DÜKKÂN MEKTUPLARI - 17 / Mehmet Narlı


Benim Mekânsal Yurdum Maraş'tır

"Her çiçek kendi çekirdeğinde gizlidir” derler. İnsanın çekirdeği yurdudur. İnsanın mekân, dil ve inanç bakımından bir yurdu olması gerektiğine inananlardanım. Benim mekânsal yurdum Maraş’tır. Maraş, mekânlaşmış hafızamdadır; anamın, babamın, dedemin, ninemin, akrabalarımın, alışveriş yaptığım esnafın, dinlediğim türkülerin, hikayelerin, içtiğim suyun, yediğim firiğin, dolmanın, gittiğim hocanın, okuduğum mekteplerin ruhu Maraş diye tecessüm etmiştir. Ben bu tecessüm etmiş bütünün parçası değil özüyüm.

Dolayısıyla Maraş’ın en sevdiğim yeri yoktur; sevmediğim yeri de yoktur.

Sayısız defa Ahırdağı’ndan aşağıya koşarak inmişimdir; sayısız defa Uzunoluk’tan ilk gençliğimin heyecanlarını, korkularını yalnızlıklarını toplayarak Trabzon Caddesine kadar yürümüşümdür. Kanlıdere’de bindiğimiz kiralık bisikletten düşünce kanayan dizimin acısını oradan her geçişimde duyarım. Çarşıya her inişimde kapalı çarşıdaki allefimizin, köşkerimizin, kunduracımızın, Kıbrıs Meydanı’ndaki bakkalımızın dükkanlarını ararım. Kiminin yerinde kuru yemişçi vardır, kiminin yerinde konfeksiyoncu, kiminin yerinde banka. Ama insanlar mekanlarda yurt kurdukları gibi mekanlar da insanın içinde yurt kurarlar. Öyledir, bu mekanlar içimin kapısı kapanmamış yurtlarıdır. Oralardan geçerken verdiğim selamı içimdeki o yurtların sahipleri alırlar.

Ama Maraş’ın içimde en uzun akan ırmağı nedir derseniz; “Dükkan”dır, derim. Dükkan sokağı, binası, duvarları ile tek bir mekan değildir ama sahipleri, müdavimleri, ruhu ile tek bir mekandır. O bazen Çiçek Pasajı'nda yirmi metrekarelik bir salondur, bazen Yenişehir apartmanında bir dairedir; bazen Pınarbaşı'nda yarı metruk bir bağ evidir; bazen Ulucami civarında eski ahşap bir evdir. Ama Dükkan daima demi devranın haritasıdır; görgüsüz modernizmin yalancı ışıklarını kapattığımız, içimizin koyaklarını dostların yüzündeki ışıklarla aydınlattığımız yerdir. Orada kameti ve siması önümüze bir kandil gibi tutulan, bize ufuk olan, sözün sahtesine bile tebessüm edenlerimiz; feraseti ile fikrinin selabeti ile kılavuz olanlarımız; kelamın manasına ve bekasına baş koyan, hem yufka yürekli hem celadetli olanlarımız; orta ve lise mekteplerinde ekserimizin kalplerini kavi duruşları ile hoplatanlarımız; bütün coşkusunu sözlerin sihrine emanet edenlerimiz; ilmin ve irfanın ruhunu türkülerle yaşayanlarımız, “sükut suretinde” emr ve neyh edenlerimiz vardır.

Maraş'taki ben’in, bendeki Maraş’ın renklerini, biçimlerini, boyutlarını içe içelikten çıkmış bir vaziyette tanımlamaya kalktığımı düşünmüyorum. Çocukluğumun, ailemin, mahallemin, vatanımın ve nihayet insanlığımın hatıraları, kandilleri, bayramları, varları, yokları, darlıkları, bollukları zamana kök salmışlardır. Ben, insan olarak bu zamana kök salmış varlığın bir yüzü ise, mekan olarak Maraş da diğer yüzüdür. Zaman ve mekan birleşerek içine doğduğumuz andan itibaren evimizi ruhumuzun ve bedeni varlığımızın yurdu yapar; bu yurdu, komşulara, sokağa, mahalleye açar; kötüye, muhannete kapatır. “Dünyada mekan ahrette iman” sezgisini sindirir içimize.

Anamın babamın yurdu Maraş’la Türkoğlu arasında birincisine onbeş, ikincisine beş kilometre mesafede olan Çakallı Hasanağa köyüdür; nam-ı diğer Gökpınar Çakallısıdır. İlkokul çağlarında Maraş benim için, kundura, somun, portakal, kalem defter alınan yerdir. İlkokuldan sonra ise yaşadığım yer.

Bulunduğunuz muhitin değişim/ dönüşüm hikâyesine dair hafızanızda neler var? Geriye dönüp baktığınızda meydana gelen değişimler/ farklılaşmalar siz de nasıl bir duygu uyandırıyor?

Bir mekan, içindeki ve üzerindeki insan ve eşyayla bütünleşmiş olarak vardır; böyle olduğu için de mekan kültürdür aslında. Yani mekansal değişmeler, esas itibari ile kültürel değişmelerdir. İnsan yaşadığı değişmeleri süreler içinde unutabilir. Ama mekanlar unutmaz çünkü kültürün bütün pratik görüntülerini taşıdıkları gibi simgesel ve imgesel değerlerini de taşırlar. Eşyanın ya da mekanın bir hafızaya sahip olması, insanla yaşamış olmasına bağlıdır. Kuşkusuz modern ve postmodern olarak kapitalist süreç, mekansal algımızı önemli ölçüde yaraladı. Televizyon, internet ve daha nice sanal görüntüler belleklerimizi doldurup boşaltarak, evlerimizle, sokaklarımızla ve şehirlerimizle olan ünsiyetimizi zedeledi; mekanlarımızın hafızlarını örttü.

Yaşadığımız yerle “kim”liğimiz arasında doğrudan bir ilişkinin varlığından söz edebiliriz: Bütün hayatınız otelde geçiyorsa aileniz yok demektir. Bütün evlerin ve daha hacimli yapıların aynı şekilde inşa edildiği bir yerde yaşıyorsanız, mimari algınız ya yoktur ya da kitabidir. Bütün ömrünüz apartmanlarda ve kalabalık caddelerde geçiyorsa bedenen çok yakın durmayı ama ruhsal olarak uzak olmayı öğrenmişsiniz demektir. “Mezarlığa nazır bir eve taşındıysanız” aklınızda ölüm var demektir.

İnsan gibi mekanın da değişimi/ dönüşümü kaçınılmaz denilebilir. Evet ama esas olan Tanpınar’ın da işaret ettiği mukavemet fikridir. Mukavemet etmeyi bilirsek zamanenin muhtemel yaralarını tedavi edebilir; saldırılarını bertaraf edebiliriz. Mukavemet derken, bu gün şehre, sadece eski mimari ve manzaralar şeklinde bir kimlik kazandırma uğraşında olan küresel sömürünün turistik kültürel manipülasyonuna bağlı bir tavırdan söz etmiyorum. Tavır bu olursa yaz aylarında çeşitli mahallelerden çocukların buluştuğu Hocanın gölüyle bilinen Pınarbaşı’nın Muhsin Yazıcıoğlu piknik alanı olarak bilinmesindeki mukavemetsizlik anlaşılmaz. Ramazan bayramlarında kömbe yaptırmak için fırınlarda sıra beklemenin cemaat ruhuna ne üflediği sezilemez. Çocuk Bahçesi ve Batı Park’ın sosyal ve siyasal kimliğinin aslında bir aidiyet arayışı olduğu fark edilemez. Maraşgülünün ortadan kalkması apartmanlaşmaya bağlanır da modernizmin hırsıyla ilişkilendirilmez. Çete Bayramına katılmak için günlerce öncesinde hazırlık yapan çocuklar, ergenler, erişkinler heyecanlarını “kurtuluş etkinlikleri” ile kaybettiler.

Kaybolduğuna üzüldüğüm birçok şey var zaten. Ama Ahırdağın, “ede” ifadesinin, meyam şerbetinin, tarhananın, kapalı çarşı esnafının, Mağaralının, Ulu Cami çevresinin, Çarşıbaşının, Saraçhanenin kaybolması Maazallah Maraş’ın kayboluşu olur. Görgüsüz modernizmin süreği olan tuhaf anıtlar, kibirli binalar olmasa iyi olurdu.

Ben Maraş kitabında her satırda var olan bir harf, bir sesim. Beni bu şehre hafızam, inancım, umudum bağlıyor. Uzaklaştıran demeyeyim de inciten veya yoran diyeyim: Zaman zaman şehrin derinlerine doğru yayılma ihtimali hissettiğim görgüsüz gelişme fikri.

Daha önceki bir yazımda Maraş’ın peteklerine sıkıştırılmış hafızayı imleyecek bir roman, bir şiir, bir şehir kitabı beklemeye devam ediyorum. Bunun bir film olduğunu düşünelim ve daha önce söylediklerimi kameraya çekelim:

Uzunoluk’ta boylu boyunca yatar ve üstüme bir yorgan örterdim. Düşümde bu yorganın şehrin çatısı olduğunu; yorganın her kıvrımının, Maraş’ın bir sokağı olduğunu görürdüm. “Her çiçek kendi çekirdeğinde gizlidir” şeklinde duyduğum sesin hangi taraftan geldiğini anlamak için başımı çevirdiğimde, anamı görürdüm. Anam “Sana Dulkadır İzzettin’in kızını istedik, bundan böyle evimizin çatısı akmayacak” derdi. Sevincimden Ulucami’nin minaresine çıkar, kaleye bakardım. Atımı bir delikli taşa bağlar, Ahırdağı’nda sâlep toplar, ovaya doğru bir keçi gibi seke seke inerdim. Birden, bir gün, çocukluğumuzun namazlarından birine yetişmek için dağdan aşağı inerken düşüp yaraladığım dizimi görürdüm. Anam, en şifalı güllerin, Sezai efendinin konağının haremlik girişinde olduğunu söyler, oradan alır getirirdi. Düşümde, saraçhanenin oralarda anamı kaybederdim. Çarşafına tutunduğum kadının anam olmadığını anladığımda, bezirgânlardan birinin ağlamamam için bana şalvar kumaşı ölçtüğünü görürdüm. Ahırdağı’ndan düş çölüne düşer gibi düşerdim. Düşerdim de kervanlarını düşlerimin ortasına salan mal bulmuş maraşîlerin fincanlarını kırardım. Sonra divanhanede sabıkasız hokkaların kokusu altında, gurbetin boynunu vurarak sohbet ganimeti devşiren Maraşlı Şeyhoğlu ilbeyali’nin hikâyelerini dinlerken uykuya dalardım. Rüyamda alçacıktan uçan bir can hüması gibi olan dedemi görürdüm. Dedemin, saraçhane camisi bitişiğindeki ticarethanesini, bugün de elhamdülillah kazasız belasız kapatıp geldiğini, eline Mushafı almasından anlardım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder