EKMEK ve BİZ / Ferhat AĞCA


Bir çocuğun büyümesi tek başına onu almaya gitmekle başlamıştır, ilk alış verişi, belki ilk veresiyesidir babasının adına. Küçük samimi bakkal ile ev arasındaki yolculukta yoldaş olur uç kısmından fedakârlık ederek, koltuğunun altına girerek karşıdan karşıya geçirir, ısıtır soğuk kış günlerinde yoldaşını. Ekmek iyi bir yoldaştır dünya gurbetinde, hayatı boyunca eşlik eder insana; bazen üç öğün, bazen iki öğün, bazen de soğanla birlikte sadece bir öğün.

Sofranın olmazsa olmazıdır ekmek. Savurgan villa sofralarında hususi ekmek bıçağıyla dilimlenerek ve arta kalanı atılarak; kanaatkâr gecekondularda ise baba eliyle bölünerek ve ”somun” denilerek yerini alır sofranın başköşesinde. Her gün ve her öğün değişse de yemek çeşitleri, sofrada tek değişmeyen odur. Hatta Fazlı Bayram’a göre bütün yemekler, ekmek yemek için yapılır. Buna rağmen sofraya getirilmesi genelde unutulur ve bu görev sofraya oturacak en son kişiye düşer. Belki de ekmek, sokakta oynayıp geç kalan ya da bilgisayar başından kalkmayan çocuğu sofraya getirmek için gizler kendini bir yerlere… Çünkü çağırma cümlesinden sonra “gelirken ekmeği de al gel” denir.  Kalabalık ailelerde çorba hızla kaşıklanırken onun ihmal edildiği hep anne tarafından hatırlatılır “ekmekle ye de karnın doysun!” Kimine göre o olmadan olmaz, kimine göre ise kilo aldırır ve diyet yapmak için terkedilir. Kimine göre de o, öğünün ta kendisidir. Dişleri olmayan nice dedelerin bir gününü savuşturmuştur, sıcak sütte yumuşamaya tahammül etmiş ve elinde kaşıkla koşarak gelen torunuyla aynı tasa kaşık çalan dedenin mutluluğuna şahit olmuştur.

Ekmek kandırır tüm varlığı; bazen bir tuzağın içinde bir serçeyi, bazen de oltanın uçunda bir balığı… Balık, belki de bilmez kendisi için içi boşaltılan ekmeğin iç kısmını yediğini, ama onu görür görmez atlar hemen oltaya… Bir müddet sonra pişmiş vaziyette az önce yediği ekmeğin iç kısmının, yerini almıştır.

Ekmek, insanı tutsak eder karabasanlara, yatılan yerde yendiği zaman. Kendisinin yenme kurallarını kendisi koyar. Yatılan, oturulan laubali yerlerde yenmek istemez. Sofrada, hatta yere serilen ve dizlerin üzerine çekilen sofrada yenmeyi daha çok sever.

Ekmek kutsaldır Anadolu’da. Yere düşse üç kere öpülüp başa konulur. Yemin edenler önce onun, sonra Kur’an’ın ismini zikrederler. O bütün yeminlerin şahidi ve masumiyetin sembolüdür. Dilenciler bu masumiyeti suistimal eder “bir ekmek parası” isterken.

Dostlukların şahididir ekmek, otuz kırk yıllık dostluklara kıyılmasın diye “o kadar tuz ekmeğimiz var” der vicdan sahibi. O dakikadan itibaren kırk yıllık hatrı olan bir fincan kahvenin esâmesi bile okunmaz, çünkü artık ekmek devreye girmiştir. 

Şükre vesiledir ekmek. Buğdayı eken de buğdayı sırtında taşıyıp hamallık eden de buğdayı öğütüp un eden de hamuru pişirip ekmek eden de buğday tarlasına apartman diken de halini sorana “bir ekmek yiyoruz işte” der ve şükreder Rabbine kendince. Karneyle verildiği dönemler hatırlatıldığında ilk önce kıymeti bilindiği için karneyle veriliyormuş zannedilir, daha sonra kıtlık hatırlanır ve yine varlığına şükrettirir ekmek.

“Ekmek sahibi olmak” bir gencin askerliğini yaptıktan sonra evlenebileceği anlamına gelir. O artık “ekmeğini eline almıştır” ancak bu hiç de kolay olmamıştır onun için çünkü insanlık tarihi boyunca “ekmek aslanın ağzındadır.” “Ekmek elden su gölden” geçinen ve “ekmek derdine” düşmeyen bilmez ama bu böyledir.

Hayatımızın merkezindedir ekmek, en önemli şeylerin gerekliliğinden bahsederken “ekmek gibi, su gibi” denir. Su kadar önemlidir yaradılmışlar için. Bir de “ekmeği yenmek” tabiri vardır. Bazen kadirşinas bir çırak, ustasından ya da işinden bahsederken kullanır bu tabiri. Ama esasen helalinden kazanıp, helalinden yiyen insanın ekmeği yenir. Ekmeği yenebilen bir insana can, mal, namus, şüphe duyulmadan emanet edilir. Söz söylese sözüne itibar edilir. “Ekmeği kesildikten sonra” yani ölümünden sonra hayırla yâd edilir. Çünkü o, ekmeğin değil, ekmeği paylaşmanın tadına varmıştır.   


DÜKKÂN'A DRONE GELDİ AHMET ABİ / Casım ÇOBAN


Fotoğraf: Ahmet Bilal Arslan

Dükkân denen, sağanak rahmete müptela, Selçuklu mimarisi minareye nazır mekânda dertlere derman arıyorduk. Hazirun arasında şair, üdeba, dervişân, çavuş, sanat yönetmeni ve kıymetli dostlar mevcuttu. Bu aciz kul dükkânda her daim minareyi tam karşıdan temaşa eden bir zaviyede otururdu.  Sanat yönetmeni dostumuzun yanında getirdiği henüz Türkçe kat’i bir ismi olmayan lakin dünyanın drone diye bildiği cihaz da o akşam dükkânı ve minareyi aynı kareye almıştı.  Drone’nun ismi hakkında başlayan mülahaza cihana yön verme meselesiyle zirveye ulaşmıştı. Hülasa şu nazariye üzerinde ittifak edildi: Topu atan alır, iti öldüren sürükler, cihazı icat eden adını koyar.

Bugün bir dostumun bana yolladığı bir videoyu seyrettim. Elinde bir kâğıt parçası ile gökyüzüne bakarak galiz küfürler yağdıran gariban Anadolu köylüsü ilk başta divane bir şahıs görüntüsü veriyor. Ta ki ekrana havada asılı duran drone ve trafik polisi görevlileri dâhil olunca mevzuyu tecrübemle fehmettim. Emniyet Müdürlüklerinde görevli Trafik polisi memurları zaman zaman kırmızı ışık uygulaması yaparlar. Sivil giyimli bu memurlar trafik ışıklarının beri yanlarında durarak ellerinde kamera ile kırmızı ışık ihlal yapan araçları tespit eder aynı anda ileride bu ihlali yapanlara ceza kesmek için bekleyen resmi trafik ekiplerine telsiz vasıtasıyla ihbarda bulunurlar. Bu kez bu sivil memurların yaptığını bir drone tek başına yapma kahramanlığı göstermişti. Ve tabi ki neticede ışık ihlali yapan vatandaşı da bekleyen görevlilere ihbar etmişti. İşte bu, elinde ceza makbuzu kendisini ihbar eden cihaza galiz küfürler savurup adaletin olmadığından dem vuran Anadolu insanın hikayesi.

 Sanayi Devriminin mazide kalalı asırları geçti. Hâlâ insanın yerini makine alırsa ne olur sualiyle iştigaldeyiz. Bu sualin temelinde yatan kaygı da İnsanoğlunun işsiz güçsüz kalması ve iktisadi buhranlardan yana duyulan kaygıdır. (Bizim bu konu hakkındaki duruşumuz nettir: Er-rızgu alellah) Yukarıdaki hikâyede ne drone’un adını, ne “ne olacak bu memleketin halini”, ne de insanın yerini makine aldığında ortaya çıkacak iktisadi buhranı kaygı ettim. Tek kaygı ettiğim yapay zekânın hakkı oldu. Videoyu seyredince ilk aklıma gelen 1993 yapımı olan başrollerini Slvester STALLONE’nin (nam-ı diğer rambo ve rocky) oynadığı Cezalandırıcı adlı sinema filmi oldu. Filmde Stallone derin dondurucu ile dondurulmuş ve gelecekte uyandırılmış bir devlet görevlisidir. Filmde dondurucuya konulup hayattan izole edildiği dönemde cep telefonu Sömürge devletlerinde para kavramını başka bir isimle kullanan birkaç zevatta mevcuttu.

Tablet internet drone instagram android v.b. bilişim kavramlar ya yoktu ya da avamın eline düşmemişti.

Dondurulduğu dönemde klavye erkekliği yapıp başkalarına sanal ortamda hakaret edenlerin Polis Merkezlerinde ifade alınmıyordu.

Dondurulduğu dönemden kalma azılı bir suçlu dondurucudan bilişim çağında kaçınca, Stalloneye ihtiyaç duyulur ve artık hayatın tamamen yapay zekayla idare edildiği malum döneme Stallone gözlerini açar. Tüm bu bilişimin gelişim sürecini birebir ilmel, aynel ve hakkel yakin müşahede edemediği için her şeye yabancıdır ve uyum sorunu yaşamaktadır kahraman! İşbu sebeple dondurucuya konulduğu dönemde sahip olduğu ağzı bozukluk da kendisiyle birlikte geleceğe taşınmıştır. (Huyun çıkıp çıkmayacağını başka bir yazıya bırakarak yazıya devam ediyorum) Her tarafta insanları gözetleyen yapay zekâlar mevcuttur ve sözlü ya da fiili her türlü kural ihlaline ceza kesmektedirler. Bu duruma alışamayan kahraman ağzının bozukluğundan mütevellit sürekli elinde ceza makbuzu ile gezmektedir ve bizim gariban Anadolu insanı gibi kendine ceza kesen cihaza da ayrı bir zılgıt(alaheri) çekmektedir. 

Kalbim bu olayları aklından geçirirken kaygı duyduğum meseleye takılıp kaldı. Küfür müstakil halde başlı başına bir günahtır. Bu cürmü işleyen zat bunu kendi başına öfkesine hâkim olamadığında bir muhatap olmaksızın yaptığında İslam hukukuna göre kendi ile Rabbi arasındaki hukuka riayetsizlik yapmış olur. Ve “Tevbe eden günah işlememiş gibidir” hükmünce affolunacağını ümit ederiz. 2.kaide olarak mezkûr zat küfrü muhatabına ya da gıyabında bir zata yaptığında tevbe etmesiyle iktifa olunmuyor küfre muhatap ya da matuf olunan zattan helallik alınması şart koşuluyor. Bilişim çağında insan mahlûkunun yerine amelelik niyetiyle icat edilmiş yapay zekâya küfür etmek 1.kaideye göre mi 2. Kaideye göre mi yoksa 3. bir kaideye göre mi hükme bağlanacak? Bu sualime Diyanet İşleri Başkanı Prof.Dr. Ali ERBAŞ cevap vermesin, mümkünse ve de lütfederse aziz dostum M.Raşit KÜÇÜKKÜRTÜL cevap versin.  
                                                                                    
Baki selam ve muhabbetle…
       

TAŞLARA DOKUNAN SESLER – I / Hidayet BAĞCI


Yâr edenin adıyla!…

Kıyıya vuran dalgaların sesinde aradım huzuru. Belki dedim, belki de bu sestedir aradığım diyerek koştum sahile. Dinledim dalgaların sesindeki ahenkli kıpırtıları. Bu nasıl bir şeydi ki anlatılması imkansızlaşıyordu. Kıyıdaki taşlara dokundukça dalgaların sesi, gökyüzüne dağılıyordu huzur ve insan, bu nedenle nefesini tazeliyordu.

Dalgaların üstünde yürüyor gibiydi kalbim, adımlarım bu sefer istikrarlı bir şekilde ilerledikçe dalgalar yön veriyordu, saçlarıma dokunan rüzgara… Oysa ben önceden kontrolü rüzgara vermiştim şimdi neler değişti de her şey tersine dönmüştü. Acaba olması gereken bu muydu?

Ben sahil boyu ilerledikçe önüme çıkan bir taş, sanki benden önce bu kıyıdan geçen birine ait gibi duruyordu. Bu taşın özel olduğunu nasıl mı fark ettim?

Sade, bir o kadar albenisi olan bir taştı ki ne gökyüzünün rengi kadar mavi ne de bir kalemin sivri uçları gibi köşeleri vardı. Bu taşı da diğer taşlar gibi denizin dehlizine fırlatmayı düşündüğümde işte bu hamleyi yapamadım. Onun avuçlarıma dokunmasıyla hissettim yumuşaklığını ve kıyıdaki taşlara çarpan her bir dalga sesleriyle birlikte, onun gibi bir taş bulabilir miyim diye adımladım dalgaların sesiyle içimde yol alan huzuru…Ve karşıma çıkan bu taşın bir başkasının avuçlarını yumuşattığını, kıyıya vuran dalgaların sesinde anladım…

Elimdeki taşı cebime sakladım derken bir taş daha, tıpkısının aynısı. Bu taş kime aitti ki ilerlediğim bu huzurda yoluma düşmüştü. Ve ben onun önünde eğilerek, ayağımın ucundan onu incitmeden cebimdeki taşın yanına bırakarak ondaki bu sesin tınısını sevmiştim. Tarifi imkânsız bir ses darbesi, öylesine yumuşak bir o kadar sessiz kıpırtılarla dolu ahenk!

Taşlar ceplerimde birbirine değdikçe zihnime dokunan düşünceler bir bir aydınlanıyordu kalbimle… Kıyıya vuran dalgaların sesi çoğaldıkça saklanıyordu, cebimde izini takip ettiğim taşlar… Sahi bu taşları kim bırakmıştı bu sahile ki şimdi ben bu taşların sahibini merak ediyor ve ayağımın ucuna değen bu taşları tek tek topluyordum. Sanki her biri dağılmış toplanmayı bekler gibi duruyordu karşımda. Bu taşların sahibini bulana dek albenisi olan ve birbirine usulca dokunan sesleri toplayıp bir cümle haline getirmeye karar verdim. Bu taşların sesinde bulacaktım bunları bin bir köşeye dağıtmış olan birini…

Cebimdeki taşların yanına bir diğerini ekleyince bir yanımın ağırlaştığını fark ettim… Sanırım cebim bu ağırlıktan delindi delinecekti ki taşıyamıyordu… Sahi ceketin kumaşı mı kalitesizdi yoksa gerçekten taşlar çok mu ağırdı? Sahil boyunda büyük bir kayanın zirvesine oturup kıyıya vuran dalgaları izleyerek biraz dinlenmeliydim. Üzerimdeki ağırlık taşlardan olsa gerek onları ceplerimden çıkarıp saymaya karar verdim. Ben onları tek tek sayarken onlar da tek tek birbirine dokunuyordu usulca… Öylesine heyecanlıydı ki bu dokunuş, çocukların oynadığı elim sende oyunu gibiydi. Taşlar tam doksan sekiz taneydi ve her birisi de aynı renkte aynı ritimde avuçlarımda duruyordu. Bunları kim bu denli dağıttı ki iz bırakarak kendini takip ettirdi?  

Kıyıya vuran dalgalara karşı koymayan umarsız gibiydi halim… Bir denizin şarkısı bir de bu taşların tınısı vardı, bu dinlendiğim yerde. Zihnimde vaveyla şeklinde haykıran bir düşünce beni o derece etkiledi ki kanatları kırılmış bir kuş gibi oldum. Bu taşları tek tek toplarken nasıl da düşünemedim, bunları bu sahile dağıtan kişinin geldiği yolu bulmak için takip edeceği izleri olabileceğini… Evet, evet bu taşların sahibi dönüşünü ancak bu taşlarla bulabilirdi. Şimdi bunları bir araya getirmişken onun gibi nasıl dağıtabilirdim. Oysa bir şeyi toplamak kadar zor değildi, dağıtmak. Ama benim için dağıtmak bu düşünceyle o kadar zordu ki, tınısını/rengini sevdiğim bu taşlara kıyamıyordum. Bu taşlarla aramızda öylesine güzel bir bağ olmuştu ki her biri bir diğerine dokunurken yeniden dirilir gibiydim, bu seste. Sahi onların arasındaki bağ neydi ki avuçlarımda hiç dağılmamış gibi bir aradaydı…

“Bu, birlikti…

Bu, tek olmaktı…

Bu, teslimiyetti…

Bu, sadakatle dinlemekti…

Bu, ben buradayım.

Bu, sıra sende!” demekti…

Bu gibi düşüncelerle taşların arasındaki kuvvetli bağın görünmez bir iplikle dizilmiş bir tesbih olabileceğini düşündüm… Onları bir araya getiren görünmez bir iplik vardı ki bunu da ancak zamanında bin bir amaçla dağıtıp, geçtiği yollara iz bırakan kişi bilirdi ve şimdi tek bir amaç için onları toplamıştı, birbirine incitmeden dokunan taşlar gibi “Yoktan Vâredenin Adıyla!” Diyerek…


BİR HOCAM VE DÜKKÂNNÂME / Ahmet Doğan İlbey


Bir Hocam ve Dükkânnâme, Peygamber Efendimiz’in “Sevdiklerinize sevginizi izhar ediniz” hadisinden ilhamla, mâsivadan arınmış bir yüreğin hüzün dolu nidâlarını, Bir Hocam’ın yârenlik ve hasbihallerine doymak bilmez bir muhabbeti, ârif ve âlim vasıflarıyla bânisi oldukları Fikir ve Gönül Dükkânı’nı anlatır.

Dahası, âhir ömrümde yazmak istediğim “Bir Hüzünkârın Ömür Defteri” nin dibâcesi ve dağları eritecek, suları yakacak bir samimiyetin kelimelere dökülmüş dostnâmesidir.

İkinci hayatım Bir Hocam’la başladı. Gençliğini “kırık ayak adamı” olarak yaşamış bir fânî iken, Bir Hocam’ın fikirli ve mânevî sohbetleriyle eski, yâni câhiliye hayatımı terk etmiş, kafası ilme ve irfana susamış iki tarafı kesen bıçak gibi olmuştum.

Büyük kalp dostluğumun kahramanları Bir Hocam’la, gönlümde ve zihniyetimde inkılâp yapan hayırlı sohbetlerinde tanışmamış olsaydım kalp âfetlerine uğrar, kötü yollara düşer, bedbaht olurdum. Beyâzid-i Bistâmi Hz.lerinin “Kimin üstadı yoksa şeytan ona üstad olur” sözünü şiar edinerek, Bir Hocam’la ünsiyetimi cezbe ve azimle devam ettirdim.

Amansız kış gecelerinin cam kırığı soğuklarında gönül adamlığı üstüne sohbetlerini dinledim. Nice seher vakitlerine kadar derûnî sohbetlerinden cezbe hâlinde geldim evime. “İçeri” sohbeti ederlerdi de “İçeri” den uzun müddet çıkamazdım. Fikirli ve bedîi yârenliklerinin neşvesinden mânevî sıkıntılarım yok olur, dünya kirlerinden arınırdım. Meramımı sözle anlatamaz, “Dilâgâh Hocam” diye mektuplar yazardım.

Yürek dostluğumuzun ilk sohbetinde bin yıllık sızı ve fikirler taşıyan sözlerle cezbetmişlerdi. Yüreklerinden sâdır olan sızılar mukaddes bir dâvanın ateşi gibi sarıyordu her yanımı. “Dünyayı duvara asmak” ve mâsivaya eyvallah etmemek tâlimine ulvî sızı ile başlıyorlardı. Hayatı sızı ve saf fikirle değerlendiriyor, bir ömrün başlangıç ve bitişini bu iki mefhuma bağlıyorlardı.

Fikir ve gönül tâliminin esaslarından olan Dükkân bir sızı, fikir bir sızı, yürek bir sızı, türküler bir sızı, dost bir sızı, bu ülke ve millet bir sızı diyorduk her sohbetin başında. Fikirli sızılarıyla dostlarına tâlim ettirdikleri sızılar birleşince Fikir ve Gönül Dükkânı meydana geldi. Fikir, gönül ve meşrep birliğinin terkib olduğu bir dostluktu bu.

Dükkân müdavimleri bu güzel insanlara “Bir Hocam” diye hitap eder. Bu hitapta bid’at sayılabilecek bir yüceltme düşüncesi yok. Onlara duyulan ziyadesiyle bir sevgi ve hürmetin sembolleştirilmesidir. Âlim ve ârif şahsiyetleriyle, sabır ve hasbîlikleriyle bu sıfata lâyıktırlar.

“Bir Hocam” makamı aynı mâna ve hususiyetlere sahip iki hocama aittir. Yâni Bir Hocam hem bir, hem iki kişidir. Sîretleriyle birbirine benzeyen iki hocamın mânevî unvanıdır. Bir mevzuda “Bir Hocam” birincisidir, bir başka mevzuda “Bir Hocam” ikincisidir. Dükkân haricinde “Bir Hocam” bir kişi olarak bilinir. Dükkân müdâvimleri bu makamı hiyerarşik bir düzene oturtmazlar. Edep ve tevazularından dolayı bu makamı kabullenmeseler de şâkirdleri onları böyle yâd edeceklerdir.

Müslüman Türk irfanını hazmetmiş olanlar bilirler ki “Bir Hocam” makamı millet târihimizin her kademesinde var olmuş, cemiyetin bütününe şâmil bir şahsiyet ve bugün de herkese lâzım olan mânevî bir önderdir.

Milletimizin irfanî ve kalbî terbiyesinde daima bu hususiyetteki zatların gayretleri var. Günümüzde de ilmî, fikrî ve edebî faaliyetlerin başında bir bilge kişi yahut yaygın ifade ile bir “hocanın” bulunması elzemdir. O muhterem insanlar ki fakirin ve diğer şâkirdlerinin şahsiyetlerinde emekleri ziyadedir.

Bir Hocam’ın birincisi ehl-i maarif, âlim ve de tam mânasıyla ediptir. Cümle Müslümanlar için kalbe ve ilme faydalı kitaplar telif etmiştir. Bir Hocam’ın ikincisi dünyalık kitap okumayan ve hurufatla meşgul olmayan ârif bir kişidir. Şâkirdlerinin seyr u sülûklarını balık tutturarak tabiatla da sulh ve muhabbetli kılar. Dükkân ehli şair ve edipler üstünde tasarruf sahibidir ve üstad şairlerin şiirlerini okutturur. İdarecileri ve aydınları hicvetmek için alaylı, nükteli şiirler kaleme alır ki, Defter-i Dükkân’a kaydedilir ve sohbet üstü olarak Dükkân hatibince ara sıra okunur. Bu sâyede gönüller coşa gelir, sohbetlerin her ânı cezbe ile geçer.

Bir Hocam makam, mansıb dâvası olmayan ilim irfan sahibi ve mütedeyyindirler. Vecd ü hâl sahibi ve kalb-i selim zâtlardır. Nefislerini terbiye etmiş ve evvelinden nefs-i mutmainne makamına ulaşmışlardır. Kalabalığı ve gösterişi sevmez, tenhayı, yâni halvet ve hasbıhâlı severler. Kendi aralarındaki yârenlikleri kalbe ve gönüllere şifa olup, hikmeti içinde gizli bedîi nüktelerine doyulmaz.

En temel gayeleri gönüller yapmak ve kalbi yanık Dükkâncı yetiştirmek. Lisanları, yâni Türkçeleri vakarlı ve tefekkürî olduğu kadar, pek nükteli ve şirindir. Cümle Dükkân müdavimlerinin tek tek hâl-hatırını sorar ve gönüllerini alırlar. Sohbet ve irşadda gönülleri gani olduğu gibi yedirip içirmekte ve ikramda da cömerttirler.

Dükkânın mânevî tasarrufu Bir Hocam’a ait. Bundandır ki Dükkân dârül-menfaat değil, dârül-gönül ve dârül-a man’dır. Dükkâncıların fikir ve amelleri İslâmca olup, meşrebleri melamî ve lisanîdir. Kirli çağa karşı mütemadiyen dost hâlleşmesiyle sâlih bir insan olmaya, Müslümanca bir yüreği kuşanmaya, nefsi bedenini yâni “dükkânını” yağma etmeye çalışan âcizlerdir. Kaygıları “buğday” değil, “himmet” dir. Cuma günleri Bir Hocam’ı görmek için Kulağı Kutlu Câmii sokağında saf olurlar. Onlar da şâkirdlerine tebessüm ve yârenlik ederek söz ikramında bulunurlar.

Her Dükkâncının gayesi gönlünü biraz daha parlatarak Allah aşkının yer bulmasına çalışmak ve Bir Hocam’ın etrafında dilsaz olmaktır. Onların ilm ü irfanı sâyesinde alınları pak, gönülleri cilalı, niyetleri hâlis ve işlerinde râzıdırlar. Birbiriyle bağları siyasî ikbal ve nüfuz edinme maksatlı değil, kalbî ve hasbîdir.

İki nesil için de fikir ve irfan saçan bir ocak olan Bir Hocam Dükkân ehlini hâlen irşad etmektedirler. İkinci nesil, Bir Hocam’a yakîn olmaktaki marifet ve muhabbetleriyle, Dükkân dilini ve âdâbını yaşatmaktaki azimleriyle daha şahbazdırlar.

Bir Hocam’dan neşet eden tarzla Dükkân müdavimlerinde dil ve üslûp birliği vardır. Fikir ve gönül tâlimi bu dil üzere yapılır. Modern, akademik ve aydın dili kullanılmaz. İrfan dilimizi ihya etmek gayesi de taşıyan edebî dil ile sohbet edilir. Gönül ve fikir tâliminden maksat, müdavimlerin ete kemiğe bürünmesi ve tefekkür gücünün artırılmasıdır.

Sohbet altı ve sohbet üstü olarak tasavvufî manzumelerden bestelenmiş cezbe verici, vecde geçirici türküler dinlemek, müdavimlerin baş usullerindendir. Türkülerin vehbî mânada cezbe vermesi, hüzün, gurbet ve ıstırap unsurları taşıması gönül tâlimi için şarttır.

Bu sebeptendir ki Dükkân müdavimleri arasında daima bir Türküdar bulunur. Türküleri bazen hafî usul gibi sessiz, bazen de kıyamî, yâni itidalini kaybedip kendinden geçerek dinleyenler var.

Hülâsa-i kelâm, Bir Hocam gönüldür, fikirdir. Dükkân onların gönül ve fikrinden doğan bir bedendir. Dükkâncılar önce bedene alışma tâlimi yaparlar, sonra gönlüne…

“HOCAMIN KAPISI”

Ey azizan!
Ayasofya, BirNokta ve Yoldaki Kalemler gibi edebiyat dergilerinde yazan şair ve Türkçe muallimi, fikir ve gönül dostum Enver Çapar’ın “Hocamın Kapısı” şiiri yukarıda mensur dille anlattığımızı manzum dille anlatıyor. Siz Dükkân ve hocamı bir de bu şiirden gönlünüze koymaya çalışın.

“Kimisine sen yaz dedi
Kimisine sen gez dedi
Önce nefsi bir ez dedi
Biz kapıyı çaladurduk

Kimisine etti nazar
Dükkânına kurdu pazar
Ali alır veli satar
Biz kapıda bekler olduk

İnsanlardan kaçıp durdu
Tabiatta huzur buldu
Dünya onu fazla yordu
Biz kapıda eşik olduk

İncitme der Âdem’i
Yoluna serilen âlemi
Bırak gitsin kalemi
Biz kapıda bir yol bulduk

Hakikat ondan gördük
Rüyamızı erken böldük
Dünyamızı sözden ördük
Şol kapıda bir sır olduk”

DOST MÜJDESİ ALMAK

Ey azizan!

Tercümanım, fikir ve gönül dostum Ferhat Ağca, fakire yazmış:

“İsmail hocam, Hasan abiye yazdığı bir şiirinde ‘Sana baharın geldiğini söylemeliyim’ diyordu abi. Belki biliyorsunuzdur ama ben de size Ali hocamın geldiğini söylemeliyim.”

Zevk ve meşrebim uyuşmasa da (bilirsiniz ki fakir Hazret-i Fuzûlî kolundandır) Dîvân şairi Nedim, “Müjdeler gülşene kim vakt-i çerâgan geldi” (Gül bahçesine müjdeler olsun, Çırağan sefası zamanı geldi)”deyip kendinden geçmiş.

Tercümanım Ferhat’ın müjdesi de dostperest yüreğime can suyu serpip şifa verdi.

Ehli bilir ki, tasavvuf edebiyatında insanlara müjde veren semânın habercisi olarak görülür. Müjde vermek gönül yapmaktır, dolayısıyla sevaptır. Gönlümü sıkan, yüreğimi daraltan ruhsuz ve modern çağa karşı müjde verin dostlar müjde!


YAZMAK / Enver ÇAPAR



Yazmak rahatlatır sanmıştım,
Meğer dert kapısını açmışım.
Yığılınca kelimeler üstüme,
Kaçmak istedim dilsizler ülkesine.

Yazmasam ölmem lakin
Ahdım kalır kalemde.
İçi kağıdı dışı âlemi yakar
Kılıç yarasından derin.

Hangi söz yazıyı canlandırır,
Kaç kitap bir ağacı öldürür,
Mürekkebi kurumadan.

Kelimelerle yürüyen hayatta,
Zamanı aşan iç sesleri duyabilmek,
Kalem marifetiyle, yürek yordamıyla.
Suyun gözünden kana kana mürekkep çekmek.

Yazı, bir çift göz hatırası
Neyi bulmak için kazıyor hayatı.
Canlı söze ulaşınca
Bir ırmak gibi yerine oturmalı.

Kısadır insan hikayesi
Ondan hisse vermeli.
Bütün yazılanlar silinir de
Kalır insanın alın yazısı.



Yandı Ha Yandı / Miraç Doğantekin



Masada üç kişi var
Birinci ikinci üçüncü tekil şahıs
Ben sen o gibi
Bir cümle kadar derin
Bir nokta kadar ıssız...

Masada üç kişi var
Hepimiz başka yere bakmışız
Son yudumla görünen bardağın dibi
Henüz ezilmemiş limon
Erimemiş şeker kadar manasız.

Masada üç kişi var
Konular hep uzaklardan
Akan zaman değil insan
Ne kadar çoksak o kadar azız. 

Masada üç kişi var 
Masada üç bahtsız 
Her biri diğerinden yalnız...


Kâşgarlı Mahmud’un Türkleri / Ahmet Doğan İlbey


Ilık ve lacivert bir geceydi. Yeşil, mavi ve erguvanî renkte çiçeklerin insanlara şifa verip tebessüm ettiği yazlık çay bahçesinde Kâşgarlı aksakalla aynı masada sohbet ediyoruz. Birkaç yıldır mülteci olarak yaşadığı Türkiye Türkçesini iyi konuşuyordu aksakal. Doğu Türkistanlı ve doğma büyüme Kâşgarlı. Yetmiş beş yaşında dinç ve coşkulu biri şair. İlim ve edebiyat çevresi onu çok seviyor, sohbetlere dâvet ediyorlardı.

Kâşgarlı aksakalın çay tiryakiliği çok hoş. Çay semaverinin musluğundan onun çay bardağını doldururken fikirli keyfime diyecek yok. Sektirmeden içiyor çayı. Buğday teni, kavruk ve kemikli yüzü, bembeyaz seyrek sakalı ve başında Uygur Türklerinin millî başlığı “doppa” denilen kare şeklinde el işi işlemeli, renkli takkesiyle sanatlı bir tabloyu andırıyor.

Aksakal elindeki çaya bakarak, “Çay, insana en yakın hayvan at gibi insanın yakın dostlarındandır. Kâşgar’da bir de yeşil çay var. Fakat ben gara çayı tercih ederim” diyerek, bitirdiği çayın tekrar doldurulmasını söyledi.     

Türkiye Türkçesini iyi öğrendiğini kelimelerinden anlıyordum. “Yır” yerine koşma, türkü, manzume, şiir, gazel diyordu. Kent ve balık yerine şehir, tağşut yerine şiir veya manzume, otacı yerine hekim, tenrilig yerine dindar, eçi yerine ağabey, bakşı yerine hoca ve üstad, şastır yerine eser, yağı yerine düşman, ilig yerine hükümdar diyordu. Şairin bizdeki gibi yalnız şiir yazan bir edip değil, meydana çıkıp toplumu siyasî, dinî ve tarihî meselelerle aydınlatan, çok yönlü içtimaî vasıfları olan ulu bir kişi olarak târif ediyordu.

“Kâşgar’ı özlüyor musunuz?” dedim. Hüzünlendi. Ufka ve göklere baktı, altında oturduğumuz çınar ağacının gövdesine dokundu. “Çok hasretliğini çekerim Kâşgar’ın. Tenri Dağları’nın eteklerinde Kâşgar Nehri’nin kenarına kurulmuş, Kızılsu ve Tümen nehirlerinin sularıyla bereketlenen şâd olmuş bir şehirdir. Her gece Iydgâh Câmii düşüme girer.”

Bir şiirini okumasını istedim. Uygur Muhebbet Koşakları (Aşk Şiirleri) adıyla yazdığı şiirlerinden bir şiirini okudu ve şiir bitince gözlerinden yaşlar boşandı:

Kara çırağ altında uçar pervâne / Yârim senin ışkında oldum divâne / Divâne olup inleyip, çalarım rebap / Gözyaşlarım yağmur oldu yüreğim kebap / Ay yüzünü gördüğümde çekinip bakamam / Kaşlarını çattığında güven miydin benden / Sana güvenim tamdır, umut kesmedim senden / Sözünde durur yâr diye başkasına bakmadım / Sevgilim, seni var diye gidip mahallende oynarım / Mahallende gözükmezsen sabaha kadar düşünürüm

“Kâşgarlı Mahmud’ın ilmî mirası ne durumda, Doğu Türkistanlı gençler Divânü Lûgat’ît-Türk”ü okuyor mu?” diye sorduğumda sâkin bir eda ile “Mahmud Kâşgârî atamız benim akrabam olur, hemşehrisiyim onun” deyince, Aksakal benimle alay ediyor galiba, diye düşündüm. Fakat sonra bu düşüncelerim boşa çıktı. Kâşgarlı Mahmud’a uzanan derin köklerinin bulunduğunu, onun mânevî ve ilmî silsilesinin onikinci göbekten şâkirdi ve yazıcısı olduğunu anlattı. Sohbet ilerledikçe aksakalın bir irfan adamı olduğunu anladım.
    
Anlattığına göre, Kâşgarlı Mahmud’un Türkçe dîvânı Dîvânü Lûgat’it-Türk’ü yazıp bütün Horasan, Fars ve Arap illerine göndermesinden ilham alınarak Kâşgar’daki yazıcılar ve aksakallar tarafından soylu bir gelenek oluşturulmuş. Günümüzde yaygınlığı azalmış olsa da bu gelenek yüzyıllardır devam etmiş. Kendisi de bu geleneğin son kuşak yazıcısıymış.

Bu geleneğe göre her yıl Kâşgar’ın birçok beldesindeki yazıcılar Dîvânü Lûgat’it-Türk’den seçtikleri dörtlükleri ve bu dörtlüklere yazdıkları nazireleri bir deftere kaydederek yörelerindeki beldelerin aksakallarına teslim ederlermiş. Defteri alan aksakal kendisinin de hazırladığı defteri gelen kişiye verirmiş. Bu defterlere yazılanlar, bütün safiyetiyle İslâm’ı yaşayan Uygur Türk halkının toplandığı bir şölende defalarca okunurmuş.

Kâşgarlı Mahmud’un Karahanlı sülalesinden bir şehzâde olduğunu, onun zamanında Kâşgar’ın merhametli, adaletli ve ilim sahibi Türklerin yurdu hâline geldiğini, yazmış olduğu Türkçe lügatın yayılmasıyla bu yurtların Türklerin ortak rüya görebildikleri büyük bir yurda dönüştüğünü, bu yurtlarda yaşayanlara Kâşgarlı Mahmud’un Türkleri dendiğini, bu dîvânın “Türk Dillerini Toplayan Ulu Kitap” olarak yâdedildiğini anlattı. Anlattıklarından cezbeye kapılmıştım. “Kâşgarlı Mahmud’un Türkleri” ifadesinin anlamını sordum.
    
“Nereden başlasam, hangi faslını anlatsam size Kâşgarlı Mahmud’un Türkleri menkıbesinin?” diyen aksakalın bakışlarında ve sesinde derin bir hüzün oluştu.  O ân’a kadar neşeli bir dille konuşan aksakal kendi içine çekildi sanki. Yorgun ve yuvasının içinde küçüldükçe küçülen hüzünlü gözleriyle yüzüme baktı ve sâkin bir dille anlatmaya başladı:

Yalçın ve kara dağlardan düze inip şehir kuran, ev, han ve medrese yapan, bitek ovalarda at yetiştirip buğday eken, Kâşgarlı Mahmud atamızın Türkçe’yi yayarak Kâşgar’dan Horasan’a kadar şehirler kurmaya ve medeniyet olmaya dâvet eden sözlerini baştâcı eden, onun merhametli huylarını, adâletli davranışlarını sürdüren boylara Kâşgarlı Mahmud’un Türkleri, bunların okumuş yazmışına da Kâşgarlı Mahmud’un Yazıcıları denir. Bu adlandırma onun ölümünden birkaç asır sonra yapılmaya başlanmış.

Ceddimiz asırlar evvel kıtlık, kuraklık ve kabilelerin birbirine düşmanlığıyla sebebiyle bozgun yıllar yaşamışlar. Bâzı kabileler talan ve kapkaççılığa başlamış. Uzun yıllar bu topraklarda huzur ve rızık kalmamış. Atalarımızdan anlatılagelen menkıbeye göre Kâşgarlı Mahmud atamızın silsilesinden gelen şair bir bey varmış. O kişi söyledikleriyle bütün kabilelerin kötü huy ve talanlarına son veren yürekli ve ulu bir şairmiş. Aynı zamanda yüzlerce atlıları, sürüleri ve ekinleri olan biriymiş. Öyle kılıç sallayan, ganimet toplayan bir bey değilmiş. Tenri-dem şiirleriyle halkına  er-dem ve yiğitlik aşılayan, gönüllerini âbad eden, rıza ile kendine bağlayan bilge bir bey imiş.

“Kavim kardaşlar birbirinin yurdunu talan etmemeli / Karanlık dağlardan inip aşağı / Kâşgar Suyu’nun kenarlarına yayılmalı / Karındaşlar birbirine bitişik olmalı / Bereketli ovalara inip Kâşgarlı Mahmud atamız gibi ev ve medrese kurmalı / Yüreklerini Kâşgarlı Mahmud atamızın yüreği gibi / Merhametli ve yumuşak kılmalı / Huyları ve töreleri onun gibi âdil olmalı…” 

Bu bey öyle bir beymiş ki, bir gün Kâşgar’ın çok uzağında oturan bir obayı ziyarete gitmiş. Ona at sütü ve koyun eti ikram etmişler. “Benim karındaşlarım da böyle at sütü içip, koyun eti yiyebiliyor mu?” demiş. Obanın ileri geleni “Nerede o bolluk beyim? Buralarda kıran oldu, halkımızın çoğu yoksul” deyince, “Ben karındaşlarımın yemediğini yemem, içmediğini içmem. Götürün bu süt ve etleri obanızın yoksullarına verin! Karındaşları açken tok gezen bey olmak istemem” diyerek oba halkına hediyeler vermiş.

İşte bu bey şiirli nutuklarıyla göçebe kabileleri il kurmaya, medenî olmaya dâvet etmiş. Bütün boyları Kâşgar ovasına toplayıp, ‘Burada yeniden il kuracağız, at, ekin ve koyun yetiştirip paylaşacağız’ demiş ve Kâşgarlı Mahmud’un dâvasını âhir ömrüne kadar sürdürmüş. 

O âsûde gecede Kâşgarlı aksakal kitaplarda okumadığım birçok menkıbeyi tatmadığım bir dil lezzetiyle anlattı. Sohbetinin tesirinden kurtulamadım. Aksakalı evine yolcu ettikten sonra, “bu menkıbeleri bana niçin anlattı?” diye uzun uzun düşünüp tâbir etmeye çalıştım. Evimden, fildişi kulemden, mağaramdan çıkıp güneşin doğduğu yerlere, yâni ceddimizin ilk medeniyet diyarlarına gitmemi istediğine, Kâşgarlı Mahmud’un yazıcılarından biri olmamı ima ettiğine yordum.

Ben değil miydim, merhametli yüreği olan Müslüman Türk ecdadımın her yerde dilini arayan? Ben değil miydim, ceddimizin ve dilimizin damarları nereye kadar uzanıyorsa oraya hicret etmeliyiz, diyen?

Cezbe hâlindeydim. Kafamı büyük düşünceler sarmış, ateş basmıştı.  “Gideceğim işte! Kâşgarlı Mahmud atamızın yurduna hicret edeceğim, Opal’deki türbesine varıp diz vuracağım, Kâşgarlı Mahmud Türklerinin arasına karışacağım” diyerek nâra attığımı, etrafımdaki masalardan bana tuhaf tuhaf bakanların bakışından anladım.   
            
Ey azizan! Okuduğunuz bu yazı gönlümde demlenen ve gerçek olmasını arzu ettiğim bir hayâlin mahsulüdür.

https://www.habervaktim.com/yazar/86861/kasgarli-mahmudun-turkleri.html

kırbaç / fazlı bayram



biz yüreği kanayanlar
kanayarak yaşayıp ölecek olanlar
sezarı hiç selamlamadık
pariste büyülenip lüks sofralarda belenmedik
aşka düştük
yer de yetmedi gök de feryadımıza

atları nehire tuttuk
ardımızdan yürüdüler

kaleme düştük
kainat da yetmedi cesedimize
yazı yazımız şiir alnımız oldu




Bir Kamyon Hatıra / Mustafa Cihan Alliş


Elektriklerin kesildiği akşam çocuklar yerde oturup sehpanın üzerindeki mumun ışığında gölge oyunları yaparken büyükler de muhabbete başladı. Bizim belki hayal bile edemeyeceğimiz günlerden, elektriğin olmadığı zamanlardan hatıralar saçılmaya başladı ortalığa. Karanlık bir yolda babaanneme bisiklet çarpmasından, akşam ezanını minarede okumak için nasıl yarıştıklarından, kamyonun farını yakıp komşuların bizim avluda nasıl kurban kestiklerinden bahsettiler.

Sonra kişiler, olaylar sataşmalar birbirine tutuşturulup akıp gitti.

“Ne yaptı o?”

“Sağ mı daha? Adı batsın!”

“He askere gittiydi de geri dönmediydi oğlu…”

“İki kızı da kocaya kaçmış amma yalan, yokluktan düğün edecek halleri yok.”

“Demir-çelik yapılırken köydeki herkesi fabrikaya çağırdılar da muavin gitti deden akıllılık edip gitmedi. Güya patron ya kamyonunda…”

Başından beri sadece dinleyen, kamyon lafı geçince kafasını öne eğen dedem bu sefer cevap verdi:

“Patrondum tabi. Koca kamyon...”

“Aman, patronmuş. Senden güccük adam senden on yıl evvel emekli oldu.” dedi babaannem. Ortalık kızışacakken memur olan amcam tatsız ama işime gelen bir müdahalede bulundu:

“Ana dur hele, keyfimizi kaçırma. Otantik bir ortam bak, dışarıda yağmur, soba yanıyor, mum ışığındayız…”

Babaanneme böyle denir mi? Bunlar hep rezillik ona oysa.

“O muavinle Suriye’ye mi gidiyodunuz ne baba?”
“Ha ya. Az yol gitmedik onlan. Sonra demir-çelikti, sigortaydı, maaştı deyip gittiydi. Allah razı olsun çok yükümüzü çekti.”

Kamyoncunun hatırası bitmez. Hele bir de bizimkiler gibi aile boyu kamyoncularsa; aynı kamyonla aynı yollarda ayrı ayrı yük çektilerse birbirlerini kataraktan bir ton hatıra çıkarıverirler ortaya. O sonu olmayan yolların sonuna varıp da geri dönerler de hatıra biter mi? Oraya kadar götürüp getirirler valla. Getirmezlerse iş kötü. Suriye, Irak, İran bahsi neyse de İstanbul’a varılınca mesele Türkan Şoray’a, Kadir İnanır’a, adamına göre Müjde Ar’a geliyor. Her kamyoncuyu İstanbul’da Yeşilçam oyuncularından biri karşılamış oluyor çünkü.

Kazalar, şirketler, yolun her türlüsü, yük için girilen kuralar ve dedemin hakkı olmasına rağmen “ayıp olur, ihtiyacı vardır, akrabadır” deyip kaptırdığı kıymetli yükler, yükü geciktirince yenilen dayaklar… Derken babam geç kalıp dayak yememek için dilini nasıl ısırıp nasıl dinç durduğunu anlatmaya başladı. Dilini mumun aydınlığına doğru çıkarıp gösterdi. Dedem de torunlarına bakıp “eee” diyerek gösterince torunları olarak gülüştük. Gerçekten de dilleri lime limeydi. Ha bir de demli çayın yanında Gripin ağrı kesicisi. İki saat daha yolda götürürmüş uykusuz adamı.

Ben son kamyonumuza yetiştim. Hatta küçükken yola gitmişliğim bile var. Dotç AS 900. Kırmızı. Motor kaputunun yanlarında, ucunda birer top olan demirden süsleri vardı. Bir metal yığınında ne kadar süs olabilirse işte.  

Bu arada oğulları tonajıyla, yatağıyla, yokuşuyla AS 900’ü övmekle bitiremezken dedem hiç konuşmadı. Satıldığı günü tekrar yaşıyormuş gibi bir hali vardı. O ânı kimse görmemişti. Ben ise balkondaydım. Evin önünden kamyonu alıp gittiklerinde dedem bir süre arkasından bakmış sonra oldukça sert hareketlerle sığırlıktan peguat mobiletini çıkarıp kamyonunun peşinden gitmişti. Çocukça korkularla ve terliklerimle ardından koşmuştum. Değirmenin orada ana caddeye çıkmadan mobiletten inip, hareketsizce kamyonunun gidişini seyretmişti dedem.

Yanına varamamıştım.

Seslenememiştim.

Öylece kalakalmıştım ben de.

Dedemin gözyaşları akmaya hazır beklerken kamyonun hurdaya ne kadara verildiği konuşuluyordu. Dedemin iyice hüzünlendiğini fark eden babam:

“Onun parasına da Toros mu aldıydık ne?”

Dedem titreyen sesiyle mücadeledeyken:

“Etmediydi bile!” diyerek başını bir yere vurmuş gibi birden geriye çekilip burnunu çeke çeke göz yaşlarını sessizce bıraktı.





YERE ÜFLEMEK / Hasan EJDERHA

Evin kapısından çıkıp, otoparkta, arabasının başında durana kadar, havanın nasıl olduğunun farkına varamadı. Hatta düşünmedi, gökyüzüne bile bakmadı. Oysa dışarı çıkar çıkmaz gökyüzüne, çevresine bakardı.
Aklı kızında kalmıştı.

Kızı Ceren’i düşündü: “Allah’ım! Parmak kadar kızımı elin kadınına bırakıp gidiyorum. Yedi aylık bebemi başka birine bırakmayı değer mi çalışmak?” diye düşündü. Ama İşini, üniversiteyi, öğrencilerini düşününce biraz teselli oldu. Sonra, Beden Eğitimi hocası olmak için sınavlara nasıl hazırlandığını, ne emekler verdiğini aklından geçirdi bir an… Arabanın başında düşüncelere daldığının farkına varıp, arabanın otomatik kilidini açan uzaktan kumandaya bastı; ancak vazgeçip yeniden kumandaya bastı ve arabayı kilitleyip anahtarı cebine koydu.

Okula yürüyerek gitmeye karar verdi. Yıllar var ki evden okula kadar birkaç kere, Ayet-il kürsü, ihlâs ve Fatiha okumayı alışkanlık haline getirmişti.

“Arabayla çabucak okula varıyorum; doya doya, sindire sindire okuyamıyorum, en iyisi yürümek” dedi kendi kendine.

Okumasını bitirdikten sonra sağına soluna, önüne arkasına, yukarı ve yere üfleme alışkanlığını hatırlayınca gülümsedi.  Kendi içinden geçen “böyle olur mu? Üflemeye gerek var mı?” gibi düşüncelerine tekrar kendisi cevap verdi. “Olsun! Ben üflerim. O taraflardan gelecek kazalara, tehlikelere karşı korunurum inşallah” dedi.

Ev ile okul arasındaki iki kilometreye yakın yolu yarılamak üzereydi ve birkaç keredir Ayet-il kürsü’den Fatiha’ya gelmiş, bütün yönlere üfledikten sonra yeniden okumaya başlamıştı. Okudukça hafiflediğini, hafifledikçe yüreği pır pır etmeye başlamıştı.

“Bugün hava ne güzel” dedi gökyüzüne bakıp; prıl pırıldı gökyüzü ve yolun sağında solunda çiçeklerin açmış olduğunu yeni fark etti. “İyi ki arabayla gelmedim; bu çiçeklerin, havanın farkına bile varamayacaktım belki de” dedi. Fatiha’yı okurken temiz havayı da ciğerlerine çekti. Yeniden evde bakıcı kadına bıraktığı kızı aklına geldi ve bir kere daha keyfi kaçtı. “Kızımın mimiklerinin, tavırlarının, tepkilerinin değiştiği anları göremiyorum. Kim bilir belki de bakıcı teyzenin tepkilerini alıyordur.” Bir an bunaldı. “Aman Allah’ım! Benim gibi değil de bakıcı teyzenin tepkilerine göre mi tepkiler kazanacak kızım?” dedi. İki ay sonra okulun tatil olacağını ve bütün yazı kızı ile geçireceğini hatırlayınca da kuş gibi hafiflediğini hissetti.

Oğlu Eren’de de öyle olmamış mıydı? Kendisi şimdiki okulunda çalışırken eşi başka şehirde çalışmıyor muydu? Oğlu, o zamanlarda birçok farklı duygular yaşamıştı babasına dair. Ama babası tayinini alıp geldiğinde çocuk çabucak kendisini toparlamıştı.

“Evet evet” dedi. “Yazın kızımla beraberiz bu açığı kapatacağız Allah’ın izni ile. Hiçbir sıkıntı kalmayacak” dedi sevinç içinde. Küçük bir kız çocuğu gibi zıplayarak, seksek oynayarak yürümek geçti içinden ve etrafına bakıp kendi kendine gülümsedi. “Acaba seksek oynayarak yürüsem ne düşünür etraftaki insanlar” dedi içinden. Sonra devam etti: “Eh! Yapmaz deli de değilim ama iki çocuk annesi bir kadına, üstelik üniversitede hocalık yapan bir kadına yakışmaz elbet” dedi.

Okulun olduğu caddeye girmişti. Ayetleri içinden hızlı hızlı okumaya başladı. Bir kere daha okuyup üfledikten sonra okula girmeyi planlıyordu. Okulun giriş kapısının bulunduğu sokağa girerken Fatiha’yı bilmem kaçıncı kere bitirdi. Önce sağına, Sonra soluna; yürümeye devam ettiği halde sağ omuz başından arkasına, önüne ve yukarıya üfledi. Yere üflemeyi aklından geçirdiği anda aklına; “yerden ne tehlikesi gelebilir ki?” Diye bir fikir geldi geçti. Aslında, yıllardır alışkanlığı olduğu, yere üflemekten vazgeçmemiş olduğu halde, bir an böyle bir fikir geliverip geçti kafasından işte. Tam o anda başını kaldırıp karşıya baktı. Bakmasıyla da gözleri fal taşı gibi açıldı. Siyah, kocaman bir köpek kendisine doğru geliyordu. Hayvanlardan çok korkan birisi değildi aslında. Ama nedense köpeklerden çok korkardı. Hem de minicik bir yavru köpek olsa dahi ödü kopardı. Bu korkusundan dolayı hep kınamıştı kendini. Ama bir türlü de bu korkusunu yenememişti.

Köpek gittikçe yaklaşıyordu. Üstelik de kocaman, kapkara bir köpekti. Bir an köpeğin dişlerini de fark edince korkusu zirveye çıktı. Her şey saniyeler içinde olup bitmişti. Köpek ile arasında iki üç metre kalmıştı ki, her yöne üflemiş, yere üflemek üzereyken aklına gelenlerden dolayı hâlâ yere üflememişti.

Siyah köpek tam da kendisine doğru yaklaşmaktaydı. Hem yaklaşan köpekten dolayı kendisini saran korkunun sarmalında, hem de köpeğin görünen korkunç dişlerinin tehdidi ile aklı sıçrayıp gökte asılı kalmıştı sanki. Köpek tam önüne geldiği anda yere üfledi ve böylece bütün yönlere üflemeyi tamamlamıştı. Kendisi daha henüz yere üflerken, köpek de yanından, dar sokakta kendisine değer değmez geçip gitti. Isırılmayı beklerken köpeğin yanından geçip gitmesi bir daha aklını almıştı. Korkuya çığlıklara hazırlanırken bu da nenin nesiydi şimdi. Adımları yavaşladı. Sağ tarafından yavaşça dönüp baktı köpeğin arkasından. Siyah Köpek; sanki insanoğlunun siyah köpeklere benzer nefsi gibi, duvarın dibinden yan sokakta kayboldu.

Okulun bahçe kapısından girip odasına varıncaya kadar bir daha okuma turunu tamamladı ve yıllardır âdeti olduğu üzere sağa, sola, arkaya, öne, yukarı ve yere üfledikten sonra bir de üzerine üfledi ilk defa ve“Allah’ım beni kendi öz nefsimden de koru”  dedi.