GÜL REÇELİ / Hasan KEKLİKCİ


Ramazandı. Yedinci orucu tutuyorduk. Günlerden bir cumartesi günüydü Emmi. Bahçede epey bir gül açmıştı. Birkaç hafta önce bir gül reçeli muhabbeti olmuş, açan kokulu kırmızı gülleri toplamıştık. Çocukların anlattığına göre toplayıp getirdiğimiz o güllerden teyzeleri çok güzel reçel yapmıştı.

Eldiveni giyip, budak makasını elime aldım. Bahçedeki güllerin, goncalıktan güllüğe yeni geçmiş olanlarını bir naylon poşete topladım. En son evin alt tarafında; içerisinde beş altı çeşit gül bulunan yerdeki kırmızı gülleri de poşete doldurdum. Bu arada aşağıdan, komşulardan erkek sesleri çavdı kulağıma. Belli ki koyu bir sohbet vardı. Ellerimde eldiven, bir elimde gül poşeti, bir elimde makasla komşuların yanına indim: Köse Dayı, oğullarını ve yeğenlerini toplamış başına. Bize göre yalan söylüyor, kendine göre laf ediyor. “Yalan” dediysem, gerçekte yalan değil tabi Emmi. Bağlamı var. Nasıl söyleyeyim, Dükkân’daki “Aleyh” gibi bir şey bu “yalan” işi. Yoksa Köse Dayı’nın yalanı malanı olmaz. Hoş bir dönem muhtarlık yaptı amma, yok yok o işler bitti. Ağzı öyle alışmış o kadar.

Neyse Emmi laf uzun, Köse Dayı’yı bir ara ben sana tekrar anlatırım. Şu gül işinin peşini bırakmayalım şimdi. Elimde gül poşetini görenler, her biri bir yerde gül yeri salık verdiler. Esasen bizim bu güller, tam kırmızı gül sayılmaz. Gerçek reçellik gülün aşağıda, Ağalar Oymağı’nda olduğuna karar verildi. Fakat poşette epey gül birikmişti, oraya gitmeye gerek yok dedik. Bizim bahçelerimizdeki güller yeter de artar bile. Hatta Hüseyin Kocaseki’ye giderken, Topal Hasan rahmetlinin İsmail’inin bahçesindeki gülleri görmüş, İsmail’e “başkanım kırmızı gül topluyordu, telefon edeyim de gelip bunları da alsın, sana lazım değilse” demiş. İsmail de “olur” demiş. Hüseyin aradı İsmail’in beni beklediğini söyledi. Biraz utangaç, biraz mahcup bir şekilde gidip oradakileri de toplayıp geldim.

Akşamüstü elimde iki poşet kırmızı gül oldu Emmi. Gece teravihten geldikten sonra, aldığım tarif üzere gül reçeli hazırlığına başladım. Öyle göründüğü gibi kolay bir iş değilmiş doğrusu. Gülü sağ eline alacaksın; rüzgâr ve güneş tarafından incitilmiş, sarsılmış yaprakları dışarıda bırakıp kalan sağlam yaprakları sol elinle yerinden koparacaksın. Eline aldığın gül yapraklarının, gülün gövdesine tutunmasını sağlayan beyaz yerlerini küçük bir makasla keseceksin. Kestiğin temiz gülleri bir kaba koyacaksın. Sadece kırmızı yerleri kalan gül yapraklarını kullanacaksın, reçel yapmak için Emmi.

Beyaz yerleri kesilmiş, böründen-böceğinden temizlenmiş yaprakları en az üç defa yıkayacaksın. Yıkanmış olan gül yapraklarını, tamamen kuruması için birkaç gün süzekte bekleteceksin. Yaprakların temizlenme, yıkanma ve kurutma işi bittikten sonrası kolay artık. Derin bir tencerede yüz gram güle, bir bardak su ve bir bardak şeker hesabıyla kaynatıp işi bitireceksin. Burada önemli iki nokta daha var ki onlar da göz ardı edilmemelidir.
Birincisi; yapraklar iyice kaynayıp acısı gidince şekeri ilave edeceksin.
İkincisi; hani, cevizli pekmez sucuğu hapısasını pişirirken, hapısanın yüzü “karı döşü” gibi olunca indiriyorduk ya ateşten, bunda da kaynayan kazanda kabarcıklar oluşmaya başladığı zaman indireceksin.
                                                           *** 
Aynen tarif ettiğim gibi yaptım Emmi. Yapraklar tencerede kaynamaya başlayıncaya kadar her şey normaldi. Tencerenin kapağını açtım ki ne göreyim: Gül yaprakları soğuktan donmuş köylü çocuklarının yanakları gibi al al olmuşlar. Kazanda kaynayan gül yaprakları değil, rengini kaybetmeye başlamış gül yanaklar Emmi!.. Yüzlerce, binlerce gül yanak. Yara-bere içerisinde!..

Nasıl bir eziyet güle Emmi. Eyvah Emmi gül kaynatılır mı, gül yenir mi? Üstüne üstlük demet demet olan kırmızı gül!.. Bebeğin, çocuğun, annenin, babanın ve hatta ninenin yanaklarını; dünyanın en güzel kokusunu, en güzel rengini tarif etmek için, insanoğlunun ağzının içinde her an hazır bulunan “gül”e bu yapılır mı Emmi?

Gül Yanak, sevgilinin en güzel, en nezih görüntüsüdür. Gül yanak ayna sayılmaz mı Emmi bir yönden. Seven kendini, sevdiğinin yanağında görmez mi Emmi. Gül yanak değil mi Emmi aşığın kaderinin yazılı olduğu sayfa ve bir gül yanak değil mi Ferhat’a Bîsütûn Dağı’nı deldiren Emmi?

O gül ki; Âdem babamızın affedilerek dünyaya gönderildikten sonra, sevincinden yüz yıl boyunca döktüğü gözyaşlarından meydana gelmiştir. Gül, cennetten gelen gözyaşlarının dünya toprağına verdiği candır, armağandır Emmi. Gül, ateşe atıldığında Hazreti İbrahim’i konuk eden bahçenin çiçeğidir. Ve “Gül Muhammed teridür, bülbül anun yâridür” dediğidir Yunus’un.

Vay Emmi. Vay ki ne vay. Nasıl bir yol ki, bir milim ilerleyememişiz. Nasıl bir puha –atın kaçıp gitmesin diye, iki ön ayağını birbirine bağlamaya yarayan zincir- ki ayaklarımızdaki, çakılıp kalmışız bunca yıl bırakıldığımız yerde?

Hal bu ki biliyordum. Gül somunla yenecek bir şey değildi.

Yine biliyordum ki gül midenin değil, kalbin gıdasıydı Emmi.     

   

DÜKKÂN MEKTUPLARI-18 / Ahmet Doğan İLBEY


Ey azizan!

Daha önce anlattım, fakir bir şehir münzevisi olduğu içindir ki çok hâtırası omaz. Nasip oldu, bu hafta gözlerime iyi gelen güneşsiz ve gri bir havada KSÜ Kütüphâne Müdürü, üniversite talabelerinin “Hasan abisi” şair ve hikâyeci Hasan Ejderha’nın yayınevine benzeyen bürosunda kitapseverlerin ziyareti için misafir edilen seksen santim uzunluğunda, kırk santim eninde ve 18 kg. ağırlığında “Osmanlı Fotoğraflarıyla Haremeyn” adlı muhteşem kitabı bohçasını çözerek yavaş yavaş açtılar. Önümde Osmanlı cesametinde bir kitap duruyordu, cezbeye kapıldım. Kitabın asaleti karşısında Cumhuriyetin mahvettiği nesle mensup biri olarak mahcup oldum. Hasan Ejderha’nın rehberliğinde kabartma ciltlerine dokunarak ilk kapağı açıldı, sonra ikinci farklı cilt kaplamalı kapağı açıldı, daha sonra üçüncü farklı cilt ve tezhipteki kapağı açıldı. Her kapağın açılışında soluk alıp veriyor, ciltlere dokunuyor, sûertinden sîretini görmeye çalışıyordum. Ne kadar zaman geçti, bilmiyorum, bir rüyadan bir rüyaya geçe geçe nihayet dördüncü kapağından kitabın mündericatına vâsıl olduk. İçinde neler var neler… Anlatmaya ilmim yok,  vecd ve müptelâlığın saikiyle seviyorum kitabı.

İslâm Tarih Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi (Ircıca) tarafından bastırılan bu muhterem kitap Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın albümleriyle Hicaz müdafiî ve kahramanı Fahrettin Paşa (Türkkan)’nın koleksiyonundan seçilmiş fotoğraf albümü ve Haremeyn’le ilgili tanıtım yazılarından müteşekkil olduğunu gördüm. En sonunda bu muhterem ve muhteşem kitabı, ahdettiğim üzere kucaklamaya hamlettim, fakat masadan ancak on santim kadar kaldırabildim. Ah, o bel disklerim ve fıtıklarım! Vakarlı bir Osmanlı âlimine benzeyen kitabı kucaklamama mâni oldu. Fotoğraf çektirmeye düşkünlüğüm yok ama hürmete şayân bu kitapla fotoğraf çektirmeyi unutmuşum.

Bu anlamlı hâtırama ortak olan güzel dost Mehmet Yaşar ile doktor adayı ve şair dost İsmail Sağır’la nükteli ve edebî kısa suhbetler ettik. Şairden doktor, doktordan şair olması ne güzel. Türkiye’nin şair yüreğiyle insanına hizmet edecek doktorlara ihtiyacı var. Geleceği ve her şeyi Allah bilir ki, istikbâlin pırıltılı bir edebiyatçısı olarak gördüğüm genç şair Şeyhşamil Ejderha’yı da görünce sevindim. Hasbıhalimize bir talebe gelip dahil oldu. Sordum ona “Nerede talebesin?”  “Kamu Yönetim’inde okuduğunu” söyledi. “İsmail Göktürk hocanız dersine giriyor mu?” “Evet” deyince, “Senin işin tamam” dedim.

Kütüphânenin âşina olduğum fakat şu an ismini unuttuğum müeddep çaycısının çay sunuşuna ve duruşuna hayranım. Onun çay sunuşuna meftun olduğum için ayağa kalkarak aldım çayımı ve dedim ki: İrfan meclisinde çay yapan ve çay sâkisi olan insan, türküdarlar, şairler ve âlimler mesabesindedir…

Hâsılı, bu hafta fikirli ve bedii bir hâtıra sahibi olarak döndüm mağarama…


DEDEMİN HİKÂYESİ / Hasan EJDERHA


Kurtuluş savaşı gazisiydi dedem. İlk konuşmanızda çok sert görünüşünün altındaki yumuşak yüreğinin farkına varırdınız ama onu herkes çok sert birisi olarak tanırdı. Onunla bir iki kelime konuşmuş olanlar, anlarlardı asıl yüreğini ve yumuşacık meşrebini…

En umulmadık meselelere en umulmadık tepkiyi verirdi. Mesela, çocukluğumuzda, amca çocukları ile bize abdest almasını öğretirken, yüzük parmağını öbür eli ile sıvazlamayı unutana fena kızardı. ”Yüzüğün altı kuru kaldı” diye celallenirdi. Hepimiz parmağımızda yüzük olmadığı halde, yüzük parmağını sıvazlayarak, yüzüğün altını da ıslatmayı öğrenmiştik; çoğumuz o hareketi abdestin şartlarından sanarak yaptı. Yıllar sonra parmağımıza yüzük takınca anladık, bunun ne manaya geldiğini. Küçücük meselelerde celallenen ve beklemediğimiz tepkileri veren dedem namaz kılarken çok sabırsız olan emmoğlu Yusuf’un, hemen, cemaati beklemeden secdeye gitmesini şikayet ederdik de gülümseyerek ”fena mı Yusuf Rabb’ına sizden daha önce secdeye varıyor” derdi. Amcakızının pınardan su getirirken kırdığı toprak güğüm için kaşını kıpırdatmazdı. ”Koca, baba… Hatice güğümü kırdı” diye hep birlikte şikâyet edişimize aldırmadan: “koca adamlar harmanda gezer de, şu çelimsiz kızı suya gönderirse elbette güğümü kırar” derdi de, su içtiğimiz kalaylı tası kazara yere düşürsek, hemen bağırırdı.

Rahmetli olduğu günden bugüne babama, dedemle ilgili bir soru sorulduğunda; tıpkı Cemil Meriç’in Niçe’den bahsederken: “deliydi hazret” diye söze başlaması gibi, babam da önce bir tebessüm ve sevgiyle gülümseyerek: “deliydi rahmetli” der, (hayır ırahmetlik derdi) söze girerdi.
           
Köyde muhtar, aza gibi hiçbir görev almamıştı ama her şeye karışır ve herkes de köyde bir iş yaparken ona tasdik ettirirdi. Ağaç kesene kızar, boş gezene kızar, hatta gömleği kirli olana bile: ”derede su mu bitti efendi!” diye bir haylardı ki, yaşı ne olursa olsun dinlemezdi. En çok kızdığı şey, temizliğe dikkat etmemekti.

Dedemin reisliğinde, amcamlarla beraber oturduğumuz eve, dedem dışarıdayken: “geliyor!” dendi mi, anam ve amcamın hanımı, Elif anam, hemen kucaklarındaki çocuklarının burnunu silerler, üzerlerini düzeltirler, oraya buraya eğreti atılmış minder, herhangi bir eşya varsa koşarak etrafı toplamaya koyulurlardı.

Ninem, saf ve dokuz yaşında bir kız çocuğu gibi nazlıydı. Ona hep bağırır ve sürekli azarlardı dedem. Tüm bunlara rağmen, dünya âlem bilirdi ninemin dedemi, dedemin de ninemi çok sevdiğini.
           
Dizlerinin önlerine kadar inen yakasız, beyaz bir fistan giyerdi dedem. Altında ise yine beyaz, şalvardan biraz kısa bir giysi, başındaki Türkmen sarığında kavuniçi renginde nakışlar ve motifler vardı sadece. Sarığın kavuniçi rengi nakışları dışında, sakalından saçına, tenine ve elbisesine kadar beyazdı.
           
Doksan yaşını geçtiği halde, başparmağı ile işaret parmağı arasına sıkıştırdığı cevizleri kırıp-kırıp bizlere dağıtırdı. Öyle güçlü idi ki o bizlerin gözünde. Babamdan, amcalarımdan, hatta büyük amcamın oğlu, davar damının direğini değiştirirken hezene omzunu veren Mehmet ağabeyden bile güçlüydü.
           
O, dağ gibi görüntüsü olan, elleri kocaman dedem. Bir gün ninemin seksen yedinci yaşında ölüvermesiyle, küçücük ne varlığı ne yokluğu belirsiz bir tepe gibi kaldı. Artık elleri, biz torunlarına bile kocaman görünmüyordu. Ceviz de kıramaz olmuştu iki parmağı ile. Eskiden etrafından edeplice geçtiğimiz, yanında yönünde rahatsızlık verecek kadar bağırıp çağıramadığımız dedemin yanından her şekilde gelip geçiyor ve her densizliği yapar olmuştuk da başını çevirip bakmaz olmuştu.
           
Ninemin, o cuma sabahı öldüğü anlardan itibaren, çardağın ucunda serili yatağının içinden, küçücük bir rahatsızlığı olmadığı halde hiç kalkmamıştı. Sadece yakınında bulunan birine yavaşça seslenerek; ” şu ibriği getir evladım, abdestimizi tazeleyelim” ifadesinden ibaretti olmuştu hatla alakası. Ben dedemden, “abdest alalım” tabirini hiç duymadım. Hep “abdest tazeleyelim” derdi.
           
Ninemin öldüğünün müteakip cumasıydı ve o güne kadar, kimseyle konuşmadan, o herkesin alıştığı tepkileri göstermeden, sadece, oturduğu yerden görünen, ninemin mezarına baktı durdu. Abdest tazelemek için ibriği istedi ve ihtiyaç duyduğu anlarda da abdesthaneye gitti o kadar.  

Ninemin vefat ettiği saatlerden iki saat falan sonraydı. Halam bize gelmişti. Bizler de babam anam, amcam ve ailesi çardakta oturuyorduk. Halam tabii olarak doğruca dedemin yanına gitti. Varması ile de feryadı bastı: “Aman Allah’ım! Babam ölmüş!” diye. Oysa az önce ibriği istemişti benden ve abdestini tazelemiş, abdesti bitince de “su dökenin çok olsun oğlum” diye dua etmişti bana. Hatta suyu dökerken de yazın suyu iyice azalan, bizim yaylanın en soğuk pınarı olan goflek pınarını hatırlatarak, “suyu goflek pınarının oluğu gibi akıt avuçlarıma, azar-azar paşam, anladın mı dedesinin aslanı goflek pınarı gibi” demişti.
           
Götürüp ninemin yanına defnedildi. Halâ hatırlıyorum da ninemin öldüğü andan itibaren kaybolan o dağ, ölünce sanki yeniden yiğitleşmişti. Gasledilirken, perde olarak gerilen kilim ve savanların arasından gördüğümüz elleri yine kocamandı. Başparmağı ile işaret parmağı ceviz kırabilecek kadar güçlü görünmüştü gözlerime.

BİR SEVDA ŞİİRİ / Samet YURTTAŞ



bulduğum bir sırmış sende 
hem  lütfunda  hem kahrında 
beklediğim bir merhaba
duysam da hoş duymasam da

"üzgünüm" ağır geldi şubata
kırıldı kalbim gel topla
elinde  sevda  ateşli tabancayla 
vursan da hoş vurmasan da

yalan hüküm sürmez mısrada 
yazdıklarım çıkmaz aydınlığa
söyleyeceğin iki çift lafa
kansam da hoş kanmasam da

katıldım acının şarkısına
kandım ilahi alınyazıma
kaldık mı şimdi baş başa
anlatsan da hoş anlatmasan da 

tutundum çiçekten tacına
dostlar çekildi kaldım tek başıma
kaçtım Dünya'nın diğer ucuna
çağırsan da hoş çağırmasan da

aklımla giriştim kavgaya
soru işaretleri dönüşmedi cevaba 
aradım seni zihin pusulamla
bulsam da hoş bulmasam da

şanına yakışır hoş seda 
yaz bürünse kışın ayazına
çıkıp bağırsam surlarda
duysan da hoş duymasan da


HEBÂ / Hasan BAZI


Yaşamak yoruyor bu zamanın insanını.

Gönlünde sızı yayan bir yarayla yaşamak acıtıyor insanın kalbini.

Bir bardak kahve iyi gelir üzerinden yıllar geçmiş yorgunluklara. 

Çok bekledim. Çok aradım bir çıkış kapısını gösteren işareti. Bekledim gece yarılarından sabahlara dek. Çok yürüdüm gecenin bir vakti sokaklarda.

Yalnızlığımı koluma takıp yürüdüm ıssız sokaklarda.

Dertleştim ağaçlarla, yol kenarlarındaki çiçeklerle, kurumuş bir yaprakla; kendi güzelliğini dışarı yansıtmış güllerle konuştum. Sokak lambasının altında bekledim. O aydınlattı içimdeki karanlığımı. Senin gelip beni karanlıktan çıkarmanı beklerken hiç ummadığım insanlar bana ders verdi. Kaldırımlarla sıkı dost olduk. Bir onlar anlattı bana hikâye bir ben onlara. Sordum" Sizin yalnızlığınıza kim yoldaş oluyor diye?" Cevap alamadım. Yalnızlığın dahi hududu yoktu. Gidip yalnızlığa sorsam "Seni bu dünyada meşhur yapan şey ne?" diye Büyük ihtimal cevabı" Kalabalıklar" olurdu.

Bir umut diyerek bekledim. Ve her defasında umutlarımı söndürdüm. Sonra tekrar yaktım bir umut diyerek. Yalnızlığımla bir kez daha yüzleştim. Baktım aynalara, aynalar yüzüme bakmaz oldu. Yalnızlık kendini her yerde karşıma çıkardı. Bazen bir bardak çayı içerken bazen en mutlu anlarımda bazen de hayatın çekilmez olduğu demlerde.

Bir başıma yaşadım.

Bir başıma büyüttüm içimdeki neşeli günleri.

Bir başıma mutlu olmaya çalıştım içimdeki küçük sevimli çocukla…

Kağıtlara kaydettim gün gün yalnızlığımı. Defterleri taşırdı yalnızlığım. Anlamaz oldu insanlar beni. Ahvalimi anlatacak kelime yok. Ahvalimi anlayacak insan yok. Hal-i Pür melalimle sığmaz oldum dört duvar aralarına. Sığmaz oldum sığ insanların kafalarına. Anlamsızlaştım, büyük bir sorun oldum insanlığın kafasında. Her cihette denedim yalnızlığımı yenmeyi ama kaybettim dostlarımı birer birer. Bekledim hüzün kulübemde. Bekledim bir bardak çayla içimdekileri anlamak için. Hiçbir zerremin hükmedemediği bir alemde sonsuza dek kaybolmaktan başka bir arzum olmadı. Duvarlar sessizliğime şahit oldu. Kalbimin derûni hislerini kilitlemek isterdim bir sandığa zamanı geldiğinde en değerlinin gelip açması için. Zaman bütün mevcut varlığı tüketmek istiyor. An an değil de gün gün çalıyor ömrümüzden. Ve bırakıyor bizi sonsuz bir girdabın içinde.

Kaldım bir başıma sonunda; herkes çekip gitti hayatımdan herkes. Silindi varlığım hafızalardan. Unutuldu ahvalim, görmez oldu gören gözler. Hâl üzere hâl eyledim bunca hal bilmezin arasında kendi hâlimi eyledim. Dilim lâl oldu yalnızlığıma. Anlatmadım derdimi dertsiz insanlara. Anlamaz beni dertsiz insanlar. Çektiğim çileyi bilmez gamsızlar. Firkattir gönlümün çektiği acı. Beyhudedir yaşantım, bir hiçtir benliğim. Sözlerimi şu mısralarla sonlandırmak istiyorum;

Gecenin zülüflerinde gönül haneme düştü yine hüzünden taneler.
Cümlelerim yolda kaldı, yollar yolda, yağmur bulutunda kaldı.
 Bahaneler ve bananeler dünyasında anlamsız kaldı sesim, anlamsız kaldı nefesim.
Anlamsızım anlamayanlar için,
Eğer anlamsızsam kesilsin sesim.

DUA / Nurcihan KIZMAZ



Kırık dökük kelimeler var
Zihnimin her köşesinde
Elim yetmez
Dilim gitmez
Toplamaya gücüm
Yetmez

Yüreğime yazarım ben de
Öyleyse
Kafiye istemez
Uyak istemez
İçimden okurum
Kimseler duymaz

Çırpınıp durur
Muhayyilemde
Masal perileri
Ellerinde
Sinirli değnekleri
Hediyeler yağdırır
Çocukların başına
Bayram şekerleri
Kucaklarına

Bir mucize beklerim
Erişmek için
Yakub'un duasına
Olmaz ya
Kavuşur belki
Herkes imkansızına...


KURTULUŞ UMUDU / Hasan EJDERHA



Gelecek o günler biliyorum
Belki ayak sesleri duyuldu
Belki de ben hayal kuruyorum
Umut verimli bir tarla, lakin
Hangi yorum gerekli zamaneye bilmiyorum
Varla yok arası bir hayatı
Çizince ressamlar
Bakanlar ne anlar
Kestirmek zor.

Kor ateşlere kesse de vücut
Yürümek gerek
Zira umut var
Raşit’in damatlık elbisesi kadar
Bir bülbülün sesi kadar
Bir annenin busesi kadar
Bir bebeğin nefesi kadar
Gerçek bir umut her zaman var.

Bir kurşun kalemi açmak kadar
Bir gemide rıhtıma yanaşmak kadar
Yüzerek kıyıya ulaşmak kadar
Yakın gelecek olan günler yakın
Kalkın ey erenler! Kalkın da bakın
Yollar çağırmakta sizi
Hangi yıldızı kılavuz edecekseniz
İşaretlemek gerek o yıldızı.


RÜZGARIN KANATLARINDA BİR LEYLAK KOKUSU / Hidayet BAĞCI


“Günü aydınlatan yüce varlığa hamdolsun!” diyerek kütüphanenin penceresini açtı Ömer Âsaf ve rüzgarla birlikte konuk olan leylakların kokusunu ciğerlerine çekti. Zaten onu bu hale getiren bu efsunlu kokular değil miydi? Ömer Âsaf okulun kütüphanesinde sıradan bir hizmetli gibi görünse de onun da hisseden/duyan bir kalbi vardı, sonuçta o da diğerleri gibi bir insandı. Günün en erken vaktinde gelir, kitapları ve rafları itinayla sildikten sonra hayatına anlam katan kitapları demirbaş sırasına göre dizerdi. Bir yandan da bu hafta okuması gereken kitaplarını seçerdi. Zaten onu dünyaya bağlayan bu kitaplar olmasa o kiminle konuşacak, kalbinden başka kimin sesini duyacaktı? Ömer Âsaf sağır ve dilsiz olarak dünyaya gelmiş olmanın acısını içinde yaşasa da işaret diliyle anlaşarak, çalıştığı bölümde herkesin kalbini kazanmış değerli bir insandı. Ömer Âsaf’ın duruşu ve davranışlarından onun sağır ve dilsiz olabileceği ihtimali dahi yoktu. Yakın arkadaşları onunla anlaşabilmek için işaret dilini öğrenmişlerdi. Uzaktan bakan biri, Ömer Âsaf’ın değil de yanında ona işaret diliyle bir şeyler anlatmaya çalışan arkadaşın sağır ve dilsiz olabileceğini düşünebilirdi.

Ömer Âsaf’ın gözleri, çoğu zaman kütüphanenin müdavimi olan, çalışma masasında ders çalışan üniversiteli genç bir kıza takılı kalırdı. Bu genç kız her vize haftasında kütüphaneye gelir, kendine bir masa seçer ve ders kitaplarını tek tek açar, sınavlarına çalışırdı. Sınavları bittikten sonra kütüphaneye düzenli aralıklarla gelir beğendiği bir kitabı seçer, bir saat kadar kitabını okur ve giderdi. Ömer Âsaf, bugün her zamankinden farklı bir halde gördü bu genç kızı… Adının Ecehan olduğunu ders çalıştığı defterin kapağındaki yazıdan öğrenmişti. Kütüphanede rafların tozunu alırken kitabını okuyan Ecehan’ın bir sayfada saatlerce kaldığını fark etti. Adına kitap kurdu dediği bu kızın bir sayfaya saatlerce dalgın ve donuk bir şekilde bakmasına çok şaşırdı. Onun yakınından geçerken Ecehan’ın okuduğu kitabın sayfasını not aldı ve kütüphaneden aynı kitabı alarak o sayfayı okudu. Ecehan’ın altını çizdiği cümleye atıfta bulunarak bir kâğıda şu cümleyi yazdı.

“Ölümün kıyısından geçerken ben de uğradım uçurum vadisine. Biliyordum ayağıma takılan prangalarımın doğuştan olduğunu. Bu yüzden kendim olmaya karar verdim, prangalarımı severek!...”  

Ona bu cümleyi Ecehan’ın masadan kalktığı bir zamanda onun defterinin arasına yerleştirerek vermeyi uygun buldu, sessizce… Ecehan masasındaki defterinin arasında bulduğu bu yazıyı okuyunca şaşkına döndü. Kalbi güb! güb! atmaya durunca etrafına bakındı ilkin… Kütüphanede rafları düzenleyen görevliden başka birkaç öğrenci vardı. Herkes kendi meşguliyeti içindeydi. Ecehan bu sessiz kağıtlara bir anlam veremedi. Okuma saati bitince müdavimi olduğu bu kütüphanedeki köşesinden kalktı ve evine doğru gitme hazırlığı içine girdi. İçinden karar verdi yarın bu kütüphaneye bu saatlerde gelecek, her zamanki yerinde olacak ve bu kâğıdı bırakan kişinin kim olduğunu çözecekti.

Ömer Âsaf, Ecehan’ın gidişini sessiz bir şekilde kitapların arasından izledi ve gülümsedi onun telaşlı adımlarına. Adımların sesini duymasa da Ecehandaki heyecanı anlamıştı. Kim olsa aynı tepkiyi verirdi. Ömer Âsaf evine gittiğinde yemek sonrası divana uzandığında anladı yorulduğunu, biraz uzandı ki annesi Ayşe hatun elinde çay tepsisiyle içeri girdi. Ayşe hatun her zaman bu vakitlerde onunla yorgunluk çayı içerdi baş başa. Hiçbir acı yarasız başlamaz ve hiçbir yara da acısız iyileşmezdi. Ayşe Hatun oğlunun sessiz dünyasında, kalbindeki sesten başka bir ses duymadığını biliyordu. Kütüphanenin bahçesinde açan leylakların kokusundan başka hiçbir koku da onun dünyasına girmemişti. Ömer Âsaf bugün Ecehan’ın kitabında okuduğu cümleyi ve onun neden bu çağda bu düşüncelere daldığını düşündü.

Sabahın kuşlara, çiçeklere umut vermesiyle güne başlayan Ömer Âsaf yine her zamanki görevini ifa etmeye başladı. Kütüphanenin penceresini açtı ve içeriye dolan leylak kokusunu yine ciğerlerine “oh mis!” demek niyetiyle çekti. Vakit ikindi olduğunda kapıda Ecehan’ı gördü, yine o da görevini ifa eden memurlar gibi çalışma masasına oturdu ve çantasından kitabını çıkardı ve başladı Sur Kenti Hikayelerini okumaya…

“Ben Sur Kentini bir insana benzetirim: Evleri birer hücre gibi düşün, küçük ara sokaklarımızı vücudumuzdaki ince damarlar say, ana caddelerimizi kalın damarlarımıza benzet, şehrin meydanını yüreğimiz kabul et. Eskiden her yandan temiz kan akardı Sur şehrinin yüreğine; çarpıntısı dakik ve sağlıklıydı, ama artık değil.”

Ecehan sayfaları okudukça derinleştiğini hissetti, bir anda durakladı ve gözleriyle kütüphaneyi gözden geçirdi. Kimler vardı ya da kimler yoktu bilmeliydi, o kağıdı defterinin arasına bırakanı bulmalıydı. Kütüphanede birkaç öğrenci ve rafları düzenleyen bir görevliden başka kimse yoktu. Ecehan başını okuduğu kitaptan kaldırdı ve pencerenin önündeki leylak ağacına baktı. Sonra okuduğu kitaptan bir cümlenin altını çizdi:

“Bazıları, kimsenin anlayamayacağı bir eziyetin nöbetini tutarlar, bir türlü kapatamazlar dünyayla aralarındaki uçurumu.”

Ömer Âsaf, Ecehan’ın bugünkü halini anormal gördü ki dünkü yaptığı şeyi yapmak istemedi. Leylakların kokusu ona bugün hiçbir not bırakmamasını tembihlemişti ve o da kendisine denileni yaptı. Ertesi gün ve daha sonraki günlerde de hiçbir not bırakmayarak umursamaz bir halde davranmayı seçti.  Ama Ecehan’ı daldığı uykudan uyandırmayı sağlamıştı. Umursamıyor gibi görünse de o bir hafta içinde iki kitap bitiren kız gitmiş yerine haftalardır aynı kitabın tek bir sayfasını okuyan kız gelmişti. İnsan tekrara düşüyorsa ya anlamıyordur ya da uykuda olduğu için zamanını çalıyordur.

Ömer Âsaf haftalardır onun yaşadığı bu duruma duyarsız kalamazdı ve onun defterinin arasına yine bir not bıraktı.

“Uyumak, sessiz kalmak gibidir ama sen ölme!...”

Ecehan bu cümleye baktı ve “Ölümü beklediğimi benden başka kim bilebilir?” diye dilinden mırıltı şeklinde bu cümleler düştü ve her bir kelime buzdan bir heykel gibi devrilmişti yere, kırıldı ve dağıldı tüm buzlar. Ecehan’ın saatlerce tek bir sayfada dalıp altını çizdiği tek cümle şuydu:

“Ölmeyi hiç bu kadar çok istememiştim…”

Ecehan ölüme hazırdı, kalbinde birden fazla delik vardı ve doktor durumunun kritik olduğunu söylemiş uygun bir kalp nakli olmazsa yakın zamanda öleceğini söylemişti. Bu düşüncelerle o gün kütüphaneye gelmiş ve dalmıştı. Ölürse neler olacaktı? Onun yokluğunu kim fark edecekti?

-Hiç kimse!

Şimdi onu bu hayata bağlayan küçük umut kağıtları bir bilmecenin içine sürükler gibiydi. Ecehan masanın üzerine bir not bıraktı ve gitti…

“Beni fark etmiş olmanız beni hayata bağlamaz ama ben yavaş yavaş ölüme yaklaşıyorum. Yarın ameliyat masasında da sonsuza dek uyuyabilirim. Bu zamana kadar zihnimde hiçbir fikir sancısı çekmemiş olan ben, şimdi sizin kim olduğunuz konusunda fikir yürütmeye başladım. Ama sizin kim olduğunu öğrenmek için o masadan kalktığım gün buraya geleceğim.”

Şaşırma sırası Ömer Âsaf’a geçmişti. Ecehan ne ameliyatından bahsediyordu, bir türlü anlam veremedi bu duruma ama merakla onun gelmesini bekledi. Leylak ağaçları da çiçeklerini rüzgarla birlikte savurdu, elma ağaçları meyveye dursa da Ecehan’dan haber yoktu. Bir anda kayıplara karışmıştı bu kitap kurdu genç kız. Günler ayları kovaladı Ömer Âsaf’a bir gün bir mektup geldi.

“Değerli Ömer Âsaf ağabey,

Denizler dalgalarını ne kadar çok kıyıya vurursa taşlar da bir o kadar suyun kendisine dokunmasıyla şeklini alır. Bizler çevremizde olup bitenlere karşı duyarlıyız lakin beş duyumuzla hissiyatımızı geliştiremiyoruz. Siz bunu başaran ender insanlardansınız. Benim kalbimde ufak bir sorun vardı doktor bana büyük bir operasyon geçireceğimi söylediği gün işte o gün yıkıldım. Yaşamaya dair ümitleri olan ben bir daha ne leylak çiçeğinin kokusunu duyacaktım ne de Sur Kenti Hikayeler kitabına kaldığım yerden devam edecektim. Bunun bana verdiği acıyı siz daha iyi bilirsiniz. Defterimin arasına bıraktığınız küçük umut kağıtları bana ışık oldu. Kalbime güç verdikçe iyileştiğimi anladım. Teşekkür ederim bana hastalığımın son günlerinde destek olduğunuz için.

Baki kalınız…

Kitap kurdu Ecehan.



uzaktan uzağa / Mustafa Alper TAŞ



içime doğru ufaladım ben bu günleri
nerden baksan uzaksız bir yaşamak kaldı

çünkü sen oradasın
ellerin mavi bir çiçeği diriltir
tam seçemediğim
ama eğilip geri geldiğim
mavi bir çiçeğin toprağını düzeltir

bu akrepler yaman savaşır
güne karşı ve sapsarı kesilmiş bir yüzün üstünde
her temmuzun bir kesiğe denk geldiği yüzlerde
içini havuzlara bölmüş insan
yürüdüğünü sanır

bakmak değil seninki bir yandan
kırıp dökmek suların serinliğini
dağın sertliğini
değişmek akşamın güzelliğiyle
bin türlü yeniliği

öyle baygın gözlerle şuradan
atlarımızın soluğudur soğuyan