EY İNSANLAR KUŞ DİLİ ÖĞRENİN! / Ahmet Doğan İlbey


Hz. Süleyman tahta geçtiğinde, yâni peygamberlik ve hükümdarlık makamına çıktığında ilk sözü “Ey insanlar bize kuş mantıki, kuş dili öğretildi!” olmuştur. Tasavvuf âlimlerine göre, kuş dilinden kinaye peygamberliğini anlatmış oluyor ve Allah ilminin yoluna işâret ediyor.

Kuş dilini bilmesi bir mucizedir. Bu sâyede kuşların hislerindeki münasebetleri sezecek kadar uzaklardaki cüz’i şeylere nüfuz edecek bir idrakle “uçma” ilmi öğretilmiştir.

Tasavvufta kuşların her biri insan karakterlerini temsil ettiği gibi, kuş dilini bilmenin bir başka mânası tasavvuf yoluna girmektir.

Kuş dilinin sırrı Yunus Emre Hazretlerinin mısralarında manzumlaşmıştır ki, modernlerin gözünde okumuşluğu olmayan ninelerimizin dilinden ezbere okunurdu:

Şeriat tarikat yoldur varana
Hakikat marifet ondan içeri
Süleyman kuş dilin bilir dediler
Süleyman var Süleyman’dan içeri.

Pir Sultan Abdal’ın,

Bir kuş gördüm ayakları çizmeli
Seyyah olup şu âlemi gezmeli
Dört kitabın her ismini yazmalı
Onu bilen bu cihanı fark eder
Bir kuş gördüm ayağında nali var
Kendisi bir, iki tane dili var

Mısralarında kuş sembolüyle Hz. Süleyman kastediliyor.

Dîvan ve Tekke şiir geleneğini sürdüren Tanzimat Dönemi şairlerinden asıl adı Ahmet Edip olan Harabî’nin mısraları kuş dili üstüne duygularımı mest eder:

Bu sözleri sanma her insan anlar
Kuş dilidir bu Süleyman anlar
Bu sırrı ârifan anlar
Çünkü câhillerden pinhan eyledi.
 
Diyor ki: Kuş dilini, yâni mâna âleminin sırrını ârifler anlar, avam bilmez.

Modern zaman insanları aşktan çok bahsederler fakat “aşkın dili kuş dilidirdiyen ehl-i irfana kulak vermezler. Kuş dilini bilen âşıkların gönül kuşunun dünya tuzağına düşmeyeceğinden haberdar mıdırlar?


EL BOMBASI / Hasan EJDERHA


Çayhane ile pastane arası o yere ne zaman gitsek, o da camın ününde beliriveriyordu. Daha biz çaylarımızı yarılamadan o orada oluyor, çayhanenin camından bize bakıyordu. Bize değil de bana bakıyordu sanki. Daha çok benim ilgimi çekiyordu bu sır dolu konuğumuz. Arkadaşlar ilk başta birkaç kere ona bakarak “kim bu ya! Neden bize bakıyor?” demişlerse de ilgilerini çabuk yitirmişlerdi.

O çayhaneye her oturuşumuzda camın önündeki o masayı ben özellikle seçiyordum ki konuğumuz da gelsin. Geliyordu. Beni bekletmeden orada bitiveriyordu. Hep aynı duruş ve aynı bakış ile yerini alıyordu. Biz de kendisine baktığımız zaman hemen kayboluyor, lakin biz tekrar sohbete dalar dalmaz yeniden camın önüne gelip dikkatle bize bakıyordu. Hayır bana bakıyordu. Sadece bana bakıyordu.

Bir defasında çayımı alıp dışarı çıktım ona vermek veya içeri davet etmek için. Ama daha ben çayhanenin kapısından dışarı çıkmadan o kayboluvermişti bile. Ben ise üzgün bir şekilde geri dönüyordum. Yerime oturduğumda ise daha bir dakika bile geçmeden yeniden camın önünde beliriyordu.

Bir dost ile bir yerlere oturup birkaç çay içip, iki laf edeceksek ben artık hep o çayhaneyi tercih ediyordum sırlı dostumuzu göreyim diye. Her gelişimde de aksatmadan orada oluyordu ve camın dışından bana bakıyordu. Üzerindeki elbisesi de değişmiyordu; başında yeşil bir şapka, üzerinde kamuflaj desenli asker parkası ve siyah pantolon… Şapkanın anlında ve asker parkasının omuzlarında askeri armalardan ziyade eğreti tutuşturulmuş, daha çok güvenli görevlisi armalarına benzer armalar vardı. Ayakkabılarını göremiyordum ama pantolonunun paçalarını çorabın içine koymuş, ayakkabılarının kenarı çamurluymuş gibi bir his ile kıyafetini tamamlıyordum. Belki de çamurlu değildi ayakkabıları. Belki de pantolonunun paçalarını çoraplarının içine koymamıştı. Yüzünde sürekli hüzünlü bir tebessümü vardı. İçeriden el sallayan insanlara karşı hiçbir tavır göstermişliği yoktu. Yüzündeki ifadesi hiçbir zaman değişmiyordu.

Birkaç kere çamın önünden ayrılıp, çayhanenin giriş kapısının yanında bekledikten sonra aniden dışarı çıktım onu yakalayıp konuşmak için. Ama dışarı çıktığımda gördüm ki yeniden sır olmuştu.

Birkaç ay içinde her o çayhaneye gelişimizde sırlı dostumuzu içeri çağırdık gelmedi. Çeşitli hilelerle dışarıda yakalamaya çalıştık gene olmadı. Her çıkışımızda camın önündeki yerini boş buluyorduk.

Çayhanenin sahibine, çayhanede bulunan diğer insanlara sorduk bu kim diye, bilen çıkmadı. Çayhanenin sahibi “birkaç aydır burada peyda oldu. Ne bir şey alıyor ne kimse ile konuşuyor. Yanına doğru yeltendiğinde de kayboluyor” dedi. Çayhanenin sahibi “birkaç aydır burada peyda oldu” der demez benim merakım ve heyecanım daha da artmıştı. Zira biz bu çayhaneye gelmeye başlayalı da o kadar olmuştu.

Ben arkadaşlardan “nedir bu sırlı durum?” diye yardım talebinde bulundumsa da kimse fikir yürütmek istemedi. Sadece içlerinden birisi “Yahu delilerden bir deli işte! Azizim sen de bu delilerle fazla ilgileniyorsun, bir gün sen de deli olursan karışmam” dedi.

Bir gün o civardan Tuncay eniştem ile geçerken, biraz da sırlı dostumuzu görmek gayesi ile “Gel şurada hem birer çay içelim hem de oturup konuşuruz” diye o çayhaneye gidip oturduk. 

Biz cama yakın masadaki yerimizi alır almaz sırlı konuğumuz da gelip camın önünde yerini aldı. Gene aynı sırlı bakış ve gene aynı duruş… Tuncay enişteye “çaktırmadan bak. Camın önünde duran sırlı dostum” dedim.

Tuncay Enişte baktıktan sonra güldü ve “Abi ben bunu tanıyorum” dedi.

Hayretler içinde kalmıştım. Sırlı dostumuza tanıyan biri vardı. “Eee” dedim. “Peki kim bu?” Tuncay “Bu bizim fabrikada çalışıyor. Şu senin cezbelilerden işte. Tanımıyor musun? Abi sen bu Maraş’ın cezbelilerinin kitabını yazmadın mı? Bu da onlardan birisi. Engelli kadrosundan girmiş. Aramızda idare ediyoruz. Çok kişiden de iyi iş yapar ha!” dedi ve ekledi “Abi bak şimdi”

Tuncay sağ elinde silah varmış gibi camın dışında duran sırlı dostumuza doğrultup, şehadet parmağını tetiğe dokunuyormuş gibi yaparak “ççiiivvv” dedi. Bu hareket karşısında sırlı dostumuzun yüzüne hafif bir tebessümün yayıldığını ve sonra tekrar ciddileştiğini an içinde gördüm. Yüzüne tebessümün yayıldığı o an zaten güzel ve masum olan yüzü nasıl güzelleşmişti anlatamam.

Sırlı dostumuz, yüzüne daha da ciddi bir tavır takınarak, yerinde şöyle bir sağa sola sallandı. Sonra da hafif sola eğilerek elini sağ beline attı ve oradan bir şey almış gibi yaparak iki elini havada birbirine yaklaştırarak tuttu. Sol eliyle sağ elindeki hayali el bombasının pimini çekerek bize hafif sırtını döndü ve attığı yere bakmadan nereye düşeceğini daha önceden hesaplamış, kendisinden gayet emin bir eda ile üzerimize attı. Sonrada göğsünden bir Türk Bayrağı çıkararak dalgalandıra dalgalandıra caddeye doğru koştu zaferini kutlayarak.

Tuncay enişte gülüyordu ama ben şaşkınlık ile keyfi bir arada yaşıyordum. “Eee noldu şimdi?” dedim. Tuncay: “Görmedin mi abi adam imha etti bizi” dedi.

Sırlı dostumuz gözümde daha bir büyümüş ve onunla ilgili merakım iyice artmıştı. Lakin bir daha ne ben o çayhaneye gidebilmiş ne de sırlı dostuma başka bir yerde rastlamıştım. Sadece Tuncay enişteye ara sıra sorup iyi olduğunun haberini alıyordum.



NEDAMET AĞLAMASI / Muhammet NACAROĞLU



Allah’ın lütfuyla kalbi pişmanlık sızlatır
Gözyaşı ile eller açılır
Tövbe kapısı karanlık duvarları çatlatır
Bir ışık huzmesi yüze yansır
İnan bu bir aşkın parıltısıdır

Sevgilinin affına umut ruhu aydınlatır
Hayat hayy ile bir anlam kazanır
İnsanı bir et parçası olmaktan çıkarır
İhlas ile semalarda kanatlar açılır
İçinde coşku taşıyan bir yükseliş romanıdır

Acziyet ve teslimiyet ile sığınmak
Yoksa
Aşk bir nedamet ağlaması mıdır?


senin gözlerin / fazlı bayram



senin gözlerine bakmak ne güzel
gözlerinden okumak ömrümün bütün baharlarını
ibadet
ak düşmüş saçlarında sabahı taramak
sen misillemesi olmayan gecenin merdivenindesin
daha da üstünde mecmualarda bel kemiği bu günün
seherde açılan perdelerindesin yarının

senin gözlerine bakmak ne güzel
bu öyle görmek yerine böyle görmek seni

inançlarımı bana bırak
ben öyle değil böyle inanmak istiyorum
umut ederek
hayal ederek yaşıyorum

senin gözlerinde görmek ne güzel eşyayı
manayı
ve fikri
en güzeli de senin gözlerinde
kendi gözlerimi seyretmek
beni gözlerinden
gözlerini benden bilmek


FİLİZLENEN ÎSLÂM / Rıdvan TANIR


Türkiye’de rejim değişikliği ile birlikte başlayan ve tek partili yıllarda doruk noktasına çıkan İslam dininin Türkiye özelinde yozlaştırma çalışmaları ve jakoben zihniyetin politikaları insanların yaşamlarına dini ve insani her türlü özgürlüklerine kısıtlama getirmiş ve insanlar yıllarca bu zor şartlar altında yaşamlarını sürdürmeye çalışmışlardır. O dönem yakılan, toplatılan, korku ve hüzünle toprağa gömülen kitaplar şimdi kökleri daha sağlam ve gür bir şekilde bu kadim coğrafya da filizlenmektedir.

Lakin bu duruma gelene kadar ki yaşatılan eziyetler çekilen ızdıraplar bir neslin “helak” olmasına ziyadesiyle yetmiştir. Üstad Nuri Pakdil’in "Ben uygarlığımızın yabancılaştırılma girişimleriyle yenen hakkımızı geri istiyorum"  sözünden hareketle, Baskılarla sindirilmiş, yıldırılmış bir neslin devamı olarak ayakları yere daha sağlam ve sert bir biçimde basan, donanımlı, akıllı, merhametli, adaletli bir biçimde İslam düşmanlarının, bu ülkeyi İslam’dan ayrı düşünenlerin İslam’dan ayrı görmek isteyenlerin karşısına en kavi şekilde dikilmek mecburiyetindeyiz ve onlardan üstadın da dediği gibi yenen hakkımızı geri almalıyız.

Türkiye; Afrika’dan, Arap yarımadasından, Orta Asya’dan, Uzak Doğu’dan ve Dünyanın herhangi bir noktasından bakacak olursanız Müslümanlar için her daim sığınılası bir liman, her daim bitmeyen tükenmeyen bir umut ışığı olmuştur. Her daim umut ışığı olmanın külfeti her an umudumuzu diri tutmaktır.

 Sezai Karakoç’un yıllardır haykırdığı çığlığa kulak vermeliyiz;

“Milletim! Çok büyük bir milletsin. Çok büyük bir ülken var, onun birçok parçasına el konulmuş. Öbür parçalarına da göz dikilmiş. Çok köklü bir tarihe sahipsin. Gerçek bir medeniyetsin. Hakikat medeniyetinin sahibisin onu yeniden ayağa kaldır. Diril ve dirilt! İnsanlık seni bekliyor.”

Bu çığlığa, bu feryada çok ama çok ehemmiyet göstermeliyiz. Üstadın da dediği gibi; çok büyük bir milletiz ve çok köklü bir tarihe sahibiz ve bunun getirdiği sorumlulukları her devrin nesli en iyi şekilde idrak etmek durumundadır.

Yine Sezai Karakoç üstadın;

“Düşüncede diriliş olmaksızın inançta diriliş gelişemez. İnançta diriliş olmaksızın da duyuşta, duyarlılıkta yani sanat ve edebiyatta diriliş başlayamaz.” Anadolu topraklarının mayasıyla yoğrulmuş olan her birey için bu söz bir öğüt olarak kulaklarına küpe olmalı ve yaşamlarında, tavır, tutum ve davranışlarında model alınmalıdır.

Peki; düşüncede ve inançta diriliş nasıl olmalıdır.

Düşüncede ayağa kalkmak; Müslüman olmanın verdiği sorumlukla bireyin kendi menfaatlerinden önce hatta kendi ihtiyacı olsa bile, başka bir muhtaç olan din kardeşinin müşkülünü giderme yetisini ve düşüncesini elde etme durumu ile hasıl olur.

İnançta ise;  “İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez / Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.” Sözünden hareketle doğru yanlış tetkiki yapmadan, dinin emir ve yasaklarına icabet ederek akli ve kalbi teslimiyeti tam manada uygulayarak diriliş sağlanacaktır.

 İslâmın bu coğrafyada gerçek manada tekrar filizlenmesi ve yeşerip bütün muhtaçları, zulme uğrayanları ve yüzünü Anadolu’ya dönüp bu coğrafyadan medet umanları ve yine bu coğrafyaya dair umudunu diri tutanları ve dahi bütün insanlığı şefkat, merhamet ve adaletle yeniden sarıp kucaklaması ancak bu şekilde mümkün olacaktır.
 
                                                                                                                                                  

KUDDÜS KUŞU GİBİ MÜJDE GETİRİN, KARA HABER DEĞİL / Ahmet Doğan İlbey


Dostlarımıza, Ali Hocam’ın maddî gurbetten ne zaman döneceğine dair Kuddüs kuşu gibi iyi haber getirin, müjde verin demiştik. Dostlarımız ise kara haber veriyorlar. İlk gözağrım şair Hasan Ejderha dostumuz, “Hocam Gelmeyecekmiş…” başlıklı nâmesiyle yüreği yaralı bu fakirin yüreğine su serpmek yerine, elem ateşleri atmış:

“Hocam gelmeyecekmiş abi.

O kadar emekle bir türlü kemalata ulaşamayan bizlerin acınası hâlini daha acınası duruma düşürmemek için gelmeyecekmiş. Diğer taraftan “suyun öte tarafında iş yok” sözünüzün aslının olmadığı, suyun öte tarafında, köyden gelip pazarda yetiştirdikleri ürünleri satan teyzelerin, emmilerin umut verdiği müşahede edilmiş. Eğer yolun o tarafa düşerse, suyun öte tarafında badem ezmesinden ciğerin en hasına kadar türlü yiyecekler varmış.

Hocam gelmeyecekmiş abi.

Hocam, Selimiye Camii’nin yan sokağından, garp tarafında doğru yetmiş adım gidince sağdan üçüncü sokağın başından sonra yedinci, sokağın öbür tarafından girilince de kırkıncı ev olan evi satın almış ve oraya yerleşecekmiş. Eğer o tarafa yolu düşen olursa, çerçevesi turkuaz, koyu yeşil kapı bu evin kapısıymış. Kemalata erememiş bizlere o kapı açılır mı onu bilen yokmuş.

Hocam gelmeyecekmiş abi.

Hep payitaht da oraya buradan daha yakınmış. Ayasofya açılınca, dünyanın her tarafından gelecek Müslümanlar saf tutunca, cemaatin tâ oralara kadar ulaşacağı için, Selimiye’nin yanından safa durup Ayasofya cemaati ile namaz kılınabilecekmiş.

Hocam gelmeyecekmiş abi.

Burada politikayı İslâm’ın helâl siyaseti sanan bizlere doğrusunu bir türlü anlatamadığı için bizlerden umudu kesmiş.”


TESBİHİN İPİNİ KESEN DUA…/ Gümüş SİMYA


Yüzüne yansıyan coşku taştıkça, aynanın içindeki çehrenin elindeki teşbihin taneleri avuçlarında yuvarlandıkça, çevresinde pervane gibi dönüyordu dünya… “Sonunda ve yine başında hep o vardı yanımda!” diye mırıldandı dudaklarından dökülen her bir dua…

Bu yolculuğa çıktığında ilk önce onun adını öğrenmişti dili, sahi o zamanlar kalbinde gerçekten o var mıydı?

Şiir kokulu bir sohbetle demlenmiş çay bardağındaki sıcacık çayına tat getirmesi için, ilk önce şekeri atıp, kaşığın ucuyla hafifçe çay bardağını karıştırdı… Aslında şekerleşen, yüzüne yansıyan coşkunun memnuniyetiyle harmanlaşan çocuksu bir mutluluktu… Karşısında duran aynanın içindeki çehre de sahi bu coşkunun anlamını çözebilir miydi?

Kavrayabilir miydi bedenine dar gelen bu kıyafetin ölçüsünü?

Sahi bu kıyafet dediği de neydi?

Genç kız çayını yudumladıkça tatlaşıyordu şiirden demetlenmiş duygular. Kelimler konuştukça tesbihin her bir tanesi hızlanıyordu aynanın içindeki çehrenin avuçlarında. Ayna genç kızın öğrendiği ilk kelimeyi kalben söyledikçe genç kız elindeki çay bardağında çayının sonuna geldiğini fark etti, düşündü “Sanırım şiir kokulu sohbetin sonuna geldik…” Oysa aynanın içindeki çehre “Bence gelecek şiirlerin başlangıcına geldik…” diye yanıt verdi…

Aslında bu ses, aynadaki çehrenin elindeki tesbihdeki duanın sesiydi.

Dua genç kıza seslendi.


“Seni sonbahardan ilk bahara getiren bu mevsim nasıl olur bilir misin? Sonbaharı yaşarken birden ilk baharı yaşamana vesile olan bu ipin ucundaki her bir tesbih tanesinin bir sonrakine dokunuş evresini bilir misin? Her bir tesbih tanesi birbirine bağlıdır ve her biri birbirini etkiler, Tıpkı sonbahar yapraklarının mevsimini bitirmesiyle ilkbaharda açacak olan yeni yapraklara aşı olmaları gibi... Sahi bu çektiğin tesbihin ipini kesen nedir? Hadi bugün tesbihin ipini kesen duayı yaz!”

Genç kız, çay bardağındaki son çayı da yudumladıktan sonra görebildi karşısında kalemine yansıyan hikâyelerin nasıl oluştuğunu idrak eden bir kalp vardı… O kalp fark etmişti, genç kızın uzun zamandan beri sonbahar da dâhi şükür tesbihini çektiğini. Çünkü aynadaki çehrenin avuçlarında birbirine dokunan tesbih “Şükür!” derken tüm dualar genç kızın avuçlarında yeniden dua olup toparlanmak için masanın etrafına dağılmışlardı. Her bir dua tanesi:

“Benim adım Şükr! Her halime şükrettim…

Benim adım Şükr! Her halime şükrettim…

Benim adım Şükr! Her halime şükrettim…” derken bir tesbih tanesi masadan tam düşerken genç kız ipi kesilen tesbih tanesini avuçlarına aldı, “Şükürler olsun yakaladım aslımı, bedenime dar gelen kıyafetin ölçüsünü buldum…” dedi ve yazdı…

“Dua insanın aslını bulmasına vesiledir…”

Her ânınız dua olsun!




KUŞLAR ÂLEMİ / Teyfik KARADAŞ



Kimi yuva yapar kimisi yapmaz
Kimi kanat çırpar kimisi uçmaz
Biri birisinin hatırın yıkmaz
Dünyası farklıdır bütün kuşların

Kara kartal hiç bırakmaz avını
Karakarga sallar kavak dalını
Şahin kerkeneze satar çalımı
Rüyası farklıdır bütün kuşların

Leylek yavrusunu atar yuvadan
Karabatak martı hiç çıkmaz sudan
Ebabil kuşundan bahseder Kuran
Deryası farklıdır bütün kuşların

Bülbül bağda öter keklik dağlarda
Turna sevilmiştir bütün çağlarda
Hüküm sürer kuzgun sarp kayalarda
Sevdası farklıdır bütün kuşların

Taklit eder papağanlar insanı
Serçenin tavustan hafiftir canı
Kuş mudur böcek mi bilmedim arı
Hülyası farklıdır bütün kuşların

Güvercin evcildir yarasa âma
Kuşların sesiyle güzeldir doğa
Ardıçkuşu meydan okur soğuğa
Doğası farklıdır bütün kuşların

Teyfikiyem kanat takıp uçamam
Yarış yapsak kuşlar gibi koşamam
Ben kuş olsam bir kafeste yaşamam
Leylası farklıdır bütün kuşların


NEFSİM’E / Gün Sazak GÖKTÜRK



Şaşkın bir hüzün ağacı açar içimde
Ölüm tarlalarına gökten kar ekilirken…
Böğrümde kan… İçimde kin nemlenir…
Cehennem tasvirleri akseder gözlerimde

Bir hemze sessizlik…
Ve gürlek bir nara ardından: Sanır mısın ki.
Zarif, kırılgan bir ateştir sair intikam;
Zamanın hitamesinde esrik bir nârda mı yalnızlık.
Yoksa hutamede bir inkârda mı sana olan intikam.
Evet belki yüzüstü sürünecek nefsimin kelimeleri…
Lakin sakar bir ateşin sıcağında solarken intikam…
Kendimi bulmadan ölmeyeceğim…

KUŞ KADAR AŞKIMIZ VAR MI? / Ahmet Doğan İlbey


Tasavvufta insana ait hâl ve kavramların kuş sembolleriyle anlatılması edebiyatımızın güzelliğine derinlik kattığı gibi, mâna dilimizi de derinleştirmiştir.

Tasavvuf şiirinde bülbül âşık, gül de mâşuktur. Bülbül ilâhî aşkla yanan can ve ruhun timsalidir. Ten kafesinin içinde uzak kaldığı ilâhî sevgilisi’nin, yâni gülün hasretiyle feryat eden, Allah’a ulaşma arzusuyla yaşayan bir âşıktır.  

İbnü’l Arabî Hazretlerinin, “Kuş Kadar Aşk” sözleriyle “Hak âşığıyım” diyenlere sorduğu soru her âşığın altından kalkacağı bir hâl değil. Mânevî ciheti çok ağır olan bu sualin muhatabı olacak mertebede değilim ama, okurken cezbeye kapılırım:

“Yerde yatan kuşu düşünmem ben. Acıyla havalanan âşık kuşun kalbine dalarım. Avcılar dişi kumruyu vurunca, bunu gören erkek kumru kendi etrafında fır dönerek havaya iyice yükselir, gözden kaybolurmuş. En yükseğe varınca kanatlarını kapatır, başını yere çevirir ve çığlıklar atarak kendini yere bırakır sonra paramparça olurmuş. Ey âşık, bu bir kuşun yaptığıdır. Peki, Allah aşkı uğruna senin tavrın nicedir?” (“İlâhî Aşk” kitabından)

Şeyhülekber’in sualinden anladığımız şudur: Âşık odur ki, Allah’ın ismini tesbih eden kuşlar gibi aşkında saf ve mert olandır.

Kendimize sormamız gereken şudur: Bülbül, aşkıyla mâşukunu buldu, ya biz modern insanlar kaybettikleri mâşuklarını bulabildik mi?

“Kuş kadar aşkımız” var mı? Kuşun aşkı uğruna yaptığı fedakârlığı yapacak bir gönle sahip miyiz?


OD'UNA HÂR / Ferhat AĞCA



Memduh ATALAY hocama...












Şaire ne oldu hocam?
Kesik elle tutulan bir bıçak gibi
Kırık bir cam parçası gibi 
Kıyıda köşede duran bir şair vardı.

Ayetleri kalbimize ilmek ilmek işleyen
Kâbe duvarlarında inleyen şaire ne oldu?

Kalbinde pırpır eden kuşları ürküttüler mi?
Aşkın ateşini hangi tülle kapladılar?
Bir tütün yakacak kadar ateş bıraksalardı bari.

Bin elle siper eder de
Bu hırçın fırtınada
İzin vermezdik sönmesine
Kalp kalbe verir de
Birer tütün yakardık.
  
Fırtına ki hem yaşartıyor, 
Hem en içine kadar kurutuyor gözlerimizi.

Pes etmesin şair, hocam!
Yine mağlup dönsek de seferden 
Yine Yunus karşılar bizi
Bir kucak odun ile. 


KALBİMİN ÜSTÜNDEKİ BAL BÖCEĞİ / Gümüş SİMYA












Mutluluğumu çizsem gökyüzüne,
Biliyor musun?
Yine seni çizerdim…

Önce gözlerinden başlar,
Yıldızları toplardım gözbebeğine…
Kirpiklerin değerdi,
Gökkuşağının tüm renklerine…
Orada,
Kendimi unuttuğum yerde,
Dağıtırdım tüm senli düşlerimi
Kalemden kalbine…

Sonra gülüşünü çizerdim.
“Anne!” dediğinde,
Yanağına düşen o gamze,
Gamzeme değerdi.
Söyle!
Nasıl çizebilir insan,
Kendinden bir parçayı…
Ancak,
Kim olduğumu hatırlardım,
Bu sımsıcak kelimede…

Bal böceğim!
Kalbimin üstünde geziyorsun…
Unuttum,
Bağışla!
Senin için bir çiçek olduğumu…

Gökyüzüme yine resmini çizdim…
Saçlarının kokusu sinmiş kalemime.
Bugün de seni kalb’ettim.
Bal böceğim!...


***
KIPIRDASIN KÂİNAT

Genç kız, oturduğu masadan usulca kalktı ve pencerenin kenarındaki saksının içinde duran hanımsepeti çiçeğine doğru yaklaştı. “Mevsimlerden sonbahar, aylardan ekim ve ben nerelerdeyim? “ Diye mırıldandı… “Hüzün yılındayım...”

Çiçeğin yapraklarını okşayarak “Hüzün yılı, ansızın hayatımıza giren bir fetret dönemi, bir düşünce yılı… Bu sene neler düşündüm neleri kaybettim ve nerelere geldim. “Acaba Yusuf gibi kuyunun dibine mi düştüm yoksa köle pazarında mıyım?” Benzetmesi yapmak ne kadar doğru ne kadar yanlış bilemem ama bu sene bir başka sene. Sıkıntı çekmek ne kadar zormuş bunu anladım. Bunu idrak ederken bir tohumun filiz vermek için ne kadar çok çaba sarf ettiği geliyor aklıma. Sonra Cenab-ı Hak’tan ümidimi kesemeyerek, ümidvar oluyorum. Bu zor seneden sonra mutlaka güzel yıllar da var olacaktır.

Mevsimlerden sonbahar, bahçedeki elma ağacı yağan yağmura, Kahramanmaraş’ın kara poyrazına inat, baharı beklemeden çiçek açmakta. Demek ki en zor günlerde dahi güzel günler saklı. Her şey zıddıyla anlam bulmakta, her şey saklandığı kadar derinleşmekte. Bu sene hüzün yılındayım.

Zaman akıp geçmekte, saniyeler birbirini kovalamakta, akrep ile yelkovan yarış halinde. Kainattaki zaman kavramının dengesi bu mu? Peki zaman içerisinde kazanan kim olacak? Akrep mi yelkovan mı yoksa saniye mi?

Ağlamak isteyip de tuttuğum o kadar çok hıçkırık var ki boğazımda. Hepsi birbirine düğümlü. Kirpiklerimin ucundaki salkım saçak bulutlar birbirine çaksa çevremdeki herkes sağanak yağış altında kalır, kim bilir? Dedim ya hanımsepeti çiçeği, bu sene hüzün yılındayım, mevsimlerden sonbahar.” Diye mırıldandı genç kız.

Nefesinden buğulanan cama dokundu bir dünya çizdi ve kâinat kavramını dünyaya nasıl aksettirebileceğini düşündü. Senelerini, mevsimlerini, hüzünlerini, mutluluklarını çizdiği dünyaya ne kadar sığdırabilirdi ki. Bunu yapamadı elinin tersiyle çizdiği dünyayı sildi. Dışarıda sağnak sağnağa yağan yağmur kainattaki kıpırtıyı haber ederken, anladı gökyüzü ceplerine sığmayacak kadar büyüklükteydi. Bu hüzün senesi bitecek kim bilir gökyüzü hangi güzel mevsimlerin habercisi olacaktı.

“İçimdeki ümidin habercisi ol!

Hüznümü elimin tersiyle de silmem,

Başım gözüm üstüne hüsn-ü yılım ol!

Ah etmem, kem söz söylemem,

Esen rüzgâr, yağan yağmur şahidim ol!

Gelecek olan baharı elimin tersiyle itemem,

Kıpırtılarla inlesin kâinat!”



***
ZARFI AÇILMAMIŞ MEKTUPLAR


Bu yazımın içeriğini zihnimde tasarlamadım ancak her şeyden evvel başlığını belirledim. “Zarfı Açılmamış Mektuplar” yazısı aslında bir nevi teşekkür mahiyetinde olacak ama benim için yüreklendirici ve onur verici bir hadiseden ibarettir. Dilerim sizler de bu yazımda kendinizden bir parça bulursunuz.

İlk yazım Lisedeki Edebiyat köşesinden kâğıda yansıdığında ailemden hiç kimse benim ne Şiir’i ne de Edebiyatı sevdiğimi bilmiyordu sadece hayatımın kitaplardan, sınavlardan olduğundan haberdardılar. Babam Şiirle ilgili ilk deneme yazımı okuduğunda eve gelmiş benimle onur duyduğunu ifade etmişti ki bu beni daha da yüreklendirmişti. Sonrasında birkaç derginin düzenlediği Şiir yarışmalarında derece almamla birlikte çevremdekiler de öğrenmişti, Şiir’i ve Edebiyatı sevdiğimi…

“Peki biz insan olarak neyi kimden saklıyoruz?”

Üniversiteye başladığımda kendimi okulumuzun kütüphanesinde bulurdum. Bir kitaptan diğerine dokunurdu kelimelerim, sonrasında yazılarım da şekil almaya başladı. Türk Dili ve Edebiyat dersi hocamız Öğretim Görevlisi (Şair) Şaban Sözbilici fark etti yazılarımdaki üslubu ve yıllar geçti hiç unutmadı adımı ve kendisine huzurlarınızda teşekkür ediyorum.

Şahsıma ait açtığım bir sayfaya gün yüzüne çıkmamış kendi dünyamı kendimce yazıyordum. Kahramanmaraş’ın yeni bir dergisi genç kalemlere yol gösterir olmuştu ve hala da devam ediyor. Bu dergiyi yöneten Şair-Yazar “Hasan EJDERHA” hocamızdı. Ben bu isme deneme yazılarımdan birini gönderdiğimde beni tanımadan ve hiç tereddüt etmeden “YOLDAKİ KALEMLER” dergisinde yayınlayacağını söyledi. Bir süre Yoldaki Kalemler dergisine aralıksız yazılarımdan gönderdim sonrasında tam 5 yıl benden ne bir deneme yazısı ne de bir şiir düştü e-posta kutusuna. Arada bir Google’da adımı arattığımda –yıl 2018 olsa da- yazar Ahmet Doğan İLBEY beyefendi’nin köşe yazılarının içerisindeki yazılarının birinde Yoldaki Kalemler’deki Kahramanmaraş’ın genç şair-yazarlar listesinde geçiyordu adım.

“Bu onurlandırıcı bir durumdu ve ben hala kendi kabuğumda saklanmayı seçmiştim.”

3 ay önce kadar okulumuzun kütüphanesine her gidişimde kapının önündeki bankta oturan Hasan EJDERHA hocamıza çekingen bir selamla, kütüphane kapısından içeri girer beğendiğim kitabı alır kapıdan öylece çıkar giderdim. Bir gün selam kelimesi tüm cesaretini topladı ve kendini tanıttı. Yıllar boyu Yoldaki Kalemler dergisinde yazan o adın sahibinin ben olduğumu söylediğimde Hasan EJDERHA hocam çok şaşırdı. Bu zamana kadar hiç tanışmadan e-posta kutusuna yazı gönderen o sessiz ismin ben olduğumu söylediğimde hem sevindi hem sitem etti.

“Yazılarım neden sessiz bir köşeye çekilmişti?”

Şimdi Yoldaki Kalemler’de bana yeni bir sayfa verdi, Hasan EJDERHA hocam. Kendisine öncelikle bu nazik davranışından dolayı çok teşekkür ediyorum. Bu müstear ismin arkasına saklanarak iyi mi yapıyorum kötü mü yapıyorum bilemiyorum ama bu isimle burada olmak da güzel…

Eğitimci-Yazar Ramazan AVCI hocama ve Şair-Yazar Semiha KAVAK hanımefendi’ye yazılarıma göstermiş oldukları -bu isimle yazmamı uygun bulmasalar da- ilgiden dolayı çok teşekkür ediyorum…

Evet lisedeki Edebiyat köşesinden Yoldaki Kalemler dergisine uzanan uzun bir teşekkür yazısını okudunuz… Bu sessiz duruşumu aşağıdaki şiirle noktalamak istiyorum. Bir sonraki yazımda görüşmek temennisiyle…

Hoşçakalın…

“Zarfı Açılmamış Mektuplar
Cümleler tedirgin,
Duygular bulutların gölgesinde…
Yağmur yağdı yağacak.
O zaman yeşil için kırılacak tohum!
Ve gökyüzünden mektuplar düşecek yeryüzüne…”



***
ATEŞİN KÜLDEN RENGİ


“Sabır: İşi bir dakika öncesine alma aceleciliğinden bir dakika sonraya bırakma tembelliğinden kaçınma ve korunma iradesi demektir. Sezai Karakoç/ Kıyamet Aşısı”

Okuduğu kitabın kapağını kapattı ve bu cümlede düştü gönlü…Düştü olduğu yere ve binlerce sabrettiği taşları vardı, her biri birbirinden farklı hal içinde ama öyle bir taşı vardı ki çok LALce bir haldi. Ama o, Hanzade için ne çok geç kalınmış bir duyguydu ne de erken gelmiş bir haldi. Kitapları delicesine severdi, okurdu okudukça halden hale girer empati çizgisini satırlarda aşardı. Şimdi kitaplardaki her konu, her tema onu hatırlatıyordu…Onu ve değerlerini…

Çalışma masasından kalktı ve ellerini ısıtmak için pencerenin önündeki peteğin yanına durdu. Perdeyi araladı ve camdan kendisine eşlik eden arap kızlarıyla toprağa inen her bir yağmur damlasını seyre daldı. Dalınca bir daha çıkamadı onlu hislerinden…

Ne kadar derindi kalbi ve de ne kadar umarsız! kızdı onun bu haline. Hanzade, sağ elini küçük bir yumruk yaptı, sol eli de sağ elini sıkıca kavradı. Soğuktan üşümüş ellerini ısıtmak için dudaklarına getirip bir nefes verince, ellerinde isten bir leke var oldu. Eliyle perdeyi aralayınca perdede isli bir iz oluverdi ve dalmış sözlerle;

“Yar/e/mi yaktın, Biriciğim…” dedi.

Camlardan buğu buğu süzülüyordu onla ilgili duygular. Nasır tutmamış ellerinden de öteydi, Hanzade’nin dünyası…Dudaklarında düğümlendi nemli cümleler ve toprak, yağmurları aldı bir daha geri vermemecesine…

Bir insan her yerde olur mu? Hanzade de onun için her mekandaydı. Tarifi imkânsız duyguların yaşandığı sokaklar, çıkmazlara çıkarsa da o, hangi sokağın başındaydı…Beyzade, Hanzade’yi bir kez daha düşündü. Ateş sadece düştüğü yeri yakardı, düştü var olduğu yere, bile bile...Ateş gülü yakıyordu kül etmek için…O ise o gülün varlığından gülümsüyordu herkese. Mısraların ucu yanık koksa da koklatsa da onu her şeyden öte hissediyordu.

Çok susadı, bir iki bardak derken suyu ömrü hayatında hiç görmemiş gibi kana kana içti. Hanzade, boş bardağa bir kere daha baktı ve söylendi bardağa;

“-Üstada sormuşlar kırılan kalp yine sever mi?

Üstat da “evet” demiş.

Adam peki demiş,

-Üstadım siz hiç kırılan bardaktan su içtiniz mi?

Üstat da cevap vermiş; “Peki sen hiç bardak kırıldı diye su içmekten vazgeçtin mi?”

Hanzade, ne kadar duygu yüklemişse kalbine, bardağa bir göz ucuyla nazar etmesi ve bardağı pencerenin kenarına bırakıp, onun kırılmasını seyretmesi anlık oldu. Bir cam kırığı ne kadar da acımasız oluyordu gülden bir yaprağın tenince değince…Kanıyordu nasır tutmamış hisler… Suyun altına tuttu tüm duygularını, baktı ucu yanmış mısraların islerine, suyla akıp gidiyordu ateşin külden rengi…

Öğle sonrası dersine gitmek için hafif uzandı pencere kenarındaki kanepeye. Biraz olsun uyumak dinlendirirdi, zihnindeki başı ağrıyan cümlelerini. Kapının kilidi açıldı ve Hanzade baştan ayağa süzdü geleni, tanıdı. İçeri girenin boyu ne uzun ne kısaydı...Hızlı adımlarla koşan, duyguları ruhuna dokunacak melalde gelen Beyzadeydi. Hanzade’nin yanına gelip onun gökten yıldızlar düşmüş saçlarına dokunmak için tam eğilmişken uyandırdı onu., yakaza bir düşten…

Okuduğu kitabın sayfasındaki bir SEN kelimesi ne kadar da dağıtmıştı dünyasını. Camdan bakan arap kızlarının saçları dahi bu duygu hazanında arapsaçına dönmüş. Hanzade için ben! diye başlayıp sen! diye biten cümleler, onlar için “O” olmuştu. Türkçede kullanılan tüm şahıs zamirleri onu sahiplenmişlikleriyle; “sen” zamiri, “Benim!” olurken, “ben” zamiri “Seninim!” diyordu…

Hanzade için ne çok geç kalınmış bir duyguydu ne de erken gelmiş bir haldi. Kitapları delicesine severdi, okurdu okudukça halden hale girer empati çizgisini satırlarda aşardı. Şimdi kitaplardaki her konu, her tema benden ve senden ibaretti…

Yar/e/mi yaktın, Biriciğim! Dedi ve yutkundu, Kıyamet aşısı kitabından bir sayfa daha çevirdi. Gökyüzünden düşen bir damla yine SEN kelimesini tam kalbinden vurdu…



***
YENİDEN BAŞLAMAK



Kendimi bulduğum zamanın ötesinde geçiyor zaman. Kalemin ucundaki tüm harfler birbirleriyle yarışır gibi sıralı cümle olma peşinde. Düşünüp de yazıya dökmeyi istediğim o kadar cümle var ki birbirini kovalarcasına kaçışmaktalar. Bense yeni cümlelerin peşinde iz sürmekteyim. Harfler ve kelimeler birbirlerinin nazında.

Bahar geldi harflerle hemhal olup fiyakalı cümleler kurmak lazım. Hangi duyguya seslenelim ki onu kalbinden vuralım. İçimizden geldiği gibi yazarak duyguları coşturalım. Kimisi naz etsin cümlelerle kimileri ağlasın yağmur yüklü harflerle. Diğerleri rüzgarla esip savrulsun gitmek isteyip de gidemediği toprak hisli sayfalara.

Kendimi bulduğum zamanın ötesinde geçiyor zaman. Cümleleri derleyip toparlayıp kim bu hale getirdi bilinmez ama duygular bir başka bugün sayfalarda. Harflerle kelimeler yağmurla rüzgârın var olduğu iklimlerde kavruluyor. Bugün bir başka harfler bir başka geçiyor zaman ve bir başka gidiyor ömür.

Ne kadar yazı yazarsak yazalım her geçen gün, cümleler yenilenmekte. Bir önceki gün yazdıklarımı beğenmiyorum. Hiçbir harf kızmasın darılmasın ama durum böyle. Merak ettiğim bir şey var, birçok harfin birleşmesiyle oluşan kelimeler nasıl olur da mana taşır? Manayı okuyan mı yaşar yoksa yazan mı? Peki her bir harfin kaç boyutlu anlamı var? Tüm bu sorular başlı başına bir bilmece.

Kendimi bulduğum zamanın ötesinde geçiyor zaman. Harflerle kelimeler birbirine girdi. Savaş yok sadece koyu bir sessizlik içinde kimin kim olduğu belli değil. Harfler kelime libasını giydiğinde sadece mana boyutunu algılayabiliyoruz peki ya duygu ? Duygunun kimliğini ancak kelimenin cümle içerisinde ahenkle konuşmasından anlıyoruz. Çünkü o anda cümle içinde kendimize de duygu babında yer açıyorsak duygumuzun kimliğini görebiliyoruz.

İsterse harfler küserse küssün, yağmur yüklü mana altında kalırsa kalsın, dilerse rüzgarla savrulup dağılsın şu bir gerçek ki her yeni gün yeni bir başlangıçtır. Geçmişteki tüm cümleler geride kaldı bugün de kelimeler fiyakalı cümle olma peşinde.

Kendimi bulduğum zaman, kalem kırıldı…

Vakitlerden akşam, yağmur bulutların boğazına düğümlenmiş bir ip gibi nerdeyse koptu kopacak. Elmanın içindeki çekirdek toprakla buluşmayı bekliyor. Yuvasına çekilen karınca kış hazırlığını tamamlamış, kış uykusuna girdi girecek. Peki bu yağmur hangi mevsimlerin adını yazacak, bilir misin?

Vakitlerden akşam, kelam tükendi, sükutun derinliğinde bir hal var. Sayhanın sessizliğindeki dipsizliği dinlenerek dinlemek ne kadar yorucu ise yazmak için beklemek de bir o kadar zahmetli. Birazdan fırtına rüzgarla buluşup en haşin çığlığını çarpar gökyüzüne, bulutları birbirine bağlayan hıçkırıklı düğümler tek tek kopar, her biri yeryüzüne savrulur bin bir rahmetle.

Hiç zahmet çekmeden bereket toplayan parmaklar gördün mü?

Vakitlerden yağmur, zamanlardan akşam, ezan bitti.

Kelam tükendi-kalem gitti.


***
YENİDEN BAŞLAMAK



Yeniden başlamak ama nereye? hangi yöne? neye? Ne için?

Sıraya giren o kadar kelime var ki, hangisinden başlasam da satırlara not düşsem. Bugün hava güzel diyebiliyorsam o zaman yaşamak çok güzel! Tam zıddı bir cümle kurduğumda ise ortaya fırtınadan daha kötü bir hava var olacaktır. O zaman ne yapmalıyız? Yaşama kaldığımız yerden başlamalı, dünü unutmadan ders alarak, bugünü yaşamalı yarın için tedbirli durmalıyız.

Kaleme, sayfaya, silgiye, harflere usulca dokunarak yeniden yazmaya başlamak lazım…Nasıl bir cümle kursam diye değil, yazdıkça nasılım diyebilmeli insan. Zihin, kelimeleri sıraya bıraktıkça daha da rahatlayabiliyorsa o zaman yazmaya devam etmeli. Şimdiki gibi, cümleler birbiri ardınca hazır ve nazır olacaktır. İnsan kendini okudukça yazar, sözüne kanıp yeniden başlamalı yaşamaya.

Peki yaşadığımızı nasıl vurgulamalıyız? Hiç bu soruyu sorduk mu kendimize. Sesimizi duyurabildik mi dışımızdakilerden çok içimize. İçimiz dedik ya peki içimizdekiler kim? Beni “biz” yapan nesneler neler? Dış dünyadan aldığımız değerlerimiz… Değerlerimiz ne kadar değerli olursa yaşamaya dair ümit varız.

Dışarda esen rüzgâr havanın, toprağın, ağaçların sırtına dokunduğun kadar omzuma dokunsan da sırtımdaki yükü kaldırıp, beni silkeleyip kendime getirsen ne iyi olurdu. O zaman yeniden başlamanın hazzına ererdim. Aslında dünde yaşanılan birçok şey iyi ya da kötü bizi kendimize getirmiyor mu? Dün, bir rüzgâr gibi sırtımıza dokunup, önümüzdeki adımlarımızı saydırmıyor mu? İşte dün bir rüzgâr vurdu beynime bugün o rüzgârın keskin soğuğu iliklerime kadar etki etmekte, yarın ise rüzgârdan sonrası soğuk bir dinginlik. Peki yarını yaşarken bugün yine dünde mi kalacak?

İşte her gün yeniden yaşıyor gibi güne başlamak lazım. Vakit seher vaktiyse odana, yaşamına, ruhuna bereket girsin istiyorsan o zaman usulca yerinden kalk, pencereyi aç.

Dışarda esen rüzgârın kanatları,

 Okşasın saçının her bir telini.

 Masada duran kalem titresin, sayfalar birbiri ardınca açılsın. Rüzgâr öyle bir rahmettir ki dokunduğu her nesneye yaşam verir. Kıpırdasın kâinat! / “Ben yaşamaya geldim.”


***
TESBİHİN İPİNİ KESEN DUA


Yüzüne yansıyan coşku taştıkça, aynanın içindeki çehrenin elindeki teşbihin taneleri avuçlarında yuvarlandıkça, çevresinde pervane gibi dönüyordu dünya… “Sonunda ve yine başında hep o vardı yanımda!” diye mırıldandı dudaklarından dökülen her bir dua…

Bu yolculuğa çıktığında ilk önce onun adını öğrenmişti dili, sahi o zamanlar kalbinde gerçekten o var mıydı?

Şiir kokulu bir sohbetle demlenmiş çay bardağındaki sıcacık çayına tat getirmesi için, ilk önce şekeri atıp, kaşığın ucuyla hafifçe çay bardağını karıştırdı… Aslında şekerleşen, yüzüne yansıyan coşkunun memnuniyetiyle harmanlaşan çocuksu bir mutluluktu… Karşısında duran aynanın içindeki çehre de sahi bu coşkunun anlamını çözebilir miydi?

Kavrayabilir miydi bedenine dar gelen bu kıyafetin ölçüsünü?

Sahi bu kıyafet dediği de neydi?


Genç kız çayını yudumladıkça tatlaşıyordu şiirden demetlenmiş duygular. Kelimler konuştukça tesbihin her bir tanesi hızlanıyordu aynanın içindeki çehrenin avuçlarında. Ayna genç kızın öğrendiği ilk kelimeyi kalben söyledikçe genç kız elindeki çay bardağında çayının sonuna geldiğini fark etti, düşündü “Sanırım şiir kokulu sohbetin sonuna geldik…” Oysa aynanın içindeki çehre “Bence gelecek şiirlerin başlangıcına geldik…” diye yanıt verdi…

Aslında bu ses, aynadaki çehrenin elindeki tesbihdeki duanın sesiydi.

Dua genç kıza seslendi.


“Seni sonbahardan ilk bahara getiren bu mevsim nasıl olur bilir misin? Sonbaharı yaşarken birden ilk baharı yaşamana vesile olan bu ipin ucundaki her bir tesbih tanesinin bir sonrakine dokunuş evresini bilir misin? Her bir tesbih tanesi birbirine bağlıdır ve her biri birbirini etkiler, Tıpkı sonbahar yapraklarının mevsimini bitirmesiyle ilkbaharda açacak olan yeni yapraklara aşı olmaları gibi... Sahi bu çektiğin tesbihin ipini kesen nedir? Hadi bugün tesbihin ipini kesen duayı yaz!”

Genç kız, çay bardağındaki son çayı da yudumladıktan sonra görebildi karşısında kalemine yansıyan hikâyelerin nasıl oluştuğunu idrak eden bir kalp vardı… O kalp fark etmişti, genç kızın uzun zamandan beri sonbahar da dâhi şükür tesbihini çektiğini. Çünkü aynadaki çehrenin avuçlarında birbirine dokunan tesbih “Şükür!” derken tüm dualar genç kızın avuçlarında yeniden dua olup toparlanmak için masanın etrafına dağılmışlardı. Her bir dua tanesi:

“Benim adım Şükr! Her halime şükrettim…

Benim adım Şükr! Her halime şükrettim…

Benim adım Şükr! Her halime şükrettim…” derken bir tesbih tanesi masadan tam düşerken genç kız ipi kesilen tesbih tanesini avuçlarına aldı, “Şükürler olsun yakaladım aslımı, bedenime dar gelen kıyafetin ölçüsünü buldum…” dedi ve yazdı…

“Dua insanın aslını bulmasına vesiledir…”

Her ânınız dua olsun!




***
GÖKYÜZÜMDEKİ/KALBİMDEKİ İZLER...


“İçimden geldiği gibiyim, desem de çevrenin etkisi de (iki de bağlacının arka arkaya kullanımı akıcılığı bozuyor.) değiştiriyor huy ve mizacımı. (Huy ve mizac aynı anlama gelir.) Farkındayım bendeki zayıflığın gün geçtikçe başkalaştığını, görüyorum sende gücüne güç katan kuvvetin alanını…” dedi Simya Filozafa, sessizce… Lakin Filozof duymadı Simyadan gelen bu sesi…

Sahi neydi Simya! (?)

“Simya, en genel anlamı ile bir sanat ya da bir teknik olarak anlaşılabilir ve amacı, maddenin içindeki altını ortaya çıkartmaktır. Simyacılara göre madde hastadır ve iyileştiğinde altın ortaya çıkmaktadır. Simya bu amaçla “Felsefe taşını” aramaktadır. Bu taş maddeyi altına çevirebilmekte ve bundan elde edilen iksir (Elixir) ile insan ölümsüzlüğe kavuşabilmektedir.”

Filozof önündeki kitaptan bu satırları okurken Simya, karşısında gözleriyle onun her bir halini süzmekteydi…

Simyanın bakışları Filozofun uzayan saçlarına takıldı. Her saç telinin üzerinde asılı kalan düşünceleri görebiliyordu. Kimisi çok mutlu, kimisi alışmak istemez gibi bir diğeri umursamaz, bir başkası kararlı ve düşüncelerin bu farklı halleri, cümleler uzadıkça devam ediyordu.

Filozof kimdi ki bu denli Simyayı sert darbelerle yontuyordu. Sahi Filozof bir Simyacı mıydı?
“Simyacı, kurşunu altına çevirmeye çalışan, evrenin dört elementten (toprak, hava, su ve ateş) oluştuğuna inanan ve çalışmalarını bu yönde yapan bilim adamı.” diye geçen cümlenin altını çizdi Filozof…

Simyanın gözleri bu sefer, Filozofun gözlerinin rengiyle karşılaştı. Renkler birbiriyle o kadar çok sarmaş dolaş olmuşlar ki Simya bu renklerde binlerce ayrıntıya şahit olmuş sesli düşünceler gördü. Filozof bir an sert bakışlarla Simya’nın gözlerinin rengine bakmadan bakışlarına sert bir düşünce fırlattı…

“Niye dikkatle bakıyorsun?” dedi Filozof Simya’ya…

Simya, dudaklarını büktü ve “Hiç!..” dedi usulca…

Filozof, “Hiç” kelimesinin arkasına takıldı...

“Bu kelimeyi ancak varlığını anladığın durumları saklamak için kullanırsın, aslında büyük şeyler yakalamışsındır da muhatabın olan kişiyi bunu anlatacak ölçüde denk bulmazsın kendine…” diye geçen cümle bir sonraki sayfaya merakla geçirdi Filozofu…

Simya’nın kirpiklerinde asılı kaldı her bir duygu… Önce “Hiç!” kelimesi düştü o kadar büyüktü ki bu kelime ilk onu taşıyamadığı için Hiç! kendini boşluğa bıraktı ve şıp! Diye değdi Simyanın yanaklarına sonra dudaklarında ıslak kalan düşüncelerle birleşti, yutkundu. Simya, ağzının içindeki düşünceleri bir kez daha sakladı…

“Düşünceler, ağzımın içinde, alabilir misin?” dedi Simya Filozofa…

“Düşünceler basitse elbette okunmaya/anlaşılmaya değmez, ancak derinlerde saklıysa bu bir Simyacı’nın işidir...” diye devam ediyordu Filozofun dudaklarında kitaptan okunan cümle…

Sonra Simya’nın bakışlarında asılı kalan kararlılık ağır geldi, o da Hiç! kelimesine eşlik etti koşar adımlarla...

“Bana ağır gelen her hali taşıyamıyorum, bu yüzden basit kalıyorum karşında…” dedi Filozofa Simya…

“Bir düşünce eğer hak ediyorsa mutluluğu, hiç bırakmasın her daim kuvvet alsın. Taşıyamıyorsa, kararsız ve zayıf düşüncelerin varlığından dolayıdır. Mutlu olmak için önce, bu kararsız ve zayıf düşüncelere yer vermemelidir…” diye geçen cümlede durdu Filozof. Kitabı bir kenara bıraktı… Simyanın simasına baktı ve sordu…

“Ne istiyorsun?...”