuşurken, şiir kitabı konuşurken böylesine güzel bir soru her şairi mutlu eder. Evvela sorunun güzelliği için teşekkür ederim. “kuş olup uçmak mı şiir yazmak?” Biliyor musun Enver Hocam? Bu soru ile ilgili yetmiş iki saat konuşabiliriz. Kelimelerin kanatlarında havalanarak ses avcılığına çıkmak, şiire kanatlanmadan önceki halinden çok çok farklı olarak göklere çıkmak “kuş olup uçmak” değil de nedir? Tekraren belirtmeliyim ki tabirinizi çok sevdim. Öyle bir uçmak ki şiir yazmak: Normal bir uçmak da değil; esrik bir halde uçmak, bazen ne söylediğinin farkına söyledikten sonra varmaktır. Bazen öyle bir mısra söyler ki şair; şaşırır kalır mısraı söyleyince. Şaşırıp kaldığı o mısra ile ilgili ne bir beslenmesi vardır oysa ne de üst bilgilenmesi; ama söylemiştir. Söyleyince bir daha uçar şair. Bu defa daha önce hiç kanat çırpmadığı yeni bir alanda uçmaktadır artık. Böylece şiirdeki macerası da başlamış olur.

Enver ÇAPAR: Eline bir taş alıp dev bir tankın karşısına dikilen Filistinli bir çocuğun resmi geliyor gözümüzün önüne, şiir yazılmaz da yazdırılır mı yoksa?

Hasan EJDERHA: Yunus demiş ya en güzelini: “Behey Yunus sana söyleme derler
Ya ben öleyim mi söylemeyince”
Dünyanın hali ortada. Nerede Müslüman varsa hepsi mazlum. Zulüm üstüne zulüm… Zulüm altında inleyenler tükeniyor da neredeyse, zalim zulme doymuyor bir türlü. Hadi şair ol da yaşa bu dünyada; söylemeden yaşa yaşayabiliyorsan. İnsanın, görünce, duyunca, canını çıkaracak hadiseler oluyor dünyada her saniye. Bir de vurdumduymazlıkları, kanıksamaları, aymazlıkları, hainlikleri düşünün yeryüzünde gün be gün derecesi artan hainlikleri. Öyle hainlikler ki; hainlik yapılan insanlara hainliklerini fark ettirmeyecek kadar büyük ve iyi hesaplanmış hainlikler… Çiçekler tepeleniyor. Çocuklar ölüyor. Anneler ölüyor. Dünyanın İslam Mimarisine ait envanteri de bu arada yer ile yeksan ediyor. Canların yanında İslam Estetiğine ait, İslam varlığına ait ne varsa sanki bilinçli olarak yok edilmeye çalışıyor. En acısı da bu değerlerin sahipleri tam olarak farkında değil olanların ve ağlamak şairlere düşüyor. Böyle bir kargaşada o kadar kısık çıkıyor ki şairlerin feryatları; kimseler duymuyor.

Enver ÇAPAR: “Hasta Anneler Ülkesi” şiiriniz bir hüzün sağanağı annelerinden mi alır şairler ilhamlarını?

Hasan EJDERHA: “Hasta Anneler Ülkesi” şiiri: Filistin’den Bosna’ya, Çeçenistan’dan Afrika’ya kadar, oradan benim, yirmi beş yıldır omurilik felcinden dolayı ayakları tutmayan anneme kadar bütün annelerin şiiri. Filistin’de, boynundaki mavi kurdeleli emziği ile ölen çocuktan, Gazze’de yüzü yaralanan minicik kız çocuğuna, Şam’da, Halep’te, Bağdat’ta, dünyanın bilmem neresinde ölen çocuğun annelerinin ve annesi ölen çocukların hüznüdür “Hasta Anneler Ülkesi” şiiri. Dünyada Annesi ölen çocuklar ile Çocuğu ölen annelerin hüznü birikti ve benim annem penceresinden hüzün sağanağına dönüştü yüreğimde. Bu yangından ortaya çıktı “Hasta Anneler Ülkesi şiiri.

Enver ÇAPAR: Niçin şiir yazıyorsunuz? Beslendiğiniz kaynaklar neler?

Hasan EJDERHA:Ya ben öleyim mi söylemeyince” mısraında olduğu gibi. Bunca hal içinde söylememek olur mu? Kaldı ki söylemeden zaten yapamaz şair. Belki dünyadaki bunca hallerden neşet ediyor şiir. Esas manada şiir bu değildir belki de. Belki de bir feryat şekli, bir itiraz şeklidir bu şiirler. Belki de şiir bambaşka bir şeydir. Belki de biz şu anda şeytan taşlamaktan namaz kılmayan vakit bulamaz bir durumu yaşıyoruzdur şiir noktasında. Oysa medeniyetin şiirini yazmak, medeniyetin güzelliklerini, mısraların estetiğinde damıtmak daha lezzetli olsa gerektir şiir ve şair açısından.

Beslendiğim kaynaklara gelince: Buraya kadarki sohbetimizde bahse konu acılarla beslenmişiz esasında. Diğer taraftan üstatlar manasında da beslenme kaynakları var elbette. Divan edebiyatı şerhlerinin kıyısından bucağından tırtıklamalarla beslenmek, beslenmek denilebilirse buna. Ne yazık ki aslını okuyamadığımız, anlayamadığımız bir hazine sandığı olarak duruyor divan edebiyatı ama değerlendiremiyoruz. Anlayanlar ise teknisyen olmaktan öte gidemiyorlar. Divan edebiyatını tam olarak bilen anlayanlar var elbette. Lakin biz onların şerhlerini bile anlamaktan yoksun olarak yetiştik. Esas beslenmemiz ise: özellikler bizim nesil için Yunus, Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Cemil Meriç, Nurettin TOPÇU… Ve romanlar, Hikâyeler… Bunların üstüne; tüm bunların üstüne köydeki çocukluk ve o yerli kültürün unsurları. Bizim evde kışın belirli günlerinde “siret” okumaları mesela… Hazreti Ali- Kan Kalesi hikâyeleriyle büyümek bir başka. Sonra bir sümbülün, nergisin her yıl aynı yerden yeniden fışkırdığını görmek ve bir sonraki yıl aynı güzelliğin, yine aynı yerden doğacağını bilmek ve bununla yaşamak şiir, sanat edebiyat için beslenme kaynağı değil de nedir?

Enver ÇAPAR: Modern şiir modası var günümüzde anlamsız, bağlamsız, köksüz, ahenksiz kelimeler yığını başka bir deyişle, nedir şiir sizce?

Hasan EJDERHA: Şiir benim hayat tarzım, inanç, estetik, gelenek ve sanat merkezli hayata bakışım, yaşayışımdır adeta. “Vurulup Vurulup Kıvranmaya Tiryakiyim” demişim bir şiirimde. Vurulup vurulup kıvranmaktır şiir. Bizim medeniyetimizde kelamın gücü ve kelama verilen değer malum. Sözün özden söylenmesidir şiir. Söylenenin söylemeden edilememesidir. Söylemeden edilemeyen söz söylenince bir daha söylenme arzusudur şiir. 
 
Modern şiir modasından ziyade, şiiri kaybettik biz. Günümüzde kaç tane şair varsa o kadar şiir ekolü var. Bu kadar ekol varken de ortada şiir yok. En kötüsü de şiir okunmuyor. Belki de okunacak şiir bulunamıyor. Durumu biraz hafifletecek olursak; sadece gruplar kendi grubundaki şairlerin şiirlerini okuyor; o da yalap şap bir okuma. Günümüzde şair sayısı kadardır şiir okuyucusu. Bir kere Türk Şiiri damak tadını yitirmiştir. Ne bir ortak sanat anlayışı ne bir ortak ıstılah var. Belki ölçülü şiir söylemeyi terk edip, (kaybedip demeliyim), Ölçülü şiiri bilmeden serbest söylemeye başlayınca şiiri, şiiriyeti, sanatı, estetiği de birlikte kaybettik. Pergelinin iğnesinin nerede durduğunu kontrol ettikten sonra çizmelidir dairesini şair. Sen hangi medeniyetin şairisin? Hangi medeniyete dair güzel sözler söyleyeceksin? Bu ve buna benzer soruların cevabında yatmaktadır günümüz şiirinin hali.

Enver ÇAPAR: Sage Yayıncılık’tan çıkan, (Ankara Ocak 2013) “Maraş’ın
Cezbeli Gülleri” üç kuşak Kahramanmaraşlıların yakından tanıdığı, şakalaştığı, hoş sohbet olduğu, kimi zaman da sırlı ve mânalı davranış ve sözlerinden kalben korkup temenna ettiği delilerini, sizin ifadenizle “Cezbeli Gülleri”ni otobiyografik hikâye şeklinde yazmışsınız, delilerden başka yazacak kimse kalmadı mı?

Hasan EJDERHA: İtiraf etmeliyim ki; Maraş’ın Cezbeli Gülleri kitabımı çıkarırken şöyle düşünmüştüm: Bu kitapta hikâyelerini anlattığım (Maraş’ın meczupları, halk tabiriyle Maraş’ın delileri) mübareklere borcumu ödeyeyim kitap vesilesiyle diye düşünmüştüm. Zira onlar benim dostlarım. Ortaokul ve lise yıllarımın hafta sonlarının çoğunu onlarla geçirdim adeta. Çünkü onlarla çok güzel hatıralarım var. Daha sonra da esas işime bakayım demiştim. Hikâye, roman ve şiir kitaplarım var yayına hazırlanan. Fakat bu kitap bambaşka bir ilgi gördü. Anladım ki; sen neler yazarsan yaz. Ne akademik çalışmalar ne edebi çalışmalar yaparsan yap. Yazdıkların bu milletin zeminine, kendi öz değerlerine hitap etmiyorsa; hitap ettiğin o elit kesim hikâye. Bu kitapta anlattığım hikâyelerin çoğu malumu ilandır beklide. Fakat herkes kendinden bir şeyler bulmuş olacak ki MARAŞ’ın Cezbeli Gülleri kitabında beklemediğim bir ilgi ile karşılaştım. Kim bilir, belki de o mübareklerin muhabbeti hatırınadır tüm bu olanlar…

Enver ÇAPAR: Son çıkan kitabınız “Sokakbaşı” romanı neyin kimin hikayesini anlatıyor? Hangi sokaklarda geçiyor bu macera?

Sokakbaşı romanım bir sokakta geçmiyor. Kahramanları bir sokağın ahalisi değil. Ancak bir sokak, Şehr-i Maraş’ın meşhur bir sokağı adını verdiğine göre romana, elbette o sokak da anlatılıyor. Hatta romanın ana merkezi Sokakbaşı diyebiliriz. Roman’ın kahramanlarının tamamını ortak özelliği Sokakbaş’ından gelip geçmiş olmaları. Bu aşağı yukarı böyle. Soruya dönecek olursak; Sokakbaşı romanı Anadolu insanının hikayesi. Seksenli yıllar… O yılları yaşamışsanız ve eliniz kalem tutuyorsa yazmamak kabil mi? Bir söz var ki dağlar devirecek, ya da devrilecek dağları yerinde tutacak; söylememek kâbil mi? Yapamazsınız, sözünüz varsa söylemeden edemezsiniz. Bizler, Anadolu insanı, hikâyesi olan insanlarız. Bizim hikâyemiz var ve o hikâyeler anlatılmalıdır. Anlatmadan da edemeyiz. Zira bizde her hikâye ve hikâyeyi anlatmak bir şeylere tekabül eder. Ya bir kültür nakildir ya bir güzelliği paylaşmaktır ya da bir daha tekerrürü istenmeyen hadiselerin ortaya koyulmasıyla, başlı başına bir ikazdır.

Sokakbaşı romanını yazmalıydım. İnsanlar İhsan’ın aks kesen bir arabanın köy meydanında kalmasıyla tahsil hayatının bir yıl gecikmesiyle ne acılar çekilebileceğini, orada yaşayan ahalinin nasıl bir sadelikle yaşadıklarını ve ümmi olmanın cahillik olmadığını, nasıl bir irfan ile hayatlarını yaşadıklarını bilmeliydi. Hayatın içinde her zaman var olan kötülerin neler yapabileceklerini, kötülüğün ömrünün ne kadar olabileceğini görmeliydi benimle birlikte. Hiç öngörülmeyen çaresizliklerin ve ilginçliklerin, tevafukların hayatımızı nasıl kuşattığını; her an her hadisenin aslında yanı başımızda ve hiç ummadığımız şeylerin bizim başımıza da gelebilme ihtimalinin uyarısı yapılmalıydı.

Diğer taraftan “Maraş Olayları” olarak bilinen ve temiz, tertemiz bir Anadolu şehrinin başına gelen bu olayda; “Aslında Ne olduğunun” herkes tarafından bilinmesi gerekiyordu. Algı yönetimi ile hayatları harcanmaya çalışılan toplumların, algı mühendisliklerine karşı irfanla nasıl karşı durdukları ve nasıl direndiklerinin saikleri bilinmeliydi.

Sokakbaşı romanı bir tarafıyla da okuma serüveni zor geçen gençlere, İhsan’ın çok zor geçen okuma sergüzeştini aktararak güç vermektir.


Dünya Bir Direnmedir / Sibel Kök




"çamlığın başında tüter bir tütün
acı çekmeyenin yüreği bütün"

Bir türkünün en can alıcı yerinde vurulup
Tertemiz ölüyorum
Ölmek dedimse kanmayın hemen
Öd ağacından ödünç yangınlarla
İçin için kanıyorum
Her yaraya bir tebessüm
Harika bir yama
yapıyorum çoğu zaman
dostlarımdan öğrendiğim kadarıyla

Çözemediğim denklemleri sıraladım
Yazamadığım şiirleri de
Bir masal yazacağım diye başladığım şiir mesela
Tek mısra
Çünkü kimse inanmıyor artık masallara
kimse inanmıyor ne tuhaf,
kalbimizde açan çok dualı inşirahlara

Dünya bir incinmedir demişti
Şair-i azamı Ahmet abinin,
Şiir dahil
Peki ya yaralarımızı sakladığımız kalp
O da dahil mi şiire?
Hesaplaşırken yenik düşmelerimiz dünyayla,
Tüm insanlar ve insanlık adına
Gönlümüzde büyüttüğümüz
O büyük çok büyük ve sancılı boşluk
dahil mi bizi insan kılmaya?

/ Dünya bir direnmedir, şiir dahil
Dünya bir direnmedir, türkü dahil
Dünya bir direnmedir, insan dahil /






ERCİŞ’Lİ GÜZEL / Teyfik KARADAŞ














Ben Erciş elinde bir güzel gördüm
Sırmadır saçları kömürdür gözü
O güzel yüzünden deliye döndüm
Dudakları karanfil gülüne benzer

Salına salına geçtim önünden
Bir of çektim başka ne gelir elden
Mevlam esirgesin nazardan dilden
Yürüyüşü sallanan selviye benzer

Uzaktan baktım ben incecik beli
Ürperdi rüzgârda saçının teli
İncidir dişleri şekerdir dili
Yanakları Şirvan balına benzer

Erciş’in başkadır baharı yazı
Bir çiçek demeti gelini kızı
Bir daha görmedim o güzel kızı
Gözleri var ceylan gözüne benzer

Didindim çalıştım kükredim coştum
Güzeller peşinde dağları aştım
Teyfikiyem gardaş yok oldu aklım
Öyle uzunki boyu Elife benzer

PASLANMIŞ KURŞUN / Büşra DEMİRAL




I.
Yüzünde güller taşıyan çocuk,
Kalbinde paslanmış kurşunlar saklıyor.
Bir annenin ölüme değiyor elleri,
Parmağındaki acı ciğerini yakıyor.
Bu biraz da yılanın zehrini akıtması gibi,
Öyle yavaş öyle sıcak.
Nedir bu genzimizi yakan barut kokusundan başka?
Barut ki durmadan küf kokusu saçıyor etrafa.

Nedir bu ölümün söylenmesi türkü boyunca?
Ölüm ki mesafe koyar anne ile çocuk arasına.

Ölüm, sanırım biraz da altı delik kova ile su taşımak yangına,
Öyle hazırlıksız, öyle çaresiz.

Güneş batıyor yavaştan,
Yıldızlar bu gece de kayma telaşında.
Konuyorlar bir bir mezar taşlarına,
Şehir daha çok ölüyor yelkovan sağına kaydıkça.
Şehir burada biraz da kuyu aslında,
Öyle derin, öyle karanlık.

II.
İnsanlar doymaz varlıklardır.
Peynir yer zeytin yer ekmek yer doymaz.
İnsanlar açtır sürekli,
Elma yer, su içer doymaz.
Vampirleşir kan içer,
Kendinden geçer anne yer, çocuk yer.
Gözü kararır baba yer, doymaz.
İnsanlar açtır,
Açtır ve zalimdir insanlar.
Her şeyi yer, sonunu hazırlar.
Kara delik gibidir biraz,
Öyle aç, öyle korkunç.

III.
Bir çocuk gülecek olsa bir babanın gözleri ışıldar.
Umut deniliyor buna,
Umut ki yaşamanın en güzel parçası,
Yaşamak burada biraz da;
yarışması gereken uçurtmaların savaşması demek uçaklarla..
Öyle hazırlıksız, öyle isteksiz.

Uçaklar,
Ki önce bulutları yarar uçaklar,
Sonra yürekleri.
Yürekler ki her biri tek başına bir aile burada.
Biraz çocuk biraz anne biraz baba aslında.

***
LAMBA





















Önce sarsıldı biraz, sonra da düştü lambası kalbimin.
Kaybetti yalandan ışıltısını.
Bir odacıktan bir karıncığa akan;
sonra diğerine geçen,
sonra diğerine,
sonra yine diğerine..

Akarak tüm kalbimi yıkayan o simsiyah katran,
Karanlığın içinde volta atıyor şimdi.
Yutuyor tüm yeşilliğimi ve göğümün mavisini.
Yosunlar huzurundan pay vermiyor artık,
Bir çiçek yön göstermiyor kokusuyla.

Ne zaman adımlayacak olsam kalbimin kıyısını,
Kalbimin suları yükseliyor, boğuluyorum.
Kalbime bakan suçluyor gözlerini,
Gözbebekleri bundan siyahmış.
Dokunan lambasına kalbimin, yakıyor ellerini,
Külleri hep bundan sarıymış.
Kalbimin içindeki bu katran,
Kaynıyor durmadan.
İki yüz yetmiş üç Kelvin’i bulup geçiyor ötesine.
Oysa bu imkânsız demekmiş kimyacıların dilinde,
Aldırmıyorum.
Soğuk rüzgarlara vuruyorum kimyası bozuk kalbimi.

Sayısız güneşler var içimde,
Ne zaman sayacak olsam yanıyor işaret parmağım.

Bir yunus balığı mavi sütler sağıyor denize durmadan.
Bir kara kedi siyahlığını içiyor kalbimin,
Kardeş oluyor bana.

Ne zaman bir yanlış yapsam bir uçurum yutuyorum,
Ne kadar yutsam da faydasız oluyor.
İnsanın içi ölmüyor bu uçurumlar atlasında.
Bunu her atlayışımda yeniden görüyorum.
Kırılan yanıyla kanatıyor kalbimi o lamba.
Al al akıyor yavaştan.
Kalbimin sıvısında çözünmüyor bu sıvı,
Bir beyaz katı dibe çöküyor durmadan.

Ne yapsam değmiyor ellerim bir çocuğun ruhuna,
Tırnaklarımdaki kiri söküp atsam, yine de yakışmıyor masumluğa
Temizlensin diye yıkayıp sıkıyorum kalbimi her gün.
Bundandır göğsümün sol kısmındaki beş parmak izli bu yara.

Saat şimdi;
tam da 1:31,
Batı Güneş'e daha yakın doğudan.
Beklemek, gönül yarası.
Ama olsun, olsun.
Kana bulayacağım zamanı,
Olsun.
Bu aralar,
Hiçbir denkliğe yetişmiyor gibiyim,
Ne tarafa dönsem bir eşitsizlik sarıyor beni.
Ben biraz aykırı kalıyorum sanki,
Hangi suyu içsem alamıyorum mavisini.


***
ÖZLEM SAATİ

















Acayip bir şey şu özlem saati
Yelkovan akrebin ayaklarını kesiyor sanki, sonra da kendi ellerini.
Ellerini kesiyor gece vakti, karanlık kana bulanıyor.
Dehşet bir şey!
Dehşet ki kulağıma zil sesleri geliyor.
Gerçi sahiden zil sesi mi bilmiyorum,
Ama acıyı hışımla uyandırıyor bu ses.
Sonra;
Elleri ile Güneş'e değiyor akrep,
Ayakları artık birer koltuk değneği...

Gözlerim açılıyor, gözlerim kamaşıyor, gözlerim acıyor.
Niye bitmiyor bu saklambaç?
Güneş bir tek benimle mi oynuyor?
Sonunda...
Bitiyor yorgunluğuma değen savaş, sobeliyorum Güneş'i.

Savaş ve oyun.
Ben savaş diye bilmiyordum oyunu,
Ama silahları var, görüyorum.
Toprağı anlatıyor taş, taşı dinliyor su.
“Saklambaca devam.” diyor biri,
Sahiden kimdi?

Taşın dibindeki papatya saate dönüşüyor.
Zamanı koparıyorum,
Geçiyor, geçmiyor, geçiyor, geçmiyor...
Yoruluyorum,
Hayır, yorulmuyorum aslında.
Merak ediyorum sonumu.
Güzel bitecek umuduyla oynuyorum saklambaç oyununu.
Ama sıkmaya başlıyor artık,
Neden ebe hep benim?

Sayıyorum,
Bir, yelkovan elleriyle kesiyor akrebin ayağını,
İki üç, yelkovan elleriyle kesiyor zamanı ama durduramıyor.
Dört yelkovan zamana çelme takıyor, yere düşüyorum.
Beş, altı, yedi zaman ben miyim yoksa?

Bilmiyorum.
Durmadan koşuyorum oysaki, zaman ise yerde sürünüyor.
Sekiz, yelkovan ellerini kesiyor, benden yardım istiyor,
Dokuz, yardım ediyorum istemsizce.
On, Güneş! Kayboldun, karanlığa alıştı artık gözlerim.

Görsem de sobelemiyorum.
Sağım solum gece, hiç bitmesin bu bilmece.

CAN KUŞUMUZU AHRETE UÇURACAK NEFESİMİZ VAR MI? / Ahmet Doğan İlbey


Tasavvuf düşüncesinde kuşlar, uçmaları sebebiyle cennetle dünya arasında irtibat kuran varlıkları sembolize eder. “Ruh kuşu” mânasına gelen bir teşbihtir bu. “Ruhu kuş gibi uçmak” misâli bundandır. Bu mânadan dolayıdır ki “can” kuş motifiyle ifade edilir.

Kuş, ruhun ölümsüzlüğüne kinayedir. Vakti geldiğinde can, yâni ruh, kuş gibi ahrete uçup gider. Bir insan vefat ettiğinde “can kuşu uçtu” denir.

Ali Yurtgezen hoca, kuşun “can” mânasına geldiğini, bedene üflenen ilâhî soluk olduğunu yazıyor:                                                                                                         
“Tasavvufta kuş ile kastedilen muhteliftir. ‘Can’ yahut ‘ruh’ olabilir. Ağaç ‘beden’i, kuş ise bu bedene üflenen ‘ilahî nefha’ yı ifade eder. Nitelenen beden ‘kafes’e, ruhun da bu kafesteki ‘kuş’a teşbihi yaygındır. Cennetin tasvir edildiği bir hadîs-i şerif’te de müminlerin ruhlarının ‘yeşil kuşlar’ şeklinde cennet ağaçlarının dallarında tutundukları beyan buyurulmuştur. ‘Başa kuş konması, Mecnûn’un başına kuşların yuva yapmasına telmih olunabilir. Böylece ‘Senin başına kuş konmamış’ demek, o kişinin aşksızlığına işaret olur. İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri kuşun, husûsen de güvercinin ‘kemâl-i efâl’ remzi olduğunun söyler. Yâni ki güvercinler ve turaçlar Sâlih amellerdir, güzel işlerdir, hayır hasenâttır. Nitekim kuşların nasiplenmesi dahi ağaç için bir sadakadır. Ağaca kuş konmaması infaktan imtinadır, bencilliktir, aç gözlülüktür; uzamak, süslenip bezenmek hırsının neticesidir.” (Gider idim ben yol sora, Gülbang dergisi, sayı: 4, 1999)

Niyazî-i Mısrî Hazretlerinin “Can kuşun her zaman ezkârıdır vâridat / Akl u hayâlin hemân efkârıdır vâridât” mısralarını okumadan, canın, kuş gibi bedenden zikir çekerek uçup gideceğini cezbeli bir aşkla idrak edemeyiz. 

Şerhini okuyalım: Vâridât (hatıra gelen, içe doğan şeyler) her zaman can kuşun zikirleridir ve kulun gayreti olmaksızın gaipten (Hak’tan) kalbe gelen mânalardır.

Her şeyden önce, Resûller Resûlü Efendimiz’in, Uhud Savaşı’nda şehit olan Müslümanlar için “Allah’ın onların ruhlarını yeşil kuş sûretinde şekillendirdiğini” buyurması, ruh kuşunu havasız, yâni ilahî aşktan mahrum bırakan biz modern zaman insanlarına bir müjdedir, bir ümittir.

Ol vakit bugünden tezi yok, Hz. Mevlânâ’nın “Ey ruh kuşu! Günahlarından temizlendin, nefsinin kafesinden kurtuldun, mâna kanatların açıldı. Haydi, geldiğin yere, kendi vatanına doğru uç…!” sözünü dinleyip hamlıktan olgunluğa, kuruluktan yaşlığa erişip can kuşumuzu ahrete uçurabilmek için tâlim yapalım.


ASLAN AVŞARBEY İLE DURDU GÜNEŞ’İN ATIŞMASI












A.AVŞARBEY
Durdu abi duydum resti çekmişsin
“Eyy Aslan! Bir şiir yaz da görelim!”
Fırtına biçersin; rüzgar ekmişsin
Voltaire’i geç; kendin bir söz de görelim!

D.GÜNEŞ
Büyük sözü bilir, büyük söz etmem
Küçükler hikmeti pozda bilirler
Dengim olmayana nefes tüketmem
Onlar yüksekliği tozda görürler

A.AVŞARBEY
Haddimi bilirim, denklikten geçtim
Seni abi diye muhatap seçtim
Bak sana ne güzel bir ayak açtım
Mısrayı uyaklı diz de görelim

D.GÜNEŞ
Uyaklı mısrayı marifet sanma
Sözün şehvetine sakın aldanma
Söylenecek nice sözler var amma
Korkarım ki kazı kozda görürler

A.AVŞARBEY
Zannımca bir sözde ya ülfet olur
Ya da kızar insan hep nefret olur
Anlamadım sözde ne şehvet olur?
Yerini söyle de biz de görelim

D.GÜNEŞ
“Sözü bir yerinden anlamak” vardır
Zihin almıyorsa kabınız dardır
Geniş düşünmekte cahil naçardır
Arifler sözcüğü özde görürler

A.AVŞARBEY
Durdu abi vurma belden aşağı
Gününü gösterir elin uşağı
Şimşir tarak yokmuş buldum kaşağı
Taradım saçını, boz da görelim

D.GÜNEŞ
Üslübul beyan aynı ile insan
Yürek kirli ise bozuktur lisan
Dilini terbiye etmezsen Aslan
O dili alevde közde görürler

A.AVŞARBEY
Kah şu şunu demiş, kah da öbürü
Anlamam ben hendeseyi cebiri
Lütfen Durdu abi, bırak kibiri
Kızıyorsan doğru kız da görelim

D.GÜNEŞ
Kafiye bulmayla şair olunmaz
Kalbini, algını temizle biraz
Gerçi öğüt ile geçmez bu maraz
Kokmuşlar kusuru tuzda görürler

A.AVŞARBEY
Abi küseceksen oynamayalım
Yüzün asacaksan oynamayalım
Ahkam keseceksen oynamayalım
Bize doğru rota çiz de görelim

D.GÜNEŞ
Mizansenin yerini gerçek alsın
Gönlümüz bir güzel sevgiye dalsın
Tüm dostlara bizden tebessüm kalsın
İnsanlar neşeyi yüzde görürler

A.AVŞARBEY
Mizansen güzeldir, gerçek acıdır
Mizah bu gerçeğin tek ilacıdır
Tüm dostlar Aslan’ın başı tacıdır
Haklısın; neşeyi yüzde görelim


DUA / Teyfik KARADAŞ















Bölmek istiyorlar güzel vatanı
Bu güzel vatanı böldürme Ya Rab
Haçlı zihniyeti tekrar hortluyor
Ecnebiyi bize güldürme Ya Rab

Dalgalansın kalelerin burcunda
Bizleri bayraksız bırakma Ya Rab
İslam vardır bu milletin harcında
Bizleri Kuransız bırakma Ya Rab

Okunsun ezanlar minarelerden
Bizlere çan sesi dinletme Ya Rab
Bu toprakta şühedanın kanı var
Vatanı düşmana çiğnetme Ya Rab

Hain olanları helak et gitsin
Allah diyenleri şehit et Ya Rab
Vatan için savaşan tüm güçlerimize
Cennete girmeyi nasip et Ya Rab

Anadolu İslam’ın son kalesidir
Lütfeyle bu kale düşmesin Ya Rab
Her karış toprakta şehit kanı var
Kafirin eline geçmesin Ya Rab

Bin yıllık kardeştir Türkler ve Kürtler
Kardeşi kardeşe vurdurma Ya Rab
Aramızda on binlerce fitne var
Şeytanın şerrine uydurma Ya Rab

Bu bebek katili tüm canileri
Toprak et taş et yaşatma Ya Rab
Gitsin ülkemizden it sürüleri
Huzursuz günleri uzatma Ya Rab

Şehit verdik Dağlıca’da Iğdır’da
Bu son olsun başka gösterme Ya Rab
Kahraman Mehmetçik verdi cevabı
Rüzgârı tersinden estirme Ya Rab

Kıyamete kadar kalsın ayakta
Bu kutsal vatanı devirme Ya Rab
Şair Teyfikiyem aciz bir kulum
Duamı kabul et çevirme Ya Rab


KÂMİL UĞURLU’NUN KAHRAMANMARAŞ ŞEHRENGİZİ / Hasan EJDERHA


Kahramanmaraş Şehrengizi -BİR MARAŞ GÜZEL-LEMESİ- Kâmil UĞURLU'nun nefis kitabı… Kıymetli dostum Teyfik Karadaş vasıtasıyla ulaştım kitaba; kitabın tanıtım gününde imzalatmış Kâmil UĞURLU’ya. Üç yüz elli sayfa kitabı birkaç günde okudum. Aslına bakılırsa bir solukta okunacak bir kitap değil, oldukça hacimli bir kitap; ama dili o kadar hoş, muhteva o kadar güzel sıralanmış ki kitap zevkle okutuyor kendisini.

Şehr-i Maraş'ın tanınmasına gerçek manada katkı sağlayacak olan Kâmil UĞURLU’nun Kahramanmaraş Şehrengizi kitabı Türk Edebiyatı Vakfı yayınlarının 213. Kitabı olarak çıkmış. Kâmil UĞURLU daha önce de Konya Şehrengizi, Karaman Şehrengizi ve Eskişehir Şehrengizi kitaplarını da çıkarmış. Biyografisinden; Deneme, Biyogrefi, Şiir ve mesleki kitaplarının da olduğunu öğreniyoruz.

Kitap; cildi, baskısı ve muhtevası açısından oldukça güzel olmuş. Çok güzel Maraş fotoğrafları yer alıyor. Her konu başlığında daha önce hiçbir kitapta nerdeyse rastlamadığınız fotoğrafları göreceksiniz. Şehr-i Maraş ile ilgili okuduğunuz her sayfada gözünüzün gayrı ihtiyarî kayacağı, muhteva ili ilgili fotoğraflar mevzuyu anlamanıza ışık tutuyor. Hülasa-i kelam Kahramanmaraş ile ilgili her şey var kitapta. Adı üstünde Kahramanmaraş Şehrengizi diyeceksiniz. Evet ama genellikle bu tür çalışmalar boğucu akademik bir havada olur. Bu kitapta bir nevi Kahramanmaraş’ın kültür envanterini sıkıcı olmayan bir dil ve güzel hikâyat edilmiş üslupla okuyacak, kitabı elinizden bırakamayacaksınız.

Kâmil UĞURLU’nun Kahramanmaraş Şehrengizi kitabını bazen bir öykü tadında, bazen bir belgesel tadında; tatlı, darasız bir dil zevkini tadarak okuyacaksınız.


GÖRDÜĞÜM EN GÜZEL GÖZLER ONDADIR / Kadir ALTUN



Hakk nasib eyledi sırrına erdim
Gördüğüm en güzel gözler ondadır
Bir Mecnun gözüyle bakınca gördüm
Leyla'da bulunan izler ondadır

Sevdası aklımı başımdan alır
Gönlüm söylenmemiş türküler bulur
Omzundan dökülen saçlar tel olur
Mızrap bendeyse de sazlar ondadır

Maşukluğa dair halleri çoktur
Yüreği sevgiden gayrıya toktur
Şirin'den Aslı'dan eksiği yoktur
Gönlümü yandıran közler ondadır

Kader ağlarıyla sarmış, kuşatmış
Ona beni, bana onu aratmış
Mevlam ne kadar da güzel yaratmış
Türlü marifetler uzlar ondadır

Gönül bahçem ondan evvel kıraçtı
Girdi yüreğime damlalar saçtı
Viran bağlarımda çiçekler açtı
Baharlar ondadır yazlar ondadır