Şathiye-yi Gayr-i Mürettep yahut Hatifin Söylediğidir/Ferhat ALTUN








Neyi yazdın alnıma

Neyi boynuma taktın

Elinde dedin kamu

El mi verdin ne cefa

 

Yürü dedin yürüdüm

Aldın ayaklarımı

Yaşattıkça öldürdün

Taşa vurdun başımı

 

Bir dil verdin ki sevdim

Firkat ettin aşımı

İdrak rengine bandın

Döktün kara saçımı

 

Ferman ettin gel diye

Tuttum kapına geldim

Ben gül diye bekledim

Çattın hilal kaşını

 

Âşıka sual olmaz

Halinden bilir olmaz

Bir dükkân alan olmaz

Sattın başsız canımı

 

Tütün' İçenlerin Türküsü/Casim ÇOBAN










Biz tütün içen çocuklarız

Toprak sokaklarımızdan

Somali’nin kıyılarını koklarız

 

Biz duyulmayanı duyananın çocuklarıyız

Oturduğumuz kerpiç damlardan

Sarayova’nın kalbini dinleriz


Körlüğünü gömlekle iyileştirenin çocuklarıyız

Koyun sürülerimizin arasından

Urumçi’nin sokaklarını seyrederiz.

 

Parmaklarından su içirenin çocuklarıyız

Kırmızı benekli balıkların yüzdüğü derelerimizden

Medine'nin bahçelerine kucaklarız.

 




' Tütün ve tütün mamülleri sağlığa zararlıdır

Sürtünme/Fazlı Bayram








böyle hiç umursamazmış gibi gelip geçiyorsun ya

için dışın ben bana benziyor ya hareketlerin

görmüyorum sanma seni bakmadan da görürüm

biliyorum her yerde sen de görüyorsun beni

ne saklanacak yerim var senden

ne seni zora sokacak isteklerim

kim ki hem sonra sahibi bu cenazelerin

sen de ölü gibi yaşıyorsun sonuçta ben epeydir  ölüyüm

sen akan sel ben o

biz buna değeriz bunu hep söylerim

yeter ki üşümesin ellerin

yeter ki asmalar bize dönük olsun yaprağını

 

zaman

açılan bir çiçeksin kimine

kimine yaralı maymun

ben ise yarına kukla taşıdım senin ahından gün doğdu



AŞK DÜŞÜ / Resul BAYRAKTAR







Yüzünün şavkı vururdu

Ellerin uzansam tutacakmışcasına

Sokulsam bir nefesti

Düştüm uzağına

Ey benim ruh-u revanım gelmedin

 Kumral bir yusufçuk ile dertleştim

Sen kıskanasın diye uzun uzun bakıştık

Gözleri siyah gökyüzü ile

Rüzgârla kucaklaştık

Hasret gidermekliğe

Yıldız gözlerini süzdü

Ay utandı saklandı

Bir ben kaldım iç sesimle

Ah bu tutsak yüreğim

Sana kavuşmak için ritim tutuyor şarkılarla

Begonviller ve ben şahit olurken kızıllığa

Gün ağardığında saklanıyorsun ardıma

Tersine sarılıp ellerim yalnızlığımı tutuyor

Bu denli yakmıyor hiçbir kor

Asla kapanmıyor bu yara

Ey benim anne sıcaklığı gibi saran düşlerim

Bulut duysa yükünü bırakırda koşuverir

Tatsam cennet meyvelerinden sensiz

Ağaçlar küser toprağa

Sen gelmiyorsun ya!

Hiçbir gemi yanaşmıyor bu rıhtıma

Martılar avlanmıyor

Balıkçılar boş dönüyor

Sensiz ertesi sensizlik kaplıyor

Köpüren maviyi

Ey benim gönül kapanım

Dilruba’m!

Oysa görsem seni

Bırakırdım ayaklarıma eşlik edenleri

Belki koşardım engelsiz kısraklar gibi

Öbek öbek rahmet yağardı

Kurak çöllere

Katli fermanım yazılmazdı

Uyanırdım aşk düşü uykumdan.

 

Eskici / Nurcihan Kizmaz








Eskiler alırım eskiler

eski haneler alırım

bacası tüten

bahçesinde sarmaşık

akşam sefası biten

 

naftalin kokulu sandıklar

sandıklar dolusu hatıralıklar

oyalı mendiller alırım

şarkılar türküler

eski radyolar alırım

 

siyah beyaz resimler alırım

arkası yazılı, sararmış yarısı

eski bayram günleri

dedeli nineli eller kınalı

bir de harçlık alırım

mendil arası

 

mektuplar alırım

selamlı sabahlı

acele cavap bekleyen,

kartpostal alırım  

simli sırmalı

 

komşuluk alırım varsa bir fincan

hatır alırım gönül alırım

bulursam bir damla vefa

kırk yıl orda kalırım

AĞLADIM / Salih AKGÖZ






Ayrılık düştü gönlüme,

Ateşine düştüm ağladım.

Senden ayrılmak ölüm.

Ölüme koşup ağladım.

 

Zamansız ayrıldım senden,

Şemsim oldun hep gönülden.

Veda ederken uzaktan,

Dizimi çöküp ağladım.

 

Karanlık sardı geceyi,

Sana söyler her heceyi.

Gönlüm susar dili yok .

Göz yaşı döktüm ağladım.

 

Veda etmiş gitmişsin şems.

Hicranım boynumu bükmüş.

Sensizlik en ağır yükmüş.

Gözyaşımı döktüm ağladım.

 

Sanma sensiz yaşıyorum.

Varlığınla hep uyuyorum.

Bir dağ başında gölgende,

Sana sığınıp ağlıyorum.


BİR GÜREŞ ANTRENÖRLÜĞÜ ANISI/Teyfik KARADAŞ


Benim çocukluk yıllarımda köyümüzde, yöremizde hatta şehrimizin tamamında doğan büyüyen her erkek çocuğunun mutlaka güreşle alakası olurdu. Çocuklar dört-beş yaşına geldiği zaman babası, amcası veya dedesi tarafından kendi akranı başka bir çocukla evin avlusunda, tarlanın çayırında, ırmağın kumsalında güreştirilir, galip gelen çocuk küçük bir parayla ödüllendirilirdi. Köy düğünlerinin tamamında ödüllü güreşler yapılır, geceleri sinsin ateşi yakılırdı. Bayramlarda halk kendi arasında para toplayarak, bayram güreşi organize ederdi. Köy halkının tamamı komşu köylerde düzenlenen güreşlere kendi köyünün pehlivanları desteklemek için giderdi. Kasaba ve şehirlerde karakucak güreş festivalleri düzenlenirdi. Pehlivanlar rakipleriyle güreş tutarken, davulcular Köroğlu veya Mağaralı Ökkeş havalarını çalardı. Güreş bizim hayatımızda önemli bir yer tutar, sosyal etkinliklerimizin başında gelirdi. Uzun kış gecelerinde halk bir eve toplanır, yaşlılar bu toplantıda asırlar önce yapılmış güreşleri anlatırdı. Kuz Ali ile Tatar Pehlivanın yaptığı güreşin hikayesini dinlerken hem gururlanır hem de sevincimden gözlerimden yaş gelirdi. Anlayacağınız güreş bizim köyde spor ve kültür olarak  bir yaşam biçimiydi.

Bende beş yaşıma geldiğimde akranlarımla güreşmeye başladım. İri yarı beledi bir çocuk olduğum için kendi yaşımdaki çocukları genel olarak yıkardım. Güreşten sonra bana verilen bir lira, iki buçuk lira gibi parayla Bakkal Muzaffer’in dükkânına koşar lokum ile bisküvi alırdım. Aldığım lokum ve bisküviyi yıktığım çocukla birlikte yerdik. On bir, on iki yaşlarında düğünlerde güreşmeye başladım. On beş yaşına geldiğimde lise okumak için şehre gittim. Lise birinci sınıfta okuduğum Kahramanmaraş Endüstri Meslek Lisesinin güreş takımı seçmelerine katılarak, seçme müsabakalarını kazanıp okul takımına girdim. Ağır sıklet güreşçi olarak lise birinci sınıfta il ikincisi, lise iki ve üçüncü sınıfta il birincisi oldum. Memleketimi temsilen Kayseri ve Elâzığ’da bölge şampiyonalarında güreştim. Bu nedenle lise yıllarımda arkadaşlarım bana “Pehlivan” lakabını taktılar. Boyum uzun, kilom ağır olunca Pehlivan lakabı benim ile özdeşleşti. Bu lakap benimde hoşuma gidince hiç kimseye itiraz etmedim. Aradan uzun yıllar geçtiği halde okul arkadaşlarım ve hocalarımla karşılaştığım zaman bana Pehlivan diye hitap ederler. Üniversite öğrencisi olduğum yıllarda güreş festivallerinde şiir okumaya, sunuculuk yapmaya başladım. Merhum Hayati Vasfi Taşyürek’in “Yeni Şampiyonlar Neredesiniz” şiirine nazire olarak yazdığım “Üzülme” şiiri halen er meydanlarında pehlivanları coşturmaktadır. Beş yaşından yirmi yaşına kadar güreş sporuyla değişik statülerde ilişkim oldu ama hiçbir zaman iyi bir pehlivan olamadım. Yirmi yaşından sonrada spor sever bir vatandaş olarak güreşle alakam hala devam etmektedir.

Üniversiteyi bitirdikten bir yıl sonra tayinim öğretmen olarak serhat şehri Van ilimizin, Emrah’la Selvi’nin diyarı yeşil Erciş ilçesine çıktı. Erciş; zengin kültürü, eşsiz doğal güzellikleri ve stratejik özellikleri bakımından ülkemizin saklı cennetlerinden bir köşedir. Erciş’e göreve başlamaya giderken Jandarma Binbaşı Nazmi Akıncı abimin telefonla verdiği bilgi üzerine Erciş Merkez Jandarma Karakol Komutanı Başçavuş Mehmet Karaosmanoğlu seyahat ettiğim otobüsü durdurarak beni ilçe girişinde sürpriz bir şekilde karşılamış ve jandarmada iki gün misafir etmişti. Bende göreve başladıktan sonra her fırsatta İlçe Jandarma Komutanlığına giderek Mehmet abiyi ziyaret etmeye başladım. Mehmet abi Kahramanmaraş’ın Yenicekale Köyündendi. Bende Döngel Köyünden olduğum için yakın hemşeriydik. Aynı dili konuşur, aynı kedere ağlar, aynı şeye gülerdik. Mehmet abi dostuna güven, düşmanına korku veren iyilik sever bir insandı. Göreve başladığım günlerde Mehmet abiyle Erciş Öğretmenevine birlikte gitmiştik. Öğretmenevine vardığımızda okul arkadaşlarım Mustafa Gönen ile Seval Altunel beni “hoş geldin Pehlivan” diye karşıladılar. Mehmet abide o günden sonra bana “Pehlivan” diye hitap etmeye başladı. Mehmet abinin yanına geldiğim günlerde bazen milli meseleleri konuşur, bazen de memleket üzerine muhabbet ederek hasret giderirdik. Mehmet abiyle muhabbet ederken İlçe Jandarma Komutanı Yüzbaşı Ali Bey dâhil bütün rütbeliler yanımıza gelir, sohbetimiz can kulağıyla dinlerlerdi. Mehmet abiyle olan dostluğumuza hayran kalırlardı.

Erciş’te İlçe Jandarma Komutanlığının haricinde bir Piyade Tugayı vardı. Piyade Tugayı çok geniş bir alana konuşlanmıştı. Tuğ General Tuncer Kılıç Tugay Komutanıydı. Tugay Komutanı lüks makam otomobiliyle lojmandan çıkıp makamıma giderken Erciş’in ana caddesinden geçerdi. Ana caddeden geçerken Jonvays lakaplı bir deli Tugay Komutanını asker selamıyla selamlar, Tugay Komutanı da ona günlük olarak harçlık verirdi. İlçe halkı meczup bir insan olan Jonvays’a yardım etmesinden dolayı Tugay Komutanını hem tanır hem de severdi. Bende ilçe halkı gibi Tugay Komutanını bu vesileyle tanıdım ama muhabbetim yoktu.

Bir gün Tugayda, Kolordu Güreş Şampiyonasına gidecek güreş takımını çalıştırmak üzere bir güreş antrenörüne ihtiyaç duyulmuş. Tugay personeli arasında antrenörlük yapacak vasıfta kimse bulunamamış. Tugay Komutanı Tuncer Bey güreş antrenörü için İlçe Jandarma Komutanını aramış. “Bizim güreş antrenörlüğü yapacak bir kişiye ihtiyacımız var. Sizin rütbelilerden güreşten anlayan biri var mı” diye sormuş. İlçe Jandarma Komutanı Ali Bey’de “Komutanım bizim personellerden yok ama Mehmet Başçavuşun yanına bir öğretmen gelip gidiyor. Öğretmene Pehlivan diyorlar. Kendimi pehlivan, adımı Pehlivan bilemiyorum. Mehmet Başçavuşa sorup, size döneyim” demiş. İlçe Jandarma Komutanı Yüzbaşı Ali Bey Mehmet Başçavuşa “Astsubayım senin yanına gelen öğretmenin adımı Pehlivan, yoksa kendimi pehlivan” diye sormuş. Mehmet Başçavuş ise “Komutanım adı Teyfik, kendi pehlivan” diye cevap vermiş. İlçe Jandarma Komutanı Tugay Komutanı Tuncer Beye benim pehlivan olduğumu söylemiş. Tugay Komutanı haberim olmadan benim 10. Piyade Tugay Komutanlığı emrinde görevlendirildiğime dair Kaymakamlıktan onay çıkartmış. Tabi o zaman askerin kılıcı her taraflı kesiyordu. Çükü Erciş olağanüstü hal bölgesinde yer alıyordu.

 Yarıyıl tatili bitmiş, memlekette depoladığımız moralin verdiği heyecanla ikici dönem derslerimize başlamıştık. İkinci dönemin ilk haftası cuma günü diye hatırlıyorum. Erciş Merkez Jandarma Karakol Komutanı Mehmet Karaosmanoğlu abimle 10. Piyade Tugay Komutanlığı Destek Kıtaları Komutanı şu anda ismini hatırlayamadığım bir Yarbay benim görevlendirme yazımı görevli olduğum okula getirdiler. Müdür odasında yazıyı tebellüğ etmek için okuyunca heyecandan dizlerimin bağı çözüldü. Daha önce hiçbir antrenörlük tecrübem yoktu. Daha kötüsü beş-altı yaşlarımda anam beni jandarma geliyor diye korkuttuğu için bilinç altımda asker korkusu da vardı. Rütbesiz askerden korkan bir insan olarak generalle muhatap olacağım, şapkasını gördüğümde korkup kaçtığım askerlere amirlik, antrenörlük yapacaktım. O andaki haleti ruhiye mi sizlere anlatmak için sözlükteki bütün kelimelerin kifayetsiz kaldığını bilmenizi isterim. Heyecanımı müdür odasında bulunan insanlara fark ettirmemek için profesyonel bir tiyatro oyuncusu edasıyla biraz ileriye, biraz geriye doğru yürümeye başladım. Mehmet abi benimde kendileriyle gelmem gerektiği söyledi. Mehmet abilerin geldiği askeri araca binerek Erciş Orduevine geldik. Bizim okuldan orduevine gelinceye kadar o serin havada sırtım terledi. Destek Kıtaları Komutanıyla orduevinde çay içerken yanımıza Kemal Vapur isminde bir astsubay geldi. Komutan bana “Hocam Kemal Astsubay ile bir aracı emrinde görevlendirdik. Eğer çözemediğin bir sorun olursa benim odam senin çalışacağın yerde. Yanıma gelirsin” dedi. Beni Kemal astsubayla tanıştırarak kendisi Mehmet abiyle birlikte gitti. Bende bu arada heyecanımı yenerek biraz rahatladım.

Kemal astsubayla ilk iş olarak benim eve giderek pijama, eşofman gibi orduevinde kullanacağım malzemeleri getirdik. Beni orduevinde bir süit odaya yerleştirdiler. Sabahleyin yapacağımız işleri planladık. Gece saat on gibi Kemal astsubay evine gitti. Bende odama geçip yattım. Sabah kahvaltıdan sonra güreş takımıyla ilgili faaliyetleri yürüteceğimiz Destek Kıtaları Komutanlığındaki alana gittik. Önceden duyuru yapıldığı için güreş takımına girmek isteyen askerler gelmeye başladı. Antrenmanları yapacağımız yaklaşık iki yüz metrekarelik bize tahsis edilen salonda güreş minderi yoktu. Yaklaşık elli civarındaki yatağı birbirlerine diktirip üzerine yumuşak bir branda çektirerek güreş minderi hazırlattım. Seçmelere gelen askerlerin tartı işlemlerini yaptırdım. Yaptırmış olduğumuz seçme müsabakaları neticesinde kendi sıkletinde birinci ve ikinci olan askerleri takıma aldım. Seçmemelerde dereceye giren pehlivanların dünya birincisi olmuşçasına sevinmeleri görülmeye değerdi. Elenen bazı askerlerin döktüğü göz yaşları aklıma geldikçe hala üzülürüm. Şampiyonaya gitmeden bir gün önce yeniden bir seçme güreşi yapılacağını, yenen pehlivanın kolordu şampiyonasına gideceğini peşinen söyledim. Antrenörlükteki ilk günüm zahmetli ve yoğun geçti ama çalışmalarımızı uzaktan takip eden Destek Kıtaları Komutanından tam puan aldık. Bir sıkıntımız vardı. Seçmelere ağır sıklette güreşecek hiçbir asker gelmemişti. Durumu komutana söyledim. Komutan “çaresine bakarız, bir şekilde hallederiz, sen canını sıkma hocam” dedi. Bundan sonra ben istirahat etmek üzere orduevine gittim. Beni orduevine götüren cip şoförünün kapıyı açarken ve kapatırken selam vermesine bir anlam veremedim ama bir yanlışlık yaparım tereddüdüyle müdahalede edemedim. Orduevinde yemek yerken daha önce namını duyduğum Çukurca dağlarını vatan hainlerine dar eden komutan Yolcu Zop yüzbaşı ile tanıştım. Afşinli hemşerim Yolcu Zop ile memleket üzerine muhabbet edip, hasret giderirken biraz sonra Tugayda bölük komutanı olarak görev yapan Üsteğmen Yunus Hopur yanımıza geldi. Yunus Hopur’la da tanışınca muhabbet iyice koyulaştı. Gündeme güreş şampiyonları, Maraşlı ünlü pehlivanlar geldi. Tugayda astsubay olarak görev yapan hemşerilerimizde masamıza gelince halka iyice genişleyerek sohbet daha da derinleşmeye başladı. Türkiye’nin İran sınırında Maraşlı bir öğretmenin 10. Piyade Tugayına antrenör olarak görevlendirilmesinden hemşerilerimin kıvanç duyduğu, mutlu olduğu her hallerinden anlaşıldığı gibi gözlerinin içinin güldüğü de aleni şekilde fark ediliyordu. Bende Yolcu Zop başta olmak üzere tanıştığım bütün hemşerilerimle iftihar etmedim desem yalan olur. Onlarla tanışmak Tugayda yürüttüğüm güreş antrenörlüğü görevi konusundaki başarılı olma ümidimi artırdığı gibi öğretmenlik vazifemi yürüttüğüm zamanlarda yaşadığım bilinçaltındaki terör korkusunu hafızamdan tamamen silerek cesaretimi artırdı. Gecenin ilerleyen saatlerinde bir sonraki akşam buluşmak üzere hemşerilerimizden ayrıldık.

Sabahleyin erkenden Kemal astsubayla Destek Kıtaları Komutanlığındaki çalışma alanımıza gittik. Güreş takımına seçtiğimiz askerlerin yanı sıra ağır sıklette güreşecek bir asker daha gelmiş. Ağır sıklette güreşecek askerin boyu bir doksan, kilosu yüz yirmi ama daha önce hiç güreş yapmamış bir insan. Sivil hayatta bir fabrikada hamallık yapıyormuş. Antrenman çalışmalarına koşu ile başlayıp, ısınma çalışmalarıyla devam ettik. Tek dalma ve çift dalma güreş oyunları çalıştık. O gün yine gün akşam oldu. Geceyi geçirmek için orduevinin yolunu tuttum. Güreş takımıyla iki hafta antrenman çalışmalarına devam ettik. Ağır sıklet pehlivanın partneri olmadığı için onunla bazen Kemal astsubay, bazen ben çalıştım. İki haftalık süre içerisinde takımdaki askerlere tek dalma, çift dalma, kle, boyunduruk, künde, salto, çengel gibi yirmiye yakın teknik öğrettim. Askerlerden bazıları her tekniği uygulayabilirken, bazıları tekniklerin bir kısmını öğrenemedi. İkinci haftanın sonunda Kolordu Şampiyonasına gidecek takımı belirlemek için seçme müsabakalarını yaptık. Sekiz kişilik serbest güreş takımını belirledik. Böylelikle benim antrenörlük görevim tamamlanmış oldu.

Yol güvenliğinin tehlikeli olmasından dolayı benim takım ile Bingöl’e gidip, gitmemem konusunda tereddütte düştüler. Ben gitmek istemediğimi söyledim. Böylece takımı Bingöl’e Kemal astsubay ile Destek Kıtaları Komutan Yardımcısı Cengiz binbaşı götürdü. Bizim takım Bingöl’de yapılan müsabakalar sonunda Kolordu ikincisi olmuş. Ben takımı Bingöl’e yolladıktan sonra okuldaki görevime dönmüştüm. Haberi duyunca çok sevindim. Bu başarıdaki en büyük pay bana aitti çükü. Başarının duyulmasıyla bizim okuldaki ve öğretmen camiasındaki heyecanı mutluluğu anlatmanın görmeden mümkün olmadığını söylemek istiyorum.

Takım Bingöl’den dönünce Kemal astsubay askeri bir araçla gelerek beni okuldan tugaya getirdi. Takımla birlikte Tugay Komutanı Tuğ General Tuncer Kılıç’ın ziyaretine gittik. Tuncer Kılıç dereceye giren ve girmeyen bütün pehlivanları ödüllendirdi. Bana çok özel bir alaka göstererek görev yaptığım okulun onarımının yapılması ve ihtiyaçlarının karşılanması talimatını verdi. Vermiş olduğu talimatlar fazlasıyla yerine getirildi. Benim de güreş antrenörlüğü maceram böylelikle sona ermiş oldu.

Güreş antrenörlüğü yaptığım dönemde bana verilen orduevi giriş belgesi sayesinde Erciş’te çalıştığım dört yıl boyunca orduevinin imkânlarından faydalandım. Tugayda görev yapan hemşerilerimle tanışarak hemhal oldum.

Allah ordumuza ve milletimize zeval vermesin.

           

bıçağa şiir / Fazlı Bayram


buldum

yaptım

hazır aldım

biledim bazen meyve de soydum

kalbimin içini oydular sen miydin

hey sana sordum adın ne

sen kimsin

burada işin ne

balyoz örs buz gibi su yangın üstüne

kalbin üstüne içini oyduğun

bildim seni

bu da sendin

o bu da sen hepsi sen

 

bana bakma ben yine olsaydım

sen doğar ben ölürdüm küllerim kanardı

yine bakmazdım ardıma

sana bakar mal olurdum her yine

sen de kes içimi dışımı

deş bağrımı kalbimi oyma

bu dayanılacak bir ağrı olmaktan öte yorucu

 

İSTİKBALDEN DUYGULAR / Hidayet BAĞCI


Zaman, insanın olgunlaşması için geçen süreden ibaret olsa da zaman da insan gibidir aslında. Onun gibi değişken, onun gibi istikrarlı ve onun gibi sabırsızdır. Ama hata yapma konusunda insan gibi aceleci değildir. Zaman insanın avuçlarında tek tek toplanırken, geçmiş denen bu kelimeyi her nedense insan elinin tersiyle itip kabul etmese de, “İnsan kendinden bir parçayı elinin tersiyle yine geçmişe iter mi?” diye kendince söyleniyor. Sonrasında geçmiş kelimesini geçmiş denen o kuyuya atmaya kıyamıyor, sımsıkı sarılıyor ona; –“Çünkü o benim geleceğim. O olmasaydı şimdiki zaman olur muydu?” diyor... 

Oysa geçmiş denen zaman insana diyor ki; “Bin bir duyguyu her bir çizgisinde taşıyan, bir bahar şarkısı gibi yüzün. Kalbini göremiyorum ama her haline yansıttığını düşünüyorum. “-Ellerin öyle narin ki hiç yaşını belli etmiyor, beni elinin tersiyle itse de” diyorum içimden. Sonrasında göz bebeğine değiyor bakışlarım onlarsa o kadar bulutlu ki, bense diz çökmüş oturuyorum dizinin dibine binbir inatla. Bulutlar yağdı yağacak! Sahi yağarsa yine toprak coşar mı?

Zamanı yani beni bir bina gibi hayal et! Asansörü olan bir inşaat gibi olduğumu düşün. Hayal ettiğin o kata ulaşmak için asansöre her binişinde hissediyorsun nötr bir hal yaşadığını, “-İyi ki eksi de değilim!” diyorsun çoğu kez. Bir zaman çizelgesi gibi tüm yaşanılanlar geçmişte/şimdide/gelecekte geçip gidiyor bugünün peşinden. Asansörde sıfırıncı kattasın ve üst kata çıkmak için ellerin asansörün kat numaralarına heyecanla gidiyor. Yaşını belli etmeyen o parmakların kat  numaralarının  her hangi birini tıklasa da, bir anda yükselsen diyorum içimden.

Birinci kat, beni unutmak’tan geçiyor ve unutarak ilerliyorsun ama yine geçmiş kelimesinden geçiyor her şey senin için. Unutmak ama neyi?

İkinci kat, Güven’den geçiyor ve sen hala kendinden emin bir şekilde geçmiş kelimesini yavaş yavaş unutuyorsun ve onun adına dün diyorsun, kendine güvenerek…

Üçüncü kat, Mutluluk’tan geçiyor ve gülümseyerek bakıyorsun hayata. Elbette seni mutluluğa davet eden dostların hala yanında, geçmişte de olduğu gibi…

Dördüncü kat, Amaç’tan geçiyor ve diyorsun ki kendince “- Aslında asansöre adım atmadan önce amacımı o anda belirlemiştim.”  Sonrasında bu kata da uğramıyorsun, bende bir merak, sende bir heyecan bekliyorum hangi kata doğru gittiğini.

Beşinci kat, Çalışmak’tan geçiyor ve çabalıyorsun dün kelimesini unutmak için. “-Sahi dün neyden ibaretti?”diyorsun. Farkında mısın dün kelimesini unutmuşsun? Yani beni.

Altıncı kat, İnanç’tan geçiyor ve inanıyorsun “Yaparım dediğin her güzel şeyi yapacağına” Yanındayım biliyor musun?

Yedinci kat, Bugün’ü yaşamaktan geçiyor ve doludizgin geçen zamanı kendince yaşıyorsun. Yine beni unutarak.

İşte Bugün denen yerdesin, kapıyı bin bir ümitle tıkladın ve sana tüm bu güzellikleri sunmak için hazırlık yapan “İstikbal!” denen kelime… Duydun mu sana “Hoş Geldin!” dedi ve bu, bendim. Sadece zaman…”

“Muhammed Ali Dede Dergâhı Türbe Olmuş"/Miraç DOĞANTEKİN


Tanış olmamız dört sene evveline dayanır. Muhabbetimizin de bir o kadarı var. Doğu Anadolu'nun en büyük camisinin temizlik işlerine bakardı Muhammed Amca. Görünüşü, eğer tebessümünden kalbiniz yumuşamayacak kadar katıysa, dikkatinizi çekmezdi. Fazla konuşmazdı; hatta bazı sorulara bile sadece tebessüm ederek karşılık verirdi. Görevli imamların yaşları kendisinden çok küçük olmasına rağmen buyurmalarından gocunmaz, insanın zoruna giden bir memnuniyetle yapardı. Erzincan'a gelmezden evvel yıllarca İstanbul'u beklemişti. Sahi öyle yapmıştı. Eskilerin deyimiyle ikinci emekliliği gelmişti burada da. Aslında o çalışıyor sayılmazdı, işçi gibi demek istiyorum. Camiinin bereketiydi. Öyle ki bu koca camiden, Allah-u Alem, namazına durmadığı tek bir cenaze bile kalkmamıştı. Erzurumluydu. Çayı da muhabbeti de çok severdi. Ağzından yavan siyaset lafı duymazdınız. Nefesi Kur'an kokardı. Sakindi. Ermeni Çingeneleri hariç kimseye bağırdığına şahit olmadım. Ağzımda şikâyetle geldiğim zamanlarda kısa ve dualı cevaplar verir, ısrarla devam edersem gerisine sadece tebessüm ederdi. Anlayacağınız babamın "bunda da vardır bir hayır" hikayesindeki adam gibiydi.

Bi-haber kaldığım bir zamanda nihayete erdirdiği tesbihini alıp gitmiş.

Duydum.

Siz de duyun.

Rahmet olsun.

 

NAKIS HAYATLAR /Nurcihan KIZMAZ


Herşey biraz eksik
biraz tatsız biraz tuzsuz
herkes biraz huzursuz
nesi var bu dünyanın doktor
neden herkes umutsuz

neydi ne oldu haneler
bacayı aştı bahaneler
eşyanın tabiatına uymayan
yıkık dökük viraneler

baykuşlar tünedi damlara
her seher haykıra haykıra
bela geliyorum dedi bu kez
hem de bağıra çağıra

denizler marazlı
dalgalar hasta
dağlar duman altı
gökyüzü yasta
ayağına taş değdi
ademoğlunun

hani kalpten kalbe yol giderdi ya
şimdi bozuk satıh
aman dikkat adımlara
pek tekinsiz yollar
bu aralar

bir gün iyileşirse kainat
elinde ayağındaki o kangrene inat
kir yerine nur akarsa oluklardan
balığın karnında yunus misali
mucize Allahtan ,felah Allahtan.


 

Kumaş / Fazlı Bayram









ya içine giren

ya boynunda taşıyan oldum

diken olmadım hiç

terziliğim yok

 

bana musallayı göster masal anlatma demiştim daha önce

hayır yanılıyorum

işte bağrım evet seni de gömdüm

şehrin dışına bir yere kapıçama belki bağrıma değil

kim ki beni arar bundan sonra sen dahil

dar gömleğin dışında bir yere baksın

 

ağır aksak kolunda askı yürüdüğün

düşe kalka dağlara doğru benimle ya da yalnız

görkemli yolu çok gittim geldim çoğu sensiz geri geldim

gelmek önemli

geldiysem sen ona bak

kime geldiğim fark etmez ister kendime hiç gelmem belki de

ha sana gelmişim ya da ha uzağa

 

söyle bana yolumu kesmeden

olanı olduğu gibi bilmek

evet buna hakkım olduğunu sana hatırlatmalıyım

lütfen artık yorum yapma

bu ucundan dağılan benim ipliğim

 

“NURETTİN TOPÇU” ve VAROLMANIN AYNASI/ Hidayet BAĞCI


“Bütün hareketiyle insan, kendini kendi dışında arıyor. Hareket, araya belli mesafeler koyarak kendinden uzaklaşmak, düşünce, o esnada dönüp dönüp geride bıraktığı kendine bakmaktır. Her hareketin en sonunda yer alan düşünce, bir nefis muhasebesidir.” Nurettin TOPÇU

 

Bu cümlede durdum seyrettim kendi tabiatımı, kalbimdeki aynadan. Toprağın üzerine serpilen toprak dahi kendini sırlarken, tohuma can veriyordu hakikât. Güneşin üzerindeki perde, rüzgârın esintisiyle kendini gizlese de ne de güzel bakıyordu filizlenen yeşil, bu aleme.

“Neyi arıyorum? Neyi istiyorum?” diye sordum defalarca aynadaki yüzüme. Göremedim kalbimdeki yüzümün halini.  Birkaç damla gözyaşı biraz da güzel cümleler var onlar da zamanla yıllanmış demek ki. Tabi ki şimdilik onlar için paslanmış diyemezdim. Güzelliğin paslandığı nerede görülmüş değil mi? Aynalar da yalan söylemezdi, bilirdim. Peki “Ayna” kim?

Defalarca yol aldım yokuş çıkan dağlarıma doğru. Zirveye ulaştığımda yeri geldi yükseklerden engin yamaçlara doğru yuvarlanıp sert düştüm, bir  kaya gibi. Bu düşüşlerim un ufak olmakla nihayete ermişti ve artık zirvedeki o kaya değildim.

Çoğu kez güvercinlere özgürlüğü bahşeden tabiatımdaki gökyüzüme dokundum. Bu ilk temas ile birlikte kuşların kanatlarında yol aldım geleceğe. Acaba dedim kendimce “İnsan mı gökyüzüne umudu aşılıyor yoksa bu mavi özgürlük  doğuştan umutlu mu ki gelecek hep güzel”

Sonrasında gökgözümdeki bulutların bir hamal gibi yük taşıdığını farkettim. Bu yüklerin bir yerden bir yere taşınması gerekiyordu. Ama ne ile? Peki sadece bir gözyaşı yeterli olur muydu bu hamalın hesabını ödemeye? Hamal, taşıdığı yükleri bir anda toprağa bıraktığında yeşerecekti tohumun içindeki filiz ve rengârenk çiçekler açacaktı. İşte bu düşünce, bu varoluş ve bu hareket meyveye doyuracaktı bahçemdeki tohumları.

Bir de seher vaktimi şenlendiren kuş seslerini dinledim. Onların cıvıltıları filize durmuş tohuma ses, kalbe nefes olmalıydı. Cennet muştusu olan bu sesler bir musiki edasıyla ruha dokunmalı ve orada bir kıpırtı bir hareket neşvesi başlatmalıydı.

Sonrasında aynadaki yüzümde gördüm bir hikâyenin tamamlanmış halini. İki dudağımın arasında sakladım cümle olmayan kelimeleri. Bilirdim kalpte sırlanan hangi cümle ses olursa, toprağa saklanan herhangi bir tohum onu duyacak ve orada bir hareket başlayacaktı. Bu yüzden herşey güzellikleri fark etmeli ve fısıldamalıydı birbirine. Çünkü tabiattaki herşeyin kaderi de iki dudak arasındaki cümlelere bağlıydı.

Şimdi cümleleri sıraladım kalbimdeki aynaya ve adını “Güzellik” diye kodlayarak fısıldadım rüzgârların kulaklarına. O da uçurdu diyârdan diyâra. Sonra her nasılsa bu güzellik kulağıma “Hakikât” olup geldi ve ben, gökyüzüne doğru filizlenen küçücük bir tohum olduğumu o anda idrak ettim.

“Eşyanın hayatını elde etmeye itikad diyoruz. İtikad âdeta başka varlıkları kendinde yaşamaktır, benliğin eşyaya sahip olmasıdır.”Nurettin TOPÇU