Yoldaki Kalemler
Kültür, Sanat, Edebiyat ve Fikir Dergisi
BİZE YAZILANLAR...
“YÜREĞİ YANINDA OLANLARIN” ROMANI: “KIRIK AYNA” / Ahmet Doğan İlbey
Taht Savaşları (İmsak’a Yakın) / Alirıza KARAKALE
Beyaz ipliğin siyah iplikten ayırt edilemeyeceği vakitlerde,
gizlice oturdum şairler tahtına.
Bu aralıkta her ihtimal caiz gelir cahil aklıma.
Muadili olurum belki birilerinin,
belki şerefli bir şiirin ilhamı denk düşer bahtıma.
Neredeyse her cephede çarıkla savaştım ben.
Üşüdüm karlar altında.
Ölsem bir şiir uğrunda, şehit denmezdi belki ama;
şehadet ettiğim kahramanlar var hatırımda.
Ayak tabanlarıma giden tüm kan akışlarının diz kapaklarımda kesilmiş olması;
dünyayı saran damar uzunluğumun artık sarmayı reddettiğinin,
onca yıl savaşa hükmederken , hükmen mağlubiyete hüküm verildiğinin açık
delilidir.
Saldırdım
karşıt her muhalif romana kelimelik sloganlarla...
Savundum;
Üzerimde fakirliğime eşlik etmiş, yıllanmış parkem...
Savruldum;
Rüzgarların getirdiği afetlerden sığınırken yaradana.
Zelzelelerle irkildim, boğuldum o korkuyla.
Şayet şimdiye kadar karşılıksız aldığım nefese dahilse son zamanlarda aldığım
toprak kokusu,
onun da zekatı bu şiirdir.
Borçlu gitmeyeyim Allah’ın huzuruna.
Oğlum uyandırır gün doğumuna yakın,
Ayrılır iplikler birazdan,
Tahtın sahipleri aralar kefenleri,
Kendime, cahilce verdiğim fetva uyandırır nefsimi.
Hangi şerefli şiirin ilhamıdır bu desem, gererler çarmıha...
Dönüp dolaşan güneş, yıldızları kovar malum vakit öncesi.
O an ölümün habercisi.
Sonrası kader- kısmet dönencesi.
karakale ‘m
korku ve yürek burkulmaları / Fazlı Bayram
ellerinde donmuş zaman izleri
bizi bir yerden bir gökten itelerler
ki alınlarımız ıssız sokak açmasın ağaç kökleşmelerine
kalbi olan bir şehre bakar bu durumda
bir de aynası toz tutmayan burma bıyık adamlara
ben de ayrıldım vatanımdan
sizler gibi ey gurbet zedeler
büyük boyunlarındanım çağın uluları bilir
hem adımız sığmaz gölgelere bilemeyiz
bizi bir yerden bir gökten üflerler
çetindir kavgamız
gülenler mi dersin hor görenler mi
ateşimize su döküp gelip geçenleri mi hokkabazların
bir kırlardan bir yanık bağırlardan ağarız asfalta
bir dağa konarlar bizi kah viraneye sürer yolumuz
adımızı bile unuturuz ta en baştan hatta
ya sen de unutursan ki unutma sana sorar öğreniriz
yeniden
gözlerimizi bir sana açarız bu gözler seni ağlar bir de
ardımız önümüz bir içimiz dışımız üryan
yürürken yürür dururken dururlar bizi
birer cesettir bu taşıdığımız ortada
EV BARK OLMAK / Hasan EJDERHA
Gerçi rahmetli anacığım da iyi bir ev kadınıydı ama gelin olana kadar, gözüm hep oyunda olduğu için hiç iş öğrenemedim. Evde yengelerim olduğu için benim yardımıma ihtiyaç duymuyorlardı doğrusu. Toprak damda akşama kadar çizgi oynardık komşu kızı ile. Çok severdim dama çizgi çizip sekteleyerek taş sektirmeye bayılırdım. Şimdilerde o oyuna seksek mi ne diyorlar. Bir de bayramı beklerdik salıncak için. Bir âlemdi bizim büyüklerimiz. Sert insanlardı hepsi de. Kadınların kızların mahremiyetine çok önem verirlerdi. Ama bayramlar, özellikle Ramazan Bayramı kadınların bayramıydı adeta… Bayram öğle sonrasına kadar misafirler ağırlanır. Bayramlaşılır. Gidilecekse misafirliğe gidilir. Ama öğleden sonra nerdeyse köyün bütün kadınları, taze gelinleri, genç kızları ve çocukları koca kozun altında toplanırlardı.
Devasa bir salıncak kurulurdu koca koza…
Tahtalı salıncak…
Oturacak yerine tahta bağlanır üzerine de kocaman bir minder konulurdu. Bayılırdım ben o salıncağa. Tahtalı salıncakla büyükler sallanırdı sırayla. Çocuklara ise cevizin, yani devasa koca kozun diğer dallarına birkaç tane de küçük salıncak kurarlardı ki küçükler annelerini, ablalarını, yengelerini rahatsız etmesin o küçük salıncaklarda sırayla sallansın istenirdi. Büyükler ise; o, bir erkeğe görünmemek için evin kapısından dışarı başını çıkarmaya çekinen kadınlar koca kozun altında bir başka olurlardı. Gerçi koca koz köyün büyükçe bir bahçesinin ortasındaydı ve yakınlarında ev olmadığı, sık ağaçlarla çevresi kapatılmış olduğu için orada olanları hiçbir erkek göremezdi. Görmekten öte koca kozun çevresine bilmeden yaklaşan bir erkek görülürse hemen “Yaklaşma oraya! Kadınlar var!” diye ikaz edilirdi. Koca kozun bulunduğu bahçe hafif meyilli olduğu için o devasa salıncakta sallanırken bahçenin devasa ağaçları arasından sanki göklere çıkıyormuş gibi çıkar, sonra bahçenin içinde kaybolurdunuz. Ben daha küçük sayılırdım o salıncağa binmek için ama yengelerimin torpili ile birkaç kere küçükken de binmiştim. Nasıl bir mutluluktu o koca salıncağa binmek anlatamam.
Daha oyun çocuğu olduğum için iş öğretmek kimsenin aklına bile gelmemişti doğrusu. Kaynanamı, yani neneni çok sevişimin asıl nedeni ise bambaşka:
Sen doğduğunda ne yapacağımı şaşırmıştım. Elimde ölüp kalacağını sanıyordum adeta. Geceleri uyanıp, uyanıp, nefes alıyor musun diye bakmadan edemiyordum sana. Ne kundak yapmasını biliyordum ne de seni nasıl yıkayacağımı ve nasıl emzireceğimi. Küçücüktün. Nerenden nasıl tutacağımı bilemiyordum. Nerenden tutsam tutmadığım tarafın yere düşecekmiş gibi oluyordu. Üstelik de büyüklerin yanında seni kucağıma almaktan bile utanıyordum.
Nenen akıllı, güngörmüş kadındı. Seni yıkıyor, paklıyor, kundağa sarıp bana veriyordu. Öyle çok seviniyor, öyle çok seviniyordum ki kaynanama sarılıp öpesim geliyordu. Ama nerdeee… O yıllarda bir büyüğe sarılıp öpsen sana delirmiş derlerdi. Seni yıkarken de bana tutturuyordu ki elimde bebeği dengede tutmayı falan öğreneyim diye.
Öğrendim de sonraları. Kısa sürede bebeğimi yıkamasını da kundak yapmasını da öğreniverdim. Nenen bana ara sıra: “Çok iyi bir kadın olacak bu” derdi. Bu sözünden o kadar çok hoşlanırdım ki dünyalar benim olurdu bunu söylediği zaman; çıkıp evin arkasındaki nergislerin ve sümbüllerin açtığı tarlaya çıkıp bir o yana bir bu yana koşasım gelirdi. Evimizin arkasındaki tarlayı çok severdim. Her yer nergis ve sümbüldü. Tarlanın kenarındaki çalılıkta ise her yer menekşeydi. Menevşe derdi nenen. Evinizin hemen arkasında bir evlek yeşil soğanımız hep olurdu. Hemen onun yanında ise baharla birlikte domatesten bibere, biberden kabak ve patlıcana kadar, fasulyeden mısıra, havuça kadar sebzeler ekerdik.
Ev kalabalıktı. Amcanlar da bizimle ve dedenlerle birlikte kocaman bir evde oturuyorduk. Evin koridorunun karşı odalarında onlar, beri tarafta dedenlerle biz oturuyorduk. Koridor dedimse şimdiki evlerin ancak bir adam geçecek koridorları gibi değil; koridor dediğim yere şimdilerin evlerini çevirsen iki ev sığardı. Ben böyle kalabalık bir eve gelin geldim.
Hiç unutmam; deden yemek yerken hep bana ara sıra bakıp dururdu ve ben fena şekilde utanırdım. Sonraları ise beni sürekli yanına oturtmaya başladı. Meğerse kaynanam, amcanın hanımı ve halan ile birlikte otururken onlardan utanıp yemek yiyemediğimi gözlemiş olacak ki beni yanına oturtarak “ye kızım, hadi şundan da ye! Utanılmaz yemek başında, hadi bakalım!” diyerek uzunca bir zaman beni yemeklerde yanında oturttu ve düzenli beslenip beslenemediğimi kontrolü altına aldı adeta. Eskiler ne kadar da düşünceliydiler. Şimdinin adamları öyle mi ya? Hâlbuki haddim değildi sofrada kayınbabamın yanına oturup yemek ama o öyle istemişti. Her öğünde, “bu yemekte bari yanına çağırmasa Allah’ım” diye dua ederdim ama gene çağırırdı. Çünkü Kayınbabamın yanında daha da çok utanırdım.
Kayınbabamın tek kızı vardı; halan. Bana küçük kızım derdi. Küçücük, çelimsiz bir şeydim gelin olduğumda. Bakınca gelin demeye bin şahit gerekirdi. Onatlı on yedisine gelince serpildim. İşte, serpilip de çocuk görünümünden çıktım biraz. Anlayacağın gelin olurken alınan elbiseler, fistanlar üzerimde durmaya, bir miktar yakışmaya başladı. Yoksa bizim sülalede babayiğit bir kadın hiç olmadı. Hepimiz böyle minyonuz. Ama babam, ağabeylerim onlar hep babayiğit adamlardı.
Bir gün babanla kavga ettik.
Kavga dedimse; hani çocuklar oyun oynarken kavga ederler ya öyle bir şey… Baban da çocuk sayılır; topu topu benden iki üç yaş büyük bir çocuk işte. Biz evin en arka odasında yatıyoruz ve eve girip çıkarken yakın olduğu için genelde evin arka kapısını kullanırdık. Ön taraftan, evin asıl kapısından ise dedenlerle birlikte amcanlar işlerlerdi. Zaten ana merdiven de deden ile ninenin kaldığı odanın önüne çıkar, oradan koridora dönülürdü. Dedenle ninen, merdiven sahanlığının devamına yapılmış genişçe bir çardakta yatarlardı yaz boyunca.
Hani kavga edince çocuklar, ev sahibi çocuk, diğer çocuğa “evimizden git!” Der ya! Tıpkı çocuklar gibi kavgamız uzayınca baban beni arka kapının önüne koyup, kapıyı kapattı.
Kapının önünde bir müddet durup düşündüm. Karanlıktan da o kadar korkarım ki! Gece karanlığında köyün karşı tarafında bulunan babamın evine gidemem. Çünkü hem dereyi hem de mezarlığı geçmem lazım; asla geçemem oralardan. Kaldı ki gitmek de istemiyordum. Evimi bırakıp da nereye gideyim? Üstelik gebeydim de. Çok canım sıkılmış, incinmiştim. Orada oturup iyice ağladım. Aslından ağlamak istemiyordum ama bir türlü de kendimi yenemiyordum. Karanlıkta oturulmaz ki. Etrafımdan çıtırtılar gelmeye başladı bir süre sonra. Neredeyse her ağaçtan bana doğru gelen korkulacak bir şeyin çıtırtısını duymaya başlamıştım.
Evin etrafında dolaştım ama nasıl korkuyorum karanlıktan. Birisi “öhh!” dese bayılıp düşerdim herhalde oracığa. Ön merdivenden çıkarak, çardakta uyuyan kaynanam ile kayınbabamın yanına vardım ve kaynanamı hafifçe dürterek uyandırdım.
Rahmetlinin uykusu çok hafifti hemencecik uyandı. Oğlunun beni kapının önüne koyduğunu söyledim. O zamana kadar üzülmemiştim bile. Sadece kavganın hırsı vardı. Ama bu durumu ikinci bir kişiye söyleyince bir ağlamaklık daha geldi ve gözlerimden yaşlar yeniden boşandı. Oysa ben arka kapının önünde iyice ağlayıp toparlandığımı sanmıştım. Bu arada kayınbabam da uyanmıştı. Hiç ikiletmeden ve devamını anlatmama izin vermeden:
“Hadi güzel kızım yorgan döşek getir de kaynananın arka tarafına yerini yaz ve yat!” dedi. Ben de gidip kendime yorgan döşek getirdim. Yerimi yazdım; yatar yatmaz da uyuya kalmışım. Şimdi düşünüyorum da gerçekten çocukmuşum. Öyle bir hadiseden sonra sen yat ve hemencecik de uyu… Aklıma geldikçe gülüyorum kendime.
Ertesi gün kalktık normal işlerimize devam ettik.
Ama baban bulunduğumuz alana gelemiyordu elbette. Beni sabah evde görünce hemen anladı durumdan babasının haberi olduğunu ve korkusundan yanımıza yaklaşamadı.
Günler geçti kayınbabam hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Kaynanam da ben de merak içindeydik. Bu arada baban uzaktan bana gülümsemeler falan atıyordu ama hiç aldırır mıyım; olduğu taraflara bakmıyorum bile. Akşam yemeğine bile gelemiyor. Daha doğrusu gelemiyor. Gelemezdi de. Biliyordu dedenin hışmına uğrayacağını. Sonraları öğrendim; halanlara gidiyormuş yemek zamanlarında. Gebe olduğumdan haberi yoktu babanın. Ben de inat olsun diye halana söyledim ki haberi olup daha fazla canı acısın diye. Ertesi gün bana daha bir gülümseyerek bakmasından gebe olduğumu öğrendiğini anladım. Tabi ki hiç yüz vermedim. Çünkü kayınbabamın tembihi vardı.
O günlerde serindir diye soframızı çardağa seriyor; deden, ninen, bir de ben yemeğimizi birlikte yiyorduk. Amcanlar ise oturdukları bölümden dışarı açılan bir çardakta yemeklerini yiyorlardı. Bir gün akşam yemeğinde kayınbabam: “Oh be gelin! Ne güzel oldu böyle… Gerçekten kızım oldun. Peh! Seni o gereksiz adama vermeyeceğim artık. O, dolansın dursun evin etrafında. Yiyecek bir şey vermeyin ona; aç susuz dolaşsın.” Ninenin yüzüne dikkatle bakarak tekrar etti “hanım sana diyorum özellikle. O gereksiz adama yiyecek falan vermeyeceksiniz anladın mı beni.” Ninen anladım manasına başını salladı.
Baban baktı ki olmuyor, benim babama gitmiş. Durumu olduğu gibi anlatmış. Rahmetli babacığım çok kızmış. “Demek sen kızımı kapının önüne koydun ha! Gidip de evime getireyim kızımı” diyerek hışımla yürümüş, baban da arkasından. Bu defa benimki daha bir kaygılanmış.
Rahmetli babam çok olgun adamdı. Gençle genç, yaşlı ile yaşlı olmasını bilir halden anlardı. Dedene gelip, hadise çıkaracağı yerde; “bizler cahal olmadık mı? Bizler de tartıştık, kavga ettik ilk evlendiğimiz yıllarda. Öyle ev bark olunuyor. Ver adamın karısını” demiş dedene. Deden diretmiş: “Vermem! Senin damadın kafasızlığının cezasını çeksin” demiş. Bakar mısınız muhabbete! Bu şaka falan değil gerçekten ikisi de samimiydi hem babam hem de kayınbabam. Oysa bu hadiseden dolayı babam beni alıp götürmeliydi de deden tekrar vermesi için ricacı olmalı değil miydi? Eski adamlar öyleydi işte. İnandıklarını yaparlar ve inandıkları da hep doğru olurdu. Allah ikisine de rahmet eylesin.
Razı edemedi babam. Deden daha bir gürledi: “Bu senin damadın bu gelinin kıymetini anlayana kadar sürünecek burnu yerde” dedi. Babam baktı olmuyor, birazda emin ellerde olduğumun sevinciyle dedenle kucaklaşıp ayrıldı. Çok severlerdi iki dünür birbirlerini.
Uzunca bir süre sonra deden razı oldu beni babana tekrar vermeye de o akşam evime geçtim.
Biz böyle ev bark olduk evladım.
O, yıllarda büyüklerin bir hükmü vardı küçüklerin yanında. Büyükler dinlenirdi. Büyükler dinlenince de yanlış yapılmazdı. Dolayısıyla da yanlış yapılıp bedel ödemek zorunda kalınmazdı. Şimdi olsa büyüklerin tecrübesinden faydalanacağı yerde, yanlışının bedelini ödemeyi yeğler zamane nesli.
Şimdi o yaştaki çocuklar, okuldan gelince kendi yemeğini alıp yiyemiyor.
Gurban olayım Rabbime. Onun yardımıyla öyle
de böyle de insan neslini sürdürüyor işte.
AYNADA GÖRDÜĞÜM HİÇMİŞİM / Samet YURTTAŞ
Fotoğraf : Erol AYYILDIZ
Zaman bir yanılgıdan ibaret
Her iç çekişte gördüğüm suret
Aynadaki benmişim
Beden yılların kapattığı ayıp
Her gün günahlarımı sayıp
Rafa kaldıran benmişim
Hayat durgun suya atılan taş
Emin adımlarla yürüdüğüm yaş
Tabuttaki benmişim
Ölüm bastırılmış gerçek
Aklımdaki sırattan geçerek
Sonsuzu arayan benmişim
Ruh muhtaç olunan nefes
Arayıp durduğum bu ses
Hiç olan benmişim
TEFEÜL SAATLERİ-4/Hidayet BAĞCI
“Şu göğsüm yırtılıp baksan, dikenler hep aynı güldendir.
Şikâyet bilmeyen kalbim
kanar, hep aynı eldendir.
Bu dertten kurtulan yok
mu, dualar hangi dildendir.
Şikâyet bilmeyen kalbim kanar, hep aynı eldendir.”
Nureddin üzerindeki ıslak
giysileri değiştirip odaya girdi. Radyodan sıradaki Türk sanat musikisi şarkı
sözlerinin ahengini dinlemek için divana oturdu. Göz ucuyla Şiir Nazı süzerken
birden Amine Şuara’nın bakışlarıyla karşılaştı. Amine Şuara Nureddin’e Şiir Naz’ın
nefesinin şefkat dolu olduğunu ve hiç üşümediğini bakışlarıyla anlatırken odaya
dolan şarkıya itiraz eder gibi bir hal takındığı aşikardı.
Şiir Naz, pencerenin kenarında
öğle vakti ezanının okunmasını beklerken Nureddin Şiir Naz’a seslendi:
-Öğle vakti girmek üzere ben
camiye gidiyorum.
Odanın ısınan duvarları bu
seslenişe sobanın içinde yanan odun sesleriyle tepki verdi. Nureddin, Şiir Naz
ile bir an göz göze gelmeyi istedi. Şiir Naz’ın bakışlarını odanın sıcak
boşluğunda aradı. O bakışlar pencerenin manzarasında uzaklara dalmış Sır
barajındaki bir balığın karnında Yunus olmuştu.
Nureddin caminin yolunu
adımlarken bir an gaflete gelerek Şiir Naz’ı nasıl üzdüğünü düşündü. Ağzından
çıkan o cümle nasıl da yıkmıştı Şiir Naz’ın dünyasını. Camiye vardığında
şadırvanda birkaç genç ve ihtiyardan başka kimse yoktu. Köy yeriydi burası
kalabalık bir cemaatin olması beklenmezdi. Nureddin üzerindeki kabanı çıkarıp
onu uygun bir yere bıraktı ve gömleğinin kollarını sıvazlayarak abdestini aldı.
Kabanının cebinden çıkardığı mendille yüzünü silerken Ezan-ı Muhammedî’nin
okunmasını bekleyen ihtiyar delikanlılardan birinin ona seslendiğini duydu ve o
sesin geldiği tarafa yöneldi. İhtiyar delikanlı:
-Evladım, bu yağmurda camiye
gelmişsin. Sanırım buraların yabancısısın yağmurun hafifliğine bakarak yanına
şemsiye de almamışsın. Bilirsin ki ağacın çok olduğu yerler yağmurla birlikte
kol kola gezer.
Nureddin:
-Haklısınız amca. Ben rahmetli
oymacı İhsan Usta’nın oğlu Nureddin. Köyümüze gelmeyeli uzun zaman oldu.
Unutmuşum buraların halini ve yağan yağmurların tavrını.
İhtiyar delikanlı:
-Rahmet olsun babana, odunlar
onun elinde birer sanat eserine dönüşürdü. Senin mesleğin nedir?
Nureddin tam mesleğini
söyleyecekken birden Ezan-ı Muhammediye okunmaya başladı ve her ikisi de huşu
içinde okunan ezanı dinlediler. Caminin mescidine girdiklerinde duvardaki çini
desenleri ve halıdaki sadelik insana huzur verir nitelikteydi. Cemaat iki sıralı
saf tuttuğunda imamın tam arkasındaki sıraya denk gelen Nureddin idi. Namaz
bitip duasını topladığında ailesindeki hâl-i pürmelâl durumun cennet-i hâl üzre
olmasını temenni ettiğinde omzuna dokunan el ona “Âmin” dedi. Bu el az önce
şadırvanda kendisiyle konuşan ihtiyar delikanlıya aitti.
MİHMAN / Nurcihan KIZMAZ
Hidayet BAĞCI’ya-
Gönül sarayını açta gireyim
Derdini derdime katıver gitsin
Koy bir kahve, kırk yıl sende kalayım
Gayrısını serden atıver gitsin
Açma sırlarını bilmesin ağyar
Hakiki dostluğa rastlamayanlar
Yüreğinde sevgi beslemeyenler
Topunu üç pula satıver gitsin
Tutma göz yaşlarını akmasın yüreğine
Yağan yağmurlara katıver gitsin
Kimseler bilmesin ağladığını
Hıçkırıklarını yutuver gitsin
Dünya bir gün ,o da bu gün ,aldırma
Bakracını kör kuyuya daldırma
Dağarcığı gam kederle doldurma
Götürüp ummana döküver gitsin
Sürme/Mustafa Alper Taş
gündüzler büyüyor içlerinde
sonsuz bir aydınlığı
sürükleyip
kızgın rüzgarlara birden
bırakıyor sevgimiz
henüz taranmış saçlarıyla bir kadın
gittikçe dağıtıyor gırtlağının dumanını
yazlar kahkahayla geçiyor
sen sarı bir ışığın güzelliğini
getirip avuçlarına ağaçların
sürmeseydin
“NURETTİN TOPÇU” ve VAR OLMANIN ACISI/ Hidayet BAĞCI
Peki bu düşüncelerle
birlikte TOPÇU’nun önderliğinde geometrik bir bakış açısı şekli çizsek işe nereden
başlamamız gerektiğini hiç düşündün mü? Evet, “Düşündüm” der gibisin. Zaten
TOPÇU’da Var Olmak kitabının ilk yarısında kendi elinde tuttuğu gerilmiş
yayındaki okları okurlarının üzerine tek tek attığında aslında vurulup da teni
acıyan okurları değil o’dur. O, kendi dünyasından kendine ayna tutarken gördüğü
kendisi de değildir. Bunun için bütün bildiklerini unut. TOPÇU ile o bakış
açısını çizmeye başlamak öğrenmenin ve de uygulamanın yarısıdır.
“Bu, mümkün mü?” Diye
sorarsan. “Evet, mümkün!”
Her şeyi kabullenerek
TOPÇU’nun da söylediği gibi; “Ebediliği
fetheden kahramanlar, günahlardan temizlenmenin en ulvi, en muhteşem
vasıtalarını kullananlardır; günahtan sevaba, şerlerden hayra kahraman bir
atlayışla geçebilen cesur ruhlardır. Bütün günahların içerisinde hele bir
tanesi var ki, o hiç affedilmez, silinmez, temizlenmez, ortadan kalkmaz. Zira
o, insan olan varlığı, Allah yolcusu olan ruhun varlığını ortadan kaldırır.
Bizi her günaha vasıta olacak bir şer aleti haline koyar. Bu günah nefsine
karşı samimiyetsizliktir. Fatihleri, abidleri ve daha nice hayat kahramanlarını
telef eden o’dur, o samimiyetsizlik. Ona, o menhus ruh iflasına alim de uğrar,
zahit de uğrar. İnsanlığın helak olduğu o gazâ işte odur. Bütün günahlar
affedilse de o affedilmez. Toprak nankörlüğü affetmiyor; tekrar tekrar vermek
için kendine tohumu bağışlayan şükranı bekliyor. Semâ gafleti affetmiyor;
yeryüzüne rahmet indirmek için güneşten şefkat bekliyor. Affetmek ve affedilmek
insan içindir.”
TOPÇU, Var Olmak
kitabının son yarısında kullandığı ifadelerde anlıyoruz ki deneme tadında
kendine has üslubuyla içsel konuşmasını seziyoruz. Aslında konuştuğu kendisi de
değil konuşturduğu bizlerin iç sesidir. Önce “Bu zamana kadar yaptıkların için
kendini affet!” diyerek bizlere ses olur. “Affetmek,
akılların üstünde sultan olan kalbin hareketi olduğu gibi affedilmek de insanın
bizzat kendi kalbinde inkılap yapmasıyla kendisine sunulan bir zafer
hediyesidir. Şüphe yok ki affın fermanını hazırlayan kalptir. Hesapça akıl onu
anlamasa da kalp kendi fermanına affı bağışlıyor. Aşk ile beslenen, zekâ ve
hesap mahsulü olmayan af, fenalıkları himaye edici af değildir; o, günahları
temizleyicidir.
Affediliş,
ona layık olan kalbin en asil kurtarıcısıdır. O, affeden kalbi de ayni
hareketle kurtarır. İnsanın tabiatına ve kalbinin isteklerine bakılınca, “Allah
bizi günah işlemek için yarattı” demektense, “Allah bizi affedilmek için
yarattı” demek ilahi niyyet ve iradeyi daha doğru anlatmak olacaktır.”
Bu bakış açısını
genişletecek tek bir nokta bir damla sudan ibaret olan “Gözyaşıdır.” “Gözyaşları şikâyettir; ama zayıflar için.
Gözyaşları duadır, doğru, ancak ümitsizler için. Gözyaşları şükrandır; var olan
her şeye minnettar gönülleri varlıkları onunla selamlarlar. Şükran, her
varlığın içine dolup yine ondan taşmaktır. Her şeyde öldükten sonra yine her
şeyde doğmaktır; Rabbi her şeyde karşılamaktır. Gözyaşları ummandır; seni
fenadan kurtarır. Gözyaşları ilhamdır; gerçekten gelen işaret, hem de
beşarettir; Allah’tan haberdir.” Bu yüzden “Sonsuzluk, sonu olan varlığa sığmıyor.” ve sen gözyaşları
eşliğinde taş taşabildiğin kadar. “Gözyaşları,
günahlarımızı yıkadı.” Diyen TOPÇU ile beraber ölümü düşün, düşün ki bir
iğne ucu kadar dahi olsa hiçbir insanın üzerinde hakkın kalmasın. Hesabını
veremeyeceğin hiçbir düşünceyi de eyleme geçirme. “Hayata mahkûm olmakla ölüme mahkûm oluşumuz nasıl tabii ise, ölümle de
ebediliğe mahkûm olduğumuz öylece hakikâttır. Ölmesini bilen kahraman, daha
yaşarken cesaretle atılıp ölümün koluna giriyor ve onu hareketlerinin içine
yerleştiriyor.”
Şu an sıfırdan ibaret
olduğunu düşün ve mutlu ol “Her şeyi
kaybetmek, gerçekten her şeyi kazanmak için bir başlangıçtır.” “Çile, ümitsiz
ve tesellisiz azabın sürekli olmasıdır. İnsanın ölmeden önce her gün ölmesidir.
Çile, yaşama ile ölümün iç içe geçmesi halidir: Varlığımızın her an ölmesi ve
yeniden her an yaratılmasıdır; her an ölmek için yine her an doğmasıdır.”
Ve bu düşüncelerin devamının olması için rahmet kapısında iyilerle beraber
olmak için âminlenmiş duaların olmalı. “Gören
gözler için varlığın kendisi rahmettir. Rahmet, gözyaşları ile kazanılır. İnsan
olan varlığın tabii hali, duâ halidir. Rabbin bize sunduğu ise rahmettir.”
Bu gibi düşüncelerin varlığında TOPÇU ile birlikte “Rahmeti bir avuç topraktan toplayıp ve bir damla suda seyreden insan,
kemâle ermiştir, ilâhi rahmetin aynası olmuştur.” Sana ayna olanı bul ve “Yalnız sevdiği varlıkta kendi yarımını
arayanlar samimi ve büyük ruhlardır.” cümlesiyle kendine gel ve yarınlar
için umut ol.
“Toprağa
süzülen, varlığın derinlerine nüfuz ederek su olmasını bilen, zafere
ulaşacaktır.”
BİR ŞİİR BİR GÜZELLEME "TOPRAK"/Casım ÇOBAN
Toprak; kültür ve medeniyetimizde her daim münbit, doyurucu, hürmete en layık unsurlardandır. Büyük ozanımız Aşık Veysel'in "benim sadık yârim kara topraktır" ifadeleri bu hususta en meşhur sözdür. Toprak iktisadi açıdan bereketli olması hasebiyle önemini ortaya koyarken: ilahi bilgi kaynakları açısından da insan bedeninin ana maddesi olması bakımından büyük önem arz etmektedir.
Toplumumuz toprağı bu denli müspet ve kıymetdâr bir intiba ile hatırında tutarken, şair Yalçınova şiire: "Toprak soğuk ve sert" diyerek giriş yapmıştır. Şair bu girizgahı ile okuyucunun daha ilk cümlede bütün dikkatini toplayarak, farklılıklara duyarlı ve şiirin devamında gelecek alışılmadık durumlara hazırlıklı olmasını arzulamıştır. Bu alışılagelmedik durum hemen şiirin ikinci satırında "Dinlemeyecek misin ayın ve yıldızların söylemediğini" şeklinde karşımıza çıkıyor.
Söylenmeyenleri öğrenmenin iki şekli vardır ay üstü âleminde
1- Latif mahluklar yıldızlara yaklaşabildiği kadar yaklaşıp, gizli bir halde kulak misafiri olmak suretiyle söylenmeyenlerden haberdar olmak isterler. Bu gizlilikleri ifşa olursa ezcümle yıldızların hışmına muhatap olup; recm edilirler.
2- Ben-î âdemden kendini tanımakla Rabbini tanıyıp, kemale eren zevata "Ay Güneş ve yıldızlar secde etmek" suretiyle söylemediklerini anlatmış olurlar.
Şair Yalçınova ikinci satırda okuyucuya yukarıda bahsi geçen iki seçeneği sunarak: recm edilenlerden misin, secde edilenlerden misin? diyerek nefis muhasebesine davet etmektedir.
Şair devam eden satırlarında okuyucunun nefis muhasebesini yaptığını kabul ederek artık okuyucunun kâinat serüveninde şuurlandığını;
" nereden geldiğini
biliyorsun,
nereye gittiğini"
dizeleriyle imtihanının artık başladığını beyan ederken,
"ama elin ayağın bağlanmış" diyerek de beşer cihetinde Ali Şeriati'nin 4 zindanına işaret etmiştir. Dua, Toplum, Tarih ve Nefis.
Burada bu dört zindanı okuyucunun zihnine ve gönlüne havale ediyorum.
Şair Yalçınova insanın kâinat serüvenini başlattıktan sonra en can alıcı dizelerle insanın hep yalnızlığını ve kimsesizliğine aşağıdaki şekilde ele almıştır.
"takılıp kalacaksın yine
karanlığına
alacakaranlığına kimsesizliğin
yine türbe türbe arayacaksın bütün yitirdiklerini"
Gaflet dediğimiz şey kişi ile rabbi arasında kalın duvarlar ören kişi, eğlence, iş ve benzeri unsurlardır. Hayatı içtimainin içerisinde müreffeh zamanlarımızda bu unsurlar bizi evvela bizden saniyen rabbimizden uzaklaştırır ve sanırız ki mallarımız, mevkiimiz, evlatlarımız ve dostlarımız bizim her şeyimizdir. Dertlerimizin dermanı olduklarını sanırız.
Oysa sahabelerin vefat edeli 1300 yıl oldu. Her şeyimiz sandığımız çevremizdeki unsurlar: hakkımızda takdir edilen imtihan vuk'u bulduğunda, yavaş yavaş yanı başımızdan uzaklaştıklarında kimsesizliğimizin alacakaranlığına takılıp gafletten uyanıyoruz.
Bu uyanış bizi rikkat ehlinin türbelerinin başında demlenmek suretiyle "illa hu!" hakikatine erdiriyor. Yitirdiğimiz hikmetimizi camilerde değil de türbelerde arayacağımızı:
"yine türbe türbe arayacaksın bütün yitirdiklerini"
ifadesi ile satırlara dökmüş şair Yalçınova. İslam medeniyet ve kültüründe mümin kulun selim kalbi rabbi Teala'nın namazgâhıdır, sarayıdır. Türbelerde defnedilmiş ezcümle kâmil zevatın huzurunda yüce yaratıcıya sığınmak; duaların makbuliyeti açısından önemlidir. İşte yukarıdaki son satır öze dönüş yolculuğunda yolunuzu aydınlatacak "ahlak azizlerinin" varlığının ehemmiyetine işaret etmektedir.
Çatık kaşlı şairin rakik gönlünden süzülmüş olan bu dizeler fakirin sadrına bu hususları ilham etti. En doğrusunu Allah bilir.
KİTABIN TARİHÇESİ VE KİTABA MEDHİYE / Ahmet Doğan İlbey
Sevenlerini, müptelâlarını
asırlardır peşinden koşturan, uğruna her fedakârlığın göze alındığı kitap
nedir? Hâl tercümesinde neler var? D. Mehmet Doğan’ın “Büyük Türkçe Sözlük” nde
(s.1041) kitabın kısa târifi şöyle: “Allah’ın insanlara
peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği emirleri ihtiva eden vahiy eseri.
Kitabullah. Kur’an-ı Kerîm. Yazılmış ve basılmış sayfaların bir araya
getirilmesiyle oluşan toplam. Yazılı emir, mektup.”
Diyanet İslâm Ansiklopedisi’ne
göre kitap, “İki deri veya kumaş parçasını birbirine eklemek, inci tanelerini
dizmek, su kırbasının ağzını sıkıca bağlamak gibi mânalara gelen ketb kökünden
masdar olup hem harfleri yazıyla birbirine ekleyip dizmeyi, hem de masdar-isim
olarak bu şekilde oluşturulan yazılı metni ifade etmek üzere kullanılmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’de kitab kelimesiyle aynı kökten bazı fiiller ‘yazma’ mânası
yanında ‘farz kılma, hükmetme, takdir etme’ mânalarında da geçmektedir.” (Cilt:
26, s. 121)
KİTABIN TEKÂMÜLÜ
Kitapların atası hayvan derisinden
yapılan parşömene ve papirüs bitkisinden elde edilen kağıtlara yazılı ilk
metinlerdir. Müslüman milletlerde kitabın ilk hâli imlânın çoğulu “emâlî”
şeklindedir. Âlimlerin, talebelerinin ortasına oturup ilmini anlattığı ve
talebelerinin de yazması mânasına gelir. Bu usulle yazdırılan metinler cüzler
hâlinde bir araya getirilip kitap formuna sokulmuş. Kitabın bildiğimiz şeklini
alması, kağıdın dokuzuncu asırda İslâm milletlerinde imal edilmesi başlar.
Kitabın ciltle tanışması İslâm dünyasında dokuzuncu asrın ortasındadır. Bu
asrın sonlarında Bağdat ve Şam’da kitapların ciltlere bürünmesi hızlanır. Daha
sonra kitap tezhip ve hat sanatıyla bezenmiş bir mazrufa girer. (Erünsal,
a.g.e., s.87-88)
Kitap üç maddeden meydana gelir:
Kağıt, kalem ve mürekkep. Müellif, yâni yazıcı kitabı inşa edendir. Eski
kitapların giriş kısmına mutlaka besmeleyle başlanırdı. Bölümlerin başında ise
“hamdele” ve “salvele” yazarak devam edilirdi. Kitapların sonunda kitabı
“istinsah”, yâni çoğaltanın adı sanı, çoğaltma tarihi gibi kayıtlar ve yazanın
şeceresi, doğum ve ölüm tarihi gibi bilgiler yer alırdı. Eski kitaplar,
konusuyla birlikte yazarının adını taşırdı. “Es-Sicistanî’nin Kitâbu’l
Mesâhif’i”, “İbni Mücâhid’in Kitâbu’l-Kırâ’ati’il-Kebîr’i”, “Tezkire-i
Şu’arâli-Âşık Çelebi” gibi… (Erünsal, a.g.e., s. 169)
KİTABIN KORUYUCUSU: YÂ KEBİKEÇ
Eski kitapların korunması için
sırtına “Yâ Hâfız”, “Yâ Kebikeç” ifadeleri yazılırdı. Allah’ın (c.c.) koruyucu
sıfatı olan “Yâ Hâfız” ifadesini kitabın alnına yazmak Müslümanlarda bir
gelenektir. Kitap kültürümüzün zaafa uğradığı modern zamanlarda pek
kullanılmayan “Kebikeç” in kitaplara dadanan kurtların kıralı bir cin olduğu
söylenir. Kebikeç otu kitabın arasına konulduğunda kurtların kitaba
yaklaşamayacağı düşünülmüş. Dahası, mürekkebin içine zehirli ot da denilen
kebikeç otunun özünden katılarak yazılan bu kelime kitabın sırtına üç kez
yazılırdı. Bâzı kitaplarda “kebikeç” ifadesinden sonra Ashâb-ı Kehf’in köpeği
Kıtmir’in adı da dâhil edilirdi. (Erünsal, a.g.e., s.160-161)
Kitabın insan içine çıkışı ve
hayatımıza dâhil oluşu hülâsanın hülâsası olarak böyle. Kıymeti ulvî emirlerle
ve insan sözüyle tasdiklenmiş kitaplara ta’zimde bulunmak ve sevgi göstermek
her kitapseverin boynuna borçtur. Bu vazife yerine getirildikçe kitaplar daha
çok insanın başucu dostu olacak. Bu mânada kitaba medhiye yazan bir eski zaman
şairinin kitap gazelini paylaşarak, kitap dostluğuna dair âcizâne vazifemi
yerine getirmek istiyorum.
“KİTAP YÜZ YAPRAKLI BİR GÜLDÜR”
Kanunî devri dîvan şairlerinden
ve “Tezkiretü’ş-Şuarâ” nın yazarı Latîfî (1491-1582) kütüphânesindeki her bir
kitap için “Bütün dertleri defeden hakiki ve müşfik dost” mısraını yazan
“mecânin-i kütüb” yâni kitap mecnunluğuyla meşhurdur. Kitaplara dair yazdığı
gazellerden sadece “kitap ilkbaharda açmış yüz yapraklı eşsiz bir gül” mısraı
onun ne yaman bir kitap sevdalısı olduğunu anlatmaya yetiyor. Bu mısraını
sadeleştirip yazı başlığı yapan Dursun Ali Tökel’in “Latîfî Der ki: Kitap Yüz
Yapraklı Bir Güldür” yazısı kitap dostluğumuza ziyadesiyle şevk verdi.” (Türk Dili
Dil ve Edebiyat Dergisi’nin Nisan 2004, 748. sayısından iktibas eden Akademik
Dergipark.org.tr.’nın 26 Aralık 2019 tarihli sayfası)
“Her dem ehl-i dillerün yanında
yârıdur kitâb / Mûnis-i evkâtı yâr-ı gam-küsârıdur kitâb / Nitekim eglencesidür
mâl ü câhı câhilün / Ehl-i irfânun da mâl-i bî-şumârıdur kitâb / Yeg durur bin
kân-ı zerden ehl-i fazla bir varak / Câhil almaz bir pula n’etsün ne kârıdur
kitâb / Kenz-i lâ-yefnâya irer pâdişâh-ı vakt olur / Her kimün gencine vü
gencine-dârıdur kitâb/ Gel berü ey zulmet içre âb-ı hayvân isteyen / Bu sevâd
içre o aynun çeşme-sârıdur kitâb / Gonca-veş dil-teng olanun gönlin açar gül
gibi / San gül-i sad -berg-i fasl-ı nevbahârıdur kitâb / Ol kişi buldı
cihân içinde yâr-ı bî-halel / Ey Lâtîfî her kimün yanında yârıdur
kitâb / Hikmet anda ma’rifet anda hakîkat andadır / Hâsılı sermâye-i dünyâ vü
dinimdir kitâb.”
KİTAP DÂVASININ TELLÂLIYIZ
Bu mısraları şerh etmek haddim
değil. Latîfî’nin kitaba güzelleme yaptığı bu mısraların bugünkü Türkçeyle
şerhi de yapılmış. Biz kitap dâvasının tellâlıyız. Kitap aşkının cezbesiyle
duyurmayı, nakletmeyi seviyoruz. Kitap yârânı aşk ile okusun:
“Kitap her zaman gönül ehli
insanların dostudur, kitap bu insanların her anının en yakın arkadaşı ve
sıkıntılarını alıp götürenidir. Makamlar, mevkiler, mal ve mülkler cahillerin
eğlencesidir; irfan ehli insanların kitapları ise onların yegâne malı mülkü ve
hazinesidir. Fazilet sahibi insanlar için bir kitap yaprağı binlerce altın
madeninden daha değerlidir. Ama bu hazineyi câhile versen, câhil işte anlamaz,
bir kuruş bile vermez. Kitap denen o hazineye kim sahipse o kişi, bitimsiz bir
hazineye konmuş ve vaktin padişahı olmuş demektir. Ey ‘ölümsüzlük suyu karanlık
mağaralardaymış’ deyip de abıhayatı aramaya çıkan zavallı, o hazineyi yanlış
yerde arıyorsun, asıl abıhayat bir kitabın siyah mürekkeple dizili satırlarında
akmaktadır. Kitap, bir gonca gibi sıkışıp kalmış gönülleri açan, bir ilkbahar
mevsiminin âdeta yüz yapraklı gülü gibidir. Ey Latîfî, kimin yanında arkadaş
olarak bir kitap varsa o bu cihan içinde ebedî bir dost bulmuş demektir.”
(Tökel’in adı geçen yazısı)
“KİTAP AY YÜZLÜ BİR YÂR GİBİDİR”
Latîfî için kitap âşık olunan bir
mâşuk gibidir. Öylesine içten sever ve tasvir eder ki kitabı, şu cümleler bir
sevgiliye yazılmış sanki: “Benim nazarımda her kitap ve defter gencecik bir
sevgili ve ay yüzlü bir yâr gibi idi. O sayfalardaki harfler ve noktalar sanki
sevgilinin yüzündeki benler ve gençliği anlatan yüzlerdeki tüyler idi. Ve
kitaplardaki her bir satır sanki sevgilinin misk dolu, kıvrım kıvrım, anber
kokulu saçları gibi görünürdü.” (Tökel’in adı geçen yazısı)
Dâvamız kitap olunca, “Elimde
olsaydı her karış toprağa, buğday eker gibi kitap ekerdim” diyen ecnebî
filozofun sözü dahi kitap aşkımıza şevk veriyor. Âmâ üstad Cemil
Meriç’in “Seçiş hürriyetimizin sınırsız olduğu tek dünya, kitaplar
dünyası” cümlesini dimağına yazmamış bir kitap tiryakisi var mıdır?
“KANUNLAR ÖLÜR, KİTAPLAR ÖLMEZ”
Asıl adı Mustafa bin Abdullah
olan, devletin “Mukabele Kalemi”ndeki üstün vazifesinden dolayı “Hacı Kalfa” ve
“Kâtip Çelebi” (1609-1657) adıyla bilinen büyük âlimin günümüz Türkçesiyle
sadeleştirilmiş “Kitaptan daha iyi bir arkadaş yoktur, zaman zaman insana dert
ortaklığı eder, insanın gönlünü açar, yüreğine su serper. Gönlünün her muradına
onunla erişirsin, böylesine güzel bir dost görülmemiştir; ne incitir; ne
incinir” sözünü dinlemeye ne kadar ihtiyacı var dijital uyuşturucu komasına
girmiş üniversite ve orta mektep gençliğinin. (Kâtip Çelebi’nin düşünce
dünyası, Akademik Dergipark.org.tr./ 20 Haziran 2019) Durum
vahim. Bütün kitapseverlerin ölçüyü kaçırmadan mensup olduğu milletin irfanına
yaslanarak “Kanunlar ölür, kitaplar ölmez” diyerek tebliğe çıkmalarının
zamanıdır.
YÂREN / Salih AKGÖZ
Çakır gözlerinde hüzün birikmiş
Ne oldu boynunu bükmüşsün Yâren
Evvel akşam gözlerinden düşürdün
Gizledin yüzünü dökmüşsün Yâren
Aldırış etmişsin ele âleme
Yakışır mı hüzün kaşı kaleme
Bir cigara yaktım berduş halime
Gözünü öylece dikmişsin Yâren
Eskiden ney idin şimdi ne oldun
On yıl evvel bir çırpıda kayboldun
Gurbet elde ne eyledin ne buldun
Hele anlat neler çekmişsin Yâren
Kucağında bebesi var Yârenin
Hakikati oradadır çarenin
O yavruyu kucağına verenin
Korkarım gönlünde yokmuşsun Yâren
04.13./28.01.2021
KAHRAMANMARAŞ, NASIL EDEBİYAT ŞEHRİ OLUR? /Mehmet Raşit Küçükkürtül
*
nadir baba'nın mezarını, sora sora bulunan bir yer olmaktan çıkartırsanız olur.
şehrinizin içerisinde mezarlar, ziyaretler köhne vaziyetteyse, sora sora
bulunuyorsa şehrin edebiyat kimliği bâriz değil demektir. divan şairlerinden
nadir baba'nın mezarını ihya etmekten başka eserlerini de tedavüle sokmak
gerekir.
*
Kahramanmaraş yazma eserler kütüphanesi tekrar açılırsa olur. eski il
kültür müdürlerinden osman nalbant'ın taş medresede açtığı kütüphane
"hâfız ali efendi yazma eserler kütüphanesi" olarak tekrar açılır ve
konya'ya gönderilen yazma eserlerimiz tekrar getirilirse şehrin yarınına büyük
bir hizmet olur.
*
Kahramanmaraş'ın edebiyat atlasını çıkarmakla olur. "yedi güzel
adam müzesi" nerededir? nadir baba'nın mezarı nerededir? türkiye yazarlar
birliği'nin Kahramanmaraş şûbesine nasıl gidilir? döngele kasabasındaki
karacaoğlan çınarını görmek isteyenler ne yapacaklardır? şeyhadil mezarlığı'nda
hangi şairler, yazarlar, âlimler medfundur ve mezarlığın neresinde
yatmaktadırlar? işte bu tarz sorulara cevap vermek üzere hazırlanmış bir
edebiyat atlasına ihtiyaç vardır. edebiyatın, şiirin mekânla irtibatının
kurulması böyle çalışmalarla mümkün olur.
*
karacaoğlan kütüphanesini ihya etmekle olur. bir şehir ki edebiyat şehri
olacak amma kütüphanesi yarım asır evvelin köhne yapısıyla yarına ulaşmaya
çalışacak. kimse söylediklerinize itimat etmez, şehrinizi edebiyat şehri kabul
etmez. "mevcut binayı yıkalım, olduğu yere iki katlı değil de üç katlı bir
betonerme çekelim" diyerek geçiştirilirse kabahat üstüne kabahat işlenmiş
olacaktır. böyle bir harekete sebep olan bütün mahallî idareciler de yarın
bununla anılacaktır. karacaoğlan kütüphanesi'nin mevcut yeri elbette yine aynı
maksada hizmet etmelidir. fakat ana bina şehrin işlek bir yerine, imkânları
genişleyerek ve çoğalarak taşınmalıdır. Kahramanmaraş'ın zenginleri fedakârlık
etmeliler: eski ssk binasıyla yenişehir hastanesinin arsası için plan yapmayıp
burayı bu şehrin çocukları için güzel bir kütüphane projesine bırakmalıdırlar.
*
"Kahramanmaraş şehir arşivi" kurmakla olur. karacaoğlan
kütüphanesi şehrin merkezine taşındıktan sonra onun yerine şehrin hafızası
olacak bir müessese teşekkül etmelidir. bugün Kahramanmaraş'ın şehir kültürü
yok olmaktadır. mustafa zülkadiroğlu'nun maraş'ın çete harbine dair topladığı
malzemenin heba olup gitmesi bunun can yakıcı örneklerinden birisidir.
fotoğraf, afiş, davetiye, bilet... her türlü efemeranın, evrâkın toplandığı,
arşivlendiği bir yere ihtiyaç vardır. birçok kurumun çıkarttığı bülten,
kitapçık, el ilânı, dergi gibi malzemenin de derli toplu bulunduğu bir yer de
yoktur. hatta bana kalsa eski fotoğrafçılara gidip filmleri toplamak,
matbaacılarla konuşup bastıkları her türlü afiş, davetiye gibi malzemeden
ikişer nüsha şehir arşivine göndermelerini istemek gibi işlere de girişmek
gerekir. lise yıllarımda, caddelerde sokaklarda asılı gördüğüm afişlerden birer
nüsha toplamaya çalışıyordum. fakat bunları biriktirmeye ve saklamaya gücümün
yetmeyeceğini fark edince bırakmıştım. böyle bir işin üstesinden ancak "Kahramanmaraş
araştırmaları enstitüsü" veya "Kahramanmaraş şehir arşivi" gibi
bir müessesinin geleceği açıktır.
*
Kahramanmaraş'ın zenginleri okul ve cami yaptırmaya düşkün olduğu kadar
yayınevi kurmaya, dergi çıkarmaya, kütüphaneciliğe, arşivciliğe meraklı olursa
olur. bu bahsin teferruatını yazmaya gerek yok sanırım. sadece şu kadarını
demek yeterli: "unesco edebiyat şehri" unvanını almak için bir şehrin
belediyesi, reklâm ajansı gibi davranıyor ve o şehirde bu hedef uğruna başka da
bir şey olmuyorsa ortada beyhûde bir çaba var demektir.
*
Kahramanmaraş'ta yaşayan yazarlara kıymetli oldukları, imtiyazlı oldukları
hissettirilirse olur. bilindiği gibi yazarlığın sosyal hayatta pek
karşılığı yoktur. ya hiç kıymet verilmez veya tuhaf, uzak bir hayranlıkla
karşılanır. yazarların akrabalarını, arkadaşlarını düşünün; yazarın okumaya
iştiyakı ve yazmaya ayırdığı emek hep heves kırıcı tavırlarla karşılanır.
yazarlığın sosyal itibarı gündelik hayatta pek yoktur. Kahramanmaraş'ta yaşayan
yazarların, şehrin imkânlarını belli bir imtiyazla kullanması temin edilemez
mi? meselâ belediyenin tesislerinden indirimle faydalanmak gibi. başka şeyler
de düşünülebilir elbette, bu ilk elde aklıma gelen küçük bir örnekti.
*
istişare ve tecrübeye kıymet verilirse olur. bir misâl: osman nalbant Kahramanmaraş'ta
yaşamaktadır. tecrübesi arasında güzel sanatlar genel müdürlüğü, Kahramanmaraş
il kültür müdürlüğü, mostar dergisi kuruculuğu, uluslararası saraybosna
üniversitesi'nde idarecilik bulunmaktadır. necip fâzıl kısakürek kültür merkezi
onun gayretiyle ortaya çıkmıştır. birçok kitabın neşrinde ve albümün
çıkarılmasında onun eli vardır. acaba bugün şehrimizde onun müktesebatından
istifade eden, şehrin edebiyat kimliğini pekiştirmek için ondan danışmanlık
alan kimse var mıdır? benim bildiğim kimse yok maalesef.
(23ocak2021/11cemiziyelahir1442
Kahramanmaraş)