70 lerde TV / Nurcihan KIZMAZ


Gün gelecek şu radyonun içindeki adamlar görünecek dermiş büyük dedem, neredeyse yarım asır oldu o radyonun içindeki adamlar görüneli, onunla birlikte daha neler gördü bu gözler, o kadarını tahmin etmemiştir edememiştir rahmetli.

Gizlice aldığımız küçük siyah beyaz televizyonu evin neresinde saklayacağımızı şaşırırdık her kapı çaldığında, büyük saygısızlıktı çünkü evin en büyüğüne, gençlerin ahlakını bozuyor gözlerini açıyor evin maneviyatını, nurunu söndürüyordu, orda gördüğü her şeye imrenip hayattan beklentilerini arttırıyordu  çocukların.

Giyimler kuşamlar değişiyor konuşmalar değişiyor, reklamlarda gösterilen her şey gözlerini boyuyordu ev halkının. Dizilerde filmlerde işlenen konular, süslü laflar, şaşalı evler eşyalar yavaş yavaş eski köye yeni adetler getiriyordu.

Evlerdeki baş köşenin sahibi, baş tacı dedelerin yerini televizyon almış, ninelerin dillerinden masallarını çalmış, genç kızların ellerinden gergeflerini, oyalarını, dantellerini kaldırtmış, türlü hayaller eşliğinde bezedikleri nakışlarını, türkülü bakışlarını, masum anlayışlarını yok edip, yerine afakî hevesler bıraktırmıştı.

Ne uzun kış gecelerinin huzurlu bereketi, nede akşam oturmalarının bir anlamı vardı artık, sobanın üstündeki çayın kestanenin, o heyecanla anlatılan askerlik anılarının, yeniden yaşıyormuşçasına coşkuyla canlandırılan kurtuluş savaşı hikayelerinin kahramanlık destanlarının hiç cazibesi kalmamıştı artık .

Büyük küçük herkesi kategorize etmişti tv programları, günün belli saatlerinde belli bir kesimi esir alıyor, herşeyden elini eteğini çekip pür dikkat  dizinin konusuna odaklanıp hipnoz oluyordu insanlar. Açılış ve kapanış saatlerinde okunan istiklal marşının kutsiyetinin hiçe sayılmasını söylemek bile istemiyorum.

Cumartesi akşamları iple çekiliyor herkes birbirini haberdar edip dedelere türlü yalanlar söyleyip bir odaya kapanarak seyrettikleri Türk filminin yankılarını ertesi güne taşıdıklarında izleyen izlemeyenlere özet geçer, bu önemli vazifeyi  üzerine borç bilirdi. Evin ağzının tadı kaçmasın diye bin bir meşakkatle olayı dededen gizlemeye çalışan zavallı büyükannem oradakiler de bizi görüyor zannederek namahremdir diye yüzünü kapatmıştı. Biz o gün ona çok gülmüştük ama yaşasaydı eğer eminim bu günkü gelinen noktada onun yüreğine bıçaklar saplanırdı, çünkü onun geldiği yerde yatsı namazından sonra hemen yatılır, sabah namazında ayakta olunur, işi olan işine gider, geç vakit kalkan insanların rızık darlığı çekeceği defaatle vurgulanırdı.

Şimdiki geldiğimiz noktada sanki gayet normalmiş gibi görülen yırtık pantolonlar, taytlar, ağızda sakızla büyüklere çemkiren, öğleye kadar uyuyan, çeşit çeşit yiyeceklere burun kıvırıp, kültürümüzde olmayan ne  idüğü belirsiz gıdalarla beslenerek evrim geçiren gençlik, binmiş bir alamete giderken  geriye dönüp baktığında kırdığı döktüğü, devirip ezip geçtiği, anane, kültür, dini vecibe, farz sünnet bilmeden heba ettiği ömrünü geri alamayacağının farkına vardığı zaman pişmanlığının bir işe yaramadığını gördüğünde iş işten geçmiş olacak ve telafisi olmayan bu sınavdaki yanlışlar tüm doğruları beraberinde götürecek, ardında kocaman bir hiç bırakıp bir varmış bir yokmuş alemine bir daha çıkmamak üzere dalıp gidecekti.

ÇİÇEĞİ DALINDA/ Hidayet BAĞCI

-Hikâye-

Bir çiçekçi dükkânının en ücra köşesinde, yüzlerce allı güllü çiçekler arasında hayırlı olsun hediyesi olarak gideceği günü bekleyen bir çiçeğim. Öyle bir çiçeğim ki çiçeksiz yapraklarım her gün parfümle kokulanıyor ama bilmiyorlar ki benim solduğumu. Karşımdaki camlı klimalı vitrinde renkli yaprakları solmasın diye kırmızı güller, papatyalar ve kasımpatılar özenle muhafaza ediliyorken üzerimdeki kokular yüzünden boğulduğumun kimse farkında değil. Şimdi Ömer ustanın çırağı Halil gelecek, yine parfümle yapraklarımı parlatıp beni koklattığını sanacak.

Sabahın erken bir vaktinde Ömer ustanın anahtarından çıkan bir “tık!” sesi beni daldığım uykudan uyandırdı. Dükkânın kapısı bir Besmele-i Şerife edasıyla açılırken Ömer usta anahtarı cebine bıraktı, yürüdü ve masanın üzerindeki not defterini açtı, okudu. Bugün birkaç tane göreve yeni başlayan kişilerin ofisine çiçeği olmayan çiçeklerden gönderilecekti. Nihayet Halil de geldi, dükkânın içi ve kapı önü erkenden temizlenmeliydi. Sonrasında gün öncesinden alınmış çiçek siparişleri zamanında gönderilmeliydi. Bir anda saksımın belinde kırmızı kurdele ve üzerimde bir yazı buldum. Evet, diğer çiçeksiz çiçeklerden sonra yabancı bir ofise hayırlı olsun hediyesi olarak gönderilme sırası bana gelmişti.

Geldiğim ofisin sahibi Zekâi Bey üzerimdeki yazıya baktı ve memnuniyetini dile getirmek için beni sipariş vereni aradı, teşekkürlerini dile getirdi. Birkaç gün sonra üzerimdeki kurdele de çöpe gitti, kâğıt da… Bir iki ay sonra ben de kapı önüne atılan, gün geçtikçe solan bir çiçeksiz çiçek oldum. Halil’in her gün güzel görüneyim, kokayım diye yapraklarıma sıktığı parfümü de özlemiştim. Özlediğim o kadar çok şey vardı ki o çiçekçi dükkânında. Mesela, Besmele-i Şerife ile açılan kapı ve camlı vitrinde muhafaza edilen çiçekli çiçeklerin muhteşem güzelliği…

Birkaç gün koridor aralığında Zekâi Bey’in kapı önünde boynu bükük öksüz çocuklar gibi beni yeniden odasına almasını bekledim ama nafile, almadı. Koridorda zamana ve beklemeye alıştığım bir anda, yaprakları dökülmüş bir çiçek saksısının yani bedenimin yandaki ofis kapısının yanına yakınlaştırıldığını fark ettim. Kendi kendime koridorda söylendim:

“Bu da kim, sabahın erken vaktinde ne yapmaya çalışıyor?”

Beni iki kapı aralığında olacak şekilde orta bir yere konumlandıran, Zekâi Bey’in ofis kapı komşusu Beyzâ Hanım’dı. Elinde beyazlı kırmızılı birkaç tane kurdele ile geldi ve dallarıma çiçeksi bir edâyla kurdeleyi bağladı.

Kadın daha sonra tahta bir çubukla susuzluktan kurumuş toprağımı havalandırmaya çalıştı. Ofisine gitti ve elinde camdan bir sürahi su ile geldi, toprağıma getirdiği suyu döktü. Çiçeksiz dallarıma kurdele bağlayan bu kadın dalıma bir not kâğıdı astı. Toprağıma dökülen suya o kadar çok sevindim ki coştukça coştum. Dallarımda kurumaya yüz tutmuş yapraklar yere düşmeden aşılanmaya başlamıştı.

Sonrasında koridordan geçip giden insanlar bana bakmaya ve dalımdaki notu okumaya başladı. Onlar bana nazar ettikçe kendimi daha iyi hissettim. İnsanların bakışları arasında geçen zamanım o kadar güzeldi ki onların nazarlarına bir koridor aralığında denk gelmek gibisi yoktu. Her geçen gün yapraklarımın yeşili daha da güzelleşti. Dallarımda yeni aşılanmış yapraklar yeşermeye başladı. Beyzâ Hanım’ın çalışma arkadaşları ve misafirleri Beyzâ Hanım’ın kapısını tıklamadan önce dalımda asılı duran notu okuyup gülümseyerek öylece onun ofisine geçerlerdi. Birkaç ay çok merak ettim dalımda asılı duran bu not kâğıdını ama sonrasında unuttum. Zaten Beyzâ Hanım’ın haftada bir toprağıma su dökmesine ve her seferinde dalımda asılı duran not kâğıdını okuyup gülümsemesine de alışmıştım.

Bir gün okumayı yeni çözmüş bir çocuk yanıma usulca yaklaştı ve dalımda asılı duran unuttuğum o not kâğıdını hece hece okudu.

“İ-yi-lik gü-zel-leş-ti-rir!”




YUFÇASU / Cuma ÖZCAN



Ne hazin bir sona doğru

Kuyulardan aşar gibi

Selam olsun kurtlara ki yürüyorum

Ne bir kudret izi omuzlarımda

Ne doru bir at yoldaşlığı

Ruhumun çıplaklığına

Bir beden örüyorum

 

Bekleneni olmak bir şeyin

Değilim kaygısında

Yürüyorum tüm iyi niyetleri lanetleyerek

Kaygısında değilim hiçbir kavuşmanın

Yokluğunu göğsüme kenetleyerek

Bu hazin sarhoşluğun son yarısında yürüyorum

İyi niyet kuyusunda beni bekleyen

Tatsız tuzsuz biraz da

Kokusuz bir ölüm görüyorum

 

 

VARAKA / Davut UYSAL


Ben sigara yakarken
devrim gibi dava gibi şeyler bilimlenir
bir cisimle söylenir gizli kalmış ne varsa
raylardan nasibini almamış trenler gecikir
ruhumun kıvrılan kenarları bir hışımla
bir hışımla kibrite, tütüne, dağlara niyetlenir.

Ben sigara yakarken meşru yol meşru para
taraklanır bir kaplanla, günaydınla ilgilenir
ben sigara yakarken bonviller ve karababa
dört başkaca hayta tarafından silgilenir.

Ben sigara yakarken komutanım bağırma
geç kalınmış ellerim birden titreyebilir
ben sigara yakarken memur beyler uykuda
alev histen yaratılmış bana küsebilir.

Bir dilim ağaç, ben yakarken sigara
yapraklarını gerip hayrete düşebilir
tutuştu tutuşacak, seyret kavı bak kava
sencileyin bir sancı, sancıleyin çimlenir.


"Sigara 

sağlığa zararlıdır"

 

KUŞ YUVASI / Hasan EJDERHA

Tezgahta
çekiç izlerini zımparalamakta olduğum
"KUŞ YUVASI" romanından...

Her şeyin olduğu o gün... “Her şey” ifadesinin neleri ihtiva ettiğinin henüz kestirilemediği o gün, evin bahçesindeki kamelyada kahvelerini içerken yaptıkları erkek evlat verecek hanım konuşmalarının arasından kaç gün, kaç ay geçmişti ikisi de hatırlamıyordu.

O gün Leyla Hanım’ın “Sana erkek evlat verecek bir hanıma razılığım vardır bey!” diye söyleyiverdiği sözden sonra neler olmuş, kimler gelip ne söylemiş, kendileri kimlere ne söylemiş hepsi uçup gitmişti. Ama tek bildikleri bir şey vardı ki dostların, akrabaların araya girerek buldukları, kendi tabirleriyle, helal süt emmiş bir hanımın, Leyla Hanım’ın da rızasıyla, Osman Nuri Ağa’nın ikinci karısı olarak neredeyse beş on dakikaya kadar eve gelmek üzere olduğuydu.

Öyle bir andı ki o an, hem Osman Nuri Ağa hem Leyla Hanım, kafalarında, oldukça kalın telleri olan bir müzik aletinin akort edilmeye çalışıldığı gibi bir gürültü ve gerginliği yaşıyorlardı. Zaman zaman da birileri dünya kadar büyük bir müzik aletinin tellerini akort etmeye uğraşıyordu da onun sesleri kulaklarına geliyormuş gibi hissediyorlardı. Osman Nuri Ağa’nın yeğeni “Dayı yarım saate oradayız. Ben imam efendiye de nikâh için haber ettim. Belki hocafendi bizden önce gelebilir haberin olsun.” diye telefon açmıştı.

Ne Osman Nuri Ağa ne de Leyla Hanım, neyi nasıl düşüneceklerini, hadiseler karşısında ne hissedeceklerini, kime nasıl davranacaklarını bilemez olmuşlardı. Osman Nuri Ağa suskun bir haldeyken telaşlı olan, ne yapacağını bilemeyen, otururken ellerini hangi dizinin üzerine koyacağını, ayaklarını hangi pozisyonda yere koyacağını bile bilemeyen biri olmuştu Leyla Hanım. Oysa bu hâl her zaman ne kadar da tabi bir haldi. Koltuğa oturunca ayakları zaten yerde yan yana durur ve ellerini de koltuğun yan tarafına koyardı. Ya da tercihe göre dizlerinin üzerine de koyabilirdi. Hatta iki elini birleştirip kucağında da tutabilirdi ne vardı ki bunda? Her insanın otururken tabii olarak yapacaklarının hepsini güngörmüş Leyla Hanım da biliyordu elbette ama bugün, işte o an ne biliyorsa, hayatında gayrı ihtiyarî yaptığı ne varsa yapamıyordu işte. Evet yapamıyordu. O zamana kadar edindiği bütün tabii alışkanlıkları silinmişti adeta. Ne, yapması gerekenleri yapabiliyordu. Ne de yapmaması gerekenleri. Yapması gerekenler var mıydı? Varsa neydi? Yapmaması gerekenler var mıydı? Peki onlar neydi? Onları da bilemiyordu. Leyla Hanım’ın aklı ellerine, elleri ayaklarına, ayakları aklına dolanmış, sonra da hepsi birbirine dolanarak Leyla Hanım’ı düğümlemişti adeta...

Ne duydu, duyduklarını nasıl anladı ise Celil konağa gelmiş, konağın önündeki kamelyanın etrafında dolanıyordu. Ara sıra kamelyada oturan Osman Nuri Ağa ve Leyla Hanım’a anlam veremedikleri sert ve kırgın bakışlar fırlatıp sanki Leyla Hanım’ın içinde bulunduğu çapraşık durumun farkındaymış gibi “Aklı dolanmış bunların! Aklı dolanmış bunların!” diyerek hışımla bir oraya bir buraya dolanıyordu. Leyla Hanım, Celil’in söylediklerine kulak kabartınca duyduklarına inanamadı “Aman Allah’ım! Kim demiş Celil’e meczuptur diye?” demekten kendini alamadı. Melal ve şefkatle Celil’e bakıp sustu.

İmdadına yetişmişti görümü adeta. Elinden tutak kaldırdı kamelyadan. Konağın salonuna çıktıklarında şefkatle Leyla hanıma baktı: “Bak Leylam! Bir karar verdin hayırlı mübarek olur inşallah. Bundan sonra olan her şey seni üzebilir. İncinirsin güzelim. Ne nikâhta bulun ne de yemekte… Tamam mı güzel kızım. Bundan sonraki işlerle ben ilgilenirim. Sen dairene çekil dinlen.” dedi ve iki yanağını iki elleri arasına alıp bir süre Leyla Hanım’ın gözlerine baktı. Onun tereddütlerle dolu bakışlarını görünce en çok endişe ettiğini düşündüğü yerden başladı. Leyla Hanım’ın başörtüsünü okşarcasına eliyle düzelterek tekrar yüzüne baktı ve “Kızların hepsini bizim eve gönderdim endişelenme! Onlar da bizde kalsınlar bir süre gerekirse seni de alır bizim eve götürürüm. Şimdilik dinlen sen diyerek çıktı görümü.

Yalnız kalınca kapıyı kapatıp aynı koltuğa geri oturdu Leyla Hanım. Oraya oturmayı kendisi mi tercih etti ayakları mı onu oraya getirdi, yoksa yılların alışkanlığı mıydı onu yeniden o koltuğa getirip oturtan, anlayamadı. Osman Nuri Ağa’yı düşündü. Evlendikleri ilk yılları… Birbirlerini nasıl sevdiklerini… Kafaları estikçe bir Maraş’a bir Antep’e gezmeye gitmelerini… Sonra ansızın uçağa atlayıp, İstanbul’a gidip günlerce ortalıktan kaybolmalarını düşündü ve ilk kızlarının doğuşunu… Ne kadar çok sevindiklerini ve ondan sonra her doğan kızda daha çok sevindiklerini düşündü. Evet, gerçekten hepsi, altı kızın altısının da doğduğunda ikisi de çok sevinmişti. Ancak dördüncü kızdan sonra Leyla Hanım, Osman Nuri Ağa’ya fark ettirmeden “Bu sefer erkek olsun inşallah!” demişti hep. Kızlarını çok sevmesine rağmen Osman Nuri Ağa da elbette bir yerden sonra “Bu sefer erkek olur inşallah!” demiştir. Ama bu durumu hiçbir zaman için ne Osman Nuri Ağa Leyla Hanım’a, ne de Leyla Hanım Osman Nuri Ağa’ya hissettirmemişti. Kesinlikle gönüllerinden erkek evlat sahibi olmak geçmişse bile hiçbir zaman için bunu telaffuz etmediler. Belirli yaşa gelen ilk üç kızı sonraki kızlara anneleri hamile kalınca “Bu sefer erkek kardeşimiz olacak.” diye söyleyerek çevredeki insanların kalabalık ve yüksek sesli korosuna katıldılar. Ama onların bu arzuları anne ve babalarını heveslendirmekten öteye geçmedi ve dört yıl önce altıncı kızları doğana kadar bu beklenti böyle devam edip gitti...

Leyla Hanım, Osman Nuri Ağa’ya erkek evlat vermek üzere ikinci hanıma rıza göstermesi hususunda kararını verdikten sonra “Doğru mu yaptım, yanlış mı yaptım?” diye hiçbir zaman için sorgulamama kararı almıştı. Ama içindeki fırtınayı da bir türlü anlayamıyordu. Gönül rızası ile karar verdiği bu durumun kendisini bu kadar etkileyeceğini aklına bile getirememişti.

Her şey kendi isteği ile kendi kontrolünde olup bittiği halde şimdi içindeki kıyamete dönecekmiş gibi tehditler savuran fırtına neyin nesiydi? Bu yalnızlığa mahkûm edilmiş gibi hissetme de nereden çıkmıştı? Birileri Leyla Hanım’ı istemediği bir şeye zorlasa kaplan kesilecek ve hiçbir şeye pabuç bırakmayacak Leyla Hanım’ın içindeki sessiz, her şeyi kabullenmiş, bu sinmiş kedi hissi canını yakıyordu. Ama ortada bir gerçek vardı ki kimse kendisini istemediği bir şeye zorlamamış, acı bir söz söylememiş, hatırını bile kırmamıştı. Evet, bu böyleydi ama içindeki bu kırgınlık, küskünlüğün sebebi neydi?

O koltukta ne kadar kalıp neleri düşündüğünü unuttu bir süre sonra. Zaten uyuyup kalmıştı oracıkta. Sabah ezanı ile uyandığında kendi kendine şaşıp kaldı. Kısa bir zaman nerede olduğunu kestiremedi. Birisi gelip, kıvrıldığı koltukta üzerine bir çarşaf örtmüş, onu bile duymamıştı.

Kaybolmuşluğu içinde kendini bulunca da onca olandan sonra nasıl uyuyabildiğine kızmadan, hatta kendi kendini kınamadan edemedi. “Ah Leyla senin yerinde kim olsa günlerdir gözüne uyku girmezdi!” diye söylendi kendi kendine. Birden gördüğü rüyayı hatırladı. Rüyasını hatırlamasıyla da ellerini göğsüne bastırdı. Bir an düşündü. Rüyasında olanları toparlamaya çalıştı.

Osman Nuri Ağa ile bir dere kenarında yürüyorlardı rüyasında. Etrafı yeşil, pırıl pırıl akan berrak mı berrak bir dere… Dere kenarında yerini sevmekten adeta çıldırmış ıspatanlara (su teresi) rastlıyorlar. Osman Nuri Ağa omzundaki çantadan yufka çıkarıyor. Çömeliyorlar ıspatanların başına ve Osman Nuri Ağa ıspatanı yufkayla dürüm yapıp kendisine veriyor. Leyla Hanım dürümü ikiye bölüp yarısını Osman Nuri Ağa’ya verdikten sonra ısırıyor yarım ıspatan dürümünü. İkisi de ömürlerinin en büyük ziyafetiymiş gibi yiyorlar ıspatan dürümlerini. O kadar çok seviyorlar ki bir dürüm daha yapıyor Osman Nuri Ağa, sonra bir dürüm daha… Ispatanlarını yiyince, ıspatanın etkisiyleymiş, Osman Nuri Ağa birden derenin kenarındaki çakıl taşları kadar küçülüyor. İçi cam gibi görünen suyun karşı tarafından sarı renkli bir balık, çakıl taşı kadar küçük Osman Nuri Ağa’yı yemek için saldırıya geçiyor. Osman Nuri Ağa’yı balıktan kurtarmak için telaşla avuçlarına alır almaz bir oh çekiyor Leyla Hanım. Balık ise gelmiş arsızca kıyıda kendilerine, hatta Osman Nuri Ağa’nın bulunduğu eline bakıyor. Çakıl taşı kadar küçülmüş Osman Nuri Ağa’yı sol eline alıp, sağ eli ile yerden birkaç çakıl taşı alıp hışımla atıyor balığa. Ama balık bir türlü kaçmıyor. Sonra dere kenarından yeniden çakıl taşları alarak balığa atıyor. Attığı taşlar balığa değmeden “lup” diyerek suya batıyor. Bir anlık dalgınlıkla avucunda bulunan çakıl taşı kadar küçülmüş Osman Nuri Ağa’yı çakıl taşı ile karıştırıp suya atıyor. Attığı çakıl taşının suyun yüzünde kalmasıyla Osman Nuri Ağa’yı suya attığını anlıyor ama anlamasıyla da suyun yüzünde kalan Osman Nuri Ağa’yı balık kapıyor. Sarıbalığın Osman Nuri Ağa’yı kapmasıyla balığın yüzüne dikkat kesiliyor Leyla Hanım. Bir an dehşete kapılıyor. “Aman Allah’ım bu Osman Nuri Ağa’nın ikinci hanımı olarak daha bu akşam gelen Döne’nin ta kendisi! Leyla Hanım ne yapacağını şaşırıyor. Balık ise çakıl taşı kadar küçük Osman Nuri Ağa’yı kaparak sularda kayboluyor… Balığın Osman Nuri Ağayı kapıp suların içinde kaybolmasıyla dehşet içinde uyanıyor Leyla Hanım.

Sabah namazını kılıp, aynı koltuğa yeniden oturduğunda hâlâ gördüğü rüyanın etkisinden kurtulamamıştı. Etrafını dinledi bir süre. Ortalık ne kadar da sessiz ve sakindi. Koca konakta çıt çıkmıyordu. Yeniden kendini yapayalnız hissetti. Dışarıdan arap bülbüllerinin sesi geliyordu. Hemen pencere önündeki ağaçlarda her sabah ötüşen bülbüllere ve diğer kuşların ötüşüne aşinaydı. O sabah kuşların cıvıltılarının birbirine karışmasının meydana getirdiği bayram yeri havası yok gibiydi. Sanki diğer kuşlar göç etmiş de sadece bülbüllerin sesinin gelmesini oldukça garip karşıladı. Gerçekten yapayalnız mı kalmıştı? Artık hep böyle mi olacaktı? Kendi elleriyle kendini bu yalnızlığa hapis mi etmişti yoksa? “Bu ne kadar soru böyle?” dedi. Aklına daha başka sorular geliyordu. Hiç olmadık sorular… Akıl sır ermez soruların yağmur gibi üzerine yağmasına bir türlü engel olamıyordu...

Pencere ve pencerenin olduğu duvar doğan güneşin sarısına boyandıkça, Leyla Hanım’ın benzi de sarıya boyanıyordu. Aynaya baksa “Aman Allah’ım hastalandım mı ben?” diyecek kadar sararmıştı yüzü. Ellerini başının üzerinde birleştirerek gerindi. Bu gerinme ile basan sıkıntının ve gördüğü rüyanın etkisinin vücudunu terk edeceğini umdu. Olmadı. Ne etse olmuyor, içinde bulunduğu kendini geren anlamsız halden kurtulamıyordu. “Bu ne şimdi Leyla?” diye sordu kendine. “Yeni yetmeler gibi ne bu şimdi?” dedi. Kendini toparlayarak çıkmak istediği bu soru ve düşünce yağmurundan kurtulmaya çalıştıkça, kaçtığı her yer bataklık halini alıyor ve o bataklıkta debeleniyordu adeta…

Sıkıntılı anlarında dirayetli bir şekilde “Leyla kendine gel!” deyiverir, o sıkıntıdan sıyrılır çıkardı Leyla Hanım. Şimdi o Leyla gitmiş, yerine zayıf, dirayetsiz, yeniyetme genç bir gelin gelmişti. “Hayır! Hayır, bu sen olamazsın Leyla! Bir de ağlasana hislerine kapılıp!” dedi. İşte o zaman farkına vardı. Yerine gelen o yeni yetme gelin ağlıyordu. Hem de iki gözü iki çeşme ağlıyordu. Sanki ağlayan Leyla Hanım değil de hemen yanında bulunan ve üzerine kuma getirilen bir gelin ağlıyormuş gibi hissetti. Gerçekten üzerine kuma mı gelmişti? Osman Nuri Ağa’yı adeta kendi elleriyle getirdiği bu kumaya teslim mi etmişti? Bu soruların cevabının “Evet” olduğunu bile bile “Hayır, bu öyle bir şey değil” dedi. Yanındaki iki gözü iki çeşme ağlayan yeniyetme gelin vücuda gelip “Tam da öyle bir şey işte! Bunun adı tam olarak kuma!” diyerek çıkıştı Leyla Hanım’a. Bir süre sonra da kayboldu gözlerinin önünden.

Güneşin henüz doğup cümle âlemi aydınlattığı o saatlerde birden akşam olduğunu; güneşin dağların ardından aştığını; bütün trenler kalkıp kendisinin ücra bir kasaba istasyonunda yapayalnız kaldığını; bütün turnaların bir daha gelmemecesine göç ettiklerini; çoğu kere sevinç gözyaşları döktüğünde gözyaşlarının karıştığı ırmağın kıyısına inerek yavrularını sulayan maralların, ırmak kıyısında seken ceylanların bir daha o ırmağa gelmemecesine gittiklerini hissetti. Histen öte alelacele yavrularını toplayarak ırmağın kıyısından ayrılan maralları görür gibi oldu. Hatta meri kekliklerden birisi acı acı ötüşüyle “Bir daha bu ırmağa yavrularımızı sulamaya gelmeyeceğiz!” diyordu adeta. Bu hal-i pür melalden sıyrılmak için etrafı toplamak, biraz oyalanmak üzere kalktı; dolaştı, bir yatak odasına, bir salona girip girip çıktı. Ne tutacak bir iş bulabildi ne de eli bir işe vardı. Hamlesi odadan odaya anlamsızca dolaşmaktan öteye geçemedi.


Oyunda Yanmak/Mustafa Alper Taş



beni bir yaz akşamına çağırdılar

kollarını sıvayarak dolaşan adamların olduğu

ellerini siperleyen kadınların olduğu bir ikindiye karşı

koyamadım adını bu çağrılmanın

 

yürüdüm

nefes nefese karanfilli pencereler ayakta tuttu beni

ölümden korkmamayı ve kanımı sakınmayı öğrenmiş oldum böylece

kelebeklerle sararken yaralarını birileri

güldüm pekçokluğuna çaresizliğin

 

burada kırışan nehirleri sayıyorum parmaklarımın arasında

kiminin rengi papatyalı kimi kazıyor akşamı dosdoğru kendine

uğursuz gıcırtısını döküyor sokağa dişlerinin

karanlığı çekiyor aramızdan 

sevgisizlik

 

beni camdan bir ormana çağırdılar

sakınarak çerçevesini mendillerin kalbim kadar kırmızı

bir menekşeyle değiştirdiler sesini

gözlerimin

 

 

BU GELEN BİZİM PEHLİVAN / Teyfik KARADAŞ

Ben gitmeden namım gitmiş
Gitmiş ama yanlış gitmiş
Boksör olsam neye yarar
Bir gün derler ömrün bitmiş

Şu fani dünyaya Toros Dağlarının zirvesindeki bir Türkmen köyünde gözlerimi açtım. Doğduğum köyde oğlak güderek büyüdüm. Çocukluk yıllarımın tamamı köyümde geçti. Devlet memuru olarak ilk defa İlkokula başladığımda köyümüzün öğretmenlerini gördüm. Öğretmenlerin üzerindeki elbise, ayağındaki ayakkabı ve konuştukları kelimeler köy halkına göre çok farklıydı. Halkın yanındaki sosyal saygınlıkları üst düzeydeydi. Köy halkının öğretmenlere gösterdiği saygıdan mı, boğazına taktığı kravattan mı, yoksa giydikleri elbiseden mi etkilendim. Bilemiyorum. İlkokul birinci sınıfta yedi yaşında iken öğretmen olmaya karar verdim. İlkokul, ortaokul, lise ve üniversitedeki eğitimlerimi tamamlayarak genç yaşta öğretmen oldum. Öğretmenlikle ilgili yeterlilik sınavı gibi diğer prosedürleri tamamladıktan sonra şark sınırımızdaki güzel bir serhat beldesine öğretmen olarak atamam yapıldı. Anadolu’muzun bu güzide serhat beldesinde dört yıl çalıştım. Öğretmen olarak vazife yaptığım bu beldedeki dört yıllık süreçte güzel arkadaşlıklar ve ebedi sürecek dostluklar edindim. Güzel hatıralar biriktirdim. Dört yıl sonra tayinim sahabeler şehri Adıyaman’a çıktı. İl içi atamam Gölbaşı Kaymakam Turan Beyin tavassutlarıyla Gölbaşı ilçesinin Belören Kasabasında bulunan Belören İlköğretim Okuluna yapıldı.

Atamamın Belören İlköğretim Okuluna yapıldığını öğrenince Belören’le ilgili araştırmalar yapmaya başladım. Bizim köyün eski Kuran Kursu hocası Cemal Besni’nin Belören Kuran Kursunda çalıştığını öğrendim. Cemal Hoca’nın Belören’de olmasına çok sevindim. Cemal Hoca bizim köyde çalışırken yaz tatillerinde kendisini ziyaret ederdim. Ziyaretlerim esnasında bizim köydeki din eğitimi üzerine uzun uzun muhabbetler ederdik. Cemal hoca benim ailemi, bizde ailecek kendisini sever sayardık. Bu nedenle Cemal Hoca’nın Belören’de bana her türlü konuda yardımcı olacağına ve sahip çıkacağına inanıyordum. Cemal Hoca’yı ziyarete giden Ekrem Abiden Belören Kasabasında ilköğretim okulu, sağlık ocağı, jandarma karakolu, ptt acentesi, tek şubesi, kuran kursu gibi kamu kurumlarının olduğunu öğrenince çok mutlu oldum. Ayrıca kasabada bakkal, kasap, fırın, kahve gibi iş yerlerinin bulunduğunu duyunca mutluluğum bir kat daha arttı. Beldede bulunan kurum ve iş yerlerinin çokluğu Belören Kasabasının azda olsa gelişmiş bir yer olduğuna işaret ediyordu. Ekrem abiden bu bilgeleri öğrenince tayinimin Belören’e yapılmasında bana yardımcı olan Kaymakam Turan beye teşekkür etmek ve Belören Kasabasını şahsen görmek için Gölbaşı’na gitmeye karar verdim.

Bir gün sonra Kahramanmaraş, Gölbaşı, Düzbağ arası yolcu taşıyan bir Helete minibüsüne binerek Kahramanmaraş’tan Gölbaşı’na hareket ettim. Gölbaşı’na varınca doğruca Hükümet Konağına gittim. Hükümet Konağına girince Kaymakam Beyin yerinde olmadığını öğrendim. Kaymakam Beyin özel kaleminde çalışan memurlar bana “Kaymakam Beyin il dışında olduğunu, geleceği saati bilmediklerini, görüşmem için beklemem gerektiğini” söylediler. Beni bekleme salonuna oturtup, çay kahve ikram ettiler. Bu ara saat iki olmuş, açlıktan karnım zil çalmaya başlamıştı. Sigara alma bahanesiyle Kaymakamlıktan ayrıldım. Bir lokantaya girip karnımı doyurdum ve bir paket te sigara alarak Hükümet Konağına yeniden geldim. Ben bu arada Kaymakamlıkta çalışan memurlarla değişik konularda sohbet ederek ilçenin sosyolojisini anlamaya çalışıyordum. Yapmış olduğumuz sohbet sonunda Gölbaşı'nda aşiret, ağa, bey gibi feodal yapı unsurlarının olmadığına inandım. Hatta köylerinin bir kısmının Pazarcık’tan Gölbaşı'na bağladığını duyunca çok mutlu oldum. Memur arkadaşlarla sohbet ederek zaman geçirmeye çalışsam da saat bir türlü ilerlemiyordu. Akrep ve yelkovan adeta yerinde sayıyordu. İkindi güneşinin tesiriyle uyumamak için çay içmekten ve lavaboda elimi yüzümü yıkamaktan usandım. Saat beş olmuştu ki merdivenler koşarak çıkıp nefes nefese kalan bir görevli “Kaymakam Bey konuta geçti. İmzalanacak evrakları oraya istiyor” diyerek içeri girdi. İmza kartonlarını bir demet çiçek gibi koltuğunun altına toplayan özel kalem görevlisi Ali Abi bana “haydi hocam gidiyoruz” diyerek yıldırım hızıyla önüm sıra yürümeye başladı. Bende Kahramanmaraş’tan getirdiğim hediye paketini masanın üzerinden kapıp Ali Abinin peşi sıra koşar adımlarla yürümeye başladım. Hükümet Konağının yan tarafındaki tek katlı, kiremit çatılı, önü bahçeli Kaymakamlık Konutuna vardık.

Kaymakam Bey beni samimi ve güler yüzlü bir şekilde karşıladı. Hoş beş safahatından sonra evrakları hızlıca imzalayarak Ali Abiyi gönderdi. Ben de kendisine atamamı Belören’e yaptırdığı için teşekkür ettim. Bu arada konutun bahçesindeki söğüt ağacının altında bulunan masaya oturup sohbet etmeye başladık. Konutta görevli bekçi bize birer bardak kahve ikram etti. Kahvelerimizi bitirmeden elli yaşlarında güler yüzlü bir bey efendi “selam un aleyküm” diyerek ihata kapısından içeri girdi. Gelen Bey efendinin hanımı da yanındaydı. Hanım Efendi ve ağır başlı bir insandı. İçeri giren bey efendi ve eşine Kaymakam Bey yer gösterdi. Onlarda gösterilen sandalyelere oturdular. Kaymakam Bey, gelen bey efendi ve eşi başladılar kendi aralarında konuşmaya.

Kaymakam Bey- Hoş geldin başkan diyerek söze başladı.

Başkan- Sağ olun Kaymakam Bey. Geçmiş olsun efendim. Nasıl oldunuz, iyi misiniz, rahat mısınız? dedi.

Kaymakam Bey- İyiyim Başkan, bir şeyim yokmuş şükür. Şimdi doktordan geldim. Tahlillerim temiz çıktı. Belören’de ne var ne yok dedi.

Ben Kaymakam Beyin bu cümlesinden sonra gelen misafirin Belören Belediye Başkanı olduğunu tahmin ettim.                                                                   

Başkanın Eşi- Geçmiş olsun Kaymakam Beyim dedi.

Kaymakam Bey- Sağ olasın yenge hanım dedi.

Bu arada Belediye Başkanı olduğunu tahmin ettiğim kişi bana yönelerek “Hoş geldiniz bey efendi” dedi.

Ben- Sağ olun, teşekkür ederim Başkanım dedim. 

Başkan- (Kaymakam Beye yönelerek benden dolayı) Arkadaş kardeşiniz mi diye sordu.

Kaymakam Bey- Kardeşim sayılır. Arkadaşım Başkan. Adı Teyfik. Kendisi öğretmen. Aynı zamanda pehlivan. Pehlivan’ı Belören’e tayin ettik. Göreve başlarsa Müdür Yardımcısı olarak atayacağız. Sizin oraya yaptığımız lojmanın güney cephesinden üçüncü katı boş bırak. Diğer lojmanları kura yoluyla memurlara dağıt. Boş kalan yerde Pehlivan otursun. Pehlivan diğer öğretmenlere benzemez. Tek başına sekiz adamı yıkar, haberiniz olsun dedi.

Başkan- Çok sevindim Kaymakam Beyim. Pehlivana lojmanda ayırtırım. Evimi de kirasız veririm. Yeter ki kendisi Belören’e gelsin dedi. (Belediye Başkanı bu cümleleri kurarken gözlerinin içi gülüyordu.)

Kaymakam Bey- Pehlivan Belören’e gelecek. Pehlivan sana, sen de Pehlivan’a yardımcı olacaksın dedi.

Kaymakam bey, Belören Belediye Başkanı, Başkanın eşi ve ben yarım saat kadar oturduk. Değişik konularda muhabbet ettik. Hoşça vakit geçirdik. Kaymakam Beyin hanımı memlekette olduğu için Belören Belediye Başkanı ve eşiyle birlikte yarım saat kadar sonra konuttan ayrılarak evlerine gittiler.  Bizde Kaymakam Beyle akşam yemeğimizi yedik.  Van hatıralarımızla ilgili olarak biraz daha sohbet ettik. Kaymakam Beyin bana “Belören’i görmene gerek yok. Git ilişiğini kes, gel. Orada herhangi bir sorun yaşamazsın Pehlivan” demesi üzerine Belören’e gitmekten vaz geçtim. Maraş’a dönmek üzere Kaymakam beyden müsaade istedim. Kaymakam Bey beni koruma polisiyle otogara gönderdi. Adıyaman Ünal firmasının Adıyaman’dan Ankara’ya giden otobüsüne binerek mutlu bir şekilde memlekete döndüm.

Belören Belediye Başkanı Mustafa Bey, Kaymakam Beyden aldığı talimat gereği sekiz dairelik lojmandan yedi dairesinin kamu görevlilerine kura yoluyla kiraya verileceği hususunda duyuru yaptırıyor. Benim kalacağım daire duyuruya dahil edilmiyor. Belören İlköğretim Okulu öğretmenleri Belediye Başkanına boş kalan lojmanda kimin kalacağını soruyorlar. Belediye Başkanı “Kaymakamın arkadaşı kalacak” diyor. Öğretmenler Kaymakam Beyin arkadaşı kim diyorlar. Belediye Başkanı “Öğretmen. Yüz otuz kilo gelir. Sekiz kişiyi tek başına dövermiş” diyor. Öğretmenler Başkanım bu arkadaş nereliymiş diye soruyorlar. Belediye Başkanı “Kahramanmaraşlı. Tekir tarafından bir köydenmiş” diyor. Anlayacağınız Belediye Başkanı benim pehlivanlığımı unutuyor. Namımı pehlivan yerine boksör olarak yayıyor. Öğretmen arkadaşlar benim kim olduğumu merak etmeye başlıyorlar. Atama yazımı ilçe Milli eğitim Müdürlüğü o tarihte okula göndermediği için adımı da öğrenemiyorlar. Belediye Başkanı da ismimin Teyfik olduğunu hatırlayamıyor. Belören’de görev yapan memurlar kendi gelmeden namı gelen, kurasız olarak lojmanı tahsis edilen bu torpilli adam kim diye heyecanlı bir vaziyette benim gelmemi beklemeye başlıyorlar.

Bu arada Belören İlköğretim Müdür Yardımcılarından Adnan Menderes Kurtbeyoğlu’nun eşi Mesude Hanım benimle ilgili konuşulan havadisleri duyunca tartışmaya müdahil oluyor. Mesude Hanım eşi Adnan Beye “Belediye Başkanının bahsettiği öğretmenin boyu, kilosu, köyü bizim Teyfik’e benziyor. Bizim Teyfik kaymakamla, valiyle oturur kalkardı ama o boksör değil pehlivandı. Okulda da zaten herkes ona Pehlivan derdi. Belediye Başkanı yanlış biliyor. Bu nam pehlivanın namına benziyor. Gelince göreceğiz. Bu öğretmen benim okul arkadaşım Pehlivandır” diyor. O zaman Belören İlköğretim Okulunda görev yapan otuz öğretmen vardı. Mesude Hanım’ın yorumu üzerine hadise ayrı bir boyut alıyor. Belören’de görev yapan bütün öğretmenlerin ve diğer kamu görevlilerin benimle ilgili merakları zirve yapıyor. Vaziyet cevabı bulunamayan, bulmacaya dönüyor. Ben gelinceye kadar benimle ilgili asılsız yorumlar, balon haberler havada uçuşuyor.

Gel gelelim lojman konusuna. Lojmanda kalmak isteyen memurlar arasında Belediyede kura çekimi yapılıyor. Adnan Beye dördüncü kattan lojman çıkıyor. Adnan Bey Belediye Başkanına “Başkanım beldede su sıkıntısı var. Ben üçüncü kata Kaymakam Beyin arkadaşının kalacağı yere oturayım. O arkadaş bekarmış. Dördüncü kata otursun. Eğer geldiğinde itiraz ederse ben eşyalarımı dördüncü kata derhal taşırım. Bir sorun olmaz” diyor. Belediye Başkanı da “tamam olur hocam” deyince benim için ayrılan lojmana Adnan Bey taşınıyor. Tabi bu gelişmelerden benim göreve başladıktan sonra haberim oldu.

Ben Kahramanmaraş’ın Şahinkayası Beldesinde düzenlenecek olan güreş festivalinde görevli olduğum için bir eylül itibariyle eski görev yerime gidemedim. On gün izin aldım. Eylül ayının ilk haftası güreş festivalini bitirdik. Ben on eylül de görev yerime gittim. On beş eylül itibariyle eski görev yerimden ilişiğimi keserek ayrıldım. Bir hafta kadar meyil izni kullandıktan sonra bir cuma günü göreve başlamak üzere Belören’e gittim.  Öğleden sonra okula vardım ama Müdür ve Müdür Yardımcıları okulda olmadığından göreve başlayamadım. Bende Belediye Başkanını ziyaret etmek için Belören Belediyesine gittim. Başkanın yanına varınca, Başkan beni bırakmadı. Maraş’a gitmeyeceksin, seni pazartesi gününe kadar misafir edeceğim dedi. Bende Belediye Başkanının bu ısrarı karşısında tamam diyerek misafir olmayı kabul ettim. Mesai bitimi belediyeden çıkıp Başkanın evine giderken Başkan “gel hocam sana lojmanını göstereyim” dedi. Belediye binasından iki yüz metre kadar yürüdükten sonra lojmana vardık.

Lojmanın arka tarafında Belediyeye ait bir vidanjör aracı ile üç temizlik işçisi lojman binasının tıkanan kanalizasyonu açmak için çalışıyordu. Kılık ve kıyafetlerinden kamu görevlisi anlaşılan üç kişide onları seyrediyordu. Başkanla birlikte çalışmaları izleyen üç kişilik gurubun yanına selam vererek vardık. Başkan o arkadaşlara beni “yeni gelen öğretmeniniz” diye tanıttı. O arkadaşlarda bana kendilerini” Müdür Yardımcısı Ahmet, Müdür Yardımcısı Adnan, Fen Bilgisi Öğretmeni Uğur” diyerek tanıttılar. Öğretmen arkadaşların birbirlerine bakışmasından benimle ilgili gizemli bir durumun olduğunu hissettim. Bu adaşlardan Adnan Beyin cana yakın bir insan olduğu lisanı halinden anlaşılıyordu.  Adnan Bey yanıma yaklaşarak beni yakından tanımak amacıyla bana sorular yöneltmeye başladı. İlk önce nerelisin hocam diye sordu.

Ben- Kahramanmaraş'ın Döngel Köyündenim abi dedim

Adnan Bey- Döngel Maraş’ın neresindedir dedi.

Ben- Kahramanmaraş-Kayseri kara yolunun 50. Kilometresinde sağ tarafta yer alır. Mağaralarıyla ünlü bir köydür abi dedim.

Adnan Bey- Nere mezunusun hocam dedi.

Ben- 1989 Niğde mezunuyum abi dedim.

Adnan Bey- Bende oradan 1985 mezunuyum. Benim hanımda oradan 1989 mezunu.  Adı Mesude Kurtbeyoğlu. Tanıyor musun acaba hocam dedi.

Ben- Abi bizim Düziçi’li Mesude Çalık ve Mesude Cihangir isimli iki bayan arkadaşımız vardı ama Mesude Kurtbeyoğlu’nu tanıyamadım dedim.

Adnan Bey- Allah hayrını versin. Kızlık soyadı Çalık. Aynı zamanda teyzemin kızı dedi.

Adnan Bey benim eşini tanıdığımı duyar duymaz lojmana doğru “Mesude arkadaşın geldi. Pehlivan geldi” diye bağırmaya başladı. Lojmanın üçüncü katındaki mutfak penceresinden bakıp beni eşinin yanında gören Mesude Hanım koşar adımlarla lojmanın merdivenlerinden inip yanımıza geldi. Bana hoş geldin, şeref verdin kardeş dedikten sonra orada bulunanlara “söylemedim mi bu gelen bizim pehlivan diye. Pehlivan gelmiş, kardeşim gelmiş ” diyerek sevincini dile getirdi. Mesude okulda benim bacım, bende Mesude’nin kardeşi gibiydim. Bende mezuniyetimizden beş yıl sonra Mesude’yi karşımda görünce nasıl sevindim, nasıl mutlu oldum anlatamam. Dünyanın küçük, Türkiye’nin çok küçük bir yer olduğunu orada anladım. Hiç tahmin etmediğin bir insanla, hiç tahmin etmediğin bir ortamda karşılaşılacağını orada görmüş ve yaşamış oldum. Mesude ile benim okul arkadaşı olmamız birdenbire ortamı, ortamın atmosferini değiştirdi. Belediye başkanı, öğretmenler ve belediye personelleri bizim halimizden etkilenerek göz yaşlarını tutamadılar.

Adnan Bey bana bu arada ayak üstü benim oturacağım lojmana su sıkıntısı nedeniyle kendinin oturduğunu, itiraz edersem hemen boşaltacağını söyledi. Bende abi ben bekar bir adamım. Benim için nerde kıl av, orda pilav. Sen lojmanın ikisini birden kullanabilirsin, benim için yatacak bir yer olsun yeter dedim. Adnan Bey benim cevabımdan çok mutlu oldu. Belediye işçileri kısa bir sürede kanalizasyonun tamirini yaptılar. Bizde Belediye Başkanıyla birlikte lojmandan ayrılıp başkanın evine gittik. Belediye Başkanı beni evinde üç gün misafir etti. Allah razı olsun. Benim için böylelikle yedi yıl sürecek olan bir Belören serüveni başlamış oldu.

Mesude Hanımın eşi Adnan Bey Osmanlı Beyefendi değerli bir insandı. Arkadaşı için canını verebilecek kadar cesur, malını verebilecek kadar cömertti. İlk karşılaştığımız gün başlayan dostluğumuz bugüne kadar devam etti. Bugünden sonrada ebediyete kadar devam edecektir. Belören’de çalıştığımız diğer arkadaşların da birçoğu ile ilişkimiz devam etmektedir.

Allah sizleri de ömür boyu dost olacak insanlarla karşılaştırsın.

 

 

GECEYE ÇÖKEN AÇLIK / Samet YURTTAŞ










Akşam umarsızca çöküyor
Şehrin moraran dudaklarına
İs, pas ve kömür kokusu
Bacaların arsız soluyuşunda

Ceviz ağacından sürgün edilen yaprak
Çöküyor toprağın rutubetli gözlerine
Balıklar nehrin hafızasına çöküyor
Ağa takılmadan önce

Çatılarda avcı martılar
Çelimsiz güvercinlerin peşinde
Bilmeden gündüzün çöktüğünü
Açlık hissi çöküyor geceye


DÜKKÂN MEKTUPLARI-33- (Dükkân İlhamı)/Resul BAYRAKTAR

  

Bulanık
Bulanık dumanlar yükseliyor
Tütünler tekrar tekrar yuvarlanıyor
Damarlar üşürken, yürekler ısınıyor
Uykuya dalıyor zaman
Muhabbet ortamına kavuşuyor
Dükkânın yanık sesli
Mağrur duruşlu efendisi Mehmet Yaşar
Kelimelerinden ustalık taşar
Güzel sesi kulaklardan aşar
Taltif edemez Ahmet abi
Görüşü hep onura etmeye tabi
Özetler sohbeti hamur gibi karar
Şifa olur sesler gönlümüze yarar
Cesur bir mizaç görünüyor
Duyuluyor naif sesi
Beliriyor dükkânın mütevazı Türküdar'ı
Emeğin asil ve koca çınarı
Şuaraların fahri başkanı geliyor
Bir konuya atıfta bulunuyor
Her koldan bir ses büyüyor
Ferhat Abi ağzında
Besliyor bir kelamı

Bulanık
Bulanık dumanlar yükseliyor
Tütünler tekrar tekrar yuvarlanıyor
Damarlar üşürken yürekler ısınıyor
Uykuya dalıyor zaman
Kapısı çeliktir dükkanın ve de korunaklı
Eşssiz hikayeler yazar Hasan Emmi her biri dokunaklı
Sayın Ejderha ısıtır yürekleri sözler saçar
Yoldaki kalemlerde ufuklar açar

Bulanık
Bulanık dumanlar yükseliyor
Tütünler tekrar tekrar yuvarlanıyor
Damarlar üşürken, yürekler ısınıyor
Uykuya dalıyor zaman
Zaman çabuk çabuk geçiyor
Kelime terbiyecisi üdeba teşrif ediyor
Nükteli tarzı ile kırbaçlıyor kelimeleri
Mesafeli ve ölçülü bahsediyor
Çokça ağızda yudum oluyor sözler
Ve nicesi haftaya sohbeti gözler

 

 


YENİ BAŞTAN / Nurcihan KIZMAZ



sahi nerde kalmıştık
ayraç bırakmış mıydık hayatımıza
kaldığımız yerden mi
yoksa biraz gerilerden mi
var mı öyle bir hakkımız
istediğimiz yerden
başlayamaz mıyız

mesela terk-i dünya etmese
bakkal amcamız
ne güzel olurdu
para üstü yerine sakız

herkes süpürse yine
evlerinin önünü
her cuma tertemiz olsa
sokaklarımız

sürgülenmese geceleri
kapılar arkasından
komşuya emanet
anahtarımız

postacı mektup getirse
atsa kapının altından
selam alsak uzaklardan
sorulsa halimiz hatrımız.

 

EMİNE ABACI’NIN SULTAN’I/Hasan KEKLİKCİ

 

Emine Abacı’nın adını Sultan vurduğu romanının sosyal medyada “çıktı” müjdesini alır almaz, Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi tarafından bu yıl yedincisi düzenlenen kitap fuarından bir dostla beraber gidip aldık. Tabi yazarı Emine Abacı tarafından imzalı olarak. Esasen kitabın yayına hazırlandığı haberini daha önce almıştım ama bu kadar çabuk çıkacağını da düşünmemiştim doğrusu.

Sultan’ı iki akşamda, her sayfasından zevk alarak okuyup bitirdim. Kitabı bitirdiğimde; sanki bir dağ köyünde bir eve misafir olmuşum da ev sahibiyle dağ bayır, köy şehir gezmişim gibi bir duyguya kapıldım. An oldu köyün girişine gidip asker yolu bekledim, an oldu bir demirci dükkânındaki örsün üzerinde tavlanmış demire çekiç salladım. Şelek çektim, gem sürdüm. Kız gelin ettim oğlan everdim. “… kaldırımlarda koşuşup oynayan çocuklara bakıyor, onların yanına varıp onlarla beraber oynayasım ve sevinesim geliyordu.” diyor Cengiz Dağcı, Dönüş adlı romanında. Benim de nenelerinin yanında oynayan çocuklarla oynayasım, sevinenlerle sevinesim geldi.

Memduh Atalay Kırık Ayna romanında; “Can dediğin nedir ki karıncada bile var.” diyor. Roman dediğin de nedir, altı üstü bir şalvar cebi dolusu kelime. Dökersin bir çulun üzerine, yanı yanına dizersin olur biter. Al sana roman! Fakat bizim için bu roman, romandan öte bir şeydir doğrusu. Çünkü bizim köyün, daha doğrusu bizim obanın ilk romanıdır Sultan. Yerine göre yeryüzü kadar geniş etki alanı olan bir kitabı alıp; bir köy, bir oba sınırlarında tartışmak ne kadar yerinde bir davranıştır bilemem, ama o kitabın hangi şartlarda yazıldığı ne kadar iyi bilinirse, kitabın önemi ve değeri de o kadar artar diye düşünüyorum.

Benim çocukluğumda bizim Kocaseki’nin mektuplarını Analık Hasan emmi okurdu. Mektup okuyacak ikinci bir adam yoktu. Rahmetli, bazen bir mektubu bir iki satır okur millete döner, “Bunu öteen ohuduk taman.” derdi. Karşısında, şeşinin ucuyla ağzını kapatmış bir kadın “Ede bir daha ohu heeri.” der boynunu bükerdi…

Tek, mektup değildi tabi Hasan emminin okuduğu; köy senetleri, tapular, az da olsa mahkeme kâğıtları da onun elinden geçerdi. Köyde ilkokul açıldı ama köylü, yazı köylerindeki pamukları toplayıp ancak aralık ayının sonuna doğru gelebildi. Ve ilkbaharda, ekilen pamuklar yerin yüzüne çıkar çıkmaz da çor çocuk toplanıp gittiler. Orhan Kemal’in dediği gibi; “Önce ekmek.” Onun Ayten’inin doktor çıkmasına sekiz yılı vardı, ekmek için okulu bıraktığında. Bizim mektup okumayı bellememize milyon yıl! Sonra, “okurum” diyene kitap mı var? Jules Verne’nin Seksen Günde Devriâlem’ini belki on defa okumuşumdur ilkokulda. Yok. Başka yok çünkü.

Emine Abacı’nın romanını bu çerçevede değerlendirmek lâzım. Ortaya konan her işte ufak tefek eksiklikler, farklı görüşler mutlaka olur. “Oğlum, kimde bir hüner görürsen on tane ayıbını görmezlikten gel.” demiş Sadi Şirazi. Bazen sizin aradığınız bir şeyi, başka bir kılıkta karşınıza çıkarır yazar ve kendinizi aradığınız güzelliğin kuyusunda bulursunuz.

Okumamış olanları da düşünerek roman hakkında fazla bilgi vermek istemiyorum. Sultan için; “Yorgun ikindilerde sere serpe düşerdi umut perdesi yüreğindeki yaraya. Oğlunun yollarını gözlerdi. Hasret ateşi yandıkça bağrında, sadrına ağır ağır sütunlar inerdi.” diyor Emine Abacı. Ve Sultan; görmeyen gözleriyle o kadar çocuk büyütmüş, kuma kahrı çekmiş, zenginliği görmüş, bir sabah beş kuruşsuz bir dünyaya uyanmış, köyünden şehre taşınmak zorunda kalmış ve her şeye rağmen sofrasına yalnız oturmamış bir köylü anası.

Kitaba dalmış giderken bir anda karşınıza bir cümle çıkıyor, “İki tane kadın biri uzun boylu ince, biri de tombulca esmer başındaki kırniş omuzlarına kadar kapatmıştı.” Kafkasya’da yağlık, İran’da yalık, Azerbaycan’da yaşmak olan Müslüman Türk kadınının başörtüsü kırniş’e takılıyor aklınız, kendinizden bir şey buluyor, tebessüm ediyorsunuz. “Ayağa kalktı bahçelerin yollarından, otların arasından, ayaklarının ucunda gısır gısır eden kaplumbağaya baktı.” diyor yazar ve siz kitabı bırakıp gısırtı dinlemeye koyuluyorsunuz. “Dün uzak köyden arkadaşları geldi. Deşirim etmişler, para getirdiler, dükkânını yeniden kur, senin bize zamanında çok yardımın oldu dediler.” Ne kadar güzel bir kelime: Deşirim.

Hasan Ejderha’nın Kayıktepe Operasyonu ve Sokakbaşı romanlarından sonra, Sultan’ın da kitapçı raflarındaki yerini alması bizleri ziyadesiyle sevindirdi. Sokakbaşı şu an yedinci veya sekizinci baskıya ulaşmıştır. Aynı başarıyı Sultan için de diliyoruz. Ali Fuat Başgil, “İmrenmek terakkinin -gelişmenin, ilerlemenin- şartıdır.” diyor. İnşallah herkesten önce bizim gençlerimiz Sultan’ı okur,  Emine Abacı kardeşimize imrenirler. Allah zihin açıklığı versin Emine Abacı’ya.

Okurun bol olsun Sultan.


Gelen Olmadı / Fazlı Bayram








ben içeri gittim

çarıklarım ufaktan ıslandı

saplanan mermilere dağa sedire aldırmadan

ahu gözlü leyleklerin uçurtma takıp kanadına

asi olmadan eğlenmeden ciddi ve kibar

 

gölgeler alıp eline denizde boğulan

benim kabrimdi gittim zor gelirim

 

bir sabah aynalar yine yoktu yerinde

adına şiir yazdım bir zaman

aynı sabah ellerimde açmalar cebimde simit

bir çiçek koparıp parktan

sana gelecektim ki sen içime battın gittim ben de zor gelirim

 

az sonra doğar içine güneş sebatımızın beklerim beklerim

billur çeşmelerinden çağın ırmaklar fışkırır

quarklardan ayanlardan sözden fikirden

canı dişi sen

 

bense (bu sefer bana gerek yok)

olsaydı derken olan oldu kalan kaldı

düş kokusu kalbi deşti

 

HÜKÜM ÖZ(LÜ)GÜRLÜK / Samet YURTTAŞ










Her sabah aynı telaş

Her gün başka bir mahkûma gebe

O ürkütücü kapı açılır yavaş yavaş

Bir asker karşılar bizi eli tetikte

 

Hep aynı yollardan geçiyoruz

Mayınlar yok tehlikeli sular da

Yalnızca dökülen saçlarımız

Onaya sunulacak dosyalarda

 

Demir kulede şafak sayar bir  er

Namlunun ucunda suçlu yürüyüşler

Nizamiyede kalkınca  eller

Bütün ceplerimiz aranır birer birer

 

Kapı altında okunmamış kitaplar bekler

Beynimizde tel örgülü duvar

Ne zaman gökyüzüne baksak

Hüküm giymiş özgürlük var

 

BAKAN GİBİ KARŞILANDIK / Teyfik KARADAŞ


Serhat şehri Van ilimizin, Emrah’la Selvi’nin diyarı Yeşil Erciş ilçesinde, öğretmen olarak göreve başlayalı üç sene bitmiş, dördüncü senede yarı olmuştu. Bu süreçte zengin bir kültüre, köklü bir tarihe sahip olan Erciş’in insanlarını tanıyıp, güzelliklerini görünce bu beldeye âşık oldum adeta. Van’a tayin olduğumu öğrenince nasıl üzülmüştüm anlatamam. Yapabilecek başka bir işim olsa göreve dahi başlamazdım belki de.  Memleketime uzak olması ve zaman zaman terör olaylarının yaşanması konularında Erciş’te çeşitli sıkıntılar yaşasam da pek aldırış etmiyordum ama dördüncü sene kış mevsimi çok ağır geçti. Mart ayında bir hafta aralıksız kar yağdı. Köyleri ilçelere, ilçeleri illere bağlayan yollar kapandı. Direkler kırıldı, elektrikler kesildi. Kablolar koptu, telefonlarla haberleşme sağlanamadı. Dağlarda aç kalan ayı ve kurt gibi vahşi hayvanlar şehirlere, köylere indi. Yoğun kar yağışı nedeniyle Van Hava Limanına günlerce uçaklar iniş ve kalkış yapamadı. Yuvalarında karnını doyuramayan minicik kuşlar evlerin balkonlarına misafir oldular. Çığ düşmesi sonucu çok sayıda insan canından oldu. Binaların çatılarından sarkan buz parçalarının düşmesi sonucu yüzlerce vatandaşımız yaralanarak hastanelerde tedavi altına alındı. Akarsuların yüzeylerini buz tuttu. Doğu Anadolu başta olmak üzere yurdumuzun her yerinde görülmemiş bir kış, bir afet yaşandı.

Bitlis deresine çığ düşmesi nedeniyle Erciş’i Gaziantep’e bağlayan kara yolu kapandı. Kurban Bayramı’nda memlekete gidemeyerek, yaşanan afetten azda olsa bende nasibimi almış oldum. Kurban Bayramı’nı Erciş’te geçirmek zorunda kaldım. Bayramın birinci günü bayram namazından çıkıp arkadaşlarla kaldığımız eve varınca duygulanıp hıçkırarak döktüğüm göz yaşlarını hiç unutamam. Ömrümde ilk defa bir bayramı dışarıda geçiriyordum. Bayramda anam, babam, dedem veya başka bir Erciş’te olmadığı için öpecek bir el bulamayınca nasıl üzüldüğümü aradan otuz yıl geçtiği halde hatırlamak dahi istemiyorum. Beni teselli etmeye çalışan arkadaşlarımın beni teselli ederken kendilerinin ağlamaları üzüntümü on kat daha artırmıştı. Bizi ziyarete gelen mahalle çocuklarına çikolata dağıtma görevi bana verilince üzüntüm azda olsa hafifletmişti. Üzüntüm hafifleyip kahvaltımı yaptıktan sonra büyüklerimle bayramlaşmak için doğruca postaneye gitmiştim. Bizim köyün telefonlarının arızalı olması nedeniyle anam, babam ve diğer büyüklerimle görüşemeyince belim on yerden kırıldı. Oturduğum yerden kalkamadım. Birdenbire beynimde şimşekler çaktı. Bayramdan bir hafta sonra telefon arızaları giderilince aile büyüklerimle görüşebildim. Telefonla görüşmemiz esnasında, anamın ağladığını, göz yaşlarının fistanının yakasını ıslattığını ses tonundan hissettim. Anamın, bacımın ve diğer yakınlarımın bundan sonra benim yüzümden ağlamaması için memleketime tayin istemeye karar an itibariyle karar verdim.

Bayram tatili biter bitmez Erciş İlçe Milli Eğitim Müdürlüğüne giderek tayinimin Kahramanmaraş, Adıyaman ve Gaziantep illerinden birine yapılması için dilekçe verdim. Eğitim-Öğretim yılı bitince yaz tatili için memleketime (Kahramanmaraş) gittim. Memleketimde yaz tatilinde iken tayınımın sahabeler diyarı Adıyaman’a yapıldığını öğrendim. Kahramanmaraş’ın komşusu olduğu halde Adıyaman hakkında yeterli bilgiye sahip değildim. Daha önce bir defa Nemrut dağına giderken Adıyaman’ın içinden geçmiştik. Birkaç defada Malatya ve Elazığ’a giderken otobüs Gölbaşında mola vermişti. Adıyaman’la ilgili bildiklerim bundan ibaretti. İl içi tayinimi nereye yaptıracağım konusunda beni bir telaş bastı. Gerger, Sincik ve Kâhta ilçelerine gidecek olursam Van’dan gelmemin bir anlamı olmayacaktı. Bu ilçeler Kahramanmaraş’a çok uzaktı. Çelikhan Malatya’ya, Besni Gaziantep’e yakındı. Kahramanmaraş’a en yakın yer Gölbaşıydı.  Gölbaşı Kahramanmaraş sınırında olduğu için memlekete gidip gelmesi kolay olur diye düşündüm. Bu nedenle de il içi atamamı Gölbaşına yaptırmaya niyet ettim. Niyet ettim ama niyetimi gerçekleştirmek için ne yapacaktım, bu konuda bana kim yardımcı olacak, kim sahip çıkacak gibi zihnimde onlarca soru oluşmaya başladı. Zihnimde oluşan bu sorulara cevap bulmak için düşünmeye ve araştırma yapmaya başladım.

Ben Erciş’e gittiğimde Muradiye Kaymamı olarak görev yapan Turan Çuhadar’la tanışmıştım. Turan Çuhadar Kahramanmaraş’ın Andırın ilçesindendi ve hemşeri canlısı değerli bir insandı. Ne zaman Erciş’e gelse beni bulur Erciş Kaymakamının ziyaretine birlikte giderdik. Bende zaman zaman Kaymakam Beyi ziyaret etmek amacıyla Muradiye’ye giderdim. Ne zaman arkadaşlarımla Muradiye’ye gitsek Kaymakam Bey bizi en üst seviyede ağırlayarak misafirlerimin yanında beni onurlandırırdı. Turan Çuhadar iki yıl önce Gölbaşı Kaymakamı olarak tayin olmuştu. Kaymakam Bey Muradiye’den ayrılınca irtibatımız kesildi. O zaman şimdi ki gibi cep telefonu yoktu. Ben askere gitmiştim. Askerlik dönüşü asker öğretmen olarak çalıştığım yerde sıkıntılı günler yaşadım. İki kere büyük tehlike yaşadım. Canımı zor kurtardım. Velhasıl bu süreçte Kaymakam Beyle bir türlü görüşemedim. Acaba Turan Çuhadar Gölbaşında mı çalışıyor, yoksa başka bir yere tayin oldu mu? Bunu öğrenmem gerekiyordu. Polis olarak Erciş’te çalışmakta olan arkadaşım Mekke Sofu’yu arayarak Kaymakam Beyin Gölbaşında olduğunu öğrendim. Bunun üzerine benim Gölbaşı’na gitmem şart olmuştu.

Temmuz ayının on beşinden sonraki ilk pazartesi günü Kaymakam Beyi telefonla arayarak salı günü ziyaret etmek için randevu aldım. Gölbaşı’na Düzbağ minibüsleriyle gidileceğini ve minibüslerin il Özel İdaresinin arka kısmından kalktığını öğrendim.  Salı günü ilk otobüsle köyden Maraş’a geldim. Düzbağ minibüslerinin yazıhanesine gittim. Yazıhane görevlisi ilk minibüsün on ikide kalkacağını söyledi. Bende zaman geçirmek için Trabzon caddesinde dolaşmaya başladım. Defterdarlık binasının önüne vardığımda muhterem büyüğüm, kıymetli gönül adamı, nüktedan insan, Sütçü İmam Üniversitesi Genel Sekreter Vekili merhum Mehmet Bilal abimle karşılaştık. O zaman üniversite öğrencisi olan oğlu Murat’ta yanındaydı. Mehmet Bilal abimle hoş beş on beşten sonra ayak üstü biraz muhabbet ettik. Bu esnada Mehmet Bilal abime il içi tayinim nedeniyle Gölbaşı Kaymakamı Turan Çuhadar Beyi ziyarete gideceğimi söyledim. Mehmet Bilal abimde Konya’da Hukuk Fakültesi Sekreteri olarak çalıştığı dönemde Turan Çuhadar’ın Bozkır Kaymakamı olduğunu ve yakinen tanıştıklarını söyledi. Gölbaşına birlikte gidelim dedi. Bende “tamam gidelim, iyi olur hocam ama önce Turan beye bilgi verelim” dedim. Yaşar Pastanesinden Kaymakam Beyi aradım. Mehmet Bilal beyle birlikte geleceğimizi söyledim. Turan Beyde Gölbaşı girişinde Bölge Trafik İstasyonu var. Oraya geldiğinizde nöbetçi polise söyle beni arasınlar dedi. Yaşar Pastanesinden çıkınca Mehmet Bilal abimin Şahin Marka beyaz renkli otomobiline binerek Gölbaşı istikametine hareket ettik.

Arabayı Mehmet Bilal abim kullanıyor, ben ön tarafta, Murat ise arka tarafta oturuyordu. Mehmet Bilal abim muhabbetin girizgâh kısmında oğlu Murat’a, ben Selçuk Üniversitesinde öğrenci iken kendisinin bana nasıl yardımcı olduğunu, benim bazı büyük zorlukları nasıl aştığımı, başarılmaz denilen işleri nasıl başardığımı anlattı. Beni örnek alması konusunda Murat’a nasihatte bulundu. Daha sonra Mehmet abi Ferhuş, Kapıçam, Çınarlı, Tomsuklu, Çiğli gibi yerlerden geçtikçe, geçtiğimiz yerlerle ilgili yaşadığı anılarını anlatmaya, Muratla ile ben ise gülmekten yerlere yatmaya başladık.  Maraş Ovasındaki biber, pamuk, mısır ve pancar tarlaları dikkatimizi çektikçe ara sıra sohbeti bu coğrafyanın bereketi üzerine kaydırıyorduk. Yolculuğumuz coşkulu şekilde devam ediyordu.

Narlı ’ya vardığımızda Türkoğlu istikametine gitmekte olan bir yük treninin gürültüsü adeta Maraş ovasının sessizliğini bozmaya yetiyor gibiydi. Aksu ırmağının kenarındaki kum ocaklarının önündeki kumdan tepelerin yüksekliği Kahramanmaraş’ımızın doğal kaynaklar bakımından zengin bir yer olduğunu teyit etmeye yetiyordu. Gaziantep’te ve Kahramanmaraş’ta inşa edilen ihtişamlı binaların kumu buradan gidiyordu çünkü. Narlıdan dönüp Pazarcık’a doğru ilerlerken Kirni Köyünde meydana gelen anız yangını yüreklerimizi ağzımıza getiriyordu. Pazarcık’a varırken sol tarafımızda kalan Kartalkaya barajının güzelliğini ifade edecek kelime bulmakta zorlanıyorum. Tren hattını geçip Pazarcık’a vardığımızda Mehmet Bilal abi Pazarcıklı bazı dostlarını saygıyla yad ederken gözlerinin yaşardığını görüyorduk. Özellikle Mehmet Bozbey Hocadan bahsederken söylediği saygı ifadeleri duyulmaya değerdi.

Pazarcık’ı geçtikten sonra arazinin coğrafi yapısı ve bitki örtüsü değişiverdi. Ovaların yerini dağlar, biber, pamuk ve pancar tarlalarının yerini bağlar ve fıstık bahçeleri almaya başladı. Akçalı rampasını çıkıp biraz ilerledikten sonra karşımıza çıkan Adıyaman levhası Gölbaşına yaklaştığımızı müjdeler gibiydi. Çelik Köyünü geçip rampaya aşağı inerken gördüğümüz ilk gölün adının Balkar Gölü olduğunu sonradan öğrendim. Karaburun köyünü geçince Mehmet Bilal abi bir tepenin üzerinde duruverdi. Yetmişli yıllarda Gölbaşında tarihe 15 Şubat olayları diye geçen siyasi bir hadisenin yaşandığını ve kendilerinde Kahramanmaraş’tan buraya yardıma geldiklerini, ilçe girişinde arama olduğu için silahını buraya attığını, Gölbaşında üç gün tutuklu kaldığını ve dönerken silahını bulamadığını anlattı. Mehmet abi o günleri anlatırken lisanı halinden o günleri yeniden yaşadığı anlaşılıyordu. Arabaya binip hareket ettikten üç dakika sonra ilçe girişindeki Gölbaşı Bölge Trafik İstasyon Amirliğine intikal ettik. Amirlik önünde aracımızı durdurduğumuzda nizamiyede nöbet tutan polise “Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Genel Sekreteri Mehmet Bilal Bey ilçemize giriş yaptı diye Kaymakam Beye bilgi vermeniz gerekiyormuş” dedim. Poliste “Baş üstüne efendim” diyerek binanın içine doğru koşar adımlarla gitti.

Gölbaşı Hükümet Konağının önüne vardığımızda Kaymakam Turan Çuhadar başta olmak üzere belediye başkanı, garnizon komutanı ve protokolde yer alan ilçe müdürlerinin tam kadro bizi karşılamak üzere beklediklerini gördüm. Bizde otomobilimizden inerek doğrudan protokol üyeleriyle tokalaşmaya başladık. Mehmet Bilal abim tecrübeli bir bürokrat olarak tokalaşırken karşılama kıtasında yer alan daire amirlerinin halini hatırını sormayı da ihmal etmedi. Kaymakam Beyde bizi protokol üyelerine, protokol üyelerinde bize tanıttı. Karşılama seremonisinden sonra topluca Kaymakam Beyin makamına çıktık. Kaymakamlıkta çayımızı içerken Kaymakam Bey Mehmet Abiye hitaben “Abi Gölbaşı ulaşım imkanları, coğrafi özellikleri, sosyal gelişmişlik ile nüfus olarak da büyük ve güzel bir ilçe. Buraya Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi olarak bir Meslek Yüksekokulu açmanızı istiyoruz” dedi. Mehmet abi ise” Üniversite olarak halen Pazarcık ilçemize Meslek Yüksekokulu açamadık. Pazarcık’a okul açmadan buraya açarsak yanlış olur. Bu nedenle buraya Meslek Yüksekokulu açmamız mümkün değildir “diyerek konuyu kapattı. Ardından başladı fıkra anlatmaya. Kaymakamlıkta bulunan daire amirlerinin tamamı Mehmet abinin fıkralarını dinledikçe gülüyorlar, bazılarını ise kahkaha atmak için dışarıya kaçıyorlardı. Çaylar içilip fıkra faslı tamamlanınca sıra bizim sebebi ziyaretimize geldi.

 Mehmet Bilal abim Kaymakam Bey ve kaymakamlık makamında bulunan haziruna beni farklı bir pencereden takdim ederek başladı anlatmaya. Sabah Maraş’ta nasıl karşılaştığımızı ve kendinin Gölbaşına niçin geldiğini izah etti. Sözü benim kendisi ve memleket için önemli bir insan olduğuma getirdi. Benim tayınımın Van’dan Adıyaman’a çıktığını, il içi atamamın Gölbaşına yapılması için geldiğimizi en üst perdeden kuvvetli bir şekilde ifade etti. Kaymakam Bey ise “abi zahmet etmişsiniz, telefon etmeniz yeterdi” dedi. Mehmet abim ise “Telefonumuzla halledeceğini biliyoruz ama senide özlemiştik hemşerim” diyerek Kaymakam Beyi bir daha onurlandırdı.

 Kaymakam Bey ilçe müdürlerine beni Van’dan tanıdığını, maharetlerimi, hatıralarımızı birkaç cümleyle anlatarak Gölbaşına kazanım sağlayacağımı ifade etti. Bana yönelerek “Pehlivan ilçe merkezinde çok öğretmen var. Girecek ders bulamazsın. Ev kiraları çok pahalı. Seni Belören Kasabasına gönderelim. Oraya yeni lojman yaptık. Lojmanda oturursun. İlköğretim Okulunda senin gibi bir müdür var. Seni de Müdür Yardımcılığına atarız. Orada sana ihtiyacım var” dedi. Bende “Siz bilirsiniz Kaymakam Bey” dedim. Bunun üzerine Kaymakam Bey anında görüntü yaparak Milli Eğitimden sorumlu Adıyaman Vali Yardımcısı Celalettin Güvenç beyi arayarak benim il içi atamamın Belören İlköğretim Okuluna yapılmasını rica etti.

Bu arada saat on ikiyi geçmişti. İlçe çıkışında Malatya yolu üzerindeki bir tesise topluca öğle yemeğine gittik. Mehmet abi öğle yemeği yerken de yemekli ilgili fıkralarını anlatmaya devam etti. Mehmet abinin fıkralarını duyan garsonlar bile kenarda beklerken gülmemek için kendilerini zorlasalar bile zapt edemiyorlardı. Yemekten sonra protokol üyeleriyle ayrılıp Kaymakam Beyle baş başa kaldık. Bazı özel konularda muhabbet ettik. Kaymakam Beyin bağına gidererek birer sepet üzüm kestik. Kaymakam Beyle geçirdiğimiz bu mutlu günün sonunda ikindi namazını kıldıktan sonra Gölbaşından ayrıldık.

Dönüş yolunda ziyaretimizi değerlendirirken merhum Mehmet Bilal abim “Teyfik tayin işin nasıl sonuçlanır bilmem ama bakan gibi karşılandık” dedi.