HÜKÜM GİTMEYE İSE KALANIN PAYI SUSMAKTIR/ SİBEL KÖK

                                         



 Yazgısına gitmek düşene;







Beni babana verdiklerinde on beşime yeni girmiştim. Örgülerim yeni uzamıştı al yazmamın altından. Yanaklarım narçiçeğinin rengiyle yarışa yeni girmişti. Bizim zamanların âdeti böyleydi işte.  Kız kısmı baba ocağını erken terk eder, kafesinin yeri erken değişirdi. Haklılardı elbet böyle düşünmekle. Kolay mıydı öyle bir yüreğe sevda, bir yuvaya kadın, bir evlâda anne olmak; emek isterdi, yürek isterdi.
            Babam; elleri nasırlı, yüreği yaralı, gözleri sevdalı atam yaralı bir ceylana bakar gibi baktı bana. İncitmeden, ürkütmeden, merhametle… Elini öpüp kapıdan çıkacağım vakit yere düşen bakışlarımı gözlerine değdirerek:
—Artık bu kapıdan çıkma, yuvadan uçma vaktin geldi kızım. Gittiğin yer hicret ettiğin yer olacak unutma. Senin hicretin kocanın evinedir, sana düşen orayı Allah'ın razı olduğu bir yuva yapman, annenin seni yetiştirdiği gibi senin de evlâtlarını yetiştirmendir. Seni Rabbimden aldığım bir emanet olarak ben de kocana emanet ediyorum. Allah iki cihanda da saadet versin yavrum.' demişti. Babamın alnıma değen dudakları gözyaşıyla ıslanınca gördüm evlat sevgisini.
Beni babana verdiklerinde on beşime yeni girmiştim. Gözü kapalı bir kuşken atamın evinden uçup babanın evine kondum. Gözümü babanla açtım. Sevdayı, anam kadının erine baktığı saf, temiz, edep dolu bir çift bakışta görürdüm. Görürdüm de bilmezdim nedir, nasıldır. Babanın bakışlarına yakalandığımda tanıdım onu. Bildim. Öğrendim. Anladım ki insan yazgısına sevdalanırmış bir tek ve sevda bir tek yazgıda rızasını taşırmış Rahman’ın.
Baban beni bir gelincik çiçeğini sever gibi sevdi. İncitmeden, ürkütmeden, aşkla… Ayağıma değen taştan, canımı acıtacak kederden, saçıma değen rüzgârdan bile sakındı sakladı beni. Emanete gözü gibi baktı. Allah ondan razı olsun.  
Beni babana verdiklerinin üzerinden birkaç zaman geçmişti ki o güzel haberi verdim babana: Artık evimizin yuva olma, bereketlenme vakti gelmişti. Sen müjdelemiştin gelişini yüreğimi saran heyecanlarla, gözlerimi dolduran, bitmez sandığım deli bir hasretle. Seni, canımdan can, kanımdan kan katıp dokuz ay bekledim. Bayram geceleri bir türlü sabahı edemeyen çocuklar gibi, asker yolu gözleyen sevdalılar gibi bekledim. Evlat sevgisi, varlığını ilk hissettiğim an doldurmuştu tepeden tırnağa her zerremi. Sen büyüdükçe o sevgi de büyüdü içimde. Onca sancılı bekleyişin ardından geldin, öyle güzellikler getirdin ki cennet kokuları sardı her yanımızı, evimiz yuva oldu, bereketlendi, şenlendi. Dedene hürmeten adını onun adıyla çağırdı baban.
Seni seyrederek saydım zamanları. Ellerin havada bir takım işaretler yaparken meleklerle oynayıp onlara tebessüm ettiğini gördüm. Minicik ayaklarınla adım atışlarını hayal ettim günlerce. Sonra yürüdün. O pamuk ellerinle elimi tutup cennete yürür gibi yürüdün.
Anneydi ilk kelimen. Başka hiçbir kelimeyi öğrenmene lüzum yoktu bana göre, anne demiştin ya bütün kelimeler hükmünü yitirmişti artık. Anne demiştin ya başka kelimelere sağır kalmaya razıydı kulaklarım. Anne; kadının ayaklarının altına cenneti seren kelime... Sen benim ayaklarımın altına cennetleri seren vesileydin oğul. Nasıl şükreder kadın bu nimete bilen var mı acep? Ben nasıl şükrederim anne oluşuma, evlât verişine rabbimin.
Zaman geçti ve eskidi zaman. Babanla benim saçlarımızdaki aklar arttıkça büyüdün sen de. Delikanlı çağına erdiğinde dağları bile kıskandıran heybetini yine adımlarında gördüm. Yürüyüşünden bildim sevdalı halini; başın önde, mağrur ve mahzun yürüyüşünden.
Büyüdün oğul… Büyüdün. Yine de küçücüktün benim nazarımda. İlk adımlarını attığın, ilk anne dediğin günkü kadar küçük… Bir evlat anne babasını nasıl sever, nasıl sayarsa öyle sevip saydın bizi bu zamana kadar. İncitmeden, hürmetle ve edeple... Nice zamanları doldurduk iki göz odamıza, nice bayramları geçirdim ellerim kınalı, dudağının izlerinden. Bayram namazını kılar kılmaz koşar gelirdin, öperdin ellerimden her zamanki hürmetinle. ''evlât kokusu, cennet kokusudur'' diyen güzeller güzelinin sözünü sende seyrederdim. Ayaklarımın altında hissederdim her gelişinle cenneti. Ne sen büyüdüm derdin ne de ben büyüdüğünü bilirdim. Ben körpe kuzum diye okşadıkça başını sen daha sıkı sarılırdın boynuma.
Vakitlerden bir bayram vaktidir şimdi oğul. Gün ağardı, bayram sabahına uyandı herkes. Ben namaz bitişini yine sabırsızlıkla bekledim koşa koşa ellerimi öpmeye gelirsin diye. Baban bu bayram yalnız geldi camiden, gözlerime bile bakmadan usulca bayramlaşıp geçti köşesine. Sakın babalar ağlar mı diye bir tereddüde düşme oğul. Ben babanın bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağladığını o gün o köşede gördüm. Gelemeyişine yaktığı, onca zaman içinde biriktirdiği ağıtları o gün duydum. Gittiğin gün bile tevekkülle başını öne eğip ''veren de O, alanda…'' diye sabrı kucaklayan adam, o gün boşaltmıştı bütün hasretini. Sensiz sabahına uyandığımız o ilk bayram günü… Bil oğul, hep babaları giden çocuklar yetim kalmaz, çocukları giden babalar da yetim kalır, kolu kanadı kırılır. Hep babaları giden çocuklara ağlanmaz, çocukları giden babaların ağrılarına da ağlanır. Onların sancısı daha derin, yürekleri daha yaralıdır. Şimdi Baban kolsuz kanatsız, ağrılı, ağlamaklı yine de her daim hamd makamında.
Ah oğul… Can oğul… Sen bohçanı hazırlayıp gideceğin vakit: ''soluğu sağken, nefes alıyorken son kez gösterin evladımı bana'' dedim, dinlemediler. Dayanamazsın, bırakamazsın dediler. Gitmeli dediler. Çağrısı ötelerden dediler. Sustum. Gözümden akan nehre emanet ettim feryadımı. Sustum oğul… O yiğit başın koynuma düşerken sustum. Can evim cayır cayır yanarken, Cehennem yüreğimin orta yerine kurulmuşken, Sabrın selametine sığınıp sustum ben. Hüküm verilmişti bir kere. Hüküm O'ndandı. Seni bana veren O'yken benden alışına isyan etmek haddime miydi?
    Seni yolculamak ötelere, ardından Yâsin'lerle, Fâtihâ'larla el sallamak bana düştü, ölüme düğün gibi gitmek sana… Al yazması başında gelin gideceği günü beklemek sevdalına düştü, ölümün duvağını açmak sana… Alnın diye şu soğuk taşı öpmek bana düştü, kara örtüye bürünmek sana… Oğul… Ay oğul… Ey oğul... Üşüme oğul.

TANIMAK ZOR/Metin ACAR













Tanıyamıyorum
İnsanlar var orada
Bakıyorum algılayamıyorum
Yine insanlar telaşlı
Şimdi söyleyin bana
İnsanlar
Kaç kanatlı

Sizler
Belgisizlik taşıyorsunuz
Solgun ve hasta
Bitkin ve çelimsiz
Görünüyorsunuz
Fakat yok gibisiniz
Ortada bir kan var
Hani neredesiniz

Yağmurlar
Temizleyemiyor görünmeyenleri
Görünenler tahammülsüz
Siz yağmurlardan kaçıyorsunuz
Hüznü çamura
Kalpleri siyaha boyuyorsunuz

Memleketlim
Diyordun ya bana
Şam’dan ne haber
Afgan çocukları yaşıyor mu?
Ellerinden toprak kokusu
Gözlerinden de
Yarınlar okunuyor mu?

Bilmek istiyorum
Ortadaki kan kimin
Geçmişe, bugüne ve yarına
Hesapsız geçen her güne
Hakikati aradığım
Her şiirde
Ve gördüğüm her zerreciğe
Söylemek istiyorum
Allah
Var
Ve O her şeyi bilir.


SÜKÛT/ Hilal EJDERHA











Yüreğimize saklanan cümleler vardır
Hani kâğıtlara bile dökemediğimiz kelimeler
Göklere ulaşmayan düşler vardır
Bir de rengini bilmediğimiz hayaller…

Mana yürekte saklı belki
Gerçekler duvar deliklerine iliştirilmiş oysa
Gün yüzünü gösterecek belki
Karanlığa dair yıldızlar bulacağız kendimize inan ki.

Aslında cümlelere esirdir dilimiz
Kitaplarımız gül kokusu dağıtır ömrümüze
Sükût inceden bir sızı yüreğimize
Acılar hayallerimize sarılmış beklemekte.

Ama her şeye rağmen
Sükût olsun tek kelimen
Söyleyemediklerin için sükût ederek bağır
Yıldızları tak koluna ve ağır ağır
Sessizce yağan yağmuru dinle.

Sakın isyana esir düşme
Bırakıp da gitme acılarını
Hatta en eskimiş acılarını tazele gözlerinde
Sadece şiir gibi bir sükûta
Sürgün et sözlerini.

'S/ÂB/IR'LA BEKLENİR ÖZLENEN/ÖZLEYEN/Sibel KÖK











'Özledim' dediğinden beri
muştulanan bir vuslatın sevincindeyiz Yâr
içimizde güze kıyam duran bir bahar
vuslata boyun eğen bir hasret var
 
bildim, öğrendim ve inandım
meğer ne kutlu harflerden kurulu bir kelimeymiş özlem
ne serin bir cümleymiş 'özledim' ki
İnşirah esintisi salar yangın yerine dönen kalplerimize
 
âh ruha şifâ diye sürülen Yâr
özlem dudaklarında can buldu ya
yitirmiştir anlamını bütün kelimeler
yitirilmiştir kalbi dâr'a düşüren eğreti kederler
'özledim' dediysen sen
umut tohumlarını ekmişsindir yüreklerimize
geleceğinin muştusu verilmiştir bir kere
bize düşen sancılı bir bekleyiştir gelişini
tohumun toprağı yardığı âna dek
 
öyle bir bekleyiş ki bu
Tabduk'un dergâhından bizim diye giren bile
düşmeli utancı çok bir hayrete
öyle bir bekleyişle beklemeliyiz seni Yâr ki
Şems'in kıvılcımından tutuşan Aşk Pîri
demeli, görmemiştir cihan böyle bir ateşi
 
Bekliyoruz Yâr
orucunu açmak için
rahme üflenen ruhu bekleyen Meryem gibi
bekliyoruz
kalbimiz cennetle cehennem arası bir yerde
adına Âraf dedikleri
gözlerimizde sabrı telkin eden bir âyetin tefsiri dururken
sırrı gözyaşıyla yıkayıp adına s/âb/ır diyoruz
ve b/ekliyoruz
tohum toprağı yardı artık
geleceksin biliyoruz

BEKLENEN/Mustafa Alper TAŞ










sen bir cam açıyorsun
daha ne olsun

ağaçlar geçiyor içimizden
böyle gökyüzünü de görmedik hiç

bir serinlik karışıyor
ateşten yapılmış gibi öylece
ağacın gölgesini bulmaya çalışan
ve geçip gittiğimiz çayırda
bekleyen kadının
yaşlı kadının

bir ara yüzünü geçmişe
dönderir gibi çok büyük bir insan
bakıyorsun başka bir pencereden
benim yüzüm başka bir yerde
ama unutulmayan hatıralar arasında

belini tutarak bir adam karşıya
ve gözlerini kısarak
elleri arkasında
sanki herşey bir deniz
bakıyor
hepimiz bakıyoruz ya
güneş öyle güzel

gezdirilen bardaklar nasıl buğulanırsa
gözlerine bir hal gelip oturuyor
bir sarmaşığı soluyor gibi
evet içine çekerek karanlığını
terkedilmiş bir evin
vererek hızla ve uzağa
buğulanıyor görmelerimiz

esmer bir kalabalıksın
nehir geldi mi bulutları da gelen
resimlersin
hiç bilmediğim yerlerinde
elimin



AĞLAMA ÂDEMOĞLU ÂDEM OLMADIKTAN SONRA/Şeyhşamil EJDERHA











Kuşlar tellere dizilmiş perde perde
Ruhumu alıp götürüyorlar bir yerlere
Gönül bahçem yalnız, öksüz kalmış bir çocuk...
Kime tebessüm etsem
Bakıyorum, arkamdakiler nerede?

Dertler, dert içinde harman olmuş
Dalar düşlere rüyasız.
Kuşlar ağlar, ağlar umutlar...
Umutsuz kalmış insanlar yeryüzünde güneşi arar
Bir sestir deryaları bir damla suyla taşıran:
Allah bir, tekdir, gönüllerde çağlayan
Kuşlar bir neyzendir, nesin sen der
Ney’sin sen âdemoğlu ve çöller misali bir kum tanesi

Yüreğin ikiye ayrılmış birinde çağırıyor ezan sesi
Vav gibi diz çökmüş, bekliyorsun sonun sonsuzluğunu...
Sonsuzluk harf harf, hece hece gönülden dökülmedikçe
Nesin sen âdemoğlu bir damla âdemde
Yalnız gözler ağlamaz yürekler ağlamadıkça

Bir sor bakalım cerrahlara kalp var mı insanlarda?
Aradın onu; gökte, yerde, taşta, yağmurda, gözyaşında, kalp denilen organda
Aklın almadı senin o nasıl sığardı oralara
Yerini söylüyor halbuki sana, şah damarının attığı noktada
Ağlama âdemoğlu, kuşlar ağlamadıktan sonra
Göller derya olup, bu ateşte yanmadıktan sonra
Ağlasan ne fayda, Nuh’un Gemisi’nde toz olmadıktan sonra

Ney’sin sen, sesini üfle dualarına
Belki bir rüzgâr çıkar, götür seni uzak diyarlara
Ağlama taş toprak ağlamadıktan sonra
Ağlasan ne fayda organa kalp dedikten sonra
Ağlama âdemoğlu âdem olmadıktan sonra.

 13/11/2013 03:45

GECEYE CAN SUNMAK/Ufuk TÜRK




                 
    
                

“Ya bana demlenecek bir zaman seç 
Ya getirir hüzünlerimi kapınıza yığarım





Bir eski dünya düşü kuruyorum
Modern zamanlardan uzakta olan
Kalbimin tam ortasında ellerin duruyor
Yırtıyorum göğün yağmurlarını
Hüznümü sırtlanıp sana geliyorum

Bir köşende sessizce otururum söz
Yük olmam
Ne bakarım gözlerine, ne yakarım ellerimi
Bir bardak çayın yeter
Yanar açtığın yarada köz

İster kov beni, ister döv
Ben kapının dilencisiyim
İpe çek istersen, istersen söv
Meylim yok senden gayrısına
Ben kapının bekçisiyim

Yıllar ufalanırken avuçlarımda
Senli türküler biriktirdim omuzlarımda
Kar yağdı, güneş açtı
Sen vardın bir de ben
Kuş uçmaz kervan geçmez yamaçlarımda

Gözlerinin kuyusunda kayboldum
Taraf tuttum acıdan yana
Bazen Yusuf oldum, Eyyüb bazen
Ve sonunda yenildim dünyanın yalanına

Bir türkü söyle bana, hadi
Vur teline sazın
Mızrabını çal kalbim kanasın
Ya gözlerime bak artık
Ya bu gözler artık yaşamasın. 

SEN ŞİİRDEN ANLAMIYORSUN/Metin ACAR











Sen şiirden anlamıyorsun
Duman tütmüyor başında
Yanı başında geziniyor dünya
Dünya alıyor seni

Sen beni de anlamıyorsun
Ben aldım başımı gidiyorum
Şiirimin bir tarafı Balkanlar
Diğer yönü Açe

Ben balkanları hiç görmedim
Şiirim görüyor kuşbakışı
Şimdi beni anlıyor musun?
Ellerine bakıyorum

Ellerin çizilmemiş bir harita
Ver bana
Şiirle doldurayım ellerini
Savur, etkilidir
Dik başlı giderler
Müslüman şiirlerdir
Yönü bellidir

Yolunu mu kaybettin
Aç ellerini
Anlayacaksın beni
Sana kızamıyorum
Şiire de kızmıyorum
Sen iyi ol
Şiirim seni de bulur
Sen şiirden anlamıyorsun
Ben şiir okuyamıyorum
Ben sadece yazarım
Şimdi beni anlıyor musun?

KUMAR/Fazlı BAYRAM











kumar
ortasında vebalin
çarmıhta bir denklem
kerbela vapur sancağında
bir sırat bir sual
sırtında adamın atardamar çukurları
eşgali üçgen 
köşeleri hünerli

simdi sen hangi dağı alsan kanatlarının altına
bende sensimon kışlası açar
daha bahara var
vakit dar kutuplara
hangi yalanı söylersen söyle
bana düşen inanmak papatya kokularına

kumar
korkulara ortak
vurdukça rüzgâr yarınları taşır
taşır taşımasına da
taşır taşırmasına da
yarınları ölümden  uzaklaştırır

bana bir tahta getir
yazı tahtası alın yazısından
hangi tuzağı kurarsan kur
ayrılığa yakın olsun
bu sefer de çimenler açsın her çiçeği
nedir ki 
ne var sanki
bu sefer de perdeler
gözlerini içeri açsın
ya da delsin perdeleri bakışların 
gizlediğim bütün günahlarımla yüzleştir beni.

Not: bu şiir  H.Ahmet ERALP'in tütününün kağıdının kabuğuna, bir tütün kağıdı kabuğu da tarafımdan eklenerek yazıldığı dostlarca biline...

YOL UZUN, UZUN YOL/Şeyhşamil EJDERHA


  

H. Ahmet ERALP Ağabey’e

Yol uzun
Evlerin bacasından çıkan ince alevler
Hava soğuk, dualarla ısınıyor ümitler
Arkada set çekmiş nefsime dağlar
Yüreğimi dağlar

Otobüs uzun
Hızla içiyor ufka kanat açmış yolu
Ağaçlar selam salıyor yol boyu
Selamları işaret ediyor
Güneşin yorgun kolu

Yol uzun
Günah işlediğim günün ertesi
Tatlı bir ses dostun sesi
Gel diyor dünün ertesi
Gidelim yollar bize dar gelsin
Bu cihanda misafiriz, misafirler bizimle gelsin

Yol uzun
Misafir miyim bu yolda?
Yoksa ev sahibi mi gelecek umutlara
Ak bulutlar arkamda
Misafirliğe gidiyoruz Fahr-i Cihan dostuna
Uzun yol çağırıyor sohbete
Sohbet kaçınılmaz sor sualleri suallere

Dağlar sıra sıra uzanmış göğe
Gökleri tutuyorlar dualar ile
Ey dağlar! El açın göklere
Bırakın bensizliğimi benimle

Tekbir getiriyor bülbüller güle
Salâvatlar bu yolda bizimle
Dostun dostuyuz gönülden gönüle
Uzun yol... Çabuk bit ne olur?

Düşünceler sıra sıra bizimle
Sıralanıyor nefsim günahlarım ile
Allah'ım affet beni dualarım ile
Gidiyoruz nur yüzlü sevgiliye




TÜTÜN KÂĞIDI KABUĞU ŞİİRLERİ/Fazlı BAYRAM



            Sözcü çıktı geldi bir akşam; yanında canını cümleden aziz bildiği ile.
İçildi çaylar türküler kanatırken yaraları pençe pençe vururken kalplerimize mızrabını zülfü yüzüne dökülenler, zülfü yüzlere dökenler…
Tütün içilmedi mi bu âlemde?
Yandı döndü, döndü yandı, söndü sonra şahadet parmaklarımız şahit. Tütün ha! Sigara sanılmasın sakın. Bağrımızdaki tahtada ekmek açar gibi açıp kâğıdını kundaklayıp sarmalayıp içinde tütünü dinamit gibi ciğerlerimize saldığımız şu bizim altın kalpli tütün…
İçildikçe içildi.
Serden de yardan da geçildi.
Sırdan da geçildi.
Sözcünün kâğıdı bitti; Canı cümleden aziz bilinen memnun ayağındaki tozdan… Şair sanılan şiir dermede derdi dert bilmeye çalışarak bilemekte kalemini.
Ben dedi: “Bir dağ şiiri yazmalıyım dağları çok severim.”      
Uzattı sözcü tütün kâğıdı kabuğunu: “Buna dedi benim için bir şiir yaz”
Şair: “Ben de sana şuna rubai yazayım” diye tütün kâğıdının ortasındaki ayıraç kağıdını işaret etti. Koydu kâğıt kabuğunu şair sanılan gönlüne, gömleğinin döş cebi hizasındaki gönlüne. Kim bilir dostunun bu ricasını ne zaman yerine getirebilirdi. Hiç ihtimal vermedi kendi kendine. Neden sonra kalktı masadan ocağa gitmek üzereydi ki mısralar üşüşmüştü bile gönlüne, başına düşer gibi.
Ocaktaki kâğıt kaleme dar düştü. Dökülüvermişti kalemden bir çırpıda sözler:

Zalım sözcünün gül sesinden mermiler şiir gibi çarpar kalbe
şimdi bana yaz mı diyorsun
şiirini yaz da okuyayım
ben değil miyim okuduğun her şiirinde
maksus muzdarib pür sancıyım karşında
böyleyken aşka meftun sandıklarındanım
oysa bezirganıyım ancak dergahının
beni hor gör
beni ertele
beni kına sözcü
hakaretine mazharım ancak iltifatına değil
şairliği sesinden öğrendim
gül sesinde kalem kağıda düşürdü beni
kulağımdan çekildiğin gün bir bulut gibi
o zaman yazarım yazabilirim şiiri
buncasını sayma ben okurken değil
sen söylerken güzel sandım
şiir mi diyorsun hâlâ
onun da bezirganıyım ancak
neşvedarım seninle sözcü
ama uzak şairliğe sayende hissiyatım

Sözcü şairliğini belli etmez rubai yazardı. Şair sanılanın yazdığı bu şiiri görmeden aşağıdaki rubaiyi yazmıştı o da:  

DAĞ

İçimde bir dağ büyür, dağın içinde bir dağ
İçinde kasırgalar, içinde acun, uçmağ
Şu dağlar nispetince bütün seyyiatımı
Hasenata çevirir tövbe denilen çerağ

Daha sonra önceden kararlaştırılan buluşma yerine şair sanılan gidememiş, yazdığı şiiri canı cümleden aziz bilinenle göndermiştir. Zalım sözcü yaman sözcü şair sanılanın kendine yazdığı şiiri buluşma yerinde okur okumaz oracıkta hemen anında bir rubai daha zımbalayıvermiştir kalplerimize:
  

EY ŞAİR!

Kelimelerle geldim, şair, beni dizele
Ve gizle mesneviye, kasideye, gazele
Gizle ki en bilinmez, en mahrem mazmun olam
Sonra da sun, okunsun bu şiir 'En Güzel'e

Dipnot                                             :
Şair sanılan : Fazlı Bayram
Söcü : Mehmet Yaşar
Canı cümleden aziz bilinen : H.Ahmet Eralp
 Editörün Dipnotu                            :
Tütün Kâğıdı Kabuğu: Sigara kâğıtlarının topluca içine konulduğu kalın kağıt. Ebatı üç sigara kağıdı ebadına yakın, dış tarafında sigara kağıdının reklamı olup, sigara kağıtları ile kucaklaştığı yüzü yazısızdır. Bu yazısız bölüm şiir yazmak için uygun olup, içindeki kağıda tütün sarıp içmek kadar etkilidir.
Tütün Kâğıdı Kabuğu'nun Hikâyesi: Tütün kâğıdı kabuğuna Fazlı Bayram yazısını ve şiirini yazdıktan sonra. Sigara Kâğıdı kabuğunun içindeki sigara kâğıtlarının bir başında, bir de sonunda sigara kağıdı ebadında iki kağıt bulunmaktadır. (Bilgi: H. Ahmet ERALP) İşte bu kağıtlara Mehmet Yaşar rubai yazmaktadır. Meraklıları için: Fazlı Bayram tütün kağıdı kabuğuna yazı ve şiirini yazarken içindeki küçük kağıdı Mehmet Yaşar'a veriyormuş. Bu arada Fazlı Bayram sigara kağıtlarının baş tarafındaki kalın kağıdı veriyor, sonundaki ikinci kağıttan habersiz miş. Bunu Mehmet Yaşar tespit etmiş ama iki rubai yazmak zorunda kalacağından Fazlı Bayram'a söylemiyormuş. Ama nihayetinde Mehmet Yaşar yukarıda yayınlanan iki rubaiyi yazıyor. Ancak bundan sonraki Fazlı Bayram'ın her şiir ve yazısına karşı iki rubai borçlanmış oluyor.

BİR KÖFTENİN ANATOMİSİ/Can MUTLU



Dönüp Kıbleye’ye, Kıblem AVM’ye
Durdum divana, uydum CONİ’ye

Hatırlar mısınız?

Kredi kartından önce, insanların birbirinde kredisi vardı…
Olursa ödemek hesap kesim ve görünce istememek son ödeme tarihli,

Önce bu krediler tükendi, sonra olmayan paraya alıştık en sanalından…
Varsa da aldık yoksa da, yoksul çocukluğumuza inat, sonradan görmeliğimize tüy diktik el birliğiyle,

Çoğumuzun doğup büyüdüğü evler iki gözdü
Ama 4+1’ lere sığamadık, gönüllerimiz küçüldü evlerimizin büyümesine paralel ve aynı
oranda.

Tüketim dinine iman ettik toplu halde,
Tek kol aralığı hizaya geldik, hatırdan gönülden tövbe edip, hesaba kitaba yöneldik;

Ev alınacak al, tatile gidilecek git, ekonomik olunacak ol!

Konut Kredisi;  Zekâtı,
Kredi Kartı;  Namazı,
AVM’ler Camisiydi bu yeni inancın,

Hangi yaş aralıklarında hangi tüketici davranışları göstereceğimize de bu din karar veriyordu aslında,
Ve biz hiç yanıltmıyorduk, boşa çıkarmıyorduk beklentilerini aziz kapitalizmin

MIS, CRM, Capital Market, Fosil Yakıtlar, Yenilenebilir Enerji, Yeni Nesil Ödeme Kaydedici Cihazlar…
Üfürükten, püsürükten şeyler kafamızı bulandırırken zikir niyetine,
First level; “cepler dolu kalpler boş”
Bla, bla, bla…
next level; “cepte boş kalpte bomboş”
hoop “cambaza bak”

“the müslim you have called cannot be reached at the moment, please try again later”

Sonunda köfteyi çaktık çakmasına da,
Hem geç oldu biraz ve hem de içli değildi köftesi sekülerizmin.

Allahümme ecirna minnennar . . .


KASABA TERİ/Mustafa Alper TAŞ














geçmişin bakırdan heykeli
çürüyen kıvrımlarında gülüşlerin
ne söylense yetmeyen
haller gibi

konuşuyorsun
kara bulutlarla boyanmış
bir deniz seriliyor aklıma
ve orada esen rüzgarın serinliği

uzak bir yere varacak
ve oradan yüklenip yeni kimseleri
gemiler geliyor
beyaz gövdelerinde ışıldayan
balık hevesleri

sesin
uzakta patlayan bir tüfeği andıran sesin

II

alnından
henüz ıslanmış çimenlerin
o tuhaf gölgeleri
gelip geçti belki
sesinin aslanlarıyla yüzleştiğim vakit

hayır korku değil sevgilim
çeşmede kalan sıcaklığı ellerinin
yeşili bu yüzden
çok sevdim

üşüterek bir odayı
tahtadan ve karanfillerden
bizim bu yenilenen sevgimiz
her açılışında
ikindidir
kollarında çürümüş yaprakların
eskimez kokusu

bilmiyorum daha ne kadar
pembeleşen bir anda korkusuz sözlerle
yüzünü saklamakta
siyah saçlarını yalnız
hatırladığım bir kadın

o günler hep serinliğin peşindeyim

III

seyrek konuşmalarından hatırladığım
bir kadın nedense geceleri
yemyeşil elleri
günün oyduğu trenlerden çok
sularla çevrili ve dağlara yaslanmış
bir kasabayı sevdi

ışıklar örtmez ölüleri

ağzında gelinciklerin acı ve kırmızı tadıyla
kokusuyla yeni uyanmış ahşabın
gerinir tavanda bekletilen cenazesi
orada günün

öyle uzun
bir uçtan uca inanmak akşam masallarına
kuşlar konar ve kalkar adamlar eve
bir çocuğun perdeyi boyayan pembesi
durur boğazlarında

yine yaşamak
güzel

BENİ ŞURACIKTA BIRAKIVERSEN‏/Metin ACAR

     
                      


Mehmet YAŞAR 'AĞABEY'E     







Beni şuracıkta bırakıversen
Yolum uzak değil
Kaybolmam merak etme
Zaten herkes ne tarafa
Ben tam tersi yönden gideceğim
Yolun izinin tozuna kadar farkındayım
Başıma bir bela gelirse
İşte bununla yaşayamam
Bana öğretmediler
Diri ile ölüm arasındaki farkı
Sonuç diride ölecek
İstemese de ölüme karşı

Doyumsuz bir duygu var içimde
Alevlere karşı geliyormuşçasına
Yürüyorum
Sokağın başında her zamanki gibi
Yere bakan ve uyuyor mu uyanık mı belli değil
Veya kendince zikre dalmakta
Sessiz bir amca
Yavaşça kaldırdı kafasını ve baktı
Bir bakış bile
Çizgilerin yolunu gösteriyor gibi
Selam verdim amcaya
Sadece oturaklı bir şekilde
Başını salladı ve cevap verdi
Evladım sen kimsin,
Hangi kapının tokmağından
Ve hangi ağacın altında gölgeledin de
Geldin meczup bir şehre
Amca başını tekrar eğdi
Dikkat et evlat dikkat et
Yanlış bir şey de yaparsan
Tövbe et

Uzaktan kocamış bir araba görüyorum
Tabiî ki de bu bizim kocamış
Ve için de biri var
Yolun kenarında duranı alacak
Alacak ve fikrin ve zikrin örtüştüğü yere
İşte tam oracıkta bırakacak
Geliyor işte
Elimi uzatmaya gerek var mı görmen için
Veya çal bir korna
Ben koşa koşa geçerim karşıya
Sonra uçur bizi gönlümüzden geçen
Sazın, sözün ve mananın var olduğu yere.