MİLLETİMİZİN BAŞI SAĞ OLSUN



Mübarek gecede şehit olan mehmetçiğimizin şehadetleri makbul, makamları âlî olsun. Allah ordumuzun ve güvenlik unsurlarımızın yar ve yardımcısı olsun. Cenab-ı Hak devletimizin hedeflerine, milletimizin ideallerine ulaşması için Fetih suresi 7. ayette beyan buyurduğu, sahibi olduğu göklerin ve yerlerin ordularıyla ordumuzu desteklesin.

Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi.
Senin uğrunda ölen ordu budur yâ Rabbi.
Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın,
Galib et, çünkü bu son ordusudur İslâm'ın.

SESLENMELER / Halit DİLİPAK


Aşk ulaşıldığı zannedildiğinde bile Kaf dağının arkasında olandır. O her an arzulanan ama hiçbir zaman ulaşılamayandır. Ulaşamadıkça pes edilmeyen, daha çok yol kat edebilme arzusuyla, muvaffakiyet sağlayabilme arzusudur.

Benlikten kurtulup varlık âlemine ulaşabilmektir var olabilmenin tadı. O'nu hissedebilmektir. Aşk gönül işidir. Ne duyulur ne tadılır ne de dokunulur. Aşk gönülde yaşanır, kalpte hissedilir. Hislerde yaşanır, duygularla mutmain olunur. Elde edebilmek değildir, gönle yerleştirip O'nun aşkıyla yanabilmektir gönül ehlinin marifeti. Arzuyla ateşlendirir, hasret ve özlemle kora çevirir. Hasret ve özlemle küllenmesine müsaade edilmez, yandıkça yanar da ehil olur. Gönül bir yanar da manaya erebilirse artık vuslat gününü bekler. Beklerken özlem de hasret de kat be kat artar. Artık O olur da kendinden bîhaber olur. Benlikten kurtulup, O olabilme makamında başka âlemlerde olur. O olabilmek, O'na kavuşabilme arzusuyla yanar...

Bilinmezlikmiş cezbeden, arzuları körükleyerek elde edebilmeyi tutku haline getiren. Elde edilenin kıymeti azalırmış. Nefsaniyeti tatminin sonucuymuş elde edebilme hırsı. Oysa arzuyu sevgiye çevirebilmek, sevgide yanarak gönül ehli olabilmekmiş aşk. Gönül ehli kuru sevdaya meftun değilmiş. Onun sevdası ötelere, ötelerde olanaymış. Kâh Zümrüd-ü Anka’nın kanatları altında aramış, kâh bir kızıl elmada. Ulaşılamayana sevdalanırmış her zaman gönül ehli. Çünkü ulaşılanınki aşk değil arzuymuş. Arzu ulaşılınca tatmin olanmış...

Bir yolda olmak gerekir, bir yol üzere olmak. İstikameti ve amacı olmalı kişinin. Amacı ve idealleri olan muvaffak olur. Sevdanın bir amacı vardır. O amaç için yanar da yakar da olgunluğa ermemiş, sevdanın manasına erememiş toy gönüller. Oysa sevda yanmakmış, sevdası uğruna yanabilmekmiş. O yangınmış sevdayı ayakta tutan. Hasretmiş aşkın odunu, aşkı harlayan, alev alev yakıp kora çeviren. Kor ateş kıvamda olandır. Öncesi parlar, sonrası kül olur. Kor için için yanar, yavaş ve derinden ısıtır. Yaklaştıkça hissedersin ateşi, dokunursan yanarsın. Kor ateş olmak zaman ister, önce alev alev yanmak gerekir. Kor ateşin seyri de hoştur. İçin için yanışını seyir de keyif verir.

Anlamlandırıp manalandıramadığın, bir şekle koyamadığın bir aşkın garip hüznü. Ne veya neye olduğunu bulamadığın bir aşk, ruhtan derinlerden içerlerden gelen bir hüzün. Bazen hayata renk katan, ama çoğunlukla hüznü yaşatan bir özlem. Ne veya neye olduğunu idrakten aciz bir gönül. Olgunluğa eremeyen gönlün garip bir özlem ve hasret hikayesi.

Sessiz bir huzur ister gönül. "Kimse dokunmasın ruhuma, ben ve ben baş başa kalayım", biraz sessizlik içinde alemden soyutlanarak kendinle baş başa kalmak…

Kendim, gönlüm, ruhumla bir olup hüzünlü huzura doymak…

 Anlamlandıramadığın bir hasretin, neye olduğunu bilemediğin bir özlemin hüznü...

Acının yanında anlayamadığın bir huzurla iç içe geçmiş hüzün...
Bir şey evet bir şey ne olduğunu bilemediğin bir şey...

Aradığının ve özlem duyduğunun şahdamarından daha yakın olduğu bilincinden aciz bir nefs…

 Nefsin aldatmalarıyla bastırılmaya çalışılan özlem...

Peki neden? Neden bu bilinmezliğe bir çözüm bulamaz bu akıl? Neden çözemez bu huzurlu hüznü?


O GELDİ / Hasan EJDERHA



Ey dağlar, ey kuşlar o geldi
Giderken delinmişti yüreğimi
Gelişi bir delik daha deldi
Ey ceylanlar o geldi.

O geldi ve çiçekler açtı
Şimdi kış ortasında bahar
Seyreden bebeler gülücük saçtı
Gönlümdeydin hiç gitmedin ki yar.



KANLI MI KARLI MI? -3- / CAHİT ÖZTÜRK


“Monarşi dünyaya tanrının lütfunu aktarmak için verilen kutsal bir görevdir. Sıradan insanların ulaşmak için çabalayacağı idealleri sunmaktır. Sefil hayatlarına can vermek için konulmuş bir örnektir. Monarşi tanrının çağırısıdır. Sözleriyle hatırladığımız kraliçe II. Elizabeth’in babaannesi Mary Teck 24 Mart günü öldü. Ajanda programımızın sonuna geldik. Hazırlayan ve sunan Enes Burak Başçı. Yarın yine aynı saatte TRT radyolarındayız. Kanlı mı Karlı üçüncü bölüm, arkası yarın. Önceki bölümlerde ne oldu? Şimdi özet…”

-Anne başlıyor başlıyor! Hemen buraya gel.
-Hatice, kızım bak yan komşumuz Seher ablan ziyarete gelmiş. Hadi sen de gel. Hem bak kurabiye de var burada.
-Takdir etmezsiniz ki ben körüm. Sizi rahatsız etmeyeyim. Teşekkür ederim.

Hatice mutfağın kapısını var gücüyle kapatıp, radyonun başına geçti. Hatice’nin babası eskiden köyde tamircilik yaparmış. Ona da babasından miras kalmış zaten bu meslek. Hatice radyonun yanı başına, üstüne yün yorganını alıp oturdu. Başını radyoya yaslayıp dinlemeye başladı. Bu arada Hatice’nin annesi Selver bir yandan sobayı alevlendirmeye çalışıyor bir yandan da komşusu Seher’e laf yetiştirmeye çalışıyordu. Odanın bir köşesine sokulan Ahmet’de bir yandan kitap okuyup bir yandan da annesini dinliyordu.
- Selver, bu kız köydeyken böyle değildi. Bir haller olmuş bu kıza.
- Evet Seher evet, köyden şehre geçip sefalet içinde yaşamamıza kızıyor işte. Burada herkes bir başına. Gerçi ben de daha alışamadım. Arabalar fırt o tarafa fırt bu tarafa gidiyor.
- He ya. Siz niye köyden geldiydiniz?
- Hiç sorma. Bizim bey tamircilik yaparken tutturdu ben şehre ineceğim, fabrika açacağım diye. Etme eyleme yok, dinletemedik. Dükkanı, evi, barkı, bağı bahçeyi hepten sattık geldik ki hökümet devrilmiş. Öylece kalakaldık. Sonraları bir arkadaşı vesilesiyle TRT’ye hademe olarak aldılar.
- Sizin kızın ondan radyosu var.
- Öyle değil canım. Bozuk radyo varmış, bizim Veysel de tamir etmiş. Sonra da buna vermişler. Bir de tutturmuşlar kimlikte yazan ismine radyo tiyatrosu yazalım. Şimdi onu dinliyor bizim kız.
- E orada Süavi değil mi?
- Kimlikte yazan dedim ya, gerçeği Veysel.

Bir müddet sonra radyo tiyatrosunun bitmesiyle içeri girmesi bir olan Hatice heyecanlı heyecanlı annesine anlatmaya başladı.
-Anne, aslında babam iyi adammış. Kötü adamlar oyun oynamışlar babama. Babam da bunu anlayınca foyalarını ortaya çıkardı. Soba da ne güzel yanıyor.

Hatice üstündeki yorganı kenara koyup sobanın dibine sokuldu. Kovada biriktirdiği külleri sobaya bir bir attı. Dünden yağan yağmur evin her yerini ıslatmıştı. Kömürlerden birazını kurtarabilen Veysel kömür almaya gitmiş henüz dönmemişti. Selver meraklanmaya başlamış, Hatice’yse  babası gelince ona olayları anlatma heyecanından çatlayacaktı. Sonunda kapı çalındı. Hatice’nin kalbi fırladı yerinden, kalktı ayağa, tutunarak koştu kapıya. Hemen açıverdi. Kapıda bekleyen polis memuru küçük kıza:
-Süavi Temizyürek’in evi burası mı ?

SON

KAPI / Alaaddin KÜÇÜKKÜRTÜL

“Ben bir kapıyı çalmanın hayalini kuruyorum hocam.”

Böyle söylemişti Yakup ve hepimiz gülmüştük. Gülmüştük çünkü hiçbir şeyi ciddiye almayacak yaşı henüz tamamlamamıştık.  Yakup benim en yakın arkadaşımdı. Öğretmenlerin anlatmasına göre Gölcük depreminde enkazdan ailesinden sadece onu çıkarmışlar.  

Zayıf, kıvırcık saçlı, gözlüklü, ciddi siması ve duruşu, tertemiz kıyafetleri ve sessiz hali ona garip bir asalet katıyordu. Aradan yıllar geçmesine rağmen onu ve bir rehberlik dersinde söylediği bu sözü unutamıyorum. 

Bu sözün ciddiyetini tüm sevdiklerimi beton yığınına dönen evimin altında bıraktığımda anlayabildim. Artık bırak kapıyı çaldığımda açacak biri çalacak kapım bile yoktu.

Kendimi kaybetmiş bir durumda kentin mecburiyet caddesinde adımlarken Yakup’la karşılaştım sanki duruşunda hayatında girdiği tüm savaşları kazanmış Muzaffer bir komutan edası vardı. Hemen sarıldık ve kentteki mecburiyet kahvesine oturduk. Demli çaylarımızı içip eski günlerden konuşurken derste söylediği o sözü hatırlattım kendisine ve devam ettim sözlerime...

Meğer önemli olan kapıyı çalmak değil o kapıyı açacak bir sevdiğinin olmasıymış. Eğer öyle biri yoksa o kapıyı çalmak gürültü, kapı ise duvardan ibaretmiş. Şimdi bunu daha iyi anlıyorum. 

Yakup o hiç değişmemiş bilgin bakışı ve gülüşüyle, sakallarıyla oynarken bir an duraksadı ve ciddi bir surat ifadesiyle; “Bu sözü söylediğimde benim çalacak bir kapım yoktu ama senin her zaman rahatlıkla gireceğin bir kapın var dostum bunu unutma.”    
  



***
ÖĞRETMENLER ODASI

İnsanların çocuklarına “oku da onun gibi olma” dediği insanlardan birisiydi Ökkeş amca. Bizim okulun hademesiydi; orta yaşı geçkin, sık ve kır saçlı, hafif etine dolgun sessiz, kendi halinde birisiydi. Onu en çok öğretmenler odasının önünde görürdüm sanki sevdiği adam gurbetten gelecek bir kadının pencereden bakması gibi bakardı kapıdaki “öğretmenler odası” yazısına. 

Öğrencilerin arasında onunla konuşan tek kişi bendim. Arada bir “öğretmen olacaksın bu hayatta arkadaş” derdi ve iç çekerdi uzaklara bakarak.

Yıllar sonra bir gün okuduğum okula öğretmen olarak atandım öğretmenler odasından çıkıp kantine çay almaya gidecekken Ökkeş amca ile karşılaştım. Neredeyse hiç değişmemişti; yine aynı özlem dolu bakışları vardı. Neden sonra beni fark etti ama tanımadı selam verdim geçtim yanından. Kantinden iki kahve aldım. Ökkeş amcayı da öğretmenler odasına davet ettim. Bu eski dostla kahve içilirdi ancak. Ökkeş amca çekinerek girdi öğretmenler odasına. Sonra bir gülümseme oluştu suratında sanki yıllardır bu anı bekliyormuş gibi bir ifade vardı yüzünde.

Oturduk ve kahveyi yudumlamaya başladık. Önce kendimi tanıttım. Hemen hatırladı beni; kalktı ve şefkatle sarıldı bana. Bu kucaklaşmanın ardından gerçekleşen koyu sohbetimiz sırasında Ökkeş amcaya o güne kadar neden öğretmenler odasına böyle bir özlemle baktığı sormak geldi aklıma. 

Yarasına tuz basılmış gibi oldu önce. Sonra derin bir iç çekti “ben üvey baba elinde büyüdüm. Öğretmen olmak isterdim hep, babalığım beni okul yerine çobanlığa gönderdi. Kaçıp kaçıp okula giderdim sürekli. Bundan dolayı çok dayağını yerdim üvey babamın. Bir gün dayanamayıp şehre kaçtım. Ancak hayat burada daha zormuş bilemedim. Bırak okuyup öğretmen olmayı okumayı bile zor öğrendim burada. Ben de hademe olabildim ancak” dedi acı bir surat ifadesi ile. Sonra birden gülümseyen bir yüzle “öğretmen olacaksın bu hayatta arkadaş” dedi ve kahvesinden bir yudum aldı. 



HİKÂYE MALZEMESİ DÜKKÂNI-KARATAVUK/ Hasan KEKLİKCİ


-Selamın aleyküm başkanım. Gelin, gelin adam buradaymış.
-Aleykümselam. Buyurun bakalım.

-Ya Hu başkanım öyle yere dükkân açmışsın ki sabahtan beri arıyoruz. Nasıl tarif ettiysen bu çevrede sormadığımız adam kalmadı. Zaten şu yanımdakiler ne tariften anlar ne göstermeden. Tek başıma senin dükkânı arıyorum iki saattir.

-“Şu yanımdakiler” diyorsun da sen onlardan iyi misin sanki? Allah bilir sorduğunuz adamların ya gözüne baktınız ya parmağına. Biri bir yeri tarif ederken parmağının gösterdiği yere bakacaksınız. Adamın gözüne değil.

-Vallahi bunu doğru söyledin. Adam hangi binayı gösterdi diyorum şu yarım akıllıya, “Herifin yüzüğünü gördünüz mü?” diyor.

-Bunları da zahmet etmişsiniz. Ne gerek vardı? Oturun hele oturun. Tekrar hoş geldiniz. Hayırdır yel mi attı sel mi attı?

-İkisi de değil. Dükkân açtığını duyduk hayırlı olsuna geldik. Hani etrafta ne teneke ne çuval var. Tezgâh dolap da görünmüyor bu nasıl dükkân böyle? Ne alıp ne satıyorsun burada?

-Bizim dükkân biraz değişik. Öyle senin bildiğin gibi satacak bir şey yok. Hikâye malzemesi satıyorum burada. Yazma çizme işi senin anlayacağın.

-Ohoo… Yapma başkanım. Hikâye demek yalan demek. Yalan satıyorsun, demek.

-Ya Hu yok. Yok… Yalan senin işin. Bizde yalan ne gezer. Zamanında senden bellediğimiz bir iki olduysa da onlar o günden harcanıp bittiydi. O işte biz senin eline su dökemeyiz.

-İyi günler.

-İyi günler birader. Hoş geldiniz.

-Hoş geldiniz.

-Müsait değilsiniz galiba. İsterseniz ben sonra gelebilirim.

-Yok. Yok. Başkanım müsait. Biz kalkalım başkanım.

-Durun hele nereye? Öyle gelmeden gitme olmaz. Çay demini almıştır. Ben çayları getireyim. 

Siz geçip şurada oturun, biz arkadaşla işimizi burada iki dakikada görür lafa devam ederiz.

-O zaman siz işinize bakın çayları ben vereyim.

-Sana zahmet olacak ede.

-Buyurun kardeş.

-Elinizde şöyle hayvanlarla ilgili bir hikâye var mı acaba?

-Evet bulunur. Ben şuradan başlıkları okuyayım, ya da alın siz okuyun istediğinizi anlatayım. Hatta şurada Karatavuk diye bir şey var isterseniz.

-Tamam. Buyurun akçe-i hikâyenizi.

-“Büyük bir firmada çalışıyoruz. Çalıştığımız bu işyeri değişik bir yer; kalabalık bir caddenin trafik lambalarına yakın bir yerinde, geniş bir arsa üzerinde kurulu. İki tarafı bina, yola paralel olan diğer iki tarafı ise duvarla çevrili. Her iki tarafında da kapısı var. Kalabalık cadde tarafındaki kapı kocaman sürgülü demir bir kapı. Şirketin kamyonları, tırları, bütün iş makineleri ve diğer araçlar bu kapıdan girip çıkıyor. Kapının sol tarafında büro olarak kullanılan konteynerler ve mutfak olarak kullanılan bir küçük oda var, sağ tarafında ise yeni çıkmış civcivlerin bulunduğu; ön tarafı tel, yanları ve altı tahta, üstte yine tahtadan kapağı olan bir kümes var. Aynı sırada yan yana bıldırcınların bulunduğu kümes; tavukların, kazların ve ördeklerin kümesleri, hemen onlara bitişik olarak, keçilerin ve koyunların bulunduğu yerler. Yine aynı sırada ve biraz uzakta bazen iki bazen bir köpeğin tasmasından bir kazığa bağlanmış olarak bulunduğu yer ve ahşap işleme makinelerinin bulunduğu üzeri açık, çatısız imalathane. Madem iş buraya kadar geldi, hızar makinelerini ve onların yanında açıkta bulunan eski ve yeni karışık lavabo ile benzeri malzemeleri de zikretmeden geçmeyelim. Bu bilgi kimin ne işine yarar bilemiyorum ama küçük kapının sol tarafında bir buçuk katlı bir de depo bulunuyor.

Bu bilinen sayılıp dökülen, yerine göre hesabı kitabı yapılan malzeme ve hayvanlardan başka bir grup yaratık daha var ki; onlara hesap-kitap yapılamaz, akıl sır eremez. ‘Eee… Neymiş o’ diyecek olursanız söyleyeyim: Karasinek! Esas merkezleri hayvanların bulunduğu yer olmasına rağmen, açık buldukları her yer onlarındır. Bazen mutfaktan dışarı doğru bir bulut kümesi halinde akın ettikleri olur. O zaman mutfağa bir tavuk girmiş veya mutfak tezgâhının üzerinde bir oğlak geziyor, sinekleri rahatsız ediyordur.

Büro olarak iki kişi kullandığımız konteynerin kapısı açıldığı anda bir kafla -sürü- sinek hücum eder içeri. Kapı kapandıktan sonra karşımda oturan kısa boylu, etine dolgun, ablak yüzlü, gözlüklü; masasının üzerinde her an boş veya dolu bir iki çay bardağı bulunan, -yalan olmasın- boş bardaklarının dibinde bırakmış olduğu çay artığının bir parmak üstüne kadar ölü veya yarı canlı sinekle dolu olan arkadaş; her an elinin altında bulundurduğu sinek spreyini şöyle bir havaya doğru sıkar, hiçbir şey olmamış gibi geri masanın üzerine bırakır. O an havada ilacın menzilinde ne kadar sinek bulunuyorsa hepsi masaların, sehpaların, dosyaların, bilgisayarların ve içeride daha ne varsa hepsinin üstüne ölmüş olarak yağar. Ben kendimi dışarı zor atarım. Karşı masadaki arkadaşım kaldığı yerden işine devam eder. Sineklere sıktığı zehir ona hiçbir zarar vermez, sadece kafasına dökülenleri eliyle silkeler o kadar. Arada bir bilgisayarının klavyesine üflediği de olur tabi. Zaman zaman sineklerin içeri girmemesi için kapıya bir perde alınmasını istediğimiz de olmuyor değil. O zaman da bilgisayar ekranına kilitlediği gözlerinin kilidini bir göz kırpma süresi kadar açar, karşısındakine ‘Ben heyle edim ki, diim diiim almiiler.’ der ve tekrar işine dalar. İşi mi? O çok önemli. Her an güncel tutulması gereken bilgi ve aynı zamanda birikim isteyen bir iş. Her adam yapamaz. Neyse çok uzatmayalım: Adam milli ve milletlerarası futbol maç sonuçları ve gol sayıları ile ilgili iddia oynuyor! Zor bir iş. Gözün ekranda olacak.

Gözlerini içeri dikmiş bir tavuk dolanıyor yeni çıkan civcivlerin bulunduğu telli kafesin etrafında. Haziranın başları. Ortalık fazla sıcak değil ama hayvan suya girip çıkmış gibi her yerinden ter damlıyor. Hele kafası, tarağı suya batırıp taranmış köy delikanlısı saçı gibi ıslak ve düz. Mütemadiyen kafesin etrafını dolaşıyor. Ön tarafına gelince bir miktar duruyor, kafesin içine girmeye çalışıyor, giremeyip umudu kırılınca tekrar etrafını dolaşıyor. Kafesin içerisinde bir köşede beş altı tane ördek yavrusu, diğer köşede ise birkaç parça karpuz kabuğu, bir kap su ve bunların yanında yavrulara sırtı dönük bir ördek duruyor.

Kaç gün geçti bilmiyorum. Bir gün baktım ne tavuk var ne de ördek yavruları. O işlere bakan arkadaşa tavuğa ve ördek yavrularına ne olduğunu sordum. Meğer hayvan kuluçkaya yattığında ellerinde tavuk yumurtası olmadığı için altına ördek yumurtası koymuşlar. Civcivler çıkmış. Anneleri yavrularını gezdirmeye çıkartmış. Tavuğun ardında kendi yavrularını gören ördekler, akılları sıra yavrularını çöplüklerde pislik içinde gezen basit bir hayvanın elinden kurtarmak istiyormuşçasına tavuğa saldırmışlar. Tavuk annelik insiyakiyle hepsiyle başa çıkmış çıkmasına ama birkaç ördek yavrusu o arbedede telef olmuş. Görevli yetişmiş yavruların kalanlarını kurtarmış ve kafese koymuş. Bir umut, anne olarak alışırlar diye yanlarına da bir ördek bırakmış. Fakat tavuğu her gördüklerinde teli gagalayan ve gagaları kan içinde kalan yavrular ördeğe dönüp bakmamışlar bile. Günde bir iki yavru kafesin içerisinde ölmüş. Ölen her yavruyu görevli arkadaş alıp çöpe atmış.

Birkaç gün içinde bütün ördek yavruları ölmüş. Tavuk atılan her ölü yavru ile beraber çöpün bulunduğu yere kadar gidip geliyormuş. Çöpe bırakılan her ölü ördek yavrusunu kan ter içinde; bir gagasıyla, bir ayağıyla itip kakıyormuş.

Görevli sabah geldiğinde tavuk ortalarda yokmuş. O akşamdan sonra bir daha görmemiş.”

-Teşekkür ederim hocam. Misafirleriniz de var ben müsaadelerinizi istiyorum. Allahaısmarladık. Allahaısmarladık arkadaşlar.

-Güle güle.

-Güle güle efendi.

-Evet. Misafiri yolladık. Hemen şu ileride lokantalar var önce gidip karnımızı doyuralım. Sonra gelir lafımızı ederiz.

-Başkanım yemişe geçtik bizi yollasaydın keşke. Er gündüzden köyü bulurduk.

-Hayır. Yemek yemeden hayatta göndermem. Hem senin kursağına da bugün bir helal lokma düşürmüş oluruz!


NOT: Satılan, anlatılan ve yazılan hikâyeler tamamen hayal ürünüdür. Hiçbir kişi veya kurumla alâkası yoktur. Hiçbir hayvana zarar verilmemiştir.


KIZIL YALNIZLIK / Samet YURTTAŞ



Son buse düştü gözlerinden ağır aksak
Hangi çağdayız kime sorsak
Kalksak güneşin kollarından tutarak
Uçsak sevgi çağına yılları arşınlayarak


Ağarmış saçların dökülür ufuktan
Hüznünle bağırır bu kızıl tan
Akşamdır kuşların dilinden seni anlatan
Kaldırımlar neden bana somurtkan

Bilenmiş gözlerine kutsal mermer
O mağrur bakışlar şehri kül eder
Ruhun suskun yolcu mu bekler 
Sana yoldaş olsun göçmen kelebekler

Girsem gönlüne gezsem diyar diyar
Her diyarda gizli bir bahar
Nerde benim sevdiğim yar
Duysun bu haykırışı heybetli yalılar

Dudaklarından Dünya'ya acı bir rüzgâr eser
Yıkılır şehrin ortasında yalnızlık denen şaheser
Senin kokun toprağın nefesini keser
Zindandaki esir yüreğinden ne haber

Kurtulsan esiri olduğun zamandan
Mızrak gibi saplanır akreple yelkovan
Gelecek elbet beklediğim an 
Kuracağım yüreğine sahipsiz bir han



PAYDOS / Hatice ÇİMEN


Simsiyah takım elbisesi ve bağlamayı yeni yeni öğrendiği kravatıyla şimdi tam bir beyefendi olmuştu. Ayağındaki parlak kundurasının adım attıkça çıkardığı tok ses, inceden inceye gururunu okşuyordu. Şehrin en prestijli şirketinde işe başlamıştı. Hatta başlayalı daha birkaç ay olmuşken, tasarladığı lüks bir dairenin projesiyle terfi almayı bile başarmıştı. Elbette diğer inşaat mühendisleri gibi şantiyelerin tozunu toprağını yutarak başlamıştı bu işe. Ama kendini diğerlerinden ayıran çok özel bir şey olmalıydı. Bu özel şey her ne ise göğsünden başlayıp bütün vücudunu saran garip bir duyguya boğmuştu onu. İçinde kabaran bu duygudan oldukça memnun bir şekilde boyası daha yeni kurumuş boş evin parke döşeli koridorunda adımladı. Ellerini göğüs hizasında bağlamış, dalgın bakışlarla evi süzüyordu. İçinden ‘Hayatımda her şey tek tek yoluna girmeye başladı işte!’ diye düşündü, hafiften genzini yakan inşaat kokusu eşliğinde.

Bu kış mevsiminden sonra ilkbahara, nikâh tarihi aldıkları nişanlısıyla ev bakmaya gelmişlerdi buraya. Nişanlısı onun kadar sakin duramıyordu. Heyecanla gülümseyerek bir odadan diğerine geçiyor, eşyaları nasıl yerleştireceğinin planlarını yapıyordu. Eşyalar çok ta önemli değildi onun için. Parası neyse verecek, eksiksiz bir şekilde hepsinin en kalitelisini satın alacaktı zaten. Onun için önemli olan evin batı cephesinin mi yoksa doğu cephesinin mi daha iyi olacağıydı. Tam bunları değerlendirmeye girişmişken nişanlısının çığlığını duydu diğer odadan. Birkaç saniyede aklından geçen bin bir ihtimalle koşuverdi yanına. Gördüğü manzara karşısında kendisi de donakaldı. Evin arka odasının geniş penceresi, ucu bucağı görünmeyen bir mezarlığa bakıyordu. Öyle ki, mezar taşları, domino taşları gibi dizilmiş bir vaziyette sanki küçük bir dokunuşlarını bekliyordu önlerinde. Nişanlısının sitem dolu sesi, kulağına öylece çarpıp geri dönüyor ve boş evin duvarlarında yankılanıyordu.

-Sen beni buraya getirirken hiç mi bakmadın bu evin konumuna? Ben bu evde asla oturmam!

Şirketteki bir arkadaşlarının tavsiyesiyle onu buraya getirdiğini, kendisinin de bu mezarlıktan haberinin olmadığını açıklamak istedi. İstedi istemesine ama dili düğümlenmiş, bakışları donuklaşmıştı. Üzerine çöken ölüm katılığını bir türlü çözememiş, açıklayamamıştı. Zaten nişanlısı da bu açıklamaları beklemeden koşar adımlarla çıktı odadan. Belki de diğer cephelerdeki dairelere bakmak üzere…

Ani duygu değişimine sebep olan bu durum, gelecek hayalleri kuran bu kadını ziyadesiyle etkilemişti. Haklıydı da. Sevdiği kadın, ömrünün ilkbaharında rengarenk çiçekler yeşertmeyi düşlerken, zamanı mıydı şimdi bu manzaranın? Nişanlısı daha bembeyaz gelinlikler giyecekti. Oysa şimdi, beyaz bir kefen gibi toprağı örtmüş kar, nişanlısının bütün çiçeklerini bir anda soldurmuştu sanki. Ölüm… Ah Ölüm. Ağızların tadını kaçıran ölüm… Ne hayallerden anlıyor ne de planlardan.

Genç adam bunları düşünmeye dalmışken, mezar taşları arasındaki hareketliliği fark etti. Bir baba, beş altı yaşlarındaki oğlunun elinden tutmuş bir halde, mezarlığın koridorunda yürüyordu. Belli ki babası, oğlunu ölümle tanıştırmaya getirmişti, tıpkı kendi babası gibi… Babasının serçe parmağını sıkı sıkıya kavrayarak, onunla birlikte ilk kez mezarlığa geldikleri günü hatırladı. Dedesini ziyarete geldikleri o günü. Korkmuş muydu o gün? Hayır hayır! Nasıl korkabilirdi ki? Dedesi vardı orda, babasının çok sevdiği babası! Aslında korkudan çok, yoğun bir merak duygusunun ruhunu sardığını hatırlıyordu o güne dair. Babasına peş peşe sorduğu meraklı sorularını…

-Baba!

-Efendim oğlum.

-Şey… Bir şey sorabilir miyim?

-Sor bakalım.

-Dedemi Allah mı öldürdü baba?

-Şey… Evet oğlum.

-Peki, bu insanları da mı Allah öldürdü baba?

-Şey… Evet oğlum.

-Şeyy, Yani böyle demek doğru değil ama… Yani ben biliyorum Allah kötü biri de değil ama… O zaman Allah niye bir sürü insanı öldürmüş baba?

Masum bir çocuğun dünyasına girerek en temiz ve sade bir şekilde ona Allah’ı anlatabilmek. Kelimelerin bile kirlendiği şu dünyada kolay bir iş olmasa gerekti. Babası bu zor sorulara verdiği cevaplarla onun minik yüreğine Allah’ı sığdırmaya çalışmış ona ölümü ve ahireti anlatmıştı. Daha önce hiç duymadığı bir âlemin varlığını… O âlemde rahat ve huzur içinde yaşayabilmek için daha bu dünyadayken oraya götürmek üzere güzel bir ev inşa etmeleri gerekiyordu. Babası öyle anlatmıştı ona. Öyle bir ev ki; onu bu dünyanın bütün kötülüklerinden koruyabilsin. Hem güzel hem de sapasağlam bir ev inşa etmek…

Çocukken babasına, bitmek tükenmek bilmeyen sorular soruyordu. Babası ise hiçbir boşluk kalmasını istemeden tane tane cevaplıyordu sorularını. Bu cevaplar damla damla yüreğine akarken, içinde bir yerlerde sağlam bir toprağa, o güzel evin temelini çoktan atmışlardı. Babasıyla birlikte attıkları bu temel için kullandıkları harç, iman harcıydı. Duvarları örerken de kullanacakları bu harcı babası hazırlamıştı. Ömür sermayesiyle satın aldıkları tuğlaları tek tek kullanarak duvarları örmeye başladılar. Kendisi tuğlaları diziyor, babası ise tuğlaların arasına harcı koyuyordu. Böylece duvarlar 7-8 sıra yükselmişti ki babası bir gün bu evi ayakta tutmak için sağlam direklerin olması gerektiğini söyledi. En güzelinden dosdoğru 5 tane direk alıp evin merkezine oturttular. Gün geldi, bu eve çelikten bir kapı taktılar. Babası çelik kapının anahtarını oğluna teslim ederken bu anahtarları kalbinin en özel yerine saklaması için sıkı sıkıya tembihledi. Kimseye vermeyeceğine dair söz vererek babasından anahtarları aldı ve sakladı.

Gün geldi, bu ev için pencereler taktılar. Ah bu pencereler. Ne kadar sağlam kapatsa da bazen nazenin bir rüzgârın zorlamasıyla bile aralanabiliyordu. Bu aralıktan süzülerek giren rüzgârın içerde fırtınalar koparıp, evi tarumar etmesinden çok korkuyordu. Babası bu durum içinde oğlunu uyarmıştı. ‘Oğlum, bu pencereleri içerden sıkı sıkıya tutacak bir yoldaş, bir yardımcı bulmalısın!’ diye.

Çatı! Belki de en önemlisi çatıyı yerleştirmekti. Babasının gönlünde, yeşil yaprakları sağlamca bir iple örerek bir çatı yapmak vardı. Yağmur yaş girmesin diye bu dünyadaki terazilerin tartamayacağı kadar ağır yapraklardan örülmüş bir çatı. Ama ne var ki babası daha duvarları bile bitmemişken, her zaman anlattığı o âleme taşınmıştı, kendi evine… Oğlunun evini çok istediği o en güzel boyayla boyayamadan, göçüp gitmişti bu dünyadan. Evin inşaatını bu genç adamın omuzlarına bırakarak…

Babasından sonra tek başına örmeye çalıştığı duvarları hatırladı. Tuğlaları diziyordu dizmesine ama harcını koymayı unuttuğu günler oluyordu. Yaşadığı büyük küçük depremler de direkleri iyiden iyiye çatlatmıştı bile. Eyvah! Bu ev bir yıkılsa!  Ah bu yıkılış… Ömrün tükenip ölmesi miydi insanın? Yoksa harçsız bir duvar örmek, ölümün ta kendisi miydi? İnsanı iflasa sürükleyen…

Genç adam bu çaresiz çırpınışları içinde kendini şairin bahsettiği babanın 3. Oğlu gibi hissetti. Doğunun 3. Oğlu…

Bugüne kadar yaptığı, tasarladığı lüks daireleri düşündü. Bir ağacın gölgesinde bir müddet dinlenip sonra bırakıp gidecekleri bu dünyayı fazla ciddiye almışa benziyordu. Şirkette, şantiyelerde kendini kaybedercesine hırsla çalıştığı günleri hatırladı. Terazisi tutmayan çok duvarlar yıktırmıştı mükemmeli yakalamak için. Bu duvarların mükemmelliği için bu kadar yorulurken içindeki harabeye dönmüş inşaatı düşündü.

Bu düşünceler genç adamın vücudunun kaskatı kesilmesine sebep olmuştu. Yüzü ise kireç gibi bembeyazdı. Mezarlığı görmeden önce vücudunu saran kibir, çoktan orayı terk etmiş yerini soğuk bir katılığa bırakmıştı. Beyninden başlayıp parmak uçlarına kadar inen acılı bir krampa tutulmuştu sanki. Ayakları kilitlenmişti.

Bu haline bir çıkış bir kurtuluş ararken hislerinin derinliklerinden, kendini daha önce de tıpkı böyle sarsmış bir hikâye düştü zihnine. Yankısını birkaç gün içinde taşıyıp daha sonra unutup gittiği o hikâye… Şantiyede çalıştığı yıllarda duvar ustaları birbirlerine ibretle anlatırken kulak kabartıp dinlemişti.

“Çok eskilerde bir duvar ustası yaşarmış. Bu adam hayatın telaşesi peşinde koşarken ömrünü duvar örmekle geçirmiş. Ömür bu ya elbet tükenecek. Gel gör ki ölüm sarhoşluğu bu adamı da kıskıvrak yakalayıvermiş. Eski bir sedirin üzerinde öylece uzanmış, ölümün verdiği bir sıkıntı hali içinde çırpınıp duruyormuş. Adamcağız bir türlü canını teslim edemez bir halde, yüksek sesle “Harç ver! Taş ver! Harç ver! Taş ver!” diye sürekli sayıklıyormuş. Bu sayıklamalar günlerce sürmüş. Evlatları da bu duruma bir çare bulamamışlar. Yıllarca beraber çalıştıkları eski bir dostu bu adamın ahvalini duyunca çok üzülmüş. Hemen dostunun yanına gelmiş, durumun vahametini gözleriyle görünce işin hikmetine vakıf olmuş. Yavaşça dostunun yanına yaklaşmış ve kulağına eğilerek;

“Heyy Mehmet Usta! Artık PAYDOS!” demiş. Adam ancak bu sözle ruhunu teslim edebilmiş.

                                                  Genç Adam! Sana da PAYDOS!

“Kıyamet gününde bir kul şu dört şeyden hesaba çekilmedikçe ayakları yerinden kımıldamaz.

Ömrünü nerede tükettiğinin,

Gençliğini nerede eskittiğinin,

Malını nereden kazanıp, nereye harcadığının,

Öğrendiği ilmiyle neler yaptığının.  (Tirmizi, Kıyame,1)



yeni bir duvar / mustafa Alper taş



o akşama doğru
üşümek vardı günlerin altında

yeşil bir barikattan belki
tüllerle uçuşan aynasında kaderin
elimize bir çocuk gibi baktılar da
bilmedi hiç kimse sesimizin yeniliğini

hepimiz karanfil içindeyiz
bu akşam turnası endişeyle sarkan pencereden
canından bezmiş anneler büyük adamlar ellerinde büyüklüğün işareti
haziran karpuzları ve ışıkların yanmasını bekleyen
yorgun çocukları
hepimiz

bir su akıyor o saatlerde
ev musluklarından
dutlu çeşmelerden
biraz da inanmanın ferahlığıyla
mutlaka bir günün daha olacağına
uyanınca

bilerek unutulan bir şey gibi akşamüstü gitmelerinde
hepimiz bilmekteyiz



HUZUR SEN’İN GÖZLERİNDEDİR BİLİRİM / Halit DİLİPAK

Bir yangın yeridir gönül coğrafyam. Sevda yüklü, muhabbet yüklü. Bakmayın sert bakışlı, haşin ve itici olduğuma. O çehrenin arkasında çekingen, ürkek bir kişilik yatmakta. Evet asabi ve tez canlı biriyim. Mümine yakışmayacak özellikler olsa da bir Müslüman olabilme çabası içerisindeyim.

Hep bir özlem ve bir hasret çeker yüreğim. Sanki bir sevda ateşiyle yanar ruhum. Bir özlem ve hasretin kaybolmuşluğu içerisindeyim. Gönül bilinmez bir sevdanın hasretiyle çırpınır durur.

Nedense gözlerde kaybolurum. "Gözler kalbin aynasıdır" diyordu bir şarkıda. Belki gözlerde arıyor kalbim aradığı huzuru.

Hafif çiseleyen yağmurda yürümek arzusu kaplıyorsa ruhunu. Boş, ıssız bir yolda sonbahar soğuğunda kendisiyle baş başa kalmak istiyorsa insan, bazen hissiz, düşüncesiz, amaçsız bir şekilde bilinmezliğe doğru ağır adımlarla ilerlemek istiyorsa eğer. O gözlere dokunabilme ihtimali halinde, bir telaş, bir huzur, bir heyecan kaplıyorsa bedenini. O gözlerin mahkûmu olmuşsun demektir.

Hüzünle buğulanan gözlerime bir bakabilsen uzaklardan. Bir görebilsem o ürkek ve derinden bakan gözleri. O gözlerde dalabilsem rüyalar âlemine. Senken her yer, sensizliğin nasıl bir acı olduğunu nereden bileceksin. Sen hiç sensiz kaldın mı?

Ruh özlem içinde, gönül hasret, kalp yanar da yanar. Beden yok olmak ister. O olmak, O olabilmek, O'nda bir bütün olabilmek ister. Hiçlikten kurtulup O'nda bir olabilmek ister. O'nun varlığında hiçliğini manalandırabilme ateşi yakar tüm benliğini. Dizinin dibinde oturabilmek, hissedebilmek, yaşayabilmek arzusu yakar. Ey hiçliğe anlam katan güzel. Gözlerinle yak, kül et şu habis bedeni. Sende kaybet bu benliği...

Yokluğunun ayazı sızlatırken kalbimi, hayalin ılık bir meltem esintisiyle ürpertir bedenimi. Gönlüm baharı beklerken, zemheri soğuğunu düşürdü ayrılığın. Gözlerinin buğulu bakışlarıyla buza dönmüş kalbim çözülmek, erimek ister. Sensizliğin zifiri karanlığında yönünü bulamaz oldu gönlüm. Karanlık dünyama bir kuzey yıldızı ararım yönümü bulabilmek için. Ürkek, çekingen, kaçamak bir bakış kuzey yıldızım olur, karanlıklarımın yol göstericisi...

Bakıyor olmak görebilmek midir? Oysa görebilmek derununa inmek, hissedebilmek değil midir? Eğer bakarken hissedebiliyorsa, sadece gözlerle değil hislerle de bakabilirsen anlayabilirsin. Gönlünle, ruhunla, kalbinle bağ kurabilip; gözlerinle gözlerine dokunabilmek. O dokunuşunu hissedebilmek, o bakışlardaki manaya erebilmek...

Gençliğimi hatırlarım. Yağmurlu havalarda deri montumun içerisine büzülmüş bir şekilde ağır adımlarla biteviye yürüdüğüm yolları. İliklerime kadar işleyen o rahmet sularını hissetmeden garip bir haz ile kendi kendimle baş başa, sanki başka âlemlerde gezinirdim. Gönlümde bir sızı, boynum bükük, saçlarımdan aşağı süzülen rahmet suları, gözlerim yerde sanki bir çift göze dalmış gibi saatlerce yürürdüm.

Ayazlarda yanıp, temmuz sıcaklarında üşürdüm. Bazen bağrım yanardı soğuk kış gecelerinde, bazen yaz gecelerinin bunaltıcı sıcaklarında üşürdüm. Ama nedense hep hüzünle huzuru aynı anda yaşardım. Yokluğun acısıyla, varlığın huzuru hep harmanlandı yüreğimde. Onun içindir gülerken ağlayıp, ağlarken gülebildim. Hiç bir şey kalıcı değildi. Önemli olan yaşadığın zamanın geçmesiydi. Acı da neşe de zaman içerisinde kaybolup gidiyordu. Önemli olan sabredebilmekti. Ne acılarda kaybolmak, ne de neşenin girdabına kapılmamak gerekiyordu...

Hüznün kapladı yine gönlümü. Gözlerim gözlerini özledi. Ruhuma huzur veren hayalin, gönlümde fırtınalara sebep. Bazen tutmak ister ellerim ellerini. Ellerin ellerimdeyken gözlerinin büyüsünde kaybolmak ister gönül, sende yok olmak ister. Sen olmak, seni hissetmek ister. Hani sevgi, muhabbet, hasret, özlem, hüzün, sevince bir şekil verilebilseydi sen olurdu o, yalnızca sen. Ben sen olup, sende kayboldum. Bir çıkmaz sokak gibisin, labirentim oldun. Yolumu yitirdim. O labirentten çıkıp sana ulaşabilmek ne mümkün. Bana tek huzur veren senin o gözlerin...

Bazen hüzünlü bir şarkı, bazen bir nefes duman, bazen bir yudum çayda erişilirmiş hüzünlü huzura. Elde edebilme arzusu nefsi mutmain etmek içinmiş. Oysa bir bakışta, bir tebessümde hüzünlü huzura erebilmek, gönül işiymiş.


Bir boşluk, derin bir hüzün, bir iç yangını, bitmeyen hasretin adı... Beni ben yapabilecek, benliği, bizlik huzurunda birleyebilecek, sonsuz huzurun adı...


***
DUALAR-2

Dua ne güzel bir nimet. Allah’ın kullarına bir lütfu. Duada paylaşabiliyorsun tüm dertlerini, sevinçlerini, kederlerini, acziyetini ve yetersizliğini. Duada yaşayabiliyorsun sevgini, muhabbetini, aşkını. Dua ile rahatlatıyorsun gönlünü, ruhunu, zihnini. Dua ile ulaşabiliyorsun ulaşamadıklarına. Gönlünde yaşattıklarına dua ile dokunabiliyorsun. Hislerinin tercümanı oluyor dua. Hüznünü dua ile sevince dönüştürüp, daralan ruhunu feraha eriştirebiliyorsun. Gönül yangınına suyu dua ile taşıyabiliyorsun. Umutsuzluk duvarını dua baltasıyla yıkmaya çalışıyorsun. Aşamayacağın yüce dağlara duanın gücüyle tırmanabiliyorsun. Allahım! Sen ne büyüksün. Her türlü hamd ve sena Sana olsun. Seni kalbime ilham eden Sana sonsuz şükürler olsun. Dua kapılarını açansın, gönlüme hüznü ve huzuru verensin.

Yeni bir güne sağlıklı, sıhhatli olarak göz açtıran Allah’a hamd-ı senalar olsun. Elhamdülillah.

Verdiği sağlığa, sıhhate, dine, imana, inanca hamdolsun. Elhamdülillah.

Verdiği eşe, çocuğa, dosta, arkadaşa, işe, havaya, suya hamdolsun, Elhamdülillah.

Düşünebilmeye, yürüyebilmeye, konuşabilmeye, duyabilmeye, görebilmeye hamdolsun, Elhamdülillah.

Aklın yerinde olmasına, düşünebilmeye, sevebilmeye, hissedebilmeye, hüzün ve neşeyi yaşayabilmeye hamdolsun, Elhamdülillah.

Bunca nimeti bizlere bahşedene hamdolsun, Elhamdülillah.

O'nu bilen, O'na inanan bir toplumda yaratılmışlığa hamdolsun, Elhamdülillah...
                                                
Allahım! Sen kadr-i mutlak olan sonsuzluk âleminin hükümranı ebedi ve ezeli olansın. Sen yaratan, mülkün maliki, yaratılanların mutlak sahibisin. Biz ise nakısız, eksiğiz, aciziz.

Ya Rab! Gönlümüzü, kalbimizi, ruhumuzu aşka, sevgiye, muhabbete aç! Kalbimizi, gönlümüzü, ruhumuzu karartma! Kalbimizdeki dünyalık geçici sevgi ve muhabbetleri baki olana yönelt!

Kendimize bile itiraf edemediklerimizi Sen bizden iyi biliyorsun. Sana sığınıyor, medet ya Allah! Diyoruz. Yetiş ya Rab! Derdimize derman ol ya Allah! Diyoruz. Gönlümüze ferman ya Allah! Diyoruz.
                                               
Ya Rab! Sevdiklerinin imtihanını ağır tutarak sınarsın. Ben kendimi biliyorum ki, Sen beni benden daha iyi bilensin. Ben sınıfta kalırım beni ağır imtihanlarla sınama Allahım. Sen bana sevgini, muhabbetini, aşkını ver Allah’ım!

 Allahım! Sevgiye, muhabbete, aşka aç gönüllerin devrindeyiz. Geçici, fani olana duyulan hissiyatı ve bağlılığı aşk ve muhabbet sanır olduk. Sen bizlere aşk ve muhabbeti öğret ve yaşat Allahım! Aşkla yanabilmeyi, aşk ile olabilmeyi, aşkın hiçliğine erebilmeyi nasip et!...

Hiçlikle O olabilme aşkını tattır şu virane olmuş, katılaşmış, kararmış kalplerimize. Aşk acısıyla sızlarken, dertlenirken, hüzünlenirken yaşanan o anlatılamaz hazzı yaşat Sen gönüllerimize.

Aşkla, muhabbetle çağlayan, coşkun, azgın nehirler misali aksın göz pınarlarımız. Aşkla, muhabbetle gönlümüzde volkanlar patlasın, boranlar, fırtınalar kopsun yüreğimizde aşk için.

Aşkın acısıyla, huzurunu yaşayabilmeyi, o tufana dayanabilmeyi nasip et gönlümüze...





***
SESLENMELER


Aşk ulaşıldığı zannedildiğinde bile Kaf dağının arkasında olandır. O her an arzulanan ama hiçbir zaman ulaşılamayandır. Ulaşamadıkça pes edilmeyen, daha çok yol kat edebilme arzusuyla, muvaffakiyet sağlayabilme arzusudur.

Benlikten kurtulup varlık âlemine ulaşabilmektir var olabilmenin tadı. O'nu hissedebilmektir. Aşk gönül işidir. Ne duyulur ne tadılır ne de dokunulur. Aşk gönülde yaşanır, kalpte hissedilir. Hislerde yaşanır, duygularla mutmain olunur. Elde edebilmek değildir, gönle yerleştirip O'nun aşkıyla yanabilmektir gönül ehlinin marifeti. Arzuyla ateşlendirir, hasret ve özlemle kora çevirir. Hasret ve özlemle küllenmesine müsaade edilmez, yandıkça yanar da ehil olur. Gönül bir yanar da manaya erebilirse artık vuslat gününü bekler. Beklerken özlem de hasret de kat be kat artar. Artık O olur da kendinden bîhaber olur. Benlikten kurtulup, O olabilme makamında başka âlemlerde olur. O olabilmek, O'na kavuşabilme arzusuyla yanar...

Bilinmezlikmiş cezbeden, arzuları körükleyerek elde edebilmeyi tutku haline getiren. Elde edilenin kıymeti azalırmış. Nefsaniyeti tatminin sonucuymuş elde edebilme hırsı. Oysa arzuyu sevgiye çevirebilmek, sevgide yanarak gönül ehli olabilmekmiş aşk. Gönül ehli kuru sevdaya meftun değilmiş. Onun sevdası ötelere, ötelerde olanaymış. Kâh Zümrüd-ü Anka’nın kanatları altında aramış, kâh bir kızıl elmada. Ulaşılamayana sevdalanırmış her zaman gönül ehli. Çünkü ulaşılanınki aşk değil arzuymuş. Arzu ulaşılınca tatmin olanmış...

Bir yolda olmak gerekir, bir yol üzere olmak. İstikameti ve amacı olmalı kişinin. Amacı ve idealleri olan muvaffak olur. Sevdanın bir amacı vardır. O amaç için yanar da yakar da olgunluğa ermemiş, sevdanın manasına erememiş toy gönüller. Oysa sevda yanmakmış, sevdası uğruna yanabilmekmiş. O yangınmış sevdayı ayakta tutan. Hasretmiş aşkın odunu, aşkı harlayan, alev alev yakıp kora çeviren. Kor ateş kıvamda olandır. Öncesi parlar, sonrası kül olur. Kor için için yanar, yavaş ve derinden ısıtır. Yaklaştıkça hissedersin ateşi, dokunursan yanarsın. Kor ateş olmak zaman ister, önce alev alev yanmak gerekir. Kor ateşin seyri de hoştur. İçin için yanışını seyir de keyif verir.

Anlamlandırıp manalandıramadığın, bir şekle koyamadığın bir aşkın garip hüznü. Ne veya neye olduğunu bulamadığın bir aşk, ruhtan derinlerden içerlerden gelen bir hüzün. Bazen hayata renk katan, ama çoğunlukla hüznü yaşatan bir özlem. Ne veya neye olduğunu idrakten aciz bir gönül. Olgunluğa eremeyen gönlün garip bir özlem ve hasret hikayesi.

Sessiz bir huzur ister gönül. "Kimse dokunmasın ruhuma, ben ve ben baş başa kalayım", biraz sessizlik içinde alemden soyutlanarak kendinle baş başa kalmak…

Kendim, gönlüm, ruhumla bir olup hüzünlü huzura doymak…

 Anlamlandıramadığın bir hasretin, neye olduğunu bilemediğin bir özlemin hüznü...

Acının yanında anlayamadığın bir huzurla iç içe geçmiş hüzün...
Bir şey evet bir şey ne olduğunu bilemediğin bir şey...

Aradığının ve özlem duyduğunun şahdamarından daha yakın olduğu bilincinden aciz bir nefs…

 Nefsin aldatmalarıyla bastırılmaya çalışılan özlem...

Peki neden? Neden bu bilinmezliğe bir çözüm bulamaz bu akıl? Neden çözemez bu huzurlu hüznü?




***
İLK EMİR

"Oku!",
"Hiç akletmezmisiniz?", " Hiç düşünmezmisiniz?". Allah tealanın ilk emri okuydu. Âlemi, nizamı, düzeni oku!
Havayı, suyu, toprağı, ateşi oku!
Havada görülemeyen nice alemler var oku!
Bunları gönül gözünle oku!
Aşkla oku!
Hasretle oku!
Yaratanına ulaşabilmek için oku!

Gönüle dokun, kalbe uzan da kararan kalpleri temizle. Oku! Satmak için değil yaşayıp örnek olabilmek için, oku hor görmek için değil hoş görebilmek için oku! Oku alimleşmek, dünyevileşmek için değil, zalimin korkulu rüyası olurken, manevi dünyalarda huzur, güven ve adaleti sağlayabilmek için oku! Oku ve anla, aklederek, düşünerek anla ve çöz. Faniliği anla ki baki olana tabi olasın. Faniliği anla ki baki'nin yolundan çıkmayasın. Faniliği anla ki aczi'nin ve muhtaçlığının farkına varasın. Faniliğinle, acizliğinle, muhtaçlığınla huzurda secdeler de dur ki! Tanına'sın, yolun bilinsin, taraftarlığını ispat et!

Korkma! Nefsinden korkma! Aslında nefsine teslimiyet korkunun yansımasıdır. Korku teslimiyete sebep oluyor. Korkuyorsun! Çünkü nefsinin ve şeytanın vesveselerinin verdiği o iç daraltıcı, yürek yakıcılığı bunaltıyor, daraltıyor. Mücadele ederek mertebe kazanabilmektense, teslim olarak şeytanın ve nefsin uşağı haline gelmek daha kolay geliyor. Kazanabilmek mücadele edebilmekle elde edilebilinir.

Şeytanın ve nefsinin vesveselerinden dolayı yapılan hatalar sızlatıyorsa kalbi, hüzünleniyorsa kalp, sıkışıp ta bedenden çıkmak istercesine çırpınıyorsa ruh! İşte nefs ve şeytanın iş birliğine bir baş kaldırının mücadelesi sarmış benliğini demektir. Teslim olup kurtulmak yolunu seçersen kaybedenlerden olursun. Eğer mücadeleye devam edebilme azmi, cesareti ve inancını taşırsan benliğinde büyük bir savaşa girmişsin demektir.

Hakk ile batılın savaşını kendi benliğinde, özünde veriyorsundur. Eğer yüreğin daralıyorsa, gözler nemleniyor ve acı hissediyorsan ümit varsın demektir. Ve Allah seni mücadeleye çağırıyor. Bir er meydanı, bir imtihan. Zor ve ağır bir savaş şeytan ve nefsin ittifakına karşı ruhun, kalbin, gönlün, bedeninle karşı koyabilmek. Ama sızlıyorsa için teslim olmamışsan ilk vesvesede demek ki ümit varsın. Allah teala belki de bir sonraki mücadeleye hazırlık safhasından geçiriyordur benliğini. Bir makama ulaşabilmek için mücadele gerekir. Bir makama gelebilmen için seni mücadelelerle sınıyordur. Olabilmek için pişmek gerekiyor. Altın cürufundan arınmak için ateşe atılırmış. Belli bir ısıdan geçirildikten sonra altın saflığa erişebiliyormuş. Belki nefsinde saflığa erişebilmesi için yanması gerekiyordur. Gönlün yanması, kalbin sızlaması, ruhun çırpınması, gözlerin nemlenmesi, benliğinde fırtınalar kopması bir sonraki sınavın hazırlığıdır belki.

Bazen derinden bir "oh" diyebilmek ister insan.

Derinden bir "oh" çekerek cümle dertleri o oh la birlikte atabilmek.

Ya Huuuuu de ey gönül! Ya Hayyyyy de! Allah de kalbim Allah de. De ki O'na sığın ona teslim ol! Deki geçici dertlere teslim olup baki olandan mahrum olma!

Unutma!

Bulunduğun ve temsil ettiklerin bir inancın değerleridir.

Kıldığın namaz, tuttuğun oruç, verdiğin zekât, uzattığın sakal, taktığın takke, verdiğin söz, yaptığın iş, taktığın başındaki örtüyle bir inancı temsil ediyorsun.

Sen, Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi olmaya namzetsin. Bir yolunun olduğu, bir amacının olduğu iddiasındasın. Eğer taşıdığını iddia ettiğin değerlere ihanet edersen inkâr etmiş olursun. İhanetin sonu hüsrandır. En büyük ihanet yaratana olandır. Yaratana ihanet temsil ettiğin inancın değerlerini zayi etmendir. İhanetin affı yoktur. İhanet hainliktir, hainlik şirktir. Allah teala şirki hiçbir şekilde affetmeyeceğini ve en ağır şekilde cezalandıracağını bildiriyor. Temsil ettiklerinin değerlerini çarçur edersen, o simgelerin değerlerini yansıtamazsan hesabı zor olur da altından kalkamazsın. Onun için eğer bir inancının olduğu iddiasındaysan ona yaraşır bir yaşam sürmeli ve gereğini yapabilmelisin.

Müslümansan, doğru, dürüst, ahlaklı, ahde vefalı, almadan verebilmeli, sözüne sadık, sıdk ve sadakatli olabilmelisin.

Unutma inandığın yaratıcın sana şah danarından daha yakınken, kalpte olanları da bilendir.
O'ndan hiçbir şey gizli kalmaz, O her şeyi bilen ve görendir.

Onun içindir ki ne kendini ne de başkalarını kandır. Eğer hiçbir kimsenin olmadığı, kendinle baş başa kalabildiğin bir yere hasıl olabilirsen her konuda özgürsün. Ama başkasına ait bir mülkte özgürlük iddiasıyla köleleşemezsin.