BİR ŞAİR DAHA GÖÇTÜ

Bir şair daha göçtü.
Kıymetli şair Mustafa PINARBAŞ 31 Ekim 2016 Pazartesi günü hakkın rahmetine kavuştu. Çok şey yazılabilr; ancak şu anda zor. Merhuma rahmet ailesine baş sağlığı diliyoruz.

Yoldaki Kalemler


nasıl ölüyorsun böyle an içinde, şip şak
acılara yaslanarak, acı duymadan hiç"
                          Mustafa PINARBAŞI

ONLAR / Miraç DOĞANTEKİN










İslam’a fikir diyen Kur’an’ı dergi olarak okur.
Spor olsun diye namaz kılar.
Diyet niyetiyle oruç tutar.
Hacc’a da seyahat gözüyle bakar.
Verdiği vergiyi zekâtı sayar.
Rüzgâr hangi yönden esiyorsa kıblesi o taraftır.
Gönlünden kopan ne varsa ceplerinde saklıdır.

Onlar için vefa veya sadakat diye bir unsur yoktur. Onlar ki güneşin doğduğu yerden battığı yere doğru uçan kuşlar gibidirler. Bu uğurda koskoca bir ömrü (rahatlık peşinde koşarak) tüketirler.

Fakat onlar bilmezler ki güneş battığı yerden doğmaz. Ve aslında her sabah onlar başlarına kopacak olan kıyameti beklercesine uyanırlar. Bunu fark ettiklerinde ise kalemleri kırılmış, hükümleri verilmiş olur çoktan. Mizanda tartılan yalnızca günahlarıdır.

Ve onları bekleyen büyük bir azap vardır.


EYLÜL HÜZNÜ / Nigar YAĞCI












Bir gazel misali

Savruluyor her bir parçam
Toplasam toplayamıyorum
Gazellerin üstünü sis bürüdü

Eylül hüznüne karıştı
Yersiz yurtsuz hayallerim
Yağmur oldu
Acılara tutundu


GİDESİM VAR / Nurücihan KIZMAZ











Gidesim var buralardan
Uzaklara çok uzaklara
Güneşin gittiği yere
Huzur sende gelir misin
Benimle

Göçmen kuşlar gibi
Kanat açıp uçarak
Nispet yaparcasına
Dumanlı dağlara 

Gülüp geçerek
Selam götürelim
Boynu bükük kardelene
Ahde vefa eylemeyen
Menekşeden


Mecnuna Leyla dan
Yusufa Züleyha dan
Rastlarsak zümrüd-ü ankaya
Kaf dağında
Tüy alalım kanadından
Yakıp savuralım külünü
Gökyüzüne
Yıldızlar çekilsin
Yolumuzdan

DERTLİ BİR HOCAM / Ferhat AĞCA

Eğitim Bir Sen Hikâye Yarışması İL BİRİNCİSİ

Onu tanımak sıradan bir lise öğretmenini tanımak değildi; adeta, ab-ı hayat suyunu tattıran bir sakiyi ve yol gösteren bir önderi tanımaktı. Onun için sınıf bir derslik değil, bahçeydi. Öğrencileri ise yetiştirilmeyi bekleyen birer gülfidanıydı. Her birinin farklı bir isteği ve her birinin dikeni vardı. Ama bunların hiçbiri yıldırmazdı hocamı, bilirdim davası vardı. Batan dikenlere rağmen o, bitmeyen sabır ve emekle fidanlarını sular, beslerdi. Bilirdi bir gün dikenlerden ibaret olan fidanları gül açacaktı. Erkekleri Anadolu’nun yağız delikanlıları, kızları ise birer asker anası olacaktı. Gülü severdi hocam. Onlar, eli nasırlı babaların evlatları ve evladına helal süt emdirmek için akşam yemeğinde tarhana çorbasına tamah eden anaların çocuklarıydı. Gülü severdi hocam. Gül koklama pahasına tomurcuğun inadına katlanırdı. Kırmızı gül türküsünü bu yüzden çok severdi. Teneffüslerde dışarı çıkmaz, kırmızı gül türküsünü açtırır, Maraş’ın meşhur Kara Lisesinin pencerelerinden ta ötelere dalar, uzaktaki dumanlı dağları gözetlerdi Ferhat misali…

Uzaktan izlerdim, bilirdim derdi vardı. Dertliydi hocam, yüzündeki her bir çizgi yetiştirdiği bir talebesini hatırlatırdı; kimi doktor olmuştu, kimi hâkim, kimisi ise yüksek bürokrat. Her biri vatan uğruna, görev aşkıyla yanan birer alperen olmuştu. Her zaman arar sorardı durumlarını, “Mezun ettik işte, tamam.” demez, dertlerini dinler, onlarla birlikte dertlenirdi hocam. Bütün bu yüke rağmen dik yürürdü hocam. Kara Lisenin koridorlarında göründüğü zaman; rüzgâr soluğunu keser, bütün kapılar ona açılır, saygıda dururdu öğrenciler… Dik yürürdü hocam, mehter bölüğünün sancaktarı gibi vakar sahibiydi. Bilirdim; derdi vardı, davası vardı ve haktı.

Kimileri çok sert bulurdu hocamı. Bir haksızlık gördüğü zaman dayanamaz tepki gösterirdi, eğer vatan ve millet üzerine bir konu tartışılıyorsa onu kendi görüşünden caydırabilecek biri asla bulamazdınız. Gözü karaydı hocamın. belki de soyadı bu yüzden böyleydi. O an ne kadar sinirli olsa da karşısındakinin gönlünü almadan bırakmazdı, çünkü onun yükü her zaman sevgi ve hoşgörüydü.

Derviş meşrepti hocam, kısacası bu dünyanın adamı değildi. Bunu; genelde konuşmalarından ve dinlediği türkülerden anlardım. Her zaman “Birbirinizi sevin.” derdi, “Siz buna muhtaçsınız, biz buna muhtacız çünkü insanız.” derdi. İnsan olmaktan, bir de Müslüman olmaktan bahsederdi çoğu zaman; dünyada kullanılan lüks eşyalara dair istekleri olmayan, iki cihan için idealleri olan yani modern köle olmayan Müslümandan. “Meşakkatin adın murat koymuşlar” diye bir türkü dinlerdi. Bu türküyü dinlemeye başlamışsa “dünya” ile derdi artmış demekti, kim bilir yine ne için dertlenmişti. Meşakkatten muradı neydi? Ya da meşakkatin hocamdan muradı neydi? Bilmiyorum. Peki ya dünyanın hocamla derdi neydi? Onu hiç bilmiyorum.

Hocam ironik biriydi, ironik konuşurdu. Onun fikri, yaşayış şekli ve dili yerliydi. Bize anlattığı ders ise yabancı dildi. Onunla tanışan herkes yabancı dil öğretmeni olduğuna inanmazdı. Çünkü yerel dille konuşur, yerel giyinir ve türkü dinlerdi. Almanya’ya ya da İngiltere’ye gitmiş, batıdan övgüyle bahseden, konuşurken aralarda batılı cümleler sarf eden bir yabancı dil hocası değildi. Derslerde sık sık “Ben batıdan bize herhangi bir iyiliğin geleceğini düşünmüyorum, çünkü ben batının zihninin ne kadar bozuk olduğunu biliyorum ama siz yine de bu dili öğrenin.” der ve öğretirdi de.

Hocam bize sadece yabancı dil dersi vermezdi, hayat dersi de verirdi. Nasıl insan ve Müslüman olunur’un yanında hayatın nasıl yaşanması gerektiğini de anlatırdı bu hayat dersinde. Balık tutmaya gidin derdi hocam. Ayakkabılarınızı çıkarın, toprağı ayaklarınızda hissedin. Bilin ondan olduğunuzu. Ayaklarınızı suya sokun, suyu hissedin; bilin bir damla sudan olduğunuzu. Balık tutun sonra, sudan çıkmış balığın nasıl çırpındığını hissedin, bilin bir nefesten ibaret olduğunuzu ve ona göre yaşayın derdi. Hocam bize hayat dersi de verdiği için hayatımıza dair önemli kararlar alacaksak veya hayatımızı nasıl yönlendireceğimize karar vermemişsek istişare edeceğimiz tek insan yine hocamdı.

Bir gün arkadaşın biri gelip “Hocam ben ne olacağıma karar veremedim. Doktor mu olayım, eczacı mı?” deyince Hocam “Adam ol.” dedi ve bir dostunun bir dergide yayınlanan “Adam Olmak” yazısını okumasını söyledi. Böyleydi hocam, sanki her hastaya ve hastalığa göre hazırlanmış hazır reçeteler gibi, okunmasını tavsiye edeceği veya okuyacağı yazıları vardı. Bu yüzden de önemli karar aşamalarında hocama danışırdık.

Hocamın ders saati geldiğinde o gün ders işlemek canımız istemiyorsa bir şekilde dersi sabote etmemiz gerekiyordu ve bunu yapacak bir kurban gerekiyordu. Bu seçilen kurbanın görevi ise hocama bir soru sormak ve dersin kaynamasını sağlamaktı. Kurbanın yapacağı iş çok zor değildi ama hocamın kızma ihtimali de vardı. Bu yüzden o kurbanı bulmada biraz zorlanırdık. Oysa her denemede hocam bunu anlardı ancak kızmazdı. Bilirdi ki biz, aslında dersi kaynatmak için değil de kendisinin hoş sohbetine talip olduğumuz için bunu yapıyorduk, o da bu yüzdende buna müsaade ederdi.

Yine bir gün ders başlamadan bizim kurban devreye girmişti!

- Hocam, bir soru sorabilir miyim?

- Sor bakalım.

- Hocam bu “sanat”ı nasıl anlamalıyız? Dün televizyonlarda izledik, sanatçı dediğimiz insanlar abuk sabuk işler yapıyor. Arkadaşlarımızın çoğu da onlara özeniyor biliyorsunuz!

Hocam soruyu duyar duymaz mevzuu anlamıştı ve kendisi de evvelki akşam haberleri izlemiş olacak ki bir an dertlendi. Yoklama defterini imzalarken “Tamam anlaşıldı.” der gibi bir an güldü ve sonra anlatmaya başlamak için, imzaladığı yoklama defterini kapatıp kalemini cebine koydu. Biz de sıra altından ellerimizi ovuşturarak seviniyor, anlatacaklarına gönlümüzü ve zihnimizi açıyorduk.

Ve hocam o eşsiz sohbetine başlamıştı…

Şimdi çocuklar! Öncelikle sanat nedir? Sanatçı kimdir? Aydın kimdir? Münevver kimdir? Bunları bilmemiz lazım.

Sanat dediğimiz şey halk için mi yapılmalı yoksa sanat için mi, diye bir soru dolaşır insanlar arasında, ben bu soruyu saçma buluyorum. Bir sanat eseri; bu, ister bir şiir olsun, ister bir tiyatro, isterse bir resim, fark etmez ne olursa olsun; o toplumun değerlerini taşısın da kim için ya da ne için yapılırsa yapılsın! Önemli olan budur. Bir sanat eserine baktığımız zaman bunu bir Müslüman Türk yaptıysa bakar bakmaz da bu bir Müslüman Türk sanatçıya ait dememiz lazım, bu da ancak kendi değerlerimizi işlemişse mümkün olur. Bizi dünya içerisinde diğer insanlardan ayıran şey bizim kendi değerlerimizdir. Bakın mesela bizi şu an bir Amerikalıdan ayıran ilk özelliğimiz Türkçe konuşuyor olmamız. Şimdi bakıyorum gençlere, farklı olma adına yabancı müzik dinliyorlar! Yahu tamam da güzel kardeşim, bunu şu an dünyada her genç dinliyor! Amerikalısı, İngiliz’i, Yunan’ı; herkes dinliyor. Sen bunu dinlemekle farklı olmuyorsun ki! Ama türkü dinlediğin zaman farklı oluyorsun aslında, çünkü her türkünün bir öyküsü var, bu topraklarda yaşanmış bir üzüntüsü ya da sevinci var ve sadece bize özgü. Biz bir Amerikalının dinlediğini ya da yaptığını yapamayız çünkü bizim dünyaya bakış açımız, dünya görüşümüz onunla aynı değil! Bu yüzden sanatta da, edebiyatta da, yaşayış şekliyle her konuda onlardan ayrı olmamız lazım ki biz ancak o zaman “biz” oluruz. Dün görmüşsünüz televizyonda, sanatçı denilenlerin yaptıklarını hangimiz kabul edebiliriz. Bizim toplum değerlerimizde böyle bir şey var mı? Eğer biri “Ben gerçek bir Türk sanatçısıyım.” diyorsa ya da bunu iddia ediyorsa, Anadolu’nun herhangi bir yöresinin herhangi bir mecrasındaki insanların ‘ayıp’ diyerek yüzünü çevireceği işler yapamaz! O kadar.

Bir sanatçı; aydın olmalı, yaşadığı toplumun münevverleri arasında yerini almalı sanatıyla. Bir kandil gibi etrafını aydınlatmalı. Hayatta insanların kaçırdığı noktaları gözlerinin önüne getirmeli, eğer unutmuş oldukları gelenekleri varsa onları hatırlatmalı, kendi kimliklerini hatırlatacak işler yapmalı ve kişiyi özüne döndürmeli. Mimar Sinan sadece bir mimar değil aynı zamanda bir sanatçıydı, onun eserlerine baktığınız zaman taşları bir nakış gibi işlemiştir ve gördüğünüz her bir nakış bizi anlatır ve bizi taşır. Üstad Necip Fazıl da şiir mimarıydı, o da kelimeleri şiirlerine nakış gibi işlemiştir. Onun mısralarında da her zaman bizi görürsünüz. Asıl sanatçılık ya da sanatkârlık gönüller imar etmektir aslında. Bu örnek verdiğim iki insan da gönül mimarlarıdır.”

Hocam konuşmasına ara verip her zaman, sesi güzel olduğu için şiir okuttuğu Mehmet’e dönerek “Üstad Necip Fazıl’ın Çile’sini oku da dinleyelim Mehmet’im.” dedi. Mehmet her zamanki gibi şiiri güzel okumuştu, hocam da o okurken maziye dalmıştı. Şiir bittikten sonra kısa süreli bir sessizlik oldu ve hocam devam etti.

Bakın siz de dinlediniz şimdi, bizim şiirde “Üstad” dediğimiz adam ‘Ver cüceye, onun olsun şairlik, şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta’ diyor. Sizce onun büyük sanatkârlık dediği ne olabilir? Tabii ki de az önce söylediğim gibi gönüller yapan, gönüller inşa eden insanı kâmil olmak. Bu toprakları mayalayanlar insan-ı kâmillerdir, insanı insan yapanlar onlardır. Bir insan topluluğunu millet yapanlar da onlardır.”

Hocam kendini kaptırmış anlatmaya devam ediyordu, biz de ağzımız açık vaziyette dinliyorduk. Hocam kendi hayat serüvenini anlatmaya başlamıştı.

“Henüz yeni öğretmen olmuştum, Anadolu’nun bir köyünde öğretmenlik yapıyordum ve arayış içerisindeydim. Benim bir fikrim, bir dünya görüşüm olmalıydı. Böyle düşünüyordum, o yüzden de sürekli okuyor, araştırıyordum. Ne kadar ideoloji ve düşünce varsa hepsini okudum ve hepsinden bir pay çıkarmaya çalıştım, ancak bu okuduklarımdan kendime biçtiğim elbise bir türlü bana oturmuyordu ve tekrar okumaya ve araştırmaya koyuluyordum. Ve sonunda hayatımı değiştirecek iki isimle karşılaştım, biri “Yunus” biri “Mevlana”. Yunus’un divanı ve Mevlana hazretlerinin mesnevisi beni çok etkiledi, ‘işte bu’ dedim, benim dünya görüşüm böyle olmalı, dedim. Baktığınız zaman benim hayatımı değiştiren bu iki insan da iki gönül mimarı yani iki büyük sanatkâr, Allah beni bu iki sanatkâra inşa ettirdi diyebilirim.”

Hocam bir anda kendisinden bahsettiğini anladı ve utandı. O kendisini anlatmayı hiç sevmezdi aslında ama sohbete kendini kaptırdığı için fark etmemişti. Daha sonra “Dersi yine kaynattınız, bunun hesabını sorarım size.” dedi ve anlatmaya devam etti.

“Üstad Necip Fazıl’ın hayatına da baktığımız zaman iki evreden oluşur. Mürşidi ile tanışmasından öncesini ve sonrasını ayırır. Onunla tanışmadan öncesini “Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum, gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum” diye bahseder. Tanışma anını ise “Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız, ruhuma büyük temel çivisini çaktınız” diye anlatır. Bu hayattaki tek emelinin ise gönlünün mimarı o büyük insanın dizinin dibinde ve mezarının başında yatmak olduğunu da “Hayat bir zar içinde hayatı örten bir zar, bana da hayat yeri Bağlum köyünde mezar…” demiştir. Bağlum köyü de Ankara’da mürşidinin mezarının bulunduğu köy. Üstad yine o büyüklerden bahsederken “Onlar; insandan murad onlar, ölümü öldürenler; ötenin ötesinde, sonsuz hayat sürenler” diye bahseder.”

Hocam her zaman, “iddiasız” bir hoca olmuştur. Aslında yaşama dair en büyük iddia “iddasız olmak” değil midir? O, her zaman düz bir adamım, derdi. Düz yaşar, düz yürürdü. Belki de bu yüzden, ben düz adamım, derdi. Ancak o bizim için çok büyük bir sanatkârdı. Şimdi biz de onun gibi düz yaşamaya ve düz yürümeye çalışıyoruz. Yabancı müzik değil, Türkü dinliyor; latte değil, çay içiyoruz. Elimizden geldiği kadar “hocam” olmaya çalışıyoruz. Üstadın da dediği gibi “Otursun bende her şekil; vatanım, dostum ve hocam!”



LEYLAK / Muhal Rüya











Yapma, yapma!
Bu sefer olmuyor.
Çatlayacak,
Kalbim çatlayacak efendim.

Sızlıyor, sızıyor
Şu denizi ben doldurdum sanki
Ben değil sen,
Benden sızan sen.

Yapma efendim yalvarırım.
Şu tepeler kadar güçlüyüm ama
Sen yüce bir dağsın
Evler, yollar, şehirler,
Ovalar, göller...
Hepsini yükle sırtıma
Lakin sen desteksin bana
Olmazsan eğer
Çökerim, kuş bile konsa omzuma
N'olur beni yalnız değil haşa,
Beni yarım bırakma.



YASİN / Casım ÇOBAN

Mevsimin aldatıcı bir yanı vardı Istanbul’da. Anadolu’ya nazaran daha soğuktu. Bu kez İstanbul gezimiz sadece 2 günlük bir ziyaretti. Tahmini hava raporlarını göz ardı etmiştik. Bu sebeple baharlık kıyafetlerimizle İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanına indiğimizde tüm sıcaklığıyla ilk “Hoş geldin’i” soğuk havadan duyduk.


İlk ziyaretimiz Aziz Mahmut Hüdayi hazretlerine olacaktı. Düşünürken bile yorulduğum İstanbul trafiğinde ancak saatler sonra ulaşabildik Aziz Mahmut Hüdayi hazretleri camiine. Tüm alakamızı Aziz Mahmut Hüdayi hazretlerinin ziyaretine yetişme çabasına sarf ettiğimizden, doya doya boğazı seyredemeden, Üsküdar’ın kendine has duruşu olan sokaklarını inceleyemeden, taş duvarlarına gözlerimizi süremeden camiye girdik. Biz abdestlerimizi tazelerken ezan-ı Muhammedî de ruhumuzun imanını tazelemeye başlamıştı. Ezan bittiğinde cemaatle namaz kılmaya, akabinde mübareği ziyaret etmeye karar verdik.

Akşam namazını eda ettikten sonra tespihatı beklemeden ziyarete geçmek için türbeye yöneldik. Türbenin kapısına geldiğimizde kapıda üç-beş kişilik kalabalık bir kümenin olduğunu gördük. Türbenin kapı ağzında bekleyen güvenlik görevlisi; ziyaret saatinin bittiğini ve türbenin kapılarını kapatacağını, mahcup bir edayla anlatıyordu kapıdaki ziyaretçilere.  Abdurrahman Hoca kapının önüne gelip vakur ve âlim duruşuyla güvenlik görevlisine Anadolu’dan geldiğimizi belirterek, bir Fatiha müddetince ziyaret için müsaade etmesini görevliden rica etti. Görevli, Abdurrahman Hoca’nın ihlaslı görüntüsünden ve üzerindeki azametinden belki de Hocanın genç yaşta bembeyaz olmuş sakalından hicap ettiğinden kapıda bekleyen şahıslara vermediği izni kapıda bekleyenlerin tamamının ziyaretine rıza göstererek bir Fatiha müddetince verdi.

 Sırasıyla adaba uygun bir vaziyette bir Fatiha müddetince ziyaretimizi tamamlayıp çıktığımızda Abdurrahman Hoca bir yandan görevliye teşekkürünü iletiyor, bir yandan da bir Yasin-i Şerif okuyamadığı için hayıflanıyordu.

“Ahh! Diyordu ahh! Bir Yasin’i Şerif okumaya niyet etmiştim huzurda. Nasip olmadı, çok müteessirim.” diyordu.

O hâl üzere Aziz Mahmut Hüdayi Camiinin mermer merdivenlerinden aşağı inmiş, caminin kapısı önünde halen hayıflanmasını seyrediyordum. O, bir Yasin-i şerif için yüreği yangın yerine dönmüş, dışarıdaki soğuğun farkında olmadığı bir halde yürürken ben soğuktan nefesimi dışarıya bırakmak istemiyordum.

Aziz Mahmud Hüdayi Camiinin önündeki sokakta bulunan küçük dükkânlarda koku, tespih, zemzem, takke, hurma, seccade nev’inde eşyalarla birlikte dua ve tesbihat kitapları da satılır. Abdurrahman hoca oradaki dükkânlardan birinin önünde durdu. Beş-altı kişilik bir aile kümesinden oluşan topluluk alışveriş yapmaktaydı. Dükkânda satış yapan şahıs Abdurrahman Hocayı görünce gayet kibar bir tavırla ailenin yanından birkaç adımla uzaklaşıp Hocaya “Buyrun Efendim!” dedi. Satıcının yüzündeki gizli tebessümü bir ben mi fark ediyordum yoksa soğuktan zihnim siluetleri mi karıştırıyordu? Hoca eline aldığı üç-dört adet tespihi, sırf o dükkâna katkıda bulunmak, Aziz Mahmut Hüdayi Camii sokağında yaşayan bu esnafın varlığını devam ettirmelerine vesile olmak için satın almak istediğini biliyordum. Çünkü Hoca’nın tespihe ihtiyacı, tespihlerin de dergâhta bulunan diğer tespihlerden farkı yoktu. Hoca eline aldığı tespihlerin tamamının fiyatını öğrenmek için sorduğunda satıcı tespihleri alıp kibarca ve gayet naif bir hal üzere poşete bıraktı. “Bunlar bizim size hediyemizdir.” diye ekledikten sonra satıcı ve diğer ailenin yanına döndü.

Abdurrahman Hoca satıcının bu kibar amelini karşılıksız bırakmak istemiyordu. Bu yüzden birkaç hediyelik eşya satın almak suretiyle kendisi de dükkâna maddi bir katkıda bulunmak istiyordu. Satıcı aile ile alışverişi bitirdiğinde halen orada olduğumuzu fark etti.  Abdurrahman Hoca bir takkeyi işaret etti ve fiyatını ödemek üzere cüzdanından bir miktar para çıkarıp satıcıya uzattı. Satıcı Hocanın işaret ettiği takkeyi alıp içinde tespihlerin olduğu poşetin içerisine bırakırken “Bu da hediyemizdir efendim.” dedi. Bunun üzerine Hocanın mahcubiyeti bir kart daha arttı. Hoca bir vesileyle katkıda bulunmak istiyordu. Bu kez misvak ve zemzem istedi elindeki parayı satıcıya uzatırken, satıcı aynı tavrı bir daha sergileyince, Hoca bütün mahcubiyetiyle “Azizim ismini bağışlar mısın?” diye sordu.

Satıcı “Yasin!” diye cevap verdi.


Hoca bu ismi duyunca elindeki parayı avuçlarının içinde sıkıp başkaca bir şey sormadan –belki de sormaması gerektiği işareti verildiğinden- büyük bir edep ve mahcup bir hâl üzere Yasin’e kibarca veda ederek dükkânın önünden uzaklaşmaya başladı. Sadece benim duyabileceğim bir ses tonuyla “Eğer dükkândaki bütün eşyaları satın almak için tek tek gösterseydik, Yasin ücretini almadan dükkânın tamamını boşaltana dek eşyaları bize hediye edecekti.” dedi. Sonra da kendi kendine “Ahh Yasin! Kulağına kimler ne fısıldadı bilmiyorum ama bizi mahcup ettin.” diyerek başını önüne eğdi. Bütün bunlar yaşanırken ben soğuğu unutmuş sadece ehlinin fehmedebileceği bu vakayı idrake çalışıyordum. Araca binmeden önce son kez türbenin olduğu yöne bakıp Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerine hitaben teşekkürlerimi ileterek şunu söyledim. “Zat-ı alinizin huzurunda bir Yasin-i Şerif okuyamadığı için elem duyan muhibbinizin hizmetine bir Yasin amade kıldınız.”



***
DÜKKÂN MEKTUPLARI-3


Dükkân iki hece, Rıdvan’ım lâfta!
Hasan EJDERHA ile Casım bir safta! 
Bir de atölyeciler ve Üdeba, ser divanda...
Halini düşünüp yanma Rıdvan’ım! 
Tayin mi? .. Belki... Daha emekli olmadın!

Aziz Dost! Sitayişte bulunup da “Dostum! Istanbul’u mesken mi tuttun? Gördün güzelleri, unuttun bizi” demeyeceğim elbette. Bilirim ki sen Hasan EJDERHA’nın nazarında “darasız, cilasız” bir adamsın. Vefa sende nişanedir.
Takvimler sen gittikten sonra iki kez daha onikişubat gününün kurtuluş olduğunu kayda geçti. Şehrin tüm mahallelerinden başlarında keşe, boyunlarında poşi, sırtlarında gömlek ve aba, bellerinde kuşak, ayaklarında şalvar ve yemenisiyle Trabzon Caddesine gelen çeteler 1920 yılının 12 Şubatındaki gaza aşkıyla Fransızları yeniden şehirden kovdular. Gel gör ki aramızdaki yokluğuna çare bulamadılar.   
Sen gittikten sonra Kahramanmaraş değişti mi bilmiyorum. Çünkü sensiz Kanlıdere Caddesinden geçip sıralı ağaçlar altında soluklanmıyorum.
Kocabaş Konağının önünden çocuk bahçesine çıkmıyorum artık.
İt ürümezin tepesinden kaleye nazır bir “hu” çekmiyorum.
Kuytu, sapa eski Maraş mahallelerinde çıkmaz sokakların sükûtunu aramıyorum.
 Çıkmaz diye girdiğimiz sokakların çıktığı büyük meydanlardaki çocukların oynadığı oyunlara, eğlenceli gürültülerine hasret duymuyorum.
Ecdat yadigârı eserlerin banilerinin ve mimarlarının hayatlarını merak etmiyorum.
 Yüzyıllık eserlerin taş duvarlarına ellerimi sürüp de asırları aşmak istemiyorum.
Sütçü İmam’ın türbesini ziyaret ettikten sonra ayaklarım artık beni Yeryüzü Sahaf’a götürmüyor. Mustafa ağabeyi hep ihmal ediyorum. Ne bakkal önünde Niğde gazozu ısmarlıyorum, ne de şehrin en meşhur mekânında kendime salep ısmarlıyorum. Sen Istanbul’dayken. Yani sen yokken Maraş’ta gözden kayboluyor.
Şeyh Galip’in yoldaşı kıymetli dostum! Sen gittikten sonra tek yaptığım imkân buldukça dükkâna gidip demlenmek oluyor. Hasan ağabeyin yerli ve milli hikâyeleri ehl-i dükkânı demlenmeye hazır hale getiriyor ilkin. Atölyeci gençler üdeba ile çuşa geliyor. Ahmet Doğan İlbey ağabey her zamanki gibi girişte solda, hemen kapının yanında oturuyor. Ahmet Doğan İlbey ağabeyi ne zaman kapının yanında oturuyor görsem, ashabı güzinin namazda saf tuttuklarında “Rasulullah (s.a.v) saflarda bizi aramasın” diye safta hep aynı yerde durmaları, geliyor aklıma. Enver Hoca polar battaniyesi ile köşede istirahatinden ödün vermiyor. Ferhat tambur icrasında yol alma gayretinde. Bir Cuma kapısı gecesi fahri hemşerim Mehmet YAŞAR’ın Antep’ten saz ustası akrabaları gelmişti de dükkâna, Topal Abdo’nun uzun havasını okumuşlardı. Uzun havada Topal Abdo’yu vuran kurşunlar yokluğunda dükkânın tavanlarını vuruyorlardı.
 Geçenlerde bilvesile Hasan EJDERHA ağabeyi ziyarete gittim. “Ahh! Rıdvan’ım burada olsa kahvaltı yapardık” dedi, yaramı kanatmak için. En çok da Mehmet YAŞAR mustaripmiş senin olmayışından. “Rıdvan Maraş’ta vazifeliyken ne güzel hep patatesli börek ve bazlama yiyorduk” diye sitemde bulunuyormuş. Yani sen gidince hallerinden hâllendiklerimiz de aç kalmaya başladı.

Istanbul’da talim gören, atölyeden ders arkadaşlarımız Enbiya, Miraç, Ensar ve Cihan’a rast geldim dükkânda. Onları eyice tembihledim “Rıdvan ağabeyinizi Istanbul’da yalnız komayasınız” diye. Onlar yola çıkarken her birine Ayetelkürsi okuyup üfledim. Gelirken sana Maraş’ın o sevdiğimiz bahar yelini getirsinler, diye.  
      
Gönlü baharda esen Maraş yeline sevdalı kardeşim! Ehli dükkân ehli gureba’dır, malumun. Ne makam vardır ne de mevki. Yoksa hiç koyarlar mıydı sahipsiz seni. Kahramanmaraş’a dönmek için Engürü’ye yolladığın arzuhalinin sümen altında kalmasına hiçbirinin gönlü razı olmaz elbet. Ama gel gör ki ehli dükkânın Engürü’de ne dayısı ne emmisi vardır, pirimiz hacı Bayram’dan gayri.

Rıdvan’ım, sevinin, ümitler serde!
 Avdet etsen de sevinin, etmesen de,
Sanma bu yalnızlık kalır yeryüzünde!
 Kahramanmaraş, elbet bizim, elbet bizimdir!
 Gün doğmuş, gün batmış, dükkân bizimdir!

                                                           Baki selam ve muhabbetle...

18 Şubat 2019 Malik EJDER türbesinde.

***
İNSAN DEĞİL

Varoş bir muhitten oldugu anlaşılan, kanun dışı bir vakaya iştirak ettiğinden derdest edilmiş onsekizli yaslarda bir gençti. Polisler gencin telefonunu almış masama koymuştu. Anlaşılan başka biriyle irtibata geçmesine mâni olmak için böyle bir teamülleri vardı.


Delikanlının işlemlerini devam ettiren polisler -muhtemelen- bana güvendiklerinden telefonu çok da dert etmiyorlardı. Kendimi telefon nezaretçisi hissettim. Bazı polisler ara sıra delikanlıya sualler yöneltiyor, belli belirsiz cevaplar alınca kâh geriliyor kâh iyimser olmaya çalışıyorlardı.

Fakat delikanlı hep o muallakta asılı duran taş gibi duyguları belirsizdi. Bu belirsizlikten hayata dair bir planı olmadığı pek ala anlaşılıyordu. Dolayısıyla gergin ve belirsiz ortamın tek belirgin şeyi buydu.

Hani doğuştan temiz olan insan belki bir yerlerde farklı birileriyle hemhal olsaydı, belki polislerden birisi o olacaktı.

Ben bu içtimai hususu kendi derinliklerimde irdelemeye devam ederken bir an için odada telefon sesi duyulmaya başlandı. Önce kime ait olduğunu anlamaya çalıştığım bu sesin. Neden sonra şüpheli delikanlıya ait olduğunu hatırladım. Gayri ihtiyari göz ucuyla arayanın kim olduğuna bakma gayretine giriştim-sanırım bu dikizcilik bize bir yerlerden giydirilmiş bir huy haline geldi.

Telefon ekranında arayan kişinin ismi: "insan değil" diye kayıtlıydı.

Zihnim sustu,

Kalbim sustu.

Cesaretimi toplayarak delikanlıya “kim bu arayan” diye sordum?

“Babam!” dedi bütün kini ve öfkesiyle.

“Neden” dedim?

“İnsan olsaydı burada olur muydum!” diye cevap verdi.



***
DÜKKÂN'A DRON GELDİ AHMET ABİ


Fotoğraf: Ahmet Bilal Arslan

Dükkân denen, sağanak rahmete müptela, Selçuklu mimarisi minareye nazır mekânda dertlere derman arıyorduk. Hazirun arasında şair, üdeba, dervişân, çavuş, sanat yönetmeni ve kıymetli dostlar mevcuttu. Bu aciz kul dükkânda her daim minareyi tam karşıdan temaşa eden bir zaviyede otururdu.  Sanat yönetmeni dostumuzun yanında getirdiği henüz Türkçe kat’i bir ismi olmayan lakin dünyanın drone diye bildiği cihaz da o akşam dükkânı ve minareyi aynı kareye almıştı.  Drone’nun ismi hakkında başlayan mülahaza cihana yön verme meselesiyle zirveye ulaşmıştı. Hülasa şu nazariye üzerinde ittifak edildi: Topu atan alır, iti öldüren sürükler, cihazı icat eden adını koyar.

Bugün bir dostumun bana yolladığı bir videoyu seyrettim. Elinde bir kâğıt parçası ile gökyüzüne bakarak galiz küfürler yağdıran gariban Anadolu köylüsü ilk başta divane bir şahıs görüntüsü veriyor. Ta ki ekrana havada asılı duran drone ve trafik polisi görevlileri dâhil olunca mevzuyu tecrübemle fehmettim. Emniyet Müdürlüklerinde görevli Trafik polisi memurları zaman zaman kırmızı ışık uygulaması yaparlar. Sivil giyimli bu memurlar trafik ışıklarının beri yanlarında durarak ellerinde kamera ile kırmızı ışık ihlal yapan araçları tespit eder aynı anda ileride bu ihlali yapanlara ceza kesmek için bekleyen resmi trafik ekiplerine telsiz vasıtasıyla ihbarda bulunurlar. Bu kez bu sivil memurların yaptığını bir drone tek başına yapma kahramanlığı göstermişti. Ve tabi ki neticede ışık ihlali yapan vatandaşı da bekleyen görevlilere ihbar etmişti. İşte bu, elinde ceza makbuzu kendisini ihbar eden cihaza galiz küfürler savurup adaletin olmadığından dem vuran Anadolu insanın hikayesi.

 Sanayi Devriminin mazide kalalı asırları geçti. Hâlâ insanın yerini makine alırsa ne olur sualiyle iştigaldeyiz. Bu sualin temelinde yatan kaygı da İnsanoğlunun işsiz güçsüz kalması ve iktisadi buhranlardan yana duyulan kaygıdır. (Bizim bu konu hakkındaki duruşumuz nettir: Er-rızgu alellah) Yukarıdaki hikâyede ne drone’un adını, ne “ne olacak bu memleketin halini”, ne de insanın yerini makine aldığında ortaya çıkacak iktisadi buhranı kaygı ettim. Tek kaygı ettiğim yapay zekânın hakkı oldu. Videoyu seyredince ilk aklıma gelen 1993 yapımı olan başrollerini Slvester STALLONE’nin (nam-ı diğer rambo ve rocky) oynadığı Cezalandırıcı adlı sinema filmi oldu. Filmde Stallone derin dondurucu ile dondurulmuş ve gelecekte uyandırılmış bir devlet görevlisidir. Filmde dondurucuya konulup hayattan izole edildiği dönemde cep telefonu Sömürge devletlerinde para kavramını başka bir isimle kullanan birkaç zevatta mevcuttu.

Tablet internet drone instagram android v.b. bilişim kavramlar ya yoktu ya da avamın eline düşmemişti.

Dondurulduğu dönemde klavye erkekliği yapıp başkalarına sanal ortamda hakaret edenlerin Polis Merkezlerinde ifade alınmıyordu.

Dondurulduğu dönemden kalma azılı bir suçlu dondurucudan bilişim çağında kaçınca, Stalloneye ihtiyaç duyulur ve artık hayatın tamamen yapay zekayla idare edildiği malum döneme Stallone gözlerini açar. Tüm bu bilişimin gelişim sürecini birebir ilmel, aynel ve hakkel yakin müşahede edemediği için her şeye yabancıdır ve uyum sorunu yaşamaktadır kahraman! İşbu sebeple dondurucuya konulduğu dönemde sahip olduğu ağzı bozukluk da kendisiyle birlikte geleceğe taşınmıştır. (Huyun çıkıp çıkmayacağını başka bir yazıya bırakarak yazıya devam ediyorum) Her tarafta insanları gözetleyen yapay zekâlar mevcuttur ve sözlü ya da fiili her türlü kural ihlaline ceza kesmektedirler. Bu duruma alışamayan kahraman ağzının bozukluğundan mütevellit sürekli elinde ceza makbuzu ile gezmektedir ve bizim gariban Anadolu insanı gibi kendine ceza kesen cihaza da ayrı bir zılgıt(alaheri) çekmektedir. 

Kalbim bu olayları aklından geçirirken kaygı duyduğum meseleye takılıp kaldı. Küfür müstakil halde başlı başına bir günahtır. Bu cürmü işleyen zat bunu kendi başına öfkesine hâkim olamadığında bir muhatap olmaksızın yaptığında İslam hukukuna göre kendi ile Rabbi arasındaki hukuka riayetsizlik yapmış olur. Ve “Tevbe eden günah işlememiş gibidir” hükmünce affolunacağını ümit ederiz. 2.kaide olarak mezkûr zat küfrü muhatabına ya da gıyabında bir zata yaptığında tevbe etmesiyle iktifa olunmuyor küfre muhatap ya da matuf olunan zattan helallik alınması şart koşuluyor. Bilişim çağında insan mahlûkunun yerine amelelik niyetiyle icat edilmiş yapay zekâya küfür etmek 1.kaideye göre mi 2. Kaideye göre mi yoksa 3. bir kaideye göre mi hükme bağlanacak? Bu sualime Diyanet İşleri Başkanı Prof.Dr. Ali ERBAŞ cevap vermesin, mümkünse ve de lütfederse aziz dostum M.Raşit KÜÇÜKKÜRTÜL cevap versin.   
                                                                                   
Baki selam ve muhabbetle…
       

***
BUĞDAY FİLMİ ÜZERİNDEN MUSA HIZIR KISSASI



Sinema / Eleştiri

Buğday filmi yönetmenliğini Semih KAPLANOĞLU’nun yaptığı, yapımı beş yıl süren bir film. Sinemada gösterime girdikten sonra Tv’de ilk kez yayınlanana kadar internet ortamından da yayınlanmadı. Galası Beştepe’de yapılan bu film derin içeriğiyle fikir camiasında sabırsızlıkla beklenilen bir filmdi. Nihayet ilk kez Trt ekranlarında yayınlanan film üzerinden Hz. Musa ve Hz. Hızır’ın izini sürmek gibi acizane bir denemem olacaktır.


Filmin başından sonuna kadar hissettirmeden siyah beyaz oluşu akla şu diyaloğu getiriyor. Hayattan rengi çıkar geriye ne color ki? – Tek hakikat olan “Ölüm” kalır canım efendim!  Film işte bu hakikati daha en başta rengi ile vermeye başlıyor.

Günümüzden çok uzak yılarda geçen senaryo aslında insan hayatının idamesinin en temel gıdası tohumun (buğday) genetiğinin bozulması ve üzerinde oynanmasının insan kişiliğine mizacına seciyesine tesiri de ele almış. Tohum üzerinde her yapılan değişikliğin insan karakterinde de değişiklikler meydana getirdiğini dile getiriyor Cemil AKMAN (Hz.Hızır’ın temsili). (Domuz yemek ile kıskançlık arasındaki bağ anlaşılması açısından bir örnek olabilir.)

İstikbalde geçen film Holywood  yapımı olan ve gelecekte geçen diğer tüm filmler gibi mükemmel bir hayatı yaşayan bir topluluk ile özgürlükçü hayatı seçen, aslında elinden hiçbir şey gelmediği için bilim karşısında yenilmiş ve köle olmuş bir toplumun kavgası ile başlar. Bilimi mutlak güç olarak telakki edip bilimden yoksun olanları kendine köle kılma ahlakıyla hayatını idame ettirenler ve bu statükoyu koruyanlar her zamanki gibi hakikate karşı kulakları kalpleri ve gözleri mühürlenmiş haldeler. İşte bu statükonun egemen gücü karşısında bilimin ve insan eliyle üretilen her şeyin nakıs olduğu hakikatini marifet yoluyla öğrenip dile getiren Cemil AKMAN (Hz. Hızır’ın temsili) ve bu hakikatin peşinden koşan bu marifeti elde etmeye çalışan Prof.Dr. Erol’un (Hz. Musa temsili) üzerinden Kehf Suresinde geçen Hz. Hızır Aleyhisselâm ve Hz. Musa (a.s.) kıssası sembollerle anlatılmıştır.

Cemil AKMAN tezlerinde Genetik Kaos ve M cevherini işler. Bu tezlerinde net olarak yukarıda belirttiğimiz hadisin nakıs oluşunu ve tabiatta bulunan her şeyde M isimde bir cevher bulunduğunu insanoğlunun yani bilimin bu M cevherini yaratmaktan aciz olduğunu, bu acziyetten dolayı da hiçbir zaman insanın temel ihtiyacı olan buğdayı mutlak kusursuz manada ortaya çıkaramayacağını, bunun ancak gaybi bir hal ile yaratılacağını savunur. Burada M cevheri filmde açık olarak belirtilmese de bunun iki cihan serveri, kâinatın yaratılışının asıl vesilesi Hz. Muhammed aleyhi saletu vesselam olduğunu filmin işlenişi bakımından anlıyoruz. Kâinat Hz. Muhammed efendimizin nuru ile yaratılmıştır itikadı ile burada M cevherinin izahatını buluyoruz. İşte bu itikat her zaman olduğu gibi filmde de statükoya, zulüm ile idare eden egemen güce karşı bir direniş vesilesidir. Hakiki İmanı elde eden kâinata meydan okuyabilir. İşte bu meydan okuyuşlardan birini yapan Cemil AKMAN ölü topraklar olarak adlandırılan tehcir edilmiş topluluk arasına sürgün edilir.  Diğer bir tohum bilimci Prof. Dr. Erol son yıllarda buğday tohumundaki genetik bozukluk üzerinde çalışma yaparken Cemil AKMAN ismi karşısına çıkar. Erol çözemediği bu sorunun çözümünü kendinden daha derin bilgiye (ilm-i Ledün) sahip olduğunu düşündüğü Cemil’de bulacağı kanaatiyle ölü topraklara kaçak bir yolculuğa çıkar. Tıpkı Hz. Musa’nın Allah’tan aldığı vahiyle kendisinden daha alim bir zat olduğunu öğrendiğinde o alim zatı görmek istemesi gibi. Burada Hz. Musa yanına ümmetin seçkinlerinden birini alır. Erol ise küfür üzere olan bir talebesini alır. Lakin Erol Cemil ile buluşanda, Erol adeta talebesine buradan ileriye senin gelmeye itikadın kâfi gelmemektedir dercesine talebesini geride keşfedilmemiş ile ölü topraklar arasında bırakmaktadır.

İşte buradan itibaren tüm sahneler uzun uzun anlatılmaya gerek kalmaksızın şunu anlatmaktadır. Hayatta kalmak için “ene”yi öldürmek, kalbi temizlemek gerekir. Ene’yi öldürürsen sana buğday da verilir nefes de verilir. Ben’i öldürmek, nefese ve buğdaya sahip olmak için de en önce bir mürşide bende olacaksın. İşte o zaman HAY olan Allah’ın nurunda yaşarsın.
            Baki selam ve muhabbetle…
   



***
MARAŞ’IN CEZBELI GÜLLERI



05/09/2018 günü Yedi Güzel adamın huruç ettiği şehirde bulunuşumun 9. yılıydı. Kitaplığıma yeni bir çehre vermeye karar vermiştim. Kitaplığımda yeniden çıktığım gezintide Hasan EJDERHA ağabeyin “Maraş’ın Cezbeli Gülleri” adlı kitabının naz ve cezbe ile bana nazar ettiğini gördüm. Bazı kitaplar vardır ki; hep hayatın içindedir ve canlıdır, raflarda durması onlara haksızlıktır. Bu eserlerin başında Abdulkadir Geylani hazretlerinin Fethur-Rabbani adlı eseri gelir. İşte Cezbeli Güller de bu eserlerden biridir. Kitabın kapağındaki cezbeli güller “bizi bu raflardaki esaretten kurtar, Maraşlı hemşerilerimizle buluştur” dercesine tebessüm ediyorlardı. O mütebessim çehreleri görende kalbim merhametle doldu ve karar verdim: Cezbeli Gülleri raflara mahkûm etmeyecek kendi insanları ile buluşturacak, onları hiç duymamış Maraşlılarla tanıştıracak, tanıyıp da unutanlara hatırlatacaktım.
Hayra vesile olan HAYRI işleyen gibidir.
Ertesi sabah Cezbeli Gülleri hem avucumda hem yüreğimde çalışma odama götürdüm. Kitabı muhataplarımın görebileceği, cezbelilerin boynunun bükük kalmayacağı müstesna bir köşeye yerleştirdim. Öğleye doğru teşrik-i mesaiden yaşça benden büyük Maraşlı bir meslektaşım kitabı fark etti. Kitabın kapağını içeriğini iyice inceledikten sonra duygu yüklü bir sesle “bu güller var ya bu güller! Maraş’ın esas sahibi bu Cezbeli Güllermiş. Babamdan çok dinledim bu gülleri, çok büyük insanlarmış” dedi. Öyleyse ruhlarına bir fatiha okuyalım dedim. Gülleri sevenleriyle buluşturduğum için şükrettim. Fatiha’yı okurken Hasan EJDERHA ağabey geldi aklıma “Ahh Hasan ağabey! sen nasıl bir şairsin!” Telefonumun çalmasıyla tam ortamdaki maneviyat yok oluyor diye kaygılanmıştım ki arayan güzel yüzlü güzel ruhlu Cezbeli Güllerin mana yoldaşı Hasan EJDERHA ağabeydi. Aramasına cevap verdiğimde bu tevafuka binaen ben ne kadar huzur doluysam o da o derece rahatsız etmiş olmanın kaygısı (kendi ahlakının güzelliğinden) içerisinde “müsait misin?” diye sordu. Sevincimi kendisine en mümtaz kelimeler ve kalbi duygularla ifade ettikten sonra kendilerine hizmette bulunmak için amade olduğumu belirtim. Başka bir kurumla alakalı bir mevzudan dolayı bizim kurumdan bir belgeye ihtiyaç duyduklarını belirtti. Belgeyi verecek olan makam bizim kurumun Binevler’deki şubesiydi. Eğer Hasan ağabey oraya yalnız giderse onu yorabilirlerdi. Tam bu endişe beni üzecekti ki her zaman ki gibi Allah’ın yardımı yetişti.
Sen bir müminin sıkıntısını giderirsen Allah da senin sıkıntılarını giderir.
Hasan Ağabey’e kendisini hemen arayacağımı söyleyip müsaadesiyle telefonu kapattım. Kadîm dostum, içimde küllenen edebiyat aşkını yeniden yakan güzel insan, Hasan ağabeyle tanışmamıza vesile olan, gönül dünyamda Maraş’ı tamamlayan DOST! Rıdvan’ın adını aradım telefon rehberimde. Sahi ben Hasan ağabeyle tanışmamızı anlatmış mıydım?  Tabi ki anlatmadım. Müsaadenizle hikâyeyi başa saracağım.
Sil baştan başlamak gerek bazen
Rıdvan, KSÜ Edebiyat Fakültesinde talebe olduğu yıllarda edebiyat buluşmaları vesilesiyle Hasan EJDERHA ağabeyle tanışmış bir bahtiyar. Rıdvan’ı tanıdığımdan beri ne zaman efkâra gelse dilinden şu mısralar dökülürdü;
sen, sızılı bir ağıt
derinden okunan bir yasin
olmamalıydın ama oldun/ mahcubum
yoklu
ğundadır senin gücün
innâ lillahi ve innâ ileyhi raciun!

Rıdvan bu mısraları okuduktan sonra “vay be Hasan ağabey! sen nasıl bir şairsin” deyip, kaçak tütününden derin bir nefes alır, takriben on yıldır görüşemediği belki de kendisini hiç hatırlamayan bir insan için hayıflanırdı.  Zannımca bu hasretlik Rıdvan’a yeter artık dedirtmişti ki bir gün Hasan ağabeyin üniversitedeki dahili telefon numarasını öğrendiğini büyük bir müjde olarak haber etti.  Lakin kendisini tanıyıp tanıyamayacağı kaygısı onu biraz rahatsız ediyordu. Rıdvan’a bir tavsiyede bulundum; Sen Hasan ağabeyi telefonla ara. Hasan ağabey telefonu ilk açtığında sen kendini Hasan ağabeye tanıtmadan “Hasan ağabey çayın var mı?” diye, sor! Eğer sana herhangi bir sual yöneltmeksizin “buyurun çayımız var” derse, bil ki “bizim Yunus mu?” makamında cevap vermiştir, gidip çayını içeriz, lakin sana kim olduğunu nerden tanıştığınızı sorarsa bil ki Yunus! bu kapıdan seni kovmuşlardır oraya uğramayalım.  Rıdvan bu tavsiyeyi makul karşıladı Hasan ağabeyin üniversitedeki dahili numarasını aradı. Rıdvan tam olarak kendisine tavsiye ettiğim gibi cümleye giriş yaptı. Cevap mı?  ………
Abdullah b.Amr’ der ki: Biz vaktiyle öyle bir topluluk (sahabe) içerisindeydik ki, bir kişi diğer bir kişiyle karşılaştığında sanki aynı ana babadan doğmuş bir kardeşiyle karşılaşmış gibi olurdu.
Ertesi gün Hasan ağabeyin odasında aynı ana babadan doğmuş gibi hissettiğimiz Hasan Ağabey, Üstat M. Raşit KÜÇÜKKÜRTÜL ve kıymetli kardeşim Mehmet YAŞAR (Çok sonra fahri hemşerim olduğunu öğrendim) ile kalplerimizi mutmain kıldık.
Bu tanışmadan takriben 2 yıl sonra Rıdvan’ın tayini Istanbul’a çıkmış Maraş’tan ayrılmıştı.(Ölüm kadar güzel bir ayrılıktı.)Hasan ağabeyin ihtiyaç duyduğu belge tam da Rıdvan’ın yıllar önce çalıştığı şubedeydi. Ya Rıdvan! Rıdvan da o anda Maraş’a ziyarete gelmiş ve belgenin verileceği şubede çay içmekteydi. Ahhh Hasan ağabey! Sen nasıl bir şairsin?! Ahh Cezbeli Güller! Siz ne güzel insanlarsınız.
Hasan ağabeyin gerekli işlemleri için vazifeyi Rıdvan’a tevdi ettim. Birkaç saat sonra Hasan ağabeyi aradığımda telefonu açar açmaz “asayiş berkemal azizim! Vazifeyi tevdi ettiğiniz memur arkadaş bizimle alakadar oluyor, evrakı alıyoruz” diyerek latifede bulundu ve ekledi: “Rıdvan diyor ki; vazifesini ben ifa ettim yarın sabah kahvaltısı da Casım’dan”.  07/09/2018 günü sabah:08:00’de Hasan ağabeyin odasında kahvaltı yapmamıza vesile olan Cezbeli Güller’e selam ve dua olsun…
Ahh Hasan ağabey! sen nasıl bir şairsin!
Ahh Cezbeli Güller! ne hikmetlisiniz!                                                                            07/09/2018


***
RÜYA VE HAYAL













Uyandırıyordu bir ninni uyutmaya
Bir hayal, hayal oluyordu
Başlıyordu bir rüya…

Hayal kayalıklarda büyürdü
Ten leş.
Çöl hayale büyütürdü
Kalp keş.

Ten tanrı oldu
Hayalden mahrum çocuk
Nerede parmaklarını yakan yakışıklı?
Bu rüya sonumuz oldu…


***
NAZAR


Ömrü boyunca nazardan muhafaza olsun diye kulağına Nazar ismini okuduğum yedi yaşındaki kız çocuğum ile bir ağustos günü akşam saatlerinde Hacı Murad mahallesinin -varoş bir semttir- Kahire caddesi üzerinde Sulukule’nin renklerinden çok Muş ovasının yalancı maviliğini andıran bir düğün merasiminde bulunuyorduk. Güzel bir yaz gecesiydi ve merasimdeki herkes sanki hayatında ilk kez mutlu oluyormuşçasına coşkulu bir şekilde düğün halayına eşlik ediyordu.

Kızım Nazar büyüdü ve gelinlik giydi bir anda perdelenen gözlerimin önünde. Zaman rüya gibi hızla adamın bedenine girip çıkan bir şeydi işte! Sert ve ani bir fren sesi perdelerini indirdi gözlerimin. Bu fren sesi düğün merasimindeki şenlik ve enstrümantallerin sesini bastıran bir desibeldeydi. Mecburi bir istikamete girmiş gibi düğündeki tüm davetliler, oğluna gelin bakmaya gelmiş davetsizler dâhil, tek başına bütün kalabalığın ve şenliğin sesini bastıran bu enstrümantali merak etmişçesine vak’anın olduğu yere doğru halaydaki gibi nizami olmaktan çok uzak, telaşlı, meraklı adımlarla görmekten de korktukları şeyi düşünerek sesin geldiği yöne yürümeye başladılar. Hacca gidenlerden duymuştum, tavaf ederken bütün günahlardan azade olmak için-hüsnü zannımız yabana atılmaya- cem olmuş efradın omuzlarının birbirine teması öyle sık ve kuvvetliymiş ki yekvücut halinde siyah örtülü beytin etrafında ayakların yere temas etmeden dönermişsin. Ta ki bu kalabalık beni alıp götürürken sesin geldiği yere kadar, o kutlu beldede fizik kurallarının nasıl işlediğini henüz tecrübe edememiştim.

Dünyanın merkezinde olmasa da sesin geldiği yerin merkezinde idim. Alkollü bir partinin akabinde görülebilecek bir manzara seyrediyordum. Belli ki “ayaklarımı yerden kesecek bir arabam olsun”  deyip, “benim olsun kötüsü olsun” düsturuyla alınmış eski model bir araç… Aracın etrafında darbe etkisiyle kırılıp dökülmüş savrulmuş üç beş plastik sandalye… Az önce düğünde eğlenen onlar değilmiş gibi vaveyla eden kadınlar, vaveylanın arasında eski aracın önünde saçları kanlar içinde yatmakta olan sırtı dönük bir kız çocuğu vardı. Bütün soğukkanlılığım üzerimde, vaveylanın arasında yerde yatmakta olan çocuğu kucağıma alıp sabahın ilk ışıklarıyla ortaya çıkan dalgasız bir deniz suyunun düzlüğünü andıran uzun saçlarını bir cerrah titizliğiyle alıp çocuğun yüzünü temizledim. Az önce içlerindeki birikmiş bütün dertlerini avazı çıktığınca bağıran bu kadınlar neden sessiz sinema oynamaya karar verdiler ki? Drama sahneleyen oyuncular gibiydik. Söz ve ses olmadan sadece mimiklerimiz ve uzuvlarımızla hissettiğimiz acıyı, kederi, ihtiyaçlarımızı birbirimize anlatıyorduk. Sahi kucağımdaki kız nasıl da hem ağlayıp hem de sesini saklıyordu?
Gök nazara gelmeden nazara mı gelmişti?
Nazar’ım…