HASAN EJDERHA İLE KİTAPLARI ÜZERİNE SÖYLEŞİ/Enver ÇAPAR

Enver ÇAPAR: İkinci şiir kitabınız “Ceylanla Ağlamak” nedir şairi ceylanlarla beraber ağlatan, yaralı bir ceylanın gözleri mi vurdu sizi?

Hasan EJDERHA: Önce kitabın adını konuşalım. “Ceylanla Ağlamak” Kitabın ilk adı; yani uzaktan görünüş adı… Yakın adı ise; yani kitap ile hem hal olunduğu andaki adı ise: “Marallar Oymağında Bir Ceylanla Oturup Ağlamak”  Evet, yaralı bir ceylanın gözleri vurdu beni. Sorunuza aynen “evet” diyorum. Lakin mecazi bir ceylan buradaki ceylan. Bizim fikrimiz, estetiğimiz, gönlümüz, aşkımız hep yaralı, hep yaralı olarak gelmiş, yaralı olarak gitmektedir. Belki de biz hüzün medeniyetinin çocukları yaralı olmalıydık. Yani dertli olmalıydık. Elhamdülillah ne kadar çok derdimiz var değil mi? Biz de derdimizi öyle çok seviyoruz ki; bakınız “elhamdülillah” diyoruz. Ne güzel ediyoruz.  Biz dertlerimizi seviyoruz ve dertlerimiz için hamdediyoruz.

Enver ÇAPAR: Kuşların cıvıltısı çocukların şarkılarına karışıyor şiirlerinizde, kuş olup uçmak mı şiir yazmak?

Hasan EJDERHA:Kuşların cıvıltısı çocukların şarkılarına karışıyor şiirlerinizde” Bu ifadeniz bir şair için mutluluk verici. Ayrıca soru öyle şiiriyetli ki şiir konuşurken, şiir kitabı konuşurken böylesine güzel bir soru her şairi mutlu eder. Evvela sorunun güzelliği için teşekkür ederim. “kuş olup uçmak mı şiir yazmak?” Biliyor musun Enver Hocam? Bu soru ile ilgili yetmiş iki saat konuşabiliriz. Kelimelerin kanatlarında havalanarak ses avcılığına çıkmak, şiire kanatlanmadan önceki halinden çok çok farklı olarak göklere çıkmak “kuş olup uçmak” değil de nedir? Tekraren belirtmeliyim ki tabirinizi çok sevdim. Öyle bir uçmak ki şiir yazmak: Normal bir uçmak da değil; esrik bir halde uçmak, bazen ne söylediğinin farkına söyledikten sonra varmaktır. Bazen öyle bir mısra söyler ki şair; şaşırır kalır mısraı söyleyince. Şaşırıp kaldığı o mısra ile ilgili ne bir beslenmesi vardır oysa ne de üst bilgilenmesi; ama söylemiştir. Söyleyince bir daha uçar şair. Bu defa daha önce hiç kanat çırpmadığı yeni bir alanda uçmaktadır artık. Böylece şiirdeki macerası da başlamış olur.

Enver ÇAPAR: Eline bir taş alıp dev bir tankın karşısına dikilen Filistinli bir çocuğun resmi geliyor gözümüzün önüne, şiir yazılmaz da yazdırılır mı yoksa?

Hasan EJDERHA: Yunus demiş ya en güzelini: “Behey Yunus sana söyleme derler
Ya ben öleyim mi söylemeyince”
Dünyanın hali ortada. Nerede Müslüman varsa hepsi mazlum. Zulüm üstüne zulüm… Zulüm altında inleyenler tükeniyor da neredeyse, zalim zulme doymuyor bir türlü. Hadi şair ol da yaşa bu dünyada; söylemeden yaşa yaşayabiliyorsan. İnsanın, görünce, duyunca, canını çıkaracak hadiseler oluyor dünyada her saniye. Bir de vurdumduymazlıkları, kanıksamaları, aymazlıkları, hainlikleri düşünün yeryüzünde gün be gün derecesi artan hainlikleri. Öyle hainlikler ki; hainlik yapılan insanlara hainliklerini fark ettirmeyecek kadar büyük ve iyi hesaplanmış hainlikler… Çiçekler tepeleniyor. Çocuklar ölüyor. Anneler ölüyor. Dünyanın İslam Mimarisine ait envanteri de bu arada yer ile yeksan ediyor. Canların yanında İslam Estetiğine ait, İslam varlığına ait ne varsa sanki bilinçli olarak yok edilmeye çalışıyor. En acısı da bu değerlerin sahipleri tam olarak farkında değil olanların ve ağlamak şairlere düşüyor. Böyle bir kargaşada o kadar kısık çıkıyor ki şairlerin feryatları; kimseler duymuyor.

Enver ÇAPAR: “Hasta Anneler Ülkesi” şiiriniz bir hüzün sağanağı annelerinden mi alır şairler ilhamlarını?

Hasan EJDERHA: “Hasta Anneler Ülkesi” şiiri: Filistin’den Bosna’ya, Çeçenistan’dan Afrika’ya kadar, oradan benim, yirmi beş yıldır omurilik felcinden dolayı ayakları tutmayan anneme kadar bütün annelerin şiiri. Filistin’de, boynundaki mavi kurdeleli emziği ile ölen çocuktan, Gazze’de yüzü yaralanan minicik kız çocuğuna, Şam’da, Halep’te, Bağdat’ta, dünyanın bilmem neresinde ölen çocuğun annelerinin ve annesi ölen çocukların hüznüdür “Hasta Anneler Ülkesi” şiiri. Dünyada Annesi ölen çocuklar ile Çocuğu ölen annelerin hüznü birikti ve benim annem penceresinden hüzün sağanağına dönüştü yüreğimde. Bu yangından ortaya çıktı “Hasta Anneler Ülkesi şiiri.

Enver ÇAPAR: Niçin şiir yazıyorsunuz? Beslendiğiniz kaynaklar neler?

Hasan EJDERHA:Ya ben öleyim mi söylemeyince” mısraında olduğu gibi. Bunca hal içinde söylememek olur mu? Kaldı ki söylemeden zaten yapamaz şair. Belki dünyadaki bunca hallerden neşet ediyor şiir. Esas manada şiir bu değildir belki de. Belki de bir feryat şekli, bir itiraz şeklidir bu şiirler. Belki de şiir bambaşka bir şeydir. Belki de biz şu anda şeytan taşlamaktan namaz kılmayan vakit bulamaz bir durumu yaşıyoruzdur şiir noktasında. Oysa medeniyetin şiirini yazmak, medeniyetin güzelliklerini, mısraların estetiğinde damıtmak daha lezzetli olsa gerektir şiir ve şair açısından.

Beslendiğim kaynaklara gelince: Buraya kadarki sohbetimizde bahse konu acılarla beslenmişiz esasında. Diğer taraftan üstatlar manasında da beslenme kaynakları var elbette. Divan edebiyatı şerhlerinin kıyısından bucağından tırtıklamalarla beslenmek, beslenmek denilebilirse buna. Ne yazık ki aslını okuyamadığımız, anlayamadığımız bir hazine sandığı olarak duruyor divan edebiyatı ama değerlendiremiyoruz. Anlayanlar ise teknisyen olmaktan öte gidemiyorlar. Divan edebiyatını tam olarak bilen anlayanlar var elbette. Lakin biz onların şerhlerini bile anlamaktan yoksun olarak yetiştik. Esas beslenmemiz ise: özellikler bizim nesil için Yunus, Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Cemil Meriç, Nurettin TOPÇU… Ve romanlar, Hikâyeler… Bunların üstüne; tüm bunların üstüne köydeki çocukluk ve o yerli kültürün unsurları. Bizim evde kışın belirli günlerinde “siret” okumaları mesela… Hazreti Ali- Kan Kalesi hikâyeleriyle büyümek bir başka. Sonra bir sümbülün, nergisin her yıl aynı yerden yeniden fışkırdığını görmek ve bir sonraki yıl aynı güzelliğin, yine aynı yerden doğacağını bilmek ve bununla yaşamak şiir, sanat edebiyat için beslenme kaynağı değil de nedir?

Enver ÇAPAR: Modern şiir modası var günümüzde anlamsız, bağlamsız, köksüz, ahenksiz kelimeler yığını başka bir deyişle, nedir şiir sizce?

Hasan EJDERHA: Şiir benim hayat tarzım, inanç, estetik, gelenek ve sanat merkezli hayata bakışım, yaşayışımdır adeta. “Vurulup Vurulup Kıvranmaya Tiryakiyim” demişim bir şiirimde. Vurulup vurulup kıvranmaktır şiir. Bizim medeniyetimizde kelamın gücü ve kelama verilen değer malum. Sözün özden söylenmesidir şiir. Söylenenin söylemeden edilememesidir. Söylemeden edilemeyen söz söylenince bir daha söylenme arzusudur şiir. 
 
Modern şiir modasından ziyade, şiiri kaybettik biz. Günümüzde kaç tane şair varsa o kadar şiir ekolü var. Bu kadar ekol varken de ortada şiir yok. En kötüsü de şiir okunmuyor. Belki de okunacak şiir bulunamıyor. Durumu biraz hafifletecek olursak; sadece gruplar kendi grubundaki şairlerin şiirlerini okuyor; o da yalap şap bir okuma. Günümüzde şair sayısı kadardır şiir okuyucusu. Bir kere Türk Şiiri damak tadını yitirmiştir. Ne bir ortak sanat anlayışı ne bir ortak ıstılah var. Belki ölçülü şiir söylemeyi terk edip, (kaybedip demeliyim), Ölçülü şiiri bilmeden serbest söylemeye başlayınca şiiri, şiiriyeti, sanatı, estetiği de birlikte kaybettik. Pergelinin iğnesinin nerede durduğunu kontrol ettikten sonra çizmelidir dairesini şair. Sen hangi medeniyetin şairisin? Hangi medeniyete dair güzel sözler söyleyeceksin? Bu ve buna benzer soruların cevabında yatmaktadır günümüz şiirinin hali.

Enver ÇAPAR: Sage Yayıncılık’tan çıkan, (Ankara Ocak 2013) “Maraş’ın
Cezbeli Gülleri” üç kuşak Kahramanmaraşlıların yakından tanıdığı, şakalaştığı, hoş sohbet olduğu, kimi zaman da sırlı ve mânalı davranış ve sözlerinden kalben korkup temenna ettiği delilerini, sizin ifadenizle “Cezbeli Gülleri”ni otobiyografik hikâye şeklinde yazmışsınız, delilerden başka yazacak kimse kalmadı mı?

Hasan EJDERHA: İtiraf etmeliyim ki; Maraş’ın Cezbeli Gülleri kitabımı çıkarırken şöyle düşünmüştüm: Bu kitapta hikâyelerini anlattığım (Maraş’ın meczupları, halk tabiriyle Maraş’ın delileri) mübareklere borcumu ödeyeyim kitap vesilesiyle diye düşünmüştüm. Zira onlar benim dostlarım. Ortaokul ve lise yıllarımın hafta sonlarının çoğunu onlarla geçirdim adeta. Çünkü onlarla çok güzel hatıralarım var. Daha sonra da esas işime bakayım demiştim. Hikâye, roman ve şiir kitaplarım var yayına hazırlanan. Fakat bu kitap bambaşka bir ilgi gördü. Anladım ki; sen neler yazarsan yaz. Ne akademik çalışmalar ne edebi çalışmalar yaparsan yap. Yazdıkların bu milletin zeminine, kendi öz değerlerine hitap etmiyorsa; hitap ettiğin o elit kesim hikâye. Bu kitapta anlattığım hikâyelerin çoğu malumu ilandır beklide. Fakat herkes kendinden bir şeyler bulmuş olacak ki MARAŞ’ın Cezbeli Gülleri kitabında beklemediğim bir ilgi ile karşılaştım. Kim bilir, belki de o mübareklerin muhabbeti hatırınadır tüm bu olanlar…

Enver ÇAPAR: Son çıkan kitabınız “Sokakbaşı” romanı neyin kimin hikayesini anlatıyor? Hangi sokaklarda geçiyor bu macera?

Sokakbaşı romanım bir sokakta geçmiyor. Kahramanları bir sokağın ahalisi değil. Ancak bir sokak, Şehr-i Maraş’ın meşhur bir sokağı adını verdiğine göre romana, elbette o sokak da anlatılıyor. Hatta romanın ana merkezi Sokakbaşı diyebiliriz. Roman’ın kahramanlarının tamamını ortak özelliği Sokakbaş’ından gelip geçmiş olmaları. Bu aşağı yukarı böyle. Soruya dönecek olursak; Sokakbaşı romanı Anadolu insanının hikayesi. Seksenli yıllar… O yılları yaşamışsanız ve eliniz kalem tutuyorsa yazmamak kabil mi? Bir söz var ki dağlar devirecek, ya da devrilecek dağları yerinde tutacak; söylememek kâbil mi? Yapamazsınız, sözünüz varsa söylemeden edemezsiniz. Bizler, Anadolu insanı, hikâyesi olan insanlarız. Bizim hikâyemiz var ve o hikâyeler anlatılmalıdır. Anlatmadan da edemeyiz. Zira bizde her hikâye ve hikâyeyi anlatmak bir şeylere tekabül eder. Ya bir kültür nakildir ya bir güzelliği paylaşmaktır ya da bir daha tekerrürü istenmeyen hadiselerin ortaya koyulmasıyla, başlı başına bir ikazdır.

Sokakbaşı romanını yazmalıydım. İnsanlar İhsan’ın aks kesen bir arabanın köy meydanında kalmasıyla tahsil hayatının bir yıl gecikmesiyle ne acılar çekilebileceğini, orada yaşayan ahalinin nasıl bir sadelikle yaşadıklarını ve ümmi olmanın cahillik olmadığını, nasıl bir irfan ile hayatlarını yaşadıklarını bilmeliydi. Hayatın içinde her zaman var olan kötülerin neler yapabileceklerini, kötülüğün ömrünün ne kadar olabileceğini görmeliydi benimle birlikte. Hiç öngörülmeyen çaresizliklerin ve ilginçliklerin, tevafukların hayatımızı nasıl kuşattığını; her an her hadisenin aslında yanı başımızda ve hiç ummadığımız şeylerin bizim başımıza da gelebilme ihtimalinin uyarısı yapılmalıydı.

Diğer taraftan “Maraş Olayları” olarak bilinen ve temiz, tertemiz bir Anadolu şehrinin başına gelen bu olayda; “Aslında Ne olduğunun” herkes tarafından bilinmesi gerekiyordu. Algı yönetimi ile hayatları harcanmaya çalışılan toplumların, algı mühendisliklerine karşı irfanla nasıl karşı durdukları ve nasıl direndiklerinin saikleri bilinmeliydi.

Sokakbaşı romanı bir tarafıyla da okuma serüveni zor geçen gençlere, İhsan’ın çok zor geçen okuma sergüzeştini aktararak güç vermektir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder