“HİÇ” / Ali YURTGEZEN

Edirne’de Selimiye Müzesi avlusundaki bir hüsn-i hat sergisini gezerken iki gencin konuşmalarına kulak misafiri olmuştum. Modern giyimli bu iki genç ilgisiz bir tavırla öylesine dolaşıyorlarken birden bir hat tablosu önünde durup yüksek sesle konuşmaya başlamışlardı. Şaşırmış gibiydiler. Birisi, “A, bak bu filancanın bileğindeki döğme” dedi; diğeri, “Evet evet, aynısı” diyerek doğruladı onu. Ne kadar hoş bir “kaligrafi” olduğundan falan bahsettiler. En çok da bu döğmeyi yaptırdıktan sonra adını andıkları kişinin popülaritesinin nasıl arttığına dair tanıklıklarını aktardılar birbirlerine. Önünde durdukları hüsn-i hat levhasında “hiç” yazıyordu.

Hattatlar ve bu hattı duvarlarına asan eskiler bir gün “hiç” yazısının popüler olmaya, başkaları tarafından tanınıp bilinmeye alet edilebileceğini hiç düşünmemişlerdi herhalde. Çünkü insanları mahviyyete, yani kendilerini yok hükmünde görmeye, başkalarınca tanınıp bilinmemeye çağıran tasavvufî bir ikazdı bu yazı.

MAHVİYYETİ HATIRLATMAK İÇİN

Tasavvufun evveli de ahiri de mahviyettir. Evvelindeki mahviyyet, neyin ne olduğunu ben bilirim, ben belirlerim iddiasındaki benliği terk etme zaruretini kabuldür. Yine bir ön kabul olarak kişinin kendisini önemli, değerli, üstün ve kudretli görmekten, kendini beğenmekten imtina etmesi gerektiğine rıza göstermesidir. Bunlar bir mürşid-i kâmile teslimiyetin de şartlarıdır aynı zamanda. Zira ancak tevazu ile, kusur ve aczini bilerek, kendini bir şey sanmadan bir “hiç” olarak Allah dostlarının kapısına varanlar yol alırlar.

Tasavvufun ahirindeki mahviyyet, mürşid-i kâmilin terbiyesi ile başlangıçtaki bu kabullerin hale dönüşmesidir. Mülkiyet ve varlık iddiasından uzaklaşmak, beşerî sıfat ve arzuların tasallutundan kurtulmaktır. Kendisinde bir üstünlük vehmetmemek, gösterişten sakınmak, gurur ve kibirden arınmak, haddini bilmektir. Bütün iş ve davranışlarında Cenâb-ı Mevlâ’nın iradesine tâbi olarak O’ndan gelene rıza göstermek, şikâyeti terk etmektir. Ölmeden evvel ölmek, dolayısıyla bir ölü gibi dünyalık anlamında ihtiyaçtan azade olmaktır. Kendini bilmek, Rabb’ini bilmek ve bu marifetle bir kul olarak aczini, yetersizliğini, faniliğini bilip bir hiç olduğunu idrak eylemektir. Bu, fani olanı var kılma çabasını bırakıp gerçekten var ve baki olana ulaşmanın yegâne yoludur. Ol sebepten Aziz Mahmud Hüdayi k.s. hazretleri, “Varlığın eyle zail / Olagör Hakk’a vâsıl” buyurmuştur.

İşte “hiç” hattı bunları hatırlatmak için yazılır ve bunları hatırlatsın diye eskiden özellikle dergâh ve tekkelerin duvarlarına asılırdı. Mahviyyet, “mahfiyyet”i, yani diğer insanlar nezdinde görünür olmamayı gerektirdiğinden sâlik başlangıçta övülmekten, dikkat çekmekten, tanınıp bilinmekten kaçınmak adına güzel amel ve davranışlarını gizleme yolunu seçerdi. Mahviyyet hali kuşanıldıktan, hiçliğe ulaşıldıktan sonra ise görünür olmak zaten mümkün değildi. Hiçlik yahut mahviyyet halini tercihin de yaşıyor olmanın da alâmeti “ben” dememekti.   

“BEN” DEMENİN TÜRLÜ YOLLARI

Kelâm-ı kibardır; “Ben demek şeytana mahsus” buyurulmuştur. A’raf suresinin 12. ayet-i kerimesinde bildirildiği üzere, Allah Teala İblis’e, “Emrettiğim halde seni Âdem’e secde etmekten alıkoyan nedir?” diye sorduğunda İblis, “Ene (ben)” diye söze başlamıştı. “Ben ondan daha hayırlıyım. Çünkü beni ateşten, onu balçıktan yarattın.” demişti. Ayet-i kerimenin ışığında, şeytana mahsus olan yahut insanı şeytanlaşmaya sürükleyen ben zamirinin, ilahi iradeye muhalefet cüretkarlığına sevk eden bir üstünlük iddiasıyla söylenmiş “ben” olduğu anlaşılıyor. Bununla beraber ucb, kibir, gurur ifadesi olarak veya haklı bir sebebe dayansa dahi övünme maksadıyla sarf edilen her “ben” lafzı, “üstünlük takvadadır” buyuran Allah Teala’nın iradesine bir nevi itiraz sayıldığından bu çerçevede değerlendirilmiştir. Buradaki asıl arıza, kulun kendisinde Rabb’ine rağmen başına buyruk bir varlık yahut benlik vehmetmesi, Rabb’ine nispetle hiçliğinden gafil olmasıdır. Yani sıkıntı ben lafzından ziyade bu kelimeye yüklenen benlik iddiasındadır. Nitekim insanlar üstünlük davası veya övünme maksadı taşımadan da kendilerinden bahsederken pekâlâ ben diyebilirler. Yahut bazen bir sorumluluğu üstlenmek için ben demek mecburiyeti hasıl olabilir. Tasavvuf ehli böyle mubah hallerde bile verâları mucibince yine de ben demeyi tercih etmemişler; bunun yerine “fakîr, âciz, bendeniz” gibi tevazu ve mahviyyet ifadesi ibareler kullanmışlardır.
  
Kaldı ki zemmedilen manasıyla ben demek, sadece lafzen ben demekten ibaret değildir. Hatta insanlar daha çok hal diliyle “ben” derler. Giyim kuşamıyla, oturup kalkmasıyla, malı mülküyle, bilgiçlik taslamasıyla, tüketim kalemlerindeki lüks ile de bir üstünlük taslamak üzere “ben” denebilir. Esasen her fark edilme, öne çıkma, dikkat çekme, görünme veya gösteriş çabası, değişik maksatlarla da olsa “ben” demektir. Ve bugün teknolojinin sunduğu iletişim ortamlarında hemen herkes çığlık çığlığa “ben” diyerek varlığını gösterme, var olduğunu ispatlama yarışındadır.

KENDİMİZİ KİME BEĞENDİRELİM?

Modern insanın görünme tutkusu anlaşılabilir. Çünkü Yaratıcısı ile irtibatını koparmış, savrulmuş; var ediliş maksadını unutmuştur. Hüviyetini, yani Mevlâ’sına aidiyetiyle kazandığı kulluk statüsünü, dolayısıyla anlamını ve değerini kaybetmiştir. Kelime yetersizliği sebebiyle bu da bir hiçlik hali diye nitelenebilir. Ancak hiçlik Müslüman için ebedi diriliğe ve saadete ulaşmak üzere tercih edilen bir yöneliştir. Müslümanın hiç mesabesinde gördüğü varlığı, yoktan var edilen beşer tarafı ve beşeriyetinin arzu ve istekleri manasına nefsidir. Yoktan var edilen varlığının başlangıçtaki yokluğunu esas alarak bâki yanına, nefha-i ilahi üflenen ruhuna, esma ilminin ve “Belâ” misakının yerleştirildiği âdemiyetine talip olur. Bu yüzden beşerî vasıflarıyla övünmek, görünmek, fark edilmek, beğenilmek gibi bir derdi yoktur. Modern insanın hiçliği ise maruz kalınan bir hiçliktir. Bakî yanını kaybetmekten kaynaklanan bir yokluk, anlamsızlık yahut boşluk halidir. Yaşlılığı ve ölümü ötelemek, hatta mümkünse engellemek için beyhude bir çaba ile hep var olmak adına beşer tarafını tahkime çalışır. Ve ancak başkalarına göstererek var olduğuna inandırabilir kendini. Böylelerinin görünme yahut fark edilme tutkusu, içinde bulunulan boşluğun derinliği nispetinde abartılmakta, o kadar ki bazen mahremiyetler bile pervasızca sergilenmektedir.

Başta bahsettiğim gençlere bütün bunları birkaç cümleyle de olsa anlatabilir miydim, bilmiyorum. Zaten denemeye de teşebbüs etmedim. Kabe’yi tavaf ederken cep telefonuyla memleketine naklen yayın yaparken arada oradakilerin hal hatırını da soran, selatin camilerinde ikamet okunurken kalkıldığında selfi çeken, sosyal medyada “bugün şöyle bir hayır hasenat işledim” mealinde paylaşımlar yapan kardeşlerimizi hatırlayıp vazgeçtim.

Batılı sosyologlar bile, “Teknolojiyi insanlar icat ediyor ama teknoloji de marazî bir insan tipi inşa ediyor.” diyerek büyüyen bir tehlikeye dikkat çekiyorlar. Galiba bizim de başkalarından evvel kendimizi bu konuda sorgulamamız gerekiyor. Bizi tasavvuf terbiyesi mi inşa ediyor, teknoloji mi? Allah Teala’nın güzel hallerimizi görüyor ve biliyor olması bize yetmiyor mu? Kendimizi öncelikle Allah’a mı, insanlara mı beğendirmeye çalışıyoruz? Ve hiç olma teklifi nefsimize ne kadar ağır geliyor?    
  


***
MÂNÂNIN YÜZÜNÜ ÖRTMEK


Yunus Emre;
“Çıktım erik dalına, onda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıyıp der ne yersin kozumu”
diye başlayan meşhur manzumesini, 

“Yunus bir söz söylemiş hiçbir söze benzemez,
          Münafıklar elinden örttü mânâ yüzünü.”

mısralarıyla bitirir. Bu manzumeye divanlar ile manzumeyi şerheden risalelerde “gazel, kaside” gibi isimler verilse de edebiyat nazariyecileri “şathiyye” diyor. O kadar ki şathiyye türünü izah veya tarif eden bütün kaynaklar, örnek alarak Yunus’un bu şiirini mutlaka zikrederler. 

Şathiyye, “dudaklarda bir tebessüm uyandıran, daha ziyade manzum sözler” şeklinde tarif edildikten sonra ”şathiyat-ı sofiyane” diye bir tasnife gidilerek, mutasavvıf şairlerin bu sözleri lâ-dinî halk hezeliyatından ayrı tutulur. Şathiyyat-ı sofiyane’ler “Bazı meczupların sözlerini taklit suretiyle yazılmış, zahirde saçma görünen fakat şerh ve tahlili halinde mânidar olduğu anlaşılan manzumeler” diye biliniyor. Aslında “şathiyye” olarak adlandıragelmiş birçok söz ya da manzumenin bu tarife dâhil edilmesi mümkün değil. Tarz olarak birbirinden farklı şatıh örneklerini yukarıdaki tarifle değil ama alışılmışın dışında, çizgi dışı bir üslupla söylendikleri için ortak bir kategori kabul edebiliriz. Nitekim şatıh kelimesinin kökündeki “hareket, sarsıntı” mânâsı ve Mağrip Arapçasında “raks” karşılığı kullanılıyor olmasıyla, bu türün ancak kelime ve kavramlara adeta raksettiren, takla attıran onları yerinden uğratan bir beyan tarzından dolayı farklılık kasbettiği söylenebilir. 

Mizah, mübhemiyet, aykırılık, pervasızlık ve binaenaleyh umursamazlık şathiyye türünün hususiyetleri değil, çizgi dışı beyan tarzının muhtelif görüntüleridir. Bu sebepledir ki şatıh örneklerinde bunların tamamına rastlanmaz. Kaynakların “şathiyye” diye nitelendirildiği söz veya manzumeleri üç grupta değerlendirmek daha doğru gibi. 

1. Bazı mutasavvıfların verd ve istiğrak halinde söyledikleri lafzen dinî kaidelere aykırı gibi görünen tuhaf, aşırı sözler. Tasavvufî ipuçları ihtiva etmekle beraber mânâları açık olmayan, şerh ve izaha muhtaç bu türlü sözleri zahir uleması hoş karşılamıyor. Hallac-ı Mansur, Sehl-i Tusterî, Beyazıd-ı Bistamî, Abdulkadir Geylanî,Mevlânâ, Hacı Bektaş-ı Velî, Şıblî, Muhyiddin İbn-i Arabî gibi mutasavvıflardan bu minval üzere sadır olan bazı sözler meşhurdur. Söylenenler dahi böyle beyanların tehlikesini kabûl ederler ama bu, Cüneyd-i Bağdadî’nin ifadesi ile “Hâlin söze galebesi”dir. Yunus’un bu vadide söylediği şiirlerden biri:

 “Adım adım ileri, beş âlemden içeri,
On sekiz bin âlemi, geçtim bir dağ içinde."
diye başlayıp,

“Yunus aydur gezerim, Dost iledir pazarım,
Ol Allah’ın didarın, gördüm bir dağ içinde.”
kıtasıyla biten “bir dağ içinde” redifli manzumesidir. Bir diğeri ise:
          “Bir sâkîden içtim şarap, arştan yüce meyhanesi,
          O sâkînin mestleriyiz, candan onun pervanesi.”
diye başlıyor. Bu manzumenin hitamındaki:
         
“Yunus bu cezbe sözlerin, cahillere söylemegil
          Bilmez misin cahillerin nice geçer zamanesi.”
sözleri, Yunus’un “tehlike”nin farkında olduğunu gösteriyor.

          2. Şathiyye türünün birbölüğü münhasıran “ahret hayatı”nı konu ve cennet nimetine karşı kayıtsız, cehennem azabına karşı pervasız bir tutum yansıtır. Daha ziyade Bektaşî geleneğinde görülen bu çeşit şathiyyelerde “hürmetsizlik” gibi değerlendiren ifadeler, nimet ve külfete bağlı olmayan bir “aşk”ın samimî cüretkârlığıdır. Belki “zahit tipi”nin cennetteki konfora duyduğu iştiha ile cehennem azabından ürpermesinin altındaki nefsaniyetten dolayı ince bir istihza da vardır bu şiirlerde. Kaygusuz Abdal, Pir Sultan Abdal ve Azmî’nin çok bilinen bazı şiirleri bu şathiyye türünün örnekleri sayılabilir. Yunus’un:
          “Sırat kıldan incedir, kılıçtan keskincedir
          Varıp onun üstüne ev yapasım gelir.”

          “Altında gayya vardır, içi nâr ile pürdür,
          Varaben o gölgede biraz yatasım gelir.”
beyitlerinin yer aldığı manzumesi de böyledir. Bu şiirin;
          “Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme
          Seni sîgaya çeker, bir Molla Kasım gelir.”

Şeklindeki son beyitinde hem çizgi dışı üslûbun farkında olunduğunun itirafı, hem de zahir ulemasının zemmi vardır.

          3. En başta bazı mısralarını verdiğimiz “Çıktım erik dalına..” matla’lı şiirin dahil edilebileceği “tebessüm vesilesi” şathiyyeleri üçüncü bir grup olarak diğer ikisinden hayli farklı bir yere koymak gerekiyor. İlk iki grupta şathiyyelerin ifade garabetine muhteva sebep olurken, bu defa çizgi dışı üslûp” bilhassa tercih ediliyor sanki. Frenklerin “absürd” dediği, eşyanın tabiatına, dolayısıyla mantığa aykırı bir jargon, bu şathiyyelerin ayırdedici vasfı olurken, neden böyle bir ifade tarzının hususen seçildiği sualini beraberinde getiriyor. Pozitivist bir yaklaşımla “saçma” görünen, tebessümü davet eden mizah unsurunu da yine bu “taammüdî saçmalık” ile sağlayan metinler hiç şüphesiz derin mânâlar barındırıyor. Öyle olduğu içindir ki Yunus’un “Çıktım erik dalına” sözleriyle başlayan şathiyyesi Şeyhzâde Niyazî-i Misrî, Ali Nakşibendî ve İsmail Hakk Bursevî tarafından ayı ayrı şerhedilmiştir; Aşık Paşazade ve Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’ne nazireler yazdırmıştır. Fakat yine de Yunus, “bir mürşid-i kâmil nezaretinde şeriat, tarikat, hakikat sırasına riayet gerekliliği”ni neden “Erik ağacına çıkıp üzüm yedim.(Beni gören) bahçe sahibi, ‘niye cevizimi yiyorsun!’ diye çıkıştı.” mealinde bir beyitle anlatmayı yeğlesin Dünya hayatının geçiciliğini, insanın ömür boyu itina ile yığdıklarının bir fiskelik hükmü olduğunu, niçin;

          “Şişeden bina kursalar / bir hayli vakit dursalar
          Sonra sopayla vursalar/ ne hoş olur şangırtısı.”
gibi çocuksu avamî bir coşkuyla versin? Yunus,  tasavvuf penceresinden birçok diğer Şiilerinde yüzlerce mısrada sofi ıstılahlarıyla, alışılmış remizlere ve son derecede sanatkârane bir tertiple ifade edebilen bir şairimiz. Sayısı az da olsa bu tür şathiyyelere niçin ihtiyaç hissetmiş? .kendisi “Münafıklar elinden mânâ yüzünü örtmek için” cevabını veriyor.  Yunus’un şathiyyesine nazire yapan Âşık Paşazâde de;
“Âşıkî ile Yunus, il bilmez, yola gitti
          Münkir olmasın diye, saptırırım izimi.”
maktaı ile aynı gerekçeyi ileri sürüyor. İnce mânâların nifak ehlince yahut hoyrat gönüllerce çarpıtılması, tevil edilmesi endişesi var. Fakat bu şathiyyelerde çok temel ve umumî mahiyetteki tasarruf prensiplerinin mevzu edilmesi, üstelik bunların sürekli tekrarlaması, “mânânın yüzünü örtmenin” daha başka bir gerekçesi daha odluğunu düşündürüyor. Hemen her türlü metot denetlenerek devamlı anlatılan bazı temel meselelerin arık sabit bir zamanın haline gelip başka ve daha ileri merhalelere kapı açması beklenirken yeniden başa dönen, sanki hiç mevzu olmamış gibi önceki meseleleri yeniden gündeme getiren fakat yine de anlamayan bir kafa yapısı!
          Bütün aleniyetiyle ortada duran hakikatleri fark edemeyen gözlere, mânânın yüzünü örtüp, “Yahu burada bir şey var!” dedirtmek için son bir çaba bu çizgi dışı üslûp.
          Söz yine Yunus’un:
“Kerpiç koydum kazana, poyraz ile kaynattım
Nedir deyip sorana bandım verdim özünü.





***
15 TEMMUZ'DA NE OLDU?

En uzun gece... 2016’nın 15 Temmuz’unu 16’sına bağlayan gece... Hep böyle nitelendi sonraki günlerde. Bu adla yazılar yazıldı, kitaplar yayımlandı, belgeseller hazırlandı. Gerçekten uzun bir geceydi. Son yüzyılın başlarında Cihan Harbi’yle başlayan on yıllık süreçte yaşadıklarımızı bir kere daha yaşamıştık o gece. İçinde Çanakkale de vardı, İstiklâl Savaşı da... O gece hepimiz Nene Hatunları, Seyit Onbaşıları, Sütçü İmamları dünya gözüyle görmüştük.

Âsım’ın Nesli meydanlardaydı. İman dolu göğüslerini siper ederek o “rezil istilâ”yı, o “hayasızca akın”ı nasıl durdurduklarına şahit olduk. Akif’e İstiklâl Marşı’nı yazdıran yüz yıl önceki millet o gece kıyamdaydı. Din ü devlet, mülk ü millet için, dillerinde tekbir kurşunların, bombaların, tankların üzerine üzerine yürüdüler. Mazluma ümit, zalime korku olma azmimiz yeniden yeşerip boy salsın diye şehitlerimiz o gece yine birer cemre olup toprağa düştü. Millî Mücadele’deki ruh, yüz yıl önceki gibi hepimizi bir ve beraber eylemiş, soylu bir destanın kahramanı yapmıştı.

Unutmadan, unutturmadan anmak

Şimdi o destanın üçüncü sene-i devriyesindeyiz. O destanı unutturmamak, o destanı yaşatan ruhu muhafaza etmek, o geceki birlik ve beraberliğimizi daim kılmak için üç yıldır çeşitli faaliyetler yapılıyor. Şehitlerimizin isimleri okullara, caddelere, meydanlara, parklara verildi. 15 Temmuz’a dair onlarca kitap yayımlandı, yüzlerce şiir yazıldı. Televizyon programları, belgeseller, kısa filmler hazırlandı. Paneller, konferanslar tertip edildi, marşlar bestelendi. Anlaşılan o ki, benzer çalışmalar bundan sonraki yıllarda da sürecek.

Fakat 15 Temmuz’u unutturmamak adına üç yıldır yazılıp söylenenler, giderek 15 Temmuz’da aslında ne olduğunu unutturan bir laf kalabalığına dönüşüyor sanki. Abdullah ibn Übey münafığının çağdaş versiyonu bir şarlatana odaklanmaktan öteye gitmiyor. Onun, harimimizin kapısını kırmak üzere kimler tarafından niçin koçbaşı yapıldığı, kimlere alet olduğu pek dillendirilmiyor. Hakikaten de o gece kimler, neden saldırmıştı bize? Millet neden canı pahasına bu saldırıya karşı çıkmıştı? Neyi ya da neleri korumak için ölümü göze alarak meydanlara yürümüştü? 15 Temmuz, 15 Temmuz’dan mı ibaretti? Bu sorular ya hiç sorulmuyor yahut o gece ne olduğuna dair bir doğruda birleşemediğimizi gösteren çok farklı cevaplarla karşılanıyor. Nefsleri okşayan hamasi söylemler, bir fecr-i kâzip gibi, uzun da olsa gecenin bittiği yanılgısına düşürüyor insanları. Saldırının bertaraf edildiğine, tehlikenin atlatıldığına, selamete çıkıldığına inandırıyor.

Gece henüz bitmedi

Oysa o en uzun gece hâlâ bitmiş değil. İbret alıp tarihin tekerrürüne mani olamazsak eğer, daha da kararıp uzayabilir. Yüz yıl önce Millî Mücadele’yi kazandık. Ama mağlubiyet psikolojisiyle malûl etkili yetkili çevreler, hâlâ mücadele etmeyi bırakıp teslim olmayı tercih eden politikalar dayatıyor. Bunu yaparken daha yumuşak, daha sinsi, daha suret-i haktan görünmeye çalışıyorlar. Nitekim 15 Temmuz’u anmak ve anlatmak adına yapılanlar, yüz yıl önceki gibi, murat edilenin zıddına bir çizgiye evriliyor. Millet-i hâkimenin 15 Temmuz direnişini Batı’nın helvadan putlarını koruma gayretine bağlamakta sakınca görmüyoruz mesela. Demokrasi güzellemeleriyle ambalajlanan seküler bir anlayışa giderek daha çok itibar eder olduk.

Gâvurun içimizden devşirdiği hainler eliyle bile isteye kirlettiği kavramların, hep kirli ve tehlikeliymiş gibi yargılanıp mahkûm edilmesine pek ses çıkarmıyoruz. İslâmî her uygulamayı din istismarı diye yaftalayıp gündelik hayatın dışında tutmayı amaçlayan bir istismarı, İslâm’a saygı zannedenlerimiz var. Son üç yıl içinde cemaat, himmet ve hizmet ehli olmanın affedilmez bir suç, büyük bir kötülük olduğuna inandırılanlarımızın sayısı arttı. Müntesipleri arasında şehitleri ve gazileri olan, 15 Temmuz direnişinin her cephesinde günlerce hizmet veren, ama “o gece biz de oradaydık” deyip övünmekten hicap eden köklü gelenekli cemaatlere, muhtemel 15 Temmuzların potansiyel saldırganlarıymış gibi bakılmaya başlandı.

Hasıl-ı kelam, İstiklâl Marşı’nı söyleyen ama o marşta ifadesini bulan değer ve hassasiyetlerle mücehhez insanlara, Akif’e yaptıkları gibi bu ülkeyi dar eden bir zihniyetin “sabahımız”ı geciktirme ihtimaliyle bir kere daha karşı karşıyayız.

Eski düşman, eski düşmanlık

Öyleyse hamasetle oyalanmak yerine durup dinlenmeden anlatmalıyız ki, o gece bize saldıranlar kadim düşmanlarımızdı! Bunların dün “haçlı ittifakı”, bugün “küresel emperyalizmin egemenleri” diye tanımlanması yahut şu veya bu devlet olması bir şeyi değiştirmiyor. Küfür dün tek milletti, bugün de tek millet. Selçuklu’ya, Osmanlı’ya niçin saldırmışlarsa Türkiye’ye de aynı sebeplerle saldırdılar. Dertleri ülkemizin istikrarı ve güçlenmesi değildi sadece. Yıllar sonra ilk defa bu gücün mazlumları koruyacak bir çatı olması, mümin kardeşliğini inşa etmesi, ümmeti derleyip toparlaması ihtimalinden korktular. Ellerinde daha önce kullandıkları ve netice aldıkları başka aparatlar varken dinî kisveye büründürülmüş bir ihanet çetesini bu yüzden sürdüler cepheye. İşgale yol açacak bir iç savaş çıkarmayı, Suriyeleşmesini umdukları bir Türkiye’nin enerjisini böylece tüketmeyi planladılar.

Planın bu kısmını başaramadılar, evet, ama plan bundan ibaret değildi. Asıl maksat, tarihin her döneminde bizi kardeş kılan, küfür ve zulüm karşısında birleştirip dik tutan müslüman tavrını itibarsızlaştırmaktı. Kırk yıl İslâmî cemaat suretinde besleyip büyüttükleri bir ihanet şebekesi eliyle insanlarımızı vurmakla kalmadılar; İslâmî hassasiyetlerimizi, İslâmî hasletlerimizi de vurdular.

Nitekim dün bir dilim ekmeğini dünyanın öbür ucundaki müslüman kardeşiyle tereddütsüz paylaşanlar bile, bugün gönüllü yardım kuruluşlarının infak davetlerine acabalarla yaklaşır oldular. Mesnetsiz söylentilerle, suizanlarla, müslümanlar olarak birbirimize itimadımızı kaybettik. Hakk’a, hayra, kardeşliğe, muhabbet ve merhamete çağıran dinî yapı, cemaat yahut camiaların din istismarı yaptığına, bir gün devleti ele geçirip aynı alçaklığa tevessül edebileceğine dair vehme kolay kapıldık.

Rızâen lillâh nöbet

Halbuki bir zamanlar Osmanlı askerinin “Din ü devlet, mülk ü millet muhafazası için rızâen lillâh nöbetteyim!” cümlesiyle ifade ettiği nöbet tekmilindeki anlayışı bugüne taşıyanlar köklü gelenekli cemaatlerdi. 15 Temmuz’un gerçek kahramanları bu anlayışla direnişin en ön saflarındaydılar. Yeniden kendilerinin olan devletlerinin bir kere daha küffara peşkeş çekilmesine canları pahasına müsaade etmeyeceklerdi. Dinlerini koruyacak; yalanı, aldatmayı, istismarı, ikiyüzlülüğü, kâfirlere kul olmayı mübah gören bir sapkınlığın üzerine yürüyeceklerdi. Ridde vakasında sahte peygamber ve mürted kâfirlerin üzerine yürüyen Hz. Ebubekir r.a. gibi kararlı olacaklardı. O gece abdestlerini tazeleyip yalın yürek çıktıkları meydanlarda tekbirlerle şehadete koşarken bundan başka maksatları yoktu.

Bu hakikati görmezden gelen, çarpıtan, hatta tehlike sayan bir yaklaşım, 15 Temmuz saldırganlarının planına hizmet anlamına gelir. 15 Temmuz bir kere daha göstermiştir ki gerçek güç tank, tüfek, uçak değil; imandır. Türkiye üzerindeki emellerinden asla vazgeçmeyecek kadim düşmanlarımızın, baş edemedikleri bu gücü zaafa uğratmak için her şeyi yapacakları da aşikârdır. Kullandıkları ihanet örgütünün köklü gelenekli İslâmî cemaatlerle hiçbir ilgisi, hiçbir ortak noktası yoktur. Bu örgütü bahane ederek bu aziz milletin ruh köklerine, nüvesine, mayasına hasmâne bir tavır almak, muhtemel 15 Temmuzlar’da meydanlara çıkanları azaltıp, alışveriş merkezlerine ve bankamatiklere koşanları çoğaltacaktır. Gecenin daha da uzamasından geçtik, sabahı hepten unutmaya kadar varabilecek bir felakettir bu.

İbret almak, bir hadisenin aslını, arkasındaki hakikati görüp ondan istikametimizi düzeltmeye yarayan bir ders çıkarmak demek. 15 Temmuz’da aslında ne olduğunu hatırlayıp ibret alalım. İbret alalım ki, Akif merhumun dediği gibi o meş’um tarihimiz tekerrür etmesin.


http://semerkanddergisi.com/15-temmuzda-ne-oldu

***
MÜSLÜMANIN ÖNCELİKLERİ

Hayli zamandır kafamız karışık.

Nereden geldik, nereye gidiyoruz, niçin buradayız, cevapları unuttuk.

Bu kafa karışıklığı hayatımıza iyice yansıyor artık, önceliklerimizi yitirdik.

Niyetlerimizde, tercihlerimizde, işlerimizde önem sıralaması böyle değildi, böyle olmayacaktı.

Gelin önce kimliğimizi, sonra önceliklerimizi hatırlayalım

Öncelerimizi doğru tayin edememek, şahsi zarardan öte, ümmet arasında yaygınşaşırsa eğer, ilâhi gazabı davet eden bir tehlikeye de dönüşmektedir üstelik.

Medine-i Münevvere’de hicretin birinci yılı. Mekkeli muhacirlerle artan nüfusuna ilaveten, bir de kıtlık yaşanıyor şehirde.

Yiyecek sıkıntısının çekildiği, açlık tehlikesinin baş gösterdiği bu dönemde bir cuma günü gıda malzemeleriyle yüklü bir kervan geliyor Şam’dan. O zamanın
adetidir; defler çalınarak, şarkılar söylenerek hem kervanın gelişi haber veriliyor hem de darlıktan kurtuluyor olmanın sevinci ifade ediliyor.

Bir şenlik coşkusuyla naraların ayyuka çıktığı, gürültülü bir müziğin Medine sokaklarında yankılandığı bu demde müslümanlar cuma namazı için Mescidi Nebevî’dedir. Rasulullah s.a.v. minbere çıkmış, cuma hutbesi için kıyam eylemiştir. Şamatayı duyan cemaatin büyük bir kısmı Hz. Peygamber s.a.v.’i “ayakta bırakarak” dışarı fırlar.

Bu olayı aktaran kaynaklar, mescitte sadece on iki kişinin kaldığını ve Cuma Suresi’nin “Bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp ona gittiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki, Allah’ın yanında bulunan, eğlenceden de ticaretten de hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.” mealindeki 11. ayetinin bunun üzerine nazil olduğunu kaydederler.

Başka bir rivayete göre de bu duruma son derece üzülen Hz. Peygamber s.a.v. daha sonra, “Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, şayet herkes gitmiş ve hutbeyi dinleyen kimse kalmamış olsa idi vadiden üzerinize ateşten bir sel gelecekti.” buyurarak, bu davranışın yanlışlığına ve tehlikesine dikkat çekmiştir.

Önceliklerimizin Önemini Sorgulamak

Bizler Efendimiz s.a.v.’in karşılaştığı her durumun bir mesaj taşıdığına, yaşadığı her zorluğun -bilhassa öyle takdir edildiğine göre- bizim için bir ikaz,
ders, hisse yahut hikmet barındırdığına inanırız. Nitekim yukarıdaki olay, “her dönemde yaşanabilecek bir hata”ya işaret eden tipik bir örnektir.

Ayetle kınanan, hadisle yol açacağı felakete işaret edilerek kaçınmamız istenen “hata” şudur:

İlâhi huzuru, ibadeti, cemaati, Peygamber s.a.v.’in sözlerini terk ederek dünyevî bir ihtiyacı temine yönelmek...

Dikkat edilirse burada azarlama yahut ayıplamaya sebep olan husus, işin mâlâyani eğlence tarafını bir yana bırakırsak, bizatihi beşerî ihtiyaçların karşılanması değildir. Ticaret gibi, sair zamanlarda mübah olan, hatta teşvik edilen bir işin kendisi değil, zamanlaması, yapılış tarzı ve ibadetin önüne geçirilmesi kınanma sebebidir. Hepsi de meşru ve zaruri görev yahut sorumluluklarımız arasında doğru bir öncelik-sonralık sıralaması yapmamız gerektiğini ihtar eder. Kısaca, naklettiğimiz olay, müslümanların önceliklerini belirlemede zaman zaman hata yapabileceklerine dair bir ikaz taşımakta, bizi bu konuda dikkatli olmaya çağırmaktadır.

Böyle bir davranışın Ashab’dan sâdır olması, ulemanın ittifak ettiği gibi, müslüman şahsiyetlerinin henüz teşekkül safhasında da vuku bulsa, Sahabe’nin yüceliğine gölge düşürmez. Zira en samimi müslümanların bile bazen zaaf gösterebileceği, beşerî temayüllerin, hele de bunlar bir ihtiyaca dayanıyorsa, insanı yanlış yönlendirebileceği tehlikesi böylece vurgulanmıştır.

Öyle değil midir? Bütün samimiyetimize rağmen bizim de bugüne kadar çok acil, önemli, hayatî gördüğümüz nice meselenin peşine takılıp kulluk sorumluluklarımızı ihmal ettiğimiz olmamış mıdır? Pişmanlıklar, “keşke”ler, önceliklerimizin önemini sorgulamamaktan doğmamış mıdır? Önceliklerimizi doğru tayin edememek, şahsî zarardan öte, ümmet arasında yaygınlaşırsa eğer, ilâhi gazabı davet eden bir tehlikeye de dönüşmektedir üstelik.

O halde niyetlerimizde, tercihlerimizde, hattı hareketimizde önem sırasını doğru belirlemek, buna göre hareket etmek gerekiyor.

Asıl Kimliğimiz nedir?

Bu dünyada iç içe girmiş birden fazla kimlik veya statüye sahibiz. Müslümanız, insanız, vatandaşız, diyelim ki aile reisiyiz, memuruz, esnafız, bir derneğin,
bir fi krin mensubuyuz, vs... Bütün bu kimlik veya statülerin bize yüklediği görevler ve sorumluluklar vardır. Yükümlülüklerimizi yerine getirmek, netice almak, muvaffak olmak için, yapmamız gerekenleri önemine göre sıralar, bazılarına öncelik veririz. Şu halde “önceliklerin belirlenmesi”, kimliklerimizin bize yüklediği sorumluluklar ile hedefl ediği neticeyi dikkate almak suretiyle yapılan şuurlu bir tercih ve sıralama eylemidir. Kendimiz olmayı,sorumluluklarımızı bilmeyi, neticeyi gözetmeyi, akletmeyi ve nihayet standart ölçüleri gerektirir.

Tek tek isimlendirilmekle beraber, sahip olduğumuz kimlikler uygulamada iç içedir ve her birinin önceliklerinin farklı olması, hatta bazen bu önceliklerin çakışması, yine uygulamada temel bir kimliğin belirleyiciliğini zaruri kılar. Bizim temel kimliğimiz ilk ve en kapsayıcı çerçeveyi oluşturduğu için müslümanlığımızdır. Yani kim ve ne olursak olalım, önceliklerimizi belirlerken müslüman kimliğimizin icaplarını esas almak, bunun ölçülerini hesaba katmak, bütün tutum ve davranışlarımızın bu çerçevede kalmasına özen göstermek zorundayız. Çünkü müslümanlığımız “asıl”, diğer kimliklerimiz “fer” (birinci derecede önem taşımayan) hükmündedir.

Öyleyse birinci ve değişmeyen önceliğimiz, bütün davranışlarımızın, bu arada her konudaki önceliklerimizin “din”in kriterlerine göre belirlenmesi gerektiğini bilmek, İslâm kimliğini kuşanmak, yani “müslüman olmak” ve “müslüman olmayı sürdürmek”tir.

Müslümanlığımız Ne Kadar Belirleyici?

Müslüman olduğumuzu beyan etmekle müslüman kimliğimizi esas almak her zaman aynı şey değildir. Bugün bütün dünyayı saran modernizm çoktandır dini “temel” olmaktan çıkarmış; bunun yerine beşeriyeti veya nefsaniyeti koyup, beşer aklını “asıl” kabul etmiştir. Modern dünyada din artık ya nefsaniyetin elinde kişinin istek ve arzularına uydurulan önceliği olmayan bir aidiyet ya da “hükümsüz” bir kimliktir.

Nefse hoş gelmesi ve beşerî planda baş döndürücü ilerlemeler sağlaması, bu yaklaşımın müslümanlar arasındada revaç bulmasına, hatta aksi düşünülemez
tek gerçeklik gibi algılanmasına yol açmıştır. Farkında değiliz belki ama müslümanlık iddiamıza rağmen tasavvurlarımız, kavramlarımız, zihnimiz modernizmin işgali altındadır. Önceliklerimizi bu kafa karışıklığı ve kalp bulanıklığıyla belirlemeye kalkışınca isabet kaydedemiyoruz. Onun için yeniden müslüman olmak, müslümanlığımızın nelere delalet ettiğini sorgulamak, bu kimliğimiz üzerinde “tefakkuh etmek”, yani derin anlayış ve kavrayış sahibi olmak zorundayız. Hal-i hazırın en önemli, dolayısıyla en öncelikli meselesi budur.

Sadece Zikir Halinde Kendimiziz

Kulluk dışında dünyevî veya fani herhangi bir kimliğin “esas” kabul edilmesi, insanı zımnen de olsa inkâra yahut ilâhlaşma tutkusuna sürükler. Bu, insanın asıl kimliğini, dolayısıyla kendini kaybetme halidir. Böyle durumlarda belirlenen öncelikler ne kadar makul görünürse görünsün, bir işe yaramayacaktır. Hakikatte olmayan bir şeye dayandığı, bir kopmuşluğun sonucu olduğu için, belirlendiği zannedilen öncelikler, kapılmanın veya sürüklenmenin ifadesidir. Halbuki “kulluk” mutlak ve gerçek bir “Mevlâ”yı zaruri kılar. İnsan, Mevlâsı ile irtibatını muhafaza edip gözettiği müddetçe kul olur, kulluğunun icaplarını yapar. Bu anlamda kulluğu bütün boyutlarıyla yansıtan kavram “zikir”dir.

Bütün ibadetlerin özü olan zikir, Allah Tealâ’yı yad etmek, O’nun rızasını umarak emir ve yasaklarını hayata aktarmak, hamd ü senada bulunmak, her an O’nun tarafından denetlendiğimiz hakikatinden gafi lolmamaktır. İbadetler hususi birer zikirdir elbette ama zikir, madem ki kulluğun olmazsa olmaz şartıdır, bunlarla sınırlı değildir. Kur’an-ı Kerim’de akl-ı selim insanlar için, “Onlar, ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar.” (Âl-i İmran, 191) buyurulmak suretiyle her halükârda Allah’ı zikirden geri durmamak gerektiği, bunun zamanla yahut hal ile sınırlanmadığı da anlatılır.

İnsan zikirle kulluğunu, yani asıl ve temel kimliğini fark edebilir. Ancak zikirle, kulluk şuuruyla kendini Allah’a rabteden insan, konjonktürel rüzgârlar önünde sürüklenip savrulmaktan berîdir.

Zikirsizlik gafl ettir. Kendini bilmeyen, kendinde olmayan insanın belirledim zannettiği önceliklerin tutarlı bir yanı yoktur.

Dünya Pazarı Var Ama Ahiret Pazarı da Var

Münafi kûn Suresi’nin 9. ayetinde, “Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrana uğrayanlardır.” mealindeki ikazda da zikrin en vazgeçilmez dünya meşguliyetlerine dahi öncelenmesi emredilmektedir.

Dikkat edilirse baştan beri “önceliğimiz şudur” derken, diğerlerinin önemsiz olduğunu söylemiyoruz. Öncelik belirlemek, hepsi de önemli veya gerekli hususlar arasından en önemlisini seçmektir. Bu, diğerlerinin yapılmayacağı anlamına gelmez. Dünyaya da ahirete de faydası olmayan lüzumsuzluklar, boş işler zaten konumuz değil. Nitekim yukardaki ayet “mallarınızı ve çocuklarınızı ihmal edin, bunlar önemsizdir” demiyor. “Bunlarla meşgul olun, bunlar da önemlidir ama önceliğiniz değildir. Birinci önceliğiniz Allah’ı zikretmek, O’nun varlığını unutmamaya çalışmaktır.” diyor. Benzer bir sıralama yazının başında aktardığımız Cuma Suresi’nin 11. ayetinin hemen öncesindeki iki ayette çok açık bir şekilde yapılıyor. Bu iki ayet “olması gerekeni”, daha önce naklettiğimiz 11. ayet ise “olmaması gerekeni” örnekliyor bize.

Olması gereken şu: “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrıldığınız zaman Allah’ı anmaya koşun, alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” (Cuma,9). Farkındasınızdır; bu ayetler genel olarak bütün insanlara yahut dil ile “müslümanım” diyenlere değil, “müminlere” hitap etmekte. Türkçeye “koşun” şeklinde tercüme edilen kelime aslında tam olarak gönülden bir tercihi, can atmayı, öne almayı ifade ediyor. Akabindeki 10. ayet ise ikinci plana bırakılan işin de terk edilmeyeceğini, önemli olduğunu anlatıyor: “Namazı kıldıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın. Allah’ı çok anın ki kurtuluşa eresiniz.” (Cuma, 10) Bu ayetlerdeki “malların, çocukların, alışverişin”, dünyevî ihtiyaç, sorumluluk veya meşguliyetlerin sembolü olduğu tefsiri yapılmıştır. Cuma namazı da zikrin sembolü. İhtiyaç da olsa dünyevî meşguliyetler nihayet dünya ile ilgilidir. Ahiret hesabında “zikir” yükümlülüğümüzün yerine getirilmesi kadar hayırlı bir semere vermez. Ebedî olması hasebiyle bizim önceliğimiz ahirettir. Öyleyse dünya pazarı ahiret pazarına mani olmamalıdır.

Sonuç Olarak

Önceliklerinizin belirlenmesinde kendinizi nasıl tanımladığınız ve ölçüleriniz kadar, temyiz kabiliyetiniz ve ferasetiniz de rol oynar. Neticede ölçüleri kullanmak, bunlara göre bir “ehem (daha önemli) ve mühim” sıralaması yapabilmek bir akıl işidir. Hz. Peygamber s.a.v. “ölümü en çok hatırlayan ve ölümden sonrası için en iyi hazırlığı yapan” kimseleri “müminlerin en akıllısı” olarak nitelediğine göre, öncelikleri en sağlıklı biçimde belirleyenler, ölümü en çok hatırlayanlardır. Ölümden sonrası için yapılan hazırlık da öncelik listemizin başında neyin bulunması gerektiğine işaret eder.

Daha lokal planda belirlenecek öncelikler ise güçlü bir sezgiyi, şartları iyi okumayı, geleceği doğru tahmin etmeyi, kısaca feraseti elzem kılar. Feraset, Cenabı Hakk’ın kâmil müminlere bir ikramıdır. Kulluk edeplerine riayetle, zikirle, takva ile kazanılan bir mazhariyettir. Allah’ın nuruyla bakıyor olmanın isabetidir. 

Bu anlamda akıl ve feraset insan-ı kâmilin vasfıdır. Öyleyse öncelikleri en doğru şekilde tayin edenler kâmil müminlerdir. Bu sebeple onlar bizim gibi
lafı uzatmak yerine, tasavvuf yolunun usul ve esasları sadedinde önceliklerimizi kısa kısa sıralayıp en güzel tarzda tesbit etmişlerdir. 

İşte mürşid-i kâmillerin öncelikler listesinden bazı maddeler:

Kur’an ve Hadis’e sımsıkı sarılmak,
Hevâyı, hevesi ve bidatleri terk,
Mürşide bağlılık ve hürmet,
Halkın kusurlarını görmemek,
İnsanlarla iyi geçinmek ve onlara hizmet,
Güzel huy sahibi olmak,
Virdlere devam etmek,
Tevile ve ruhsatlara yanaşmamak...
Uzun lafın kısası dedikleri bu olmalı. 


...VE YİNİDEN BOSNA / Bilge DOĞAN


Bosna Günlükleri










Her acımızdan imanımızı tazelemeyi düstur edinmiş, “hiç” olduğunu bilmeye çalışan müslümanlarız. Hem kendimizi bilmeye hem az cürmümüzle hizmet etmeye Cazin’e yeniden geldik.

Kahramanmaraş-İstanbul-Sarayova hattındaki yolculuğumuz çok rahat geçti. 
Sarayova’da Cazin Belediyesi’nin aracı ve güzel, iyi yürekli, nazik Asimamız bizi bekliyordu. Türkçe ve Boşnakça şarkılar dinleyerek, söyleyerek düştük yollara.

Geçen yıl yakın bir takvimde, aynı rotada yine düşmüştük yollara. Gece ve hava şartları nedeniyle bu sefer hızlıca katetmeye çalıştığımız yolları geçen sene Osman Amcamızla yol üstündeki şehirleri gezerek yavaş yavaş gelmiştik.

Sarayova’yı uçak manevralar alarak alçalırken yeşilin binbir tonuyla gördük yine. Gri, yağmurlu ve tertemiz bir ilkbahar havası karşıladı bizi. Daha sonra gezeceğimiz Sarayova’yı uzaktan selamlayarak Cazin’e doğru yola çıktık. Dağların arasından kıvrılan yollarda serüvenimiz başladı. Ceylan çıkabilir tabelaları yüreğimizi heyacanla hoplattı. Kurşun izleri olan evler ve binalar yüreğimizi yaktı. Muntazam güzellikteki köyler, inanılmaz bahçeler, çiçekli pencereler ve balkonlar, her yandan akan nehirler bize yine masalın veya muazzam bir tablonun içine düştüğümüzü hissettiriyordu. 

Sarayova’dan ayrıldıktan sonra yaklaşık bir saat sonra Travnik şehri bizi karşılıyor. Vezirler şehri olan burada Plava Voda (mavi su) adlı bir nehir var. Bu buz gibi, şahane nehirde Fatih Sultan Mehmet atını sulamıştır. Geçen yaz Boşnak kahvesi içip nehir boyunca yürümüştük. Bu sefer gece olması sebebiyle yemek molası verip geçtik. Maksat yediğimizi içtiğimizi anlatmak değil dostlar bilir fakat Bosna’yı herşeyiyle anlatmak olduğundan muradımız o konuya da gireceğiz. Travnik’te Boşnakların vazgeçilmez yemeği, bizdeki kebaba karşılık gelen “cevapi” yedik. Bu şehirde kadim, büyük, kapsamlı ve iyi bir eğitim veren medrese de mevcut.

Yol üzere bizi bekleyen diğer bir şehir Jayce. Şehrin kelime anlamı küçük yumurta. Şehir kuşbakışı yumurtaya benzediği için bu ismi almış. Fatih Sultan Mehmet’in şehrin anahtarını aldığı yer. Bu şehirden büyük bir şelale ve Pliva nehri akıyor. Şehir yüksek bir kalenin içinde. Şelale yüksekçe bir tepeye kurulan şehrin ortasından büyüleyici güzelliği ile akıyor. Osmanlı Dönemi cami ve evler var. Merkezdeki eski bir caminin tertemiz abdesthanesinde abdest alıp namaz kılmıştık geçen yıl. Sakin bir şehir.

Bu şehirden çıkınca Plivska gölü iki dağın arasından yol boyu uzanıp gidiyor bir süre. Yemyeşil şahane bir göl, iki taraf yeşilin binbir tonuyla uzanan muazzam orman. Buradan sonra Sırp bölgesi başlıyor. Bu civardaki şehir, kasaba ve köylerde Boşnaklar yaşamıyor ayrıca iş vs de yapmıyor. Sırp bölgesi bitince Bihac ve sonra menzilimiz Cazin. 

Gözlerimiz yeşile doya doya ceylanlar ülkesi Bosna’da yolcuğumuz devam ediyor. Bihac şehrinden itibaren gittiğimiz Cazin şehriyle  beş altı şehri içine alan Krajine bölgesine giriyoruz. Sırp bölgesinden sonra bu bölge başlıyor. Tekrar Boşnak bölgesi yani. Cazin’e az kaldı. 

Gece 02.00 sularında bol yağmurlu bir şekilde Cazin’e ulaştık. Bizi ilk gece güzel bir ormanın içine yapılmış “Stovrela” isimli bir otelde misafir ettiler. Güzel bir istirahatten sonra ormanda hayranlıkla yürüyüş yaptık. Şehrin en güzel tepesine kurulmuş medreseye geçtik: Dzemaladin Causevic. 

Medrese güzel bir tepede, tüm Cazin’i bir kartpostal güzelliğiyle görüyor. Sakin, huzurlu bir yer olan Cazinle ilgili anlatacağımız çok şey var. Bir ay bu medresede kalıp Türkçe kursu vereceğiz inşallah. Medreseye geldiğimizde bizi geçen yılki öğrenci ve tanıdıklarımız bekliyordu. Hasretle, muhabbetle sarıldık ve mutluluk gözyaşları döktük. Öyle güzel insanlar ve bizi öyle rahat ettirdiler ki biz ruhumuza şifa bulmaya, kardeşlerimizle kucaklaşmaya, hizmet etmeye yine gelmiştik. 

Cazin Belediyesinin şehir halkı için düzenlemiş olduğu Türkçe kursunun öğretmenleri olarak medresede ders vereceğiz. Pazartesi kursa kaydolan öğrencilerle toplantı yapıp hemen kursa başlayacağız. Tanığımız öğrenciler bize rehberlik ve yoldaşlık yapıyor. Allah bizi utandırmasın ve faydalı kılsın inşallah. Heyecanlıyız ve mutluyuz elhamdülillah. Bütün dostlara selam ve muhabbetle. 


GÖZLERİN SONSUZLUĞU ANLATAN ŞİİR MİDİR? / Kadir ALTUN



Gözlerin sonsuzluğu anlatan şiir midir?
Okudukça çoğalır mânâsı bakışların
Tebessümün çözülmez sır mıdır sihir midir?
Görünce gönlüm çıkar mekânına kuşların
Gözlerin sonsuzluğu anlatan şiir midir?

Teşrifin baharları mahçup etti inan ki
Kış günü çiçek açtı virane bağlarımda
Yüreğinden dökülen sözler nasıl beyan ki
Sesin yankılanır hep bucaksız dağlarımda
Teşrifin baharları mahçup etti inan ki

Siyah beyaz gözlerle seyrederken alemi
Dünyam aşkın rengine boyandı gelişinle
Nasıl bir şairsin ki kullanmadan kalemi
Bin şiir yazıyorsun yalnız bir gülüşünle
Siyah beyaz gözlerle seyrederken alemi

Aşkın ile tutuşup parıldarım an be an
Şem ile hayat bulan kelebekler misali
Sözler kifayet etmez, yetersiz kalır beyan
Ancak Yaradan bilir bendeki bu ahvali
Aşkın ile tutuşup parıldarım an be an.

Gözlerinde seyrettim aşkın hakikatini
Aynalarda kendimi göremezken gözlerim
Her nefeste içime çekerim hasretini
Sana dokunuyorken dahi seni özlerim
Gözlerinde seyrettim aşkın hakikatini

Aşktır ezelden beri döndüren sonsuz çarkı
Hayatı yaşanılır kılan sensin sevdiğim
Bulunmaz aşık ile maşuğun bir tek farkı
Bilesin ki ben senim sen de bensin sevdiğim
Aşktır ezelden beri döndüren sonsuz çarkı


BOSNA GÜNLÜKLERİ-I / Sibel Kök



Bosna Yolculuğu














Bazı kitaplar yarıda bırakmak için bazı yollar kaybolmak içindir. O kitabı yarıda bırakmazsan o yolda kaybolmazsan bir yere varamayacaksın diyor İbrahim Paşalı bir yazısında. Yarıda bıraktığım kitapları, kaybolduğum yolları gözden geçirince daha varacağım yere bir arpa boyu yol alamadığımı fark ettim.

Olsun.

Yarıda bırakmaya, yürüdüğüm yolda kaybolmaya devam…

Şunu belirtmem gerekir ki kaybolduğum en güzel yol Bosna...

Evet, Bosna bir yol bizim için. Bizi Yunus’un odunları gibi dosdoğru olmaya davet eden, insan olmanın ve insan kalmanın inceliklerini bize öğreten zarif bir yol. Öğretmeye gelip de nasibine öğrenmek düşmüş kaç kişi vardır şu âlemde bilemem; ama biz onlardan ikisiyiz. Türkçe öğretmek için geldiğimiz bu diyarda dostluğu, samimiyeti ve vefayı talim ediyoruz. Boşnakların gözünden Türkiye’yi ve Türk kardeşlerine duydukları sevgiyi seyrediyoruz. Bundan daha güzel bir seyir yok bizim için. Biz de elimizden geldiğince, dilimizin döndüğü ve kalemimizin yazdığınca kendi penceremizden Bosna’yı ve Boşnak kardeşlerimizi anlatmaya gayret edeceğiz.

Bosna’nın benim gönlümde bıraktığı iz çocukluk yıllarıma dayanır…

Çocuktum.

Küçücük bir kız çocuğu...

Yanaklarını garbi yeli okşayan, saçlarını garbi yeline yoldaş kılan... Bu küçük kız çocuğunun dinlediği en güzel hikâyeydi gagasında merhem taşıyan turna hikâyesi. Bir türkü tuttururdu hikâyenin sonunda anlatıcı “Bosna-Hersek yarası sarın turnalar” diye. Bosna neresi, kuşlar neden uçuyor gagalarında merhemle anlamlandırmaya çalışırdım çocuk aklımla. Anlamını bilmediğim bu türkü ciğerimi öylesine dağlardı ki tutunup kuşların kanadına merhem götürmek isterdim ben de. Yıllar geçtikçe bu hikâyenin gerçekliği çarptı beni. Aliya’yı, Srebrenitsa’yı, Mostar’ı kısacası Bosna’nın bizim için ne anlam ifade ettiğini öğrendim. Ahir ömrümde Bosna’yı görmek ve Boşnak kardeşlerimle kucaklaşmak oldu tek gayem. İnsan bir şeyi samimiyetle isterse Allah bütün yolları önüne serermiş onun.

Yıllardır edilen samimi bir duanın neticesidir bizi Bosna yoluna düşüren...

En büyük şükür sebebimiz Bosna’yı gezmek, taşını toprağını görmek için değil de kardeşlerimizle kucaklaşmak, gönül bağlarımızı kuvvetlendirmek maksadıyla burada bulunuşumuz. Duamızın kabulüne vesile olan ve herkesin Osman Nalbant diye bildiği, bizimse Bosna’nın ikinci fatihi olarak gönlümüze taht kuran Osman hocamıza teşekkürü bir borç biliriz. Osman hocanın Bosna’ya ektiği kardeşlik tohumlarından ve bu tohumların yeşerdiğine nasıl şahit olduğumuzdan elbet bahsedeceğiz. Bu vesile ile Allah’ın bana bu yolculukta yoldaş kıldığı-ki bu da ayrı bir şükür sebebidir benim için- Bilge Hoca ile “Bosna Günlükleri” başlığıyla hatıralarımızı paylaşacağız. Kalemimizin ve dahi kalbimizin yükü böylelikle belki hafifler diye...


BİZİM ATLAR / Ahmet Cihat YILDIZ




Bizim bedenlerimizi taşıyan atlar
Sen binince duygu yüklenir
Alır götürür
Dağlara bırakır
Kimsesiz çocuklara verilmiş
Hediye gibi olur duyguların
Ağaçlar senin gülüşünle yeşerir
Belki o zaman
Toprak ana bizi de basar bağrına.
Emmilerini alıp gelmişler der;
Sevinir kuşlar,
Hem oymaktaki maralları görürüz belki…



MUKABELE YA DA MUKADDİMENİN ÖN SÖZÜ YA DA DELİ TÜTÜN HİTABINA SEVİNİŞ / Fazlı BAYRAM




/enver çapar’a/











işte tam da orada aldandım enver abi
rüzgarın savurduğu mor belik yok etti tasımı
aldandım
her mor zülüf
her zülüf belik oldu yolumda

tütün kağıtları sardı yerime belini yarin
yandım
tütün oldum kağıt oldum
yandım
şükür kül oldum enver abi tahtında

bilerek çıkmadım bu yollar yarin yolu
zülfüne takılıp aldandım ardında
yare aldandım
iyi ki aldandım
türküler su oldu azık oldu

              ‘İnsan dumansız ah çeker
            Taze yaraya acı tütünler eker
            Yar gelmese de gül yollarda biter’

güle tutundum ben de enver abi
şiir diyorsun nal sesleridir
haklısın
bağrımda binlercesi tepiniyor atların her gece
benim de rüyalarım var düş yakası rüyaları
karışmasam da dünyaya
dünya bana karışıyor enver abi
 hatta sataşıyor her fırsatta

abi bir de
uçurumlar çağından geçtiğimi söylüyorsun

            ‘beni çağıran uçurum oldu sevdan kaçmam’

uçurumlu yollara revanız ezelden
çağlar açıp kapatsa da sesimiz
geçse de uçurumları yaralı kalbimiz kanatsız
geçmez bizden uçurum
biz dibine kadar düşeriz
bilsek de düşer
bilmesek de kalkarız yeniden
bedenimiz tiryakidir
uçurumu en güzel biz düşeriz

sahi abi
bana uçmayı göstersene düşmezdim bir daha
bunca örselenişimi görmezden gelmedin madem