DİLSİZ BİR MİLLET YOK OLMAYA MAHKUMDUR/Bekir BÜYÜKKURT


            Dil, sözlükte insanların duygu ve düşüncelerini sözler aracılığı ile anlatma aracı olarak ifade edilir. Bu ifadeden hareketle, dili olmayan bir insanın duygu ve düşüncelerini sözlü olarak aktarmasının da (el ve yüz işaretleri ile anlaşanları müstesna tutmak kaydıyla) neredeyse imkânsız olacağı sonucuna ulaşabiliriz. Dil, insanlarda anlaşma aracı olduğu gibi milletler arasında da anlaşma aracı olarak yerini muhafaza etmektedir. Bu sebepten dili, içtimai bir müessese olarak nitelemek yerinde ve doğru bir ifade olacaktır. Yani bir milletin dilini inceleyerek tarihi macerasını, temaslarını, ekonomik ve sosyal faaliyetlerini, ahlak ve tefekkürünü yakalayabilirsiniz. Dili kuşlardaki kanatlara benzetebiliriz ki; kanatsız bir kuş kuş olmaktan çıktığı gibi, dilsiz bir insan ya da millet de kendi özelliğini kaybetmiş olur.

            Dil, bir milletin kültürel değerlerinin başında gelir. Bundan dolayı ona büyük ehemmiyet vermek gerekir. Cemil Meriç bu hali ifade etmek için; ‘Kamus bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır.’ diyerek milletlerin lügatlerine-sözlüklerine gereken ehemmiyeti göstermesi gerektiğini söylemiştir. Aynı dili konuşan insanlar ‘millet’ denilen sosyal varlığın temelini oluştururlar. Dil, duygu ve düşünceyi insana aktaran bir vasıta olduğu için, insan topluluklarını bir yığın veya kitle olmaktan kurtararak, aralarında duygu ve düşünce birliği olan bir cemiyet, yani ‘millet’ haline getirir. Bu sözlerden maksadın anlaşmak için sadece aynı dilin konuşulması gerektiği de değildir. Hazreti Mevlana(ra); ‘Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilirler’ diyerek anlaşma noktasında aynı duyguların paylaşılması gerektiğini ifade etmişlerdir. Millet olmak aynı dili konuşmakla birlikte, aynı duyguları taşımayı da gerektirir. Bir dilin kelimeleri, o dili konuşan insanların düşleri, hatıraları ve özlemleridir.

            Kişi dili doğduğunda hazır bulur. Dil cemiyetin ferde bağışladığı en büyük mirastır. Cumhuriyet kadrosu dilde bazı yeniliklere! giderek birtakım değişiklikler yapmıştır. Bunların başında harf inkılâbı gelmektedir. Milletin okuma-yazma oranının düşük olduğu bahane edilerek; milletin bin küsür yıldır kullandığı harflerin yok sayılması ve bunun yerine kültür ve medeniyetimizle alakası bulunmayan Latin alfabesinin getirilmesi o dönem kadrosunun akıl sağlığının hiçte yerinde olmadığını göstermektedir. Harf inkılâbının ve diğer değişikliklerin yapılmasının temel sebebi; milletin geçmiş ile bağlarının koparılması ve kendilerinin inşâ edeceği bir toplum meydana getirme düşüncesidir. İdeoloji, çağımızın anahtar kelimelerinden biri, vuzuhu kilitleyen bir anahtar. İlimden uzak ve tamamen ideolojik düşüncelerle yapılan harf inkılâbı ve akabinde arşiv kaynaklarımızın yurt dışına atık kâğıt fiyatına satılması, Osmanlıca okuyan ve öğretenlerin idam edilmesi, devlet arşivlerinin rutubetli depolara küflenmek üzere terk edilmesi gafletten ziyade ihanetin vesikası niteliği taşımaktadır.

            Daha sonraki süreçlerde ‘kraldan çok kralcı’ geçinen güruh ise dil ile uğraşmayı marifet zannedip halka yardımcı olup, bilime katkı sağladığını zannederek dilde birtakım sadeleştirmeye-öztürkçeleşmeye gitmiştir. Akıl kelimesi Türkçeye Arapçadan geçmiştir ama akıl ile alakalı yirmi kadar deyimi Türkler vücuda getirmiştir. Şimdi ‘akıl’ kelimesi Arapçadır diye onu dilden çıkarmak, Türkçedir diye ‘us’ kelimesini diriltmeye çalışarak, yirmiden fazla deyimi yok etmek akıl karı mıdır? Böyle bir davranış ilme ve milli kültür anlayışına uyar mı? Milli dil kendi tarihi rotasında gelişirken elbette edebi-akademik çalışmalarla desteklenmeli ve zenginleştirilmelidir. Ancak dilde uydurmacılık ve sadeleştirme yoluna gidilmesi içtimai bir mesele olmaktan çok marazi bir psikolojik sapmadır. Bu kişilerin hekim gözetiminde bulunması gerekmektedir.

            Günümüze geldiğimizde ise, Genç nesillerin Türkçe namına kullandığı dilin yarı İngilizce(tarzanca) ve yarı Türkçe karışımı bir dil olması hepimizi derinden üzmekte ve gelecek nesillere ne hesap vereceğimizi düşündürmektedir. Burada gençleri tek suçlu olarak görmemek gerekir ki; onları anaokulundan başlayarak İngilizce öğreteceğiz diye kandırıp Türkçeyi dahi bilmez duruma getirenlerin bunda hiç günahı yok mu? Dükkân tabelaları ilk bakışta bizleri yabancı bir ülkede bulunuyormuş havasına sokmaktadır. Edebiyat ve sanat camiasında kullanılması gereken edebi kelimelerin yerini, gündelik hayatta kullanılan 300-500 kelimenin biraz fazlasının alması mevzunun vahametini daha da ortaya sermektedir. Akademik kadronun Türkçe ile yakından uzaktan alakası olmayan bir ‘akademik dil-üslup’ kullanması ise tüm bunlara tuz-biber olmaktadır. Bu akademik çalışmaların dili-üslubu, halk tarafından anlaşılmaması için özel bir gayret gösteriliyormuş intibaını uyandırmaktadır. Yoksa hiçbir şey yapamadıklarının açığa çıkmasından mı çekiniyorlar ki böyle üstü kapalı ve anlaşılmaz bir dil-üslup kullanıyorlar? Yazı ve dil bir milletin dünü, bugünü ve yarını arasında irtibat sağlayan bir ‘kültür köprüsü’ niteliği taşımaktadır. Nesilleri birbirinden, milleti geçmiş ve geleceğinden koparan bir dil politikası, başarılı olduğu nispette tehlikeli olmaktadır.

            Kendi milletinin tarih ve kültürünü öğrenmek ve incelemek isteyen her Türk, eski eserleri anlamak ve onlardan zevk almak için bu dili, daha doğrusu bu alfabeyi, bilmek zorundadır. Yabancı kültür ve eserlerden istifade etmek için yabancı dili okullarımızda öğretmek maksadıyla bunca emek ve para harcanırken, kendi kültür kaynaklarımıza sırt çevirmeyi ve hatta orayı düşman safları olarak görmeyi mazur görmek ve göstermek anlaması güç bir durum ortaya çıkarmaktadır. Bunun adına gaflet, cehalet, delalet ve ihanet denir. Bununla birlikte kişinin önce kendi dilini tüm derinliklerine kadar öğrenmesi ve daha sonra başka dilleri öğrenmeye çalışması gerekmektedir.

            Ne gariptir ki, tamamen bize ait olan ve günümüzde artık Osmanlıca olarak tabir edilen tarihi Türkiye Türkçesini bir yazı dili olmaktan öte, ayrı bir lisan zannedenlerimizin sayısı maalesef hiçte az değildir. Günümüz gençliğinin hissesine dedelerinin bin küsür yıl önceki kültür mirasını rahatlıkla okuyup anlayabilen diğer milletlere imrenmek mi düşüyor? Bir İngiliz 400 yıl önce yaşayan ve yazan edebiyatçılarını okuyor ve anlıyor, biz ise Türkçede giriştiğimiz katliam nedeniyle değil 400 yıl önceki yazarlarımızı okumak ve anlamak, 40-50 yıl önce yazılmış eserleri dahi okumakta ve anlamakta güçlük çekmekteyiz. Neden biz de kendi çocuğumuza araştırdığı herhangi bir mevzuda, ecdadının birikimine birinci elden uzanabile imkânını tanımayalım ki?

Çok boyutlu bir altyapıya sahip ve tarihine yabancı kalmamış, büyüklerine sevgisini ve saygısını kaybetmemiş, diline sahip çıkmayı kendine görev addetmiş bir nesil, geleceğe daha ümitle bakmamızın teminatıdır. Gelecek diline sahip çıkan milletlerin olacaktır.

KARLARA YAPILMIŞ SANSÜR: YOLLAR/Prof. Dr. Mühim Birinsan


Bir kar tanesi düştü yeryüzüne, her gün binlercesi. Yol kenarları karla doluydu, çatılar karla doluydu, ağaçların dalları karla doluydu, dağlar ve tepeler de. Fakat o işlek yollar? O yollarda niye kar yoktu ki? Neden kar yollara yağmaz? Bulutlar neden yolların üzerine bırakmaz kar tanelerini? Mevsim kışken yapılan yolculuklarda hep akla takılır durur bu sorular; neden sonra yaz gelir, erir gider tüm bilinmeyenler zihinden, kırıntılarını da bırakarak bir köşeye.

Biri ölür, her gün binlercesi ölür. İnsan yapamayacağını düşünür gidenin yokluğunun verdiği taze rahatsızlıkla. Feryatlar, figanlar… Dizleri döver eller. Fakat o rahatsızlık da bayatlar mevcut her nesnenin bayatladığı gibi, entropi işte… Unutulur her şey zamanla. Alışılır her şeye çünkü alışmaya çalışmak diye bir şey yoktur. Alışmak zorundadır insan.

Bir kuzu doğar, annesinin de bir zamanlar doğduğu gibi. Büyür; sütünden yararlanılır önce, etinden ve yününden sonra. O yün, bir kumaşa dönüşür maharetli ellerde: Yeşil, kenarları sarılarla işlenmiş bir kumaş. Zamanı gelir bir tahtanın üstünü kaplar, her gün binlercesinin üstünü.

Bir marangoz. Atölyesinde sanatını icra eder. “Çevrilen dolaplar”ın da imalatçısı odur, yeni evlenmiş çiftlerin karyolasını da o imal eder. Her gün bir mamul çıkar elinden, her yıl binlercesi. Gün olur yeni aldığı ayakkabısını giyip geldiği atölyesinde yeni bir “insankabı” üretir, hiç bilemeden hangi insanın o kaba gireceğini.

Bir damla petrol çıkar topraktan, her gün binlerce damla petrol çıkar. Savaşlar yaşanır o petrol damlaları için, ülkeler birbirini yer, stratejik planlar yapılır, füzeler bombalar üretilir. Bir petrol damlası için milyonlarca damla kan ve gözyaşı akıtılır. Şüphesiz bunun da bir sebebi vardır.

Bir fabrika, otomobil fabrikası… Bir araç üretilir, her yıl binlerce üretilir. Bir milyonuncu araç büyük bir törenle banttan indirilir. Bilinmez ki o araç bir belediyenin hizmetinde cenaze taşıma aracı olarak kullanılacaktır.

Peki, neden kar yollara yağmaz ki?

İşte şimdi anlıyorum. Yollara kar yağsaydı tabutun üstünü örtecek kumaşın yününü sağlayan o kuzu doğmazdı. O tabutu taşıyacak o bir milyonuncu araç üretilmezdi, o aracı yürütecek petrol için savaşlar da yaşanmazdı. Kendini taşıyacak tabutu yapmazdı o marangoz, ölmezdi. O kaba girmezdi. Eğer yollara da kar yağsa, kapanırdı yollar. O kapalı yollardan hiç kimse ebedi istirahatgahına götürülemezdi ki. İşte şimdi anlıyorum, işte şimdi.

“SEHER VAKTİNDE AMAN HAY DEMEYE GELDİM”/Ali İLBEY



 “Sabahın seher vaktinde / Aman Hay demeye geldim / Hu deyip dönmeye geldim” diyen ilâhî ile Mutlak sevgiliye münâcâtta bulundunuz mu gözyaşlarınızla arınarak?
Bin miligramlık cezbe ile, “Seher vakti çıkmış yolun üstüne / Bir bakışta yaraladı yar beni ” diyerek gözlerinizden perdenin kalktığı oldu mu hiç?

Mutlak sevgili olan yar seher vakti kimlerin yoluna çıkar?  Bu sual üstüne her Müslümanın tefekkür sancısından kıvranması gerekmez mi?

“SEHER VAKTİNDE UYANIK OLANLAR NELER SEYRETTİLER, ÂH NELER!”

İskender Pala, “Aşka Dair” inde  “Seher Âşıkları” nı yazmış. “Seherde bâğa geldi seyre cânân / Neler seyr eyledi bîdâr (uyanık) olanlar” beytini şerh etmiş ve demiş ki:

“Sevgili bir seher vaktinde gül bahçesinde gezintiye çıktı. O vakitte uyanık olanlar neler seyrettiler, ah neler... (…) Seher vaktinde Sevgili’nin iltifatına mazhar olmak üzere onun seyrana çıktığı (tecelli ettiği) bahçeye koşmanız elbette zümre-i hâssu'l-havâssa (özge kullar zümresine) girdiğinizin bir delilidir ki o bahçede seyredilecek güzelliklerin haddi hesabı yoktur. ”
                                                                      
Seher vakti edilen ah, nasıl bir ah’tır? Bir ehl-i hüznün yüreğine bakmak lâzım.

Âşık Teslim Abdal’ın, “Seherde bir bağa girdim” türküsünü cezbe hâlinde dinlemiyorsanız yahut dinleyip de mânasına eremiyorsanız boşuna dinliyorsunuz Müslümanın gönül felsefesini anlatan bu türküyü:

“SEHERDE BİR BAĞA GİRDİM, NE BAĞ DUYDU NE BAĞBANCI”

“Seherde bir bağa girdim / Ne bağ duydu ne bağbancı / El vurup güllerin derdim / Ne bağ duydu ne bağbancı / Bağın kapısını açtım / Sandım ki cennete düştüm / Yar ile tenha buluştum / Ne bağ duydu ne bağbancı.”

Dîvan edebiyatında gül bahçesi mânasına da gelen “bağ”, seher vaktinde uyanık olanların ziyaret ettiği mâna âlemidir. “Seherde bir bağa girdim” sözünün tasavvuftaki mânası seher vaktinde mâna âlemine varıp gelmektir. Elbetteki kalp gözü açık olanlar ve gözünde perde olmayanlardan bahsediyoruz.

Bu türkünün bir uyarlamasını da Hak âşıklardan Gevherî’den dinleyelim:                                                                                                                                           
“Bu gün ben bir bağa girdim / Ne bağ duydu ne bağbancı / (…) Bağın duvarından aştım / Kırmızı gülüne koştum / Öptüm sardım helallaştım / (…) Bağın kapusunu açtım / Sanasın cennete düştüm / Doldurdum badesin içtim / (…) / Gevheri yükünü tuttu / Ne bağ duydu ne bağbancı.”

Gevherî’nin mârifetini anlatırken, seher vakti ehli olanlar cezbe ile dinlesin. Bu Hak âşığı seher vaktinde “bağa” girer. Edebinden dolayı bağa, yâni gül bahçesine, yâni cennetin bir köşesine sessizce varır, öpüp koklar. Aşkını dile getirir, aldığı ilâhî hazdan dolayı bağdan hakkını helâl etmesini ister. Seher vakti sona erince Gevherî yükünü tuttuğuna, yâni “bağ”ın ulvî lezzetiyle döndüğüne sevinir.

Seher vaktinin ulviyetinden bihaber modernler ve uyuyan gâfiller, Gevherî’nin “bağ”dan aldığı mânevî hazzı tadabilirler mi? Bağın kapısını açıp, bâdesini içebilirler mi? Gülünü koklayıp, sevinerek dönebilirler mi? Zamanlar ötesi bu bağda aşkça vakitler yaşayıp ilahî huzura erebilirler mi?

Seher vakti uyumayıp kalp gözünü açık tutma tâlimini tamamlayanlar ve yine bu vakitte kalp aynasını cilalayanlar mânevî olarak arzu ettikleri her şeyi görürler. Bir misal olsun. Tekke şiirimizden uyarlanan türkülerimizden “Sabahın seher vaktinde / Ali'yi gördüm Ali'yi / (…) Ali'yi gördüm çağında / Güller açar dost bağında…” diyen âşık Kul Himmet’in maksadı cennet bahçesiyle hemhâl olmak, yâni bağa girip gülünü derleyip üzümünü yemek, yâni bâdesini içmektir.


“SEHER VAKTİ ÇALDIM YÂRİN KAPISIN”                                                                                                                           
Seher vakti yârin kapısı niye çalınır? Bağın kapısı nasıl açılır? Seher vaktini mânasınca idrak edebilenler açabilir ancak bağın kapısını. Seher vakti bağın kapısı nasıl açılır suali ağır bir sualdir ki, aradan çıkıp cevabını ehline bırakalım.

Ali Yurtgezen hocanın, Âşık Agâhî’nin “Seher vakti çaldım yârin kapısın / Baktım yârin kapıları sürmeli / Boş bulmadım otağının yapısın / Çıkageldi bir gözleri sürmeli” türküsünün şerhinden şu satırları her Müslüman derûnî bilgisine katması gerek:

“Yâr’dan murat, yâr-ı hakikîdir ki Allah’tır (cc). ‘Kapı’ dediği âlem-i melekûtun, âlem-i gaybın, nihayetinde halvet-serây-ı vahdetin eşiğidir; harem-i visâle mahrem olmak için ruhsat almak arzusunun izhârıdır. Velâkin kapı sürmelidir. (…) Sûfiyye lisanında feth-i bâb ki ‘kapı açmak’ demektir, sülûkta makamları aşmak, yahut ruh müşkillerinin halli mânâsınadır. İmdi ‘çaldım yârin kapısın’ ‘seher vakti’ ile gelince, bu, ‘sabah namazı’ olur. ‘kapıların sürmeli’ olup açılmaması, namazdan feyz alamamak, hulûs-i kalbi ve huşû’u bulamamaktır. ‘Otağının yapısı’ âlem-i mülk yahut âlem-i şühût’tur; zamiri ‘yâr’e, yani Allah’a (cc) râcîdir.  (…) ‘Nitekim ‘bir gözleri sürmeli çıkagelmiş’tir. ‘Gözleri sürmeli’ mürşîd-i kâmildir. Zira mürşîd erbâb-ı nazardır; bakmasını ve görmesini bilir. ‘Sürmeli göz’, hem basîretten hem de Hazret-i Peygamber’in (s.a.s) sünnetine ittibâdan kinâyedir.  (…) seher vakti tâatin mükâfâtıdır. ‘Açtırdım kapıyı girdim içeri’ dediği, hod-be hod açamadığı kapının bir mürşîd-i kâmil marifetiyle açılması, seyr ü sülûkün ibtidâsıdır.”  

Öyleyse, “Bağ” ın kapısından vecd ile girmek için durmayıp tâlime devam edelim: “Sabahın seher vaktinde / Aman Hay demeye geldim / Hu deyip dönmeye geldim.”



***

KALEMİN YARATILIŞI



Önce kalem yaratıldı. Kaleme yaz emri verildi. Kalem ne yazacağını sordu. “Yaradanın birliğini ve O’ndan başka tapılacak olmadığını” yazması emredildi. Kalem emredileni yazdı. Ruhlar da kalemin yazdıklarını tekrarlayarak söz verdiler.     

  Kalemin tarihi, yazının tarihinden eskidir, diyor ilim ehli. Kalem yaratılınca, yazı ondan doğdu. İlk kalemi Âdem Âleyhisselâm tuttu; ilk yazıyı O (a.s.) yazdı. Âlimler, Efendimiz s.a.v.’ın Miraç esnasında “Kalemlerin cızırtısını” duymasını, Allah’ın buyruklarını yazıya geçiren meleklerin kamış kalemlerinin sesi olarak ifade ediyorlar

     Kitaplarda kalemin mânası için “Ulûhiyyet âleminde bütün nesne ve olayların kaydedilmesini sağlayan araç” târifi yapılmakta. Kalem kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de tekil ve çoğul olarak (aklâm) yer alır. Alak Sûresi’nde yer alan “Rabbin insana kalem kullanmasını öğretti…” âyeti, kalemin, ilim yolunun en mühim vasıtası olduğunu buyuruyor.  

     İnsanın gönlünü doldurmak ve Allah’ın yolunda olmak için kalem tutanlar, Kalem Sûresi’nde yer alan âyete döne döne sevinmeleri ve şükretmeleri gerek. “Kaleme ve yazdıklarına yemin edildiği” ve çoğul olarak ifade edilen kalemin (aklâm) “ilâhî ilmin sonsuzluğu, yeryüzündeki ağaçların tamamı kalem, denizlerin de yedi katı daha artırılarak mürekkep olması halinde bile ilâhî kelâmın yazmakla tükenmeyeceği” buyruluyor.

      Kalemle nikahlananlar ve kalemi sevgili olarak bilenler için bundan güzel müjde olur mu?  

     Efendimiz s.a.v., “Haberiniz olsun ki, Allah’ın ilk yarattığı kalemdir, sonra da Nun’dur ki, o divittir. Ona ‘yaz’ dedi, kalem de: ‘Ey Rabbim, ne yazayım’ dedi. Allah: ‘Kaderi, gelmiş geçmiş ve gelecek her şeyi yaz’ diye emretti. İşte o ânda kalem olmuş ve kıyamete kadar olacakları yazmış” buyuruyor.

      Kalemin yazdıkları bir kez düştü mü defter-i âmalimize, bir daha silinmeyeceğine göre, amellerimize itina göstermek ve kaleme tazimde bulunmak gerek. O vakit yapılacak iş, Efendimiz s.a.v.’ın buyurduklarıyla tâlim etmek:

       “Kalemin kaldırılması var. ‘Uyanıncaya kadar uyuyandan, ergenlik çağına girinceye kadar çocuktan, akıllanıncaya kadar deliden ve bunaktan, uğradığı musibetten kurtuluncaya kadar musibete uğrayandan kalemin kaldırıldığı, yani kalemin onlar hakkında günah yazmayacağı bildirilmiştir.”

      Kaleme vahyî mânası bakıldığında Müslüman olmanın şart ve tekliflerine muhataplık karşımıza çıkar. “Kalemin kaldırılması” İslâm’ın teklifinin kaldırılması ve muhatabının mükellef olmadığı mânasına gelir.

    Yani, İslâm’ın mesuliyetlerini yüklenmekten muaf olanlardan “Kalemin kaldırıldığı ve kalemin insanlar hakkında yazdığı hususların asla değişmeyeceğine inanmak gerektiği” buyruluyor.

      Öyleyse muradımız ve dâvamız, kalemin üstümüzden kaldırılmadığı ve her an kalemin yazdıklarına muhatap kâmil bir insan olmak olmalı. Kalemin uhrevî mânasına da her an muhatap olduğumuzu bilmek, kendimizi bilmektir.     



        KALEMİN HÂL TERCÜMESİ

      

        Âlimlere göre, İslâmî naslarda iki çeşit kalemden söz edilir. İlki insanın öğrenme vasıtası olan kalem. İkincisi ilâhî, yahut mânevî kalemdir. Yani levh-i mahfûza yazan ilk ilâhî kalemin varlığına işaret edilir. İlk yaratılanın akıl veya cevher olduğu, bununda kalemle aynı mânaya geldiği, yaratılışın başlangıcından sonsuza kadar vukû bulacak her şeyi ilâhî ilme göre kaydedecek mânevî bir kalemin bulunduğu belirtilir.

      Kalem sûresi, 1. âyeti  “Nûn ve kaleme ve yazdıklarına yemin olsun ki” diye başlar. Alak (ikra) sûresi 4.âyeti “Ki O kalemle (yazmayı) öğretendir) buyuruyor. Demek ki kalemin derûnunda mukaddeslerin emrine tâbilik derecesine göre kıymeti var.         

      Sûfî âlimler, Kur’ân-ı Kerîm’de kaleme yemin edilmesinin mânasını okumak ve yazmakla, yâni ilme verilen ehemmiyete bağlarlar

      “Kalem”in, Müslümanların Allah’a yönelişinde ve hayatındaki değerine dair Ömer Nasuhi Bilmen’in tefsirinde geçen şu cümleleri, edipler ve muharrirler kalemi her tutuşlarında hatırlayıp niyazda bulunmalı:      

     “Şöyle ki: (Nûn ve Kalem) andolsun (ve)  meleklerin hayr ve salâha dâir veya hafaza meleklerin amâli beşeriyeye ait veya kalem sahiplerinin mütenevvi (çeşitli) mevzulara müteallik (yazdıklarıyla şeylere andolsun ki) beyan olunacak hususat, birer hakikattir.” 

      Kur’ân’ı Kerîm’in istikâmetinde tutulan kalemin yazdıklarının hakikate götüren vasıta olarak görülmesi ne büyük bahtiyarlık! Bu bahtiyarlığı yürekten kuşanmak isteyenlere müfessirimiz bir de müjde veriyor:        

       “Çeşitli mânaların yanında Nûn’dan maksat, mürekkep hokkasıdır veya mürekkeptir. Kalem ile hokkanın büyük menfaatleri olduğu için, neşr-i ilme hadim bulundukları için mânevî kıymetlerine işaret için kendilerine ( Nûn ve Kalem’e ) böyle yemin edilmiştir.”



     NUN VE KALEM



     Allah Teâlâ, “Nun” harfine, kaleme ve yazıya yemin ederek “buyuruyor.” Nun, Kur’ân elifbasında harflerden bir harftir ve Kalem Suresine başlangıçtır. “Nun” harfi ile kalem ve yazı arasındaki bağ ve âyette bunlara yemin edilmiş olmasının bildirilmesi değerini yüceltiyor. Bu mâna ile okumayı, yazmayı ve ilim yapmayı buyuruyor. Kalemin yazdıklarını bilmek için ilim yapmak gerek.   

     Demek ki kalemi eline alan, kalemin hakkını vermeli ve mukaddeslerin emrinde kullanmalı.      

     Kalemle ilgili bir âyet tefsiri, kalemi bize daha çok sevdirecek mânadadır:

     “Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir. Yani su üzerinde Nûn’u yarattı. Sonra onun üzerine yeryüzünü örttü. Kalem yaratılınca bütün olacaklar oldu. Kainat yaratıldı ve yer Nûn’un sırtına döşendi. Sonra arz hareket etti. Rabb ona ‘yaz’ dedi. O da kıyamete kadar olacakları yazdı. Başlangıçta kalem-i âla, yani ilahî kalem ve yüce kalem denilen Nûn’a ezelî takdirde kıyamete kadar olacak şeylerin plânını yazan akl-ı evvel (ilk akıl) ve Muhammedî nûr denmiştir.”



      “ÇÜNKÜ KALEM, DİLİN KARDEŞİDİR”



       Bir başka tefsirde şöyle: “Hokka ile kaleme yemin edilmiştir. Nûn’a, nurdan levha denilmiştir. Nûn’un, divit ve kaleme teşbih olarak, Rabbimizin yemin ettiği ve yüce katında yaratıp emir verdiği kalemdir. O kalem de emir üzere kıyamete kadar olacak şeyleri yazmıştır.”

       Âlim İbni Abbas’ın söyledikleri de bu mâna üzerededir: “Şer’an bilinen kalemdir ki, o da Levh-i Mahfuz’u yazan kalemdir. Yani Kur’ân yazılan kalemdir. Bu yazı işi bütün ilimlerin, dünya ve ahiret işlerinin direğidir. Çünkü kalem, dilin kardeşidir ve Allah tarafından verilen bir nimettir.”  

      Fahreddin-i Râzi’nin dediklerine kulak verelim: “Vel-kalem hakkında iki görüş vardır. İlki, yemin edilen kalem, gökte ve yerde bulunan her şeyi yazan kalemin cins ismidir. Allah, insana bu kalemle öğretti. Kalemle ihsan etmesiyle de minnet buyurmuştur. Meali şöyle: Kalem, üçüncü şahsı ikinci şahıs yerine koyar. Bunlardan hareketle ‘insan kalemi’ mânasına gelen kalem vardır. Ona yazdıran bir akıl ve anlayış vardır. Kalem ona teslimdir.” 

      Kalemi ve yazıyı Allah c.c. ile irtibatlandıran yalnızca İslâm medeniyetidir ki, bu sahada çeşitli hat ve kitabî yazı sanatı üstüne eserler Müslüman kültüründe ilim olarak neşvünema bulmuştur. Bundandır ki kalem hürmete şayandır.           

      Kitaplardan öğrendiğime göre, iki çeşit kalem var: İlki, ilahî Levh-i Mahfuz’u yazan Allah’ın yarattığı kalem. Diğeri, ilim yapmak, düşünce ve duyguları yazmak için kullanılan maddî kalem. Hayatı kalemle geçenlerin tuttuğu kalem maddî kalemdir ki, İlk kalemin istikâmetinde kullananlara helâl olsun.      

      Allah’ın, peygamberlerine gönderdiği vahiyleri yazan ilk kaleme, Müslümanların amellerini ve kainattaki olup bitenleri yazan meleklerin kalemine selâm olsun!

-------------------------------------------



    İLÂVE YAZI:



    ŞAİR MEMDUH ATALAY, ŞİİRİ BÖYLE YAZINCA VECDE GEÇMEZ MİSİNİZ?

    Şair bir dostunuz varsa şayet, sevinin. Çünkü o, sizi modernizmden ve akl-ı meaş’tan uzak tutar. Gönlünü gönlünüzü katar ve tutar elinizden dağların yücelerine çıkarır. Bir ulvi, bir fikirli isyan havasında türkü söyleyerek vecde geçirir sizi. Şair dost, şiiri böyle yazarsa bir yanınız aşk, bir yanınız ölümle kucaklaşıp coşarak cezbeye kapılmaz mısınız?

     Bu şair, Memduh Atalay olunca yüreğiniz ve fikirleriniz işte böyle bin miligramlık ateşle kıvranmaya başlar, aşkı ve ölümü Hakk’tan bilip divâne olursunuz. Şair, “Bizim” şiirimizi yazmış. Hikâyesi dostluk olan mâzi ve hâl iç içe süren ve hiç eskimeyen bir hayatın hikâyesi bu. Şair, mâna âleminin sarhoşu olmuş, gönlümüzü, aşk ve ölümü bir ederek cezbesiyle tutuşturuyor, Fuzûlî ve Nesimi gibi mısralarıyla üstümüze üstümüze geliyor. Şu mısralar yüreğimi vurdu geçti, yaktı geçti:                                                                                        

     “Çünkü aşk şiirden önce gelirdi / Ben adını ağaca yazdığım günden beri / Bıçaklar keskinleştiğinde bizdik yine Allah’ın aslanı / Ali’den gelen bir damarımız var ki hep dimdik korkusuz / Ölümü güzelleştirdik ve ismimiz yaşadı çocuklarda / Tütün gibi sarıp yaktık dünyayı / Çay gibi ikram ettik tüm dünyalıkları / Neyimiz var boş bardak ve bir içimlik tütünden başka / Biz bir gölge gibi geçtik vicdanlarınızın ve eşyalarınızın arasından / Ve dünyayı bir katır gibi tutup yularından / Dünyalıkları dünyaya sığmayanlara / Musalla kardeşlerine ve iz süren avcılara / Bıraktık!”

     Şiir böyle olur ey azizan! Ses, ahenk, kütük ve nakış bir arada. Üslûpta heybet ve niyaz, hüzün ve çığlık yan yana. Şair Memduh Atalay’ın aşk, ölüm ve dostluk etrafında dolanan kıvrandırıcı şiiri kendinden geçmek isteyenlere, ehl-i irfana ve yüreği yanında olanlara sunulur:

    “Bizim Şiirimiz”

“Aşk şiiri yazamazdı Hasan Hüseyin / Çünkü aşk şiirden önce gelirdi / Ben adını ağaca yazdığım günden beri / Bir ileri iki geri ama sen hep şiirden içerisin / Adam aldırma demeden tam ortasında savaşın / Cihadın derdik eskiden eskimeyen davalar zamanında / Şimdi yedeğindeyiz karşı çıktığımız das kapital davasının / Ve savaşımızın tam ortasında das kapital / Şiirini de yazarız aşkın resmini de çekeriz gözyaşının / Gel merhamet rozeti satın alalım kadın uğultulu bir kermesten / Üzerinde az fikir de olsun eskiyi hatırlatan / Dergilerde adımız protokolde yerimiz sağlamlaşsın / Eskinin anısına / Severken de çocuktuk kavgada muzafferken de / Ağladık hep emellerin boş kalan avuçlarına / Bizi bulutsu gözlerimizden tanıdı tarihin tüm Hüseyinleri / Namlular bizi gösterdiğinde aynı sesin yankısı / Bıçaklar keskinleştiğinde bizdik yine Allah’ın aslanı / Ali’den gelen bir damarımız var ki hep dimdik korkusuz / Ölümü güzelleştirdik ve ismimiz yaşadı çocuklarda / Adam gibi ölmesini bildik şükür / Kâra tahvil etmeden / Şimdi aşktan ayrı görünen yüzümüzü çok katlı bir muska gibi / Ağaran saçlarımız örtüyor hal ehli bilir / Tütün gibi sarıp yaktık dünyayı / Çay gibi ikram ettik tüm dünyalıkları / Neyimiz var boş bardak ve bir içimlik tütünden başka / Belli yerimizi yadırgadık bizi yadırgadı tüm kartviziti olanlar / Biz bir gölge gibi geçtik vicdanlarınızın ve eşyalarınızın arasından / Ve dünyayı bir katır gibi tutup yularından / Dünyalıkları dünyaya sığmayanlara / Musalla kardeşlerine ve iz süren avcılara / Bıraktık! / Aşk da bize yakışırdı Ahmet abi şiir de / Protokolde yerimiz yok dergilerde adımız / Bir içimlik tütün bir bardak çay / Birlikte içmedik mi dost bahçesinde / Hem Ali hem Muzafferdik bir de İsmail / Bir neslin anısına bıçaklarla denenen / Ben yadırgadım yerimi dünya ne ki / Ölüm aklımın karası / Ölüm ruhumun mayası / Ölüm Ahmet abi / Mutlaka ikindi sonrası”



http://www.habervaktim.com/yazar/55617/kalemin_yaratilisi___.html