Ah evladım, beni babana verdiklerinde daha on
dört yaşındaydım. Öyle çok iş de bilmiyordum. Allah gani gani rahmet eylesin
kaynanam öğretti her şeyi; yemek yapmasını, ekmek açmasını, yoğurt mayalamayıp,
yayık yaymayı hep ondan öğrendim.
Gerçi rahmetli anacığım da iyi bir ev
kadınıydı ama gelin olana kadar, gözüm hep oyunda olduğu için hiç iş
öğrenemedim. Evde yengelerim olduğu için benim yardımıma ihtiyaç duymuyorlardı
doğrusu. Toprak damda akşama kadar çizgi oynardık komşu kızı ile. Çok severdim
dama çizgi çizip sekteleyerek taş sektirmeye bayılırdım. Şimdilerde o oyuna
seksek mi ne diyorlar. Bir de bayramı beklerdik salıncak için. Bir âlemdi bizim
büyüklerimiz. Sert insanlardı hepsi de. Kadınların kızların mahremiyetine çok
önem verirlerdi. Ama bayramlar, özellikle Ramazan Bayramı kadınların bayramıydı
adeta… Bayram öğle sonrasına kadar misafirler ağırlanır. Bayramlaşılır. Gidilecekse
misafirliğe gidilir. Ama öğleden sonra nerdeyse köyün bütün kadınları, taze
gelinleri, genç kızları ve çocukları koca kozun altında toplanırlardı.
Devasa bir salıncak kurulurdu koca koza…
Tahtalı salıncak…
Oturacak yerine tahta bağlanır üzerine de
kocaman bir minder konulurdu. Bayılırdım ben o salıncağa. Tahtalı salıncakla
büyükler sallanırdı sırayla. Çocuklara ise cevizin, yani devasa koca kozun
diğer dallarına birkaç tane de küçük salıncak kurarlardı ki küçükler
annelerini, ablalarını, yengelerini rahatsız etmesin o küçük salıncaklarda
sırayla sallansın istenirdi. Büyükler ise; o, bir erkeğe görünmemek için evin
kapısından dışarı başını çıkarmaya çekinen kadınlar koca kozun altında bir
başka olurlardı. Gerçi koca koz köyün büyükçe bir bahçesinin ortasındaydı ve
yakınlarında ev olmadığı, sık ağaçlarla çevresi kapatılmış olduğu için orada
olanları hiçbir erkek göremezdi. Görmekten öte koca kozun çevresine bilmeden
yaklaşan bir erkek görülürse hemen “Yaklaşma oraya! Kadınlar var!” diye ikaz
edilirdi. Koca kozun bulunduğu bahçe hafif meyilli olduğu için o devasa salıncakta
sallanırken bahçenin devasa ağaçları arasından sanki göklere çıkıyormuş gibi
çıkar, sonra bahçenin içinde kaybolurdunuz. Ben daha küçük sayılırdım o
salıncağa binmek için ama yengelerimin torpili ile birkaç kere küçükken de
binmiştim. Nasıl bir mutluluktu o koca salıncağa binmek anlatamam.
Daha oyun çocuğu olduğum için iş öğretmek
kimsenin aklına bile gelmemişti doğrusu. Kaynanamı, yani neneni çok sevişimin
asıl nedeni ise bambaşka:
Sen doğduğunda ne yapacağımı şaşırmıştım.
Elimde ölüp kalacağını sanıyordum adeta. Geceleri uyanıp, uyanıp, nefes alıyor
musun diye bakmadan edemiyordum sana. Ne kundak yapmasını biliyordum ne de seni
nasıl yıkayacağımı ve nasıl emzireceğimi. Küçücüktün. Nerenden nasıl tutacağımı
bilemiyordum. Nerenden tutsam tutmadığım tarafın yere düşecekmiş gibi oluyordu.
Üstelik de büyüklerin yanında seni kucağıma almaktan bile utanıyordum.
Nenen akıllı, güngörmüş kadındı. Seni
yıkıyor, paklıyor, kundağa sarıp bana veriyordu. Öyle çok seviniyor, öyle çok
seviniyordum ki kaynanama sarılıp öpesim geliyordu. Ama nerdeee… O yıllarda bir
büyüğe sarılıp öpsen sana delirmiş derlerdi. Seni yıkarken de bana tutturuyordu
ki elimde bebeği dengede tutmayı falan öğreneyim diye.
Öğrendim de sonraları. Kısa sürede bebeğimi
yıkamasını da kundak yapmasını da öğreniverdim. Nenen bana ara sıra: “Çok iyi
bir kadın olacak bu” derdi. Bu sözünden o kadar çok hoşlanırdım ki dünyalar
benim olurdu bunu söylediği zaman; çıkıp evin arkasındaki nergislerin ve sümbüllerin
açtığı tarlaya çıkıp bir o yana bir bu yana koşasım gelirdi. Evimizin arkasındaki
tarlayı çok severdim. Her yer nergis ve sümbüldü. Tarlanın kenarındaki
çalılıkta ise her yer menekşeydi. Menevşe derdi nenen. Evinizin hemen arkasında
bir evlek yeşil soğanımız hep olurdu. Hemen onun yanında ise baharla birlikte
domatesten bibere, biberden kabak ve patlıcana kadar, fasulyeden mısıra, havuça
kadar sebzeler ekerdik.
Ev kalabalıktı. Amcanlar da bizimle ve
dedenlerle birlikte kocaman bir evde oturuyorduk. Evin koridorunun karşı
odalarında onlar, beri tarafta dedenlerle biz oturuyorduk. Koridor dedimse
şimdiki evlerin ancak bir adam geçecek koridorları gibi değil; koridor dediğim
yere şimdilerin evlerini çevirsen iki ev sığardı. Ben böyle kalabalık bir eve
gelin geldim.
Hiç unutmam; deden yemek yerken hep bana ara
sıra bakıp dururdu ve ben fena şekilde utanırdım. Sonraları ise beni sürekli
yanına oturtmaya başladı. Meğerse kaynanam, amcanın hanımı ve halan ile
birlikte otururken onlardan utanıp yemek yiyemediğimi gözlemiş olacak ki beni
yanına oturtarak “ye kızım, hadi şundan da ye! Utanılmaz yemek başında, hadi
bakalım!” diyerek uzunca bir zaman beni yemeklerde yanında oturttu ve düzenli
beslenip beslenemediğimi kontrolü altına aldı adeta. Eskiler ne kadar da
düşünceliydiler. Şimdinin adamları öyle mi ya? Hâlbuki haddim değildi sofrada
kayınbabamın yanına oturup yemek ama o öyle istemişti. Her öğünde, “bu yemekte bari
yanına çağırmasa Allah’ım” diye dua ederdim ama gene çağırırdı. Çünkü
Kayınbabamın yanında daha da çok utanırdım.
Kayınbabamın tek kızı vardı; halan. Bana
küçük kızım derdi. Küçücük, çelimsiz bir şeydim gelin olduğumda. Bakınca gelin
demeye bin şahit gerekirdi. Onatlı on yedisine gelince serpildim. İşte,
serpilip de çocuk görünümünden çıktım biraz. Anlayacağın gelin olurken alınan
elbiseler, fistanlar üzerimde durmaya, bir miktar yakışmaya başladı. Yoksa
bizim sülalede babayiğit bir kadın hiç olmadı. Hepimiz böyle minyonuz. Ama babam,
ağabeylerim onlar hep babayiğit adamlardı.
Bir gün babanla kavga ettik.
Kavga dedimse; hani çocuklar oyun oynarken
kavga ederler ya öyle bir şey… Baban da çocuk sayılır; topu topu benden iki üç
yaş büyük bir çocuk işte. Biz evin en arka odasında yatıyoruz ve eve girip
çıkarken yakın olduğu için genelde evin arka kapısını kullanırdık. Ön taraftan,
evin asıl kapısından ise dedenlerle birlikte amcanlar işlerlerdi. Zaten ana
merdiven de deden ile ninenin kaldığı odanın önüne çıkar, oradan koridora
dönülürdü. Dedenle ninen, merdiven sahanlığının devamına yapılmış genişçe bir
çardakta yatarlardı yaz boyunca.
Hani kavga edince çocuklar, ev sahibi çocuk,
diğer çocuğa “evimizden git!” Der ya! Tıpkı çocuklar gibi kavgamız uzayınca
baban beni arka kapının önüne koyup, kapıyı kapattı.
Kapının önünde bir müddet durup düşündüm.
Karanlıktan da o kadar korkarım ki! Gece karanlığında köyün karşı tarafında
bulunan babamın evine gidemem. Çünkü hem dereyi hem de mezarlığı geçmem lazım;
asla geçemem oralardan. Kaldı ki gitmek de istemiyordum. Evimi bırakıp da
nereye gideyim? Üstelik gebeydim de. Çok canım sıkılmış, incinmiştim. Orada
oturup iyice ağladım. Aslından ağlamak istemiyordum ama bir türlü de kendimi
yenemiyordum. Karanlıkta oturulmaz ki. Etrafımdan çıtırtılar gelmeye başladı
bir süre sonra. Neredeyse her ağaçtan bana doğru gelen korkulacak bir şeyin
çıtırtısını duymaya başlamıştım.
Evin etrafında dolaştım ama nasıl
korkuyorum karanlıktan. Birisi “öhh!” dese bayılıp düşerdim herhalde oracığa. Ön
merdivenden çıkarak, çardakta uyuyan kaynanam ile kayınbabamın yanına vardım ve
kaynanamı hafifçe dürterek uyandırdım.
Rahmetlinin uykusu çok hafifti hemencecik
uyandı. Oğlunun beni kapının önüne koyduğunu söyledim. O zamana kadar
üzülmemiştim bile. Sadece kavganın hırsı vardı. Ama bu durumu ikinci bir kişiye
söyleyince bir ağlamaklık daha geldi ve gözlerimden yaşlar yeniden boşandı.
Oysa ben arka kapının önünde iyice ağlayıp toparlandığımı sanmıştım. Bu arada kayınbabam
da uyanmıştı. Hiç ikiletmeden ve devamını anlatmama izin vermeden:
“Hadi güzel kızım yorgan döşek getir de
kaynananın arka tarafına yerini yaz ve yat!” dedi. Ben de gidip kendime yorgan
döşek getirdim. Yerimi yazdım; yatar yatmaz da uyuya kalmışım. Şimdi düşünüyorum
da gerçekten çocukmuşum. Öyle bir hadiseden sonra sen yat ve hemencecik de uyu…
Aklıma geldikçe gülüyorum kendime.
Ertesi gün kalktık normal işlerimize devam
ettik.
Ama baban bulunduğumuz alana gelemiyordu
elbette. Beni sabah evde görünce hemen anladı durumdan babasının haberi
olduğunu ve korkusundan yanımıza yaklaşamadı.
Günler geçti kayınbabam hiçbir şey olmamış
gibi davranıyordu. Kaynanam da ben de merak içindeydik. Bu arada baban uzaktan
bana gülümsemeler falan atıyordu ama hiç aldırır mıyım; olduğu taraflara
bakmıyorum bile. Akşam yemeğine bile gelemiyor. Daha doğrusu gelemiyor.
Gelemezdi de. Biliyordu dedenin hışmına uğrayacağını. Sonraları öğrendim;
halanlara gidiyormuş yemek zamanlarında. Gebe olduğumdan haberi yoktu babanın.
Ben de inat olsun diye halana söyledim ki haberi olup daha fazla canı acısın
diye. Ertesi gün bana daha bir gülümseyerek bakmasından gebe olduğumu
öğrendiğini anladım. Tabi ki hiç yüz vermedim. Çünkü kayınbabamın tembihi
vardı.
O günlerde serindir diye soframızı çardağa
seriyor; deden, ninen, bir de ben yemeğimizi birlikte yiyorduk. Amcanlar ise
oturdukları bölümden dışarı açılan bir çardakta yemeklerini yiyorlardı. Bir gün
akşam yemeğinde kayınbabam: “Oh be gelin! Ne güzel oldu böyle… Gerçekten kızım
oldun. Peh! Seni o gereksiz adama vermeyeceğim artık. O, dolansın dursun evin
etrafında. Yiyecek bir şey vermeyin ona; aç susuz dolaşsın.” Ninenin yüzüne
dikkatle bakarak tekrar etti “hanım sana diyorum özellikle. O gereksiz adama
yiyecek falan vermeyeceksiniz anladın mı beni.” Ninen anladım manasına başını
salladı.
Baban baktı ki olmuyor, benim babama
gitmiş. Durumu olduğu gibi anlatmış. Rahmetli babacığım çok kızmış. “Demek sen
kızımı kapının önüne koydun ha! Gidip de evime getireyim kızımı” diyerek
hışımla yürümüş, baban da arkasından. Bu defa benimki daha bir kaygılanmış.
Rahmetli babam çok olgun adamdı. Gençle
genç, yaşlı ile yaşlı olmasını bilir halden anlardı. Dedene gelip, hadise çıkaracağı yerde;
“bizler cahal olmadık mı? Bizler de tartıştık, kavga ettik ilk evlendiğimiz
yıllarda. Öyle ev bark olunuyor. Ver adamın karısını” demiş dedene. Deden
diretmiş: “Vermem! Senin damadın kafasızlığının cezasını çeksin” demiş. Bakar
mısınız muhabbete! Bu şaka falan değil gerçekten ikisi de samimiydi hem babam
hem de kayınbabam. Oysa bu hadiseden dolayı babam beni alıp götürmeliydi de deden
tekrar vermesi için ricacı olmalı değil miydi? Eski adamlar öyleydi işte. İnandıklarını
yaparlar ve inandıkları da hep doğru olurdu. Allah ikisine de rahmet eylesin.
Razı edemedi babam. Deden daha bir gürledi:
“Bu senin damadın bu gelinin kıymetini anlayana kadar sürünecek burnu yerde”
dedi. Babam baktı olmuyor, birazda emin ellerde olduğumun sevinciyle dedenle kucaklaşıp
ayrıldı. Çok severlerdi iki dünür birbirlerini.
Uzunca bir süre sonra deden razı oldu beni
babana tekrar vermeye de o akşam evime geçtim.
Biz böyle ev bark olduk evladım.
O, yıllarda büyüklerin bir hükmü vardı
küçüklerin yanında. Büyükler dinlenirdi. Büyükler dinlenince de yanlış
yapılmazdı. Dolayısıyla da yanlış yapılıp bedel ödemek zorunda kalınmazdı.
Şimdi olsa büyüklerin tecrübesinden faydalanacağı yerde, yanlışının bedelini
ödemeyi yeğler zamane nesli.
Şimdi o yaştaki çocuklar, okuldan gelince
kendi yemeğini alıp yiyemiyor.
Gurban olayım Rabbime. Onun yardımıyla öyle
de böyle de insan neslini sürdürüyor işte.