KAHRAMANMARAŞ KİTAP VE KÜLTÜR FUARI'NDAN NOTLAR/Ferhat AĞCA

Kahramanmaraş’ta birincisi düzenlenen “Kitap ve Kültür Fuarı” kitapseverleri kitaplarla buluşturmakla kalmayıp bir kültür dayanışmasına da sebep oldu. Şehir dışından gelen yazarlarla söyleşiler yapıldı, söyleşi yapmak isteyen sivil toplum kuruluşları yazarlarla sözleşti. “Şiirin Başkenti” gibi iddialı bir slogana sahip olan organizasyonun Edipler Diyarı Maraş’ta; 2014 yılının sonunda, birincisinin yapılması biraz ironik olsa da ilk olmasına rağmen gayet iyiydi.
Fuarda İslamî yayınları olan yayınevlerinin çoğunlukta olması dikkat çekiyordu. Nasıl çekmesin! Fon müzikleri ve duyuru seslerine rağmen Kur’an-ı Kerim ‘fon’unda gezdik fuarı günlerce, Kur’an okuyan kitap ‘satan’ yayınevleri cihazlara yüksek sesle Kur’an okutuyor, çalışanları stantlarda güle oynaya otururken, Kur’an-ı dinleme farzını unutmuş, gelen geçenin günaha girmesine vesile oluyordu. İnşallah bunun farkına varırlar.

ALİ HOCAM SEMERKAND STANDINDA
Ali YURTGEZEN hocam Semerkand yayınlarından çıkan “Hacegân Sultanları” kitabı ile Semerkand standındaydı. Hocam hakkında konuşmaktan ve yazmaktan edep ederim ancak dikkatimizi çeken bir olayı da anlatmadan geçemem. Semerkand standının hemen yanında, önünde uzun kuyruklar oluşan  Nuri Pakdil dururken bir TRT Haber muhabiri Ali hocamla röportaj yapmak için geldi ve gündemdeki Osmanlı Türkçesi ile alakalı sorular sordu.

FİKİR TEKNESİNDE BİR DOĞU BEY’İ
Konuşurken ve yazarken gösterdiği edebe dahî edep eden büyüğüme edeble…
Değerli büyüğüm Ahmet Doğan İLBEY’ in “Fikir Teknesi” yayınlarından çıkan ;”Millet Üstüne Düşünceler” , “Bir Hüzünkârın Ömür Defteri” , “Dil Kapısında Yazılanlar” , Müslüman
Doğulu’nun Derûnu” , “ Aldatan Cumhuriyet”,” Kemalist Cumhuriyetin Zulümleri” , “Cumhuriyetin Karanlık Yılları” adlı kitapları çıktı ki yüz yıldır önümüze örülen karanlık surda gedik açacak cinsten. Kitaplar muhteva bakımından değerli büyüğümün  “Habervaktim.com” sitesinde ki yazılarından derleme.  Yayınevi sahibi Haki Demir beyin yoğun emek ve çabalarıyla derlenmiş ki emeklerinden dolayı bize teşekkür etmek düşer.
Fuar süresi boyunca kulak rahatsızlığına rağmen hemen hemen her gün Haki Bey’e söz verdiği için fuar alanına gelmeye çalışan ağabeyimin kitap imzalaması var ki ders niteliğinde. Diğer yazarlar burnu havada ve göğsünü gere gere kitap imzalarken Ahmet abi “edeb ederim efendim” diyerek kitabı imzalayacak köşe bucak arıyordu. Çünkü insanların içinde kitap imzalamak “bak ben kitap yazdım okurlarıma imzalıyorum” demek gibiydi ve bu da tabiatına aykırıydı. Böylelikle; bize, türkü dinlemeyi, bir mecliste oturmayı, konuşmayı, dinlemeyi öğreten ağabeyim bir şeyi daha yaşayarak öğretti.

ŞAİR-İ ÂZAM İLE TANIŞMA...
Ahmet Doğan İLBEY ağabeyimin “benim şair-i âzamım” diye bahsettiği Prof. Dr. Mehmet NARLI hocamla tanışma ve sohbet etme şerefine nail oldum. Akçağ yayınlarından çıkan; “Edebiyat ve Delilik”,”Dil Kapısı” ve “Roman Ne Anlatır” isimli kitaplarını alıp imzalatmak nasip oldu.

ÇOCUK EDEBİYATINDA ÇIĞIR AÇAN ADAM…
“Sevimli Kelimeler Ülkesi”, “Anne Babanızı Nasıl Eğitirsiniz?” gibi sıra dışı üslubuyla dikkat çeken kitapların yazarı kıymetli abim Bülent ATA ile dolu dolu bir gün geçirdim. Bülent abi aslında Mostar Gençlik Güz Söyleşileri kapsamında “Bir Üniversite Kazanmak mı Kendimizi Kazanmak mı?” İsimli söyleşiyi yapmak üzere gelmişti ama gelişi kitap fuarının olduğu tarihe tevafuk etmesi nedeniyle Semerkand standında bir imza günü düzenlendi.

RAŞİT ABİM KİTAP İMZALIYOR…
Bana ve birkaç arkadaşıma okuma koçluğu yapan sohbetine doyum olmayan kıymetli abim Mehmet Raşit KÜÇÜKKÜRTÜL  geçen yıl Mostar yayınlarından çıkan “Kubbelerin Gölgesinde İslam Şehirleri” adlı kitabını imzalamak üzere Semerkand yayınları standındaydı. İlk fuar deneyimi yaşadığı için biraz heyecanlı gibiydi, tabi Ali YURTGEZEN hocamın Ahmet abinin ve Hasan EJDERHA abinin Bahaettin KARAKOÇ’u yanına getirmeleri ve kitabı imzalamazsan almayız demeleri daha da çok heyecanlandırdı. 18 Aralık Perşembe akşamı askere yolcu ettik kendisini, sakalı ile askerlik yapma umuduyla tıraş olmamıştı, önce normal karşıladık duygu karmaşası içerisinde olduğunu düşünerek, sonra ısrarla dua istedi ve bıyığıyla askerlik yapan bir mollanın menkıbesini anlatmasıyla durumun ciddiyetini anladık. Oysa ilk defa sakalsız görecek, kahkahalar atacaktık. Bizi endişelendiren şey ise bu konudaki kararlılığı oldu. Şimdi hangi komutanla ve tıraş makinesiyle mücadele veriyordur bilmem. Umarım askeri ceza evine değil de askeri birliğe göndeririz mektuplarımızı…

FUARDA CEYLANLA OTURUP AĞLAYAMADIK…

SAGE yayıncılıktan çıkan “Marallar Oymağında Bir Ceylanla Oturup Ağlamak”,”Maraş’ın Cezbeli Gülleri” ve Kuğu Kitap'tan çıkan“Kayıktepe Operasyonu” kitaplarının yazarı kıymetli ağabeyim Hasan EJDERHA’yı fuarda göremedik, nedeni ise; kitaplarının çıktığı SAGE yayıncılığın fuara katılmaması. “Kahramanmaraş’lı Şair ve Yazarlar” standına belediye tarafından davet edilmiş. Hasan abinin bir tüccar gibi kitaplarını standa dizip oturacağını zannetmişler anlaşılan. Keşke bu şehrin Şair ve Yazarlarına bir stant açma fikrini verenin aklına o yazarın kitaplarını da temin edip “biz kitaplarınızı aldık siz okuyucuya imzalayın” demekte gelseydi keşke…

GÖLGE BOYU IRMAK ŞAİRİ MEHMET MORTAŞ

Fuarda GÖLGE BOYU IRMAK kitabının şairi Mehmet MORTAŞ ile karşılaştık. Mehmet MORTAŞ Gölge Boyu Irmak kitabını şahsıma imzalayarak beni mahcup etti. Zevkle okuduğum kitap hakkında yazmak şimdiden gönlüme düştü bile...



GARİP EMMİ/Hasan EJDERHA

Çok döküldük ama yeğen, gelinin bir tas suyunu içtin mi, her şeye değiyor. Elif bibini biliyon işlere de koşamaz olmuş idi hani.

Ben yaşlandım; mecnunumuzu dersen benden farksız; geçenlerde eskeri hastaneden, zekâ yaşı dokuz, akıl yaşa on dört dediler; askere de almadılar zati.

Aklım almadı; yirmi yaşındaki delannının nasıl olur da bilmem şu yaşı bilmem bu yaşı olur yeğenim. Mecnunumuz bize Allahı’n bir lütfu, olsun dutmadığı-dutamadığı bir iş yok; idare edip gidiyoruz elhamdülillah.

Evde üç erkeğe bir sahiplik eden gerekiyordu hasılı. Elif bibin bize sahiplik edemez olmuş idi.  Eh! Galan gelin sahibimiz olur inşallah.

Oğlan nedeceğini şaşırmış, kendini bir kaba goyamaz olmuştu gayrı.

 “Maraş’ta mı işe girsem! Köyün işini mi çekip çevirsem!” diye şaşım şaşım şaşıyor idi. Eh onun da ayağını bağlamış olduk deel mi yeğen böylece?

Açlıktan ölmek ya şunun şurasında, yeter ki Allah can sağlığı versin.

Eee aklımdan geçeni biliyon herhal!? Yarın bir de torun aldık mı gucağımıza, Elif bibin ile bizim değme keyfimize.

Ohudamadık yeğen, çocuğu ohudamadık.

Köyde akıllılık eden çıktı birkaç tane. Tarlayı takımı satıp, bir kısmı öylecene bırakıp, şehre gitti ve ohuttu cocuklarını.

Zor gerçi; tarlan tapanın var iken gedip şehirde amelelik etmek, ama şimdi gününü görüyorlar hani. Bir çocuk ohutdularsa da, diğer çocukları da iş sabı oldular.

Biz edemedik... Bırahıp da gedemedik şehre. Bırakılmıyo yeğen, baba ocağı bırakılmıyo. Tam doymasak da, aç galmışlığımız yok çok şükür.

Aha gelini de getirdik. Borcumuz yok elhamdülillah.

Bu muhtar akıllı çıktı. Her düğünde, kuytu bir yere bir masa kurdurtuyor. Koyuyor başına iki aza; bir defter, kolonya, şeker, cıgara… Köylü sıraya girip beşer onar düğün yardım sandığına para yazılıyor.

Peh ne ala! Herkesin geçmişine ırahmet olsun. Düğün için satıp savıp, biraz döküldü isek de, toplanan para borcumuza yetti, arttı bile.

Bu her düğünde böyle yeğen; zengini fakiri yok, masa hepisinde kuruluyor ve herkes golundan ne goparsa yazılıyor deftere. Sabah kendisinin de düğünü olacak deel mi yeğen. Bu gün bana yarın sana demiş eskiler.

Şükür herkes geldi düğüne yeğen. Aşımız ekmeğimiz de eksik olmadı hamdolsun. Yenildi içildi, dualar edildi. Allah herkese nasip etsin.

Artık bibin ile bize, ömrün mühletini beklemek düşüyor.

Bizde seksenini geçen olmadı yeğenim.

Babam yetmiş dokuzunda, emmim yetmiş beşinde, edem ırahmetlik yetmiş altısında göçtü. Aha geldim yetmişine, ha göçtüm ha göçecem. Allah imanla göçmeyi nasip etsin inşallah.

Gayrı gözüm arhada kalmaz yeğen. Şu oğlanın ayağını köye bağladık ya, baba ocağımız tüter, tarla tapan işler.

Zaten bize de burada galmak şart olmuştu yeğen. Mecnunumuz nereye sığar burdan başka. Hoş biz getseydik bile, o dolanıp geri buraya gelirdi. Yapamazdı o şehirde, zayi olurdu Allah muhafaza.

***

Evden ayrılırken, arkamdan koşarak geldi Garip Emmi’nin oğlu.

“Abi kurbanın olayım şehirden bana bir iş ayarla. Fabrika, hamallık, aklına ne gelirse her işi yaparım abi!”

“Vay Garip Emmi’nin köye ayağını bağladığını sandığı oğlu” demiştim içimden.

Kafamdan kaynar sular dökülmüştü adeta.

Bir hafta sonra Garip Emmi’nin öldüğünü duydum. “Oğlunun şehirde iş planından haberi var mıydı acaba?” dedim kendi kendime.



MUŞTU/Gün Sazak GÖKTÜRK


Taş beşikler, dualar...
Türbe duvarlarında
Kufi harflerle kazınan aminler...
Kulağımda uğultular.
Sinsi, alacaklı, ölümlü, kör kediler
İtidal ey gönül!

Günden,
İçinde güle duran domurcuklardan,
Ana rahmi denilen gül bahçelerine
Bezm-i eles’ten süzülüp damlayan,
Sarışın, esmer, kumral güzellemeler

Sayıklamalar hezeyanlar
Bir kenara atılmalar
Heybede haykırışlar
Zafer sonrası getirilen tekbirler
Yusuf’la başlayan hikâyeler
Mızraklı ilmihalli duha vakitlerinden
Yüzyıllar ötesine yazılan pulsuz mektuplar
Bir gece vakti sözleşmeler
Kelb kabilesinin koyunları
Ebu Hureyye’ler ve peygamber kedileri…



SİYAH VE BEYAZ / İsmail SAĞIR











I.
Düşerse bir yara’dan serçeler
Beyazın karşısında aklanırsa siyah
Yağmur, suya azledilmişse zihinlerde
Titremeden tetiği çekerim dünyaya
Gözümü ve sözümü kırpmadan
İtibar etmedim slogan denen çığlıklara
Gökler daha sert gürlüyor insandan
Sormadan kendini Kitaba
Toprağa basınca insan
Amerika diyor yahut Hindistan
Elimizde fidelerle çıktık ya her toprağa
Soruyoruz
—hangisi daha Amerika-

 II.
Dağlar sisler içinde
Dağlar ovalara bakamıyor artık yüreklice
Bir avcı son ceylanları seviyor
Her gece, bin umut içinde ve gizlice
Şimdi bu çağı nereye koyayım
Hangi soğuk ve nemli mapushanenin
Hangi devlet sarayının
Duvarına dolgu yapayım.


ÖLÜM KOKUSU / Şeyhşamil EJDERHA









Ölüm kokusu var hayatta,
Yapraklar sessiz,
Sular sakin,
Dünya kendinden habersiz.

Ölüm kokusu var hayatta,
Yağan yağmurun, her damlasının,
Her damlamasında hüzün,
Gözler gördüklerine üzgün.

Ölüm kokusu var hayatta
Bomba sesleri sessizliğe hâkim,
Duymuyor musun bebek çığlıklarını zalim?
Bir annenin feryadıyla kapanır gözler,
Güneşi görmezler.

Ölüm kokusu var hayatta,
Bebekle anne bir tabutta,
Binmiş Sessiz Gemi 'ye
Yolcusuz ölüme doğru alırlar yol.
Sallanır vucud ve… ve fiyat,
Gerisi tebdil-i hayat.

                   

ŞEHİR RİSALESİ / Mehmet MORTAŞ

Şam ve Bağdat kırklara karışmıştır
Elde kala kala bir Mekke bir Medine kalmıştır
O da yarım kalmıştır
Urfa ufala ufala
Bir pul olacak çarpık balıklar üstünde
Belki bir toz bulutu
İstanbula küflenmiş
Bir avrupa akşamı dadanmıştır
Eski şehirlerin kimi göğe çekilmiş
Kimi yedi kat yerin dibine batmıştır
-Sezai Karakoç-

Şehirler en onulmadık yerde beton yığınları ile bir karabasan gibi çöken ve ruhumuzun en dramatik yerinde onulmaz yaralar açan kadim çağ tapınakları. Kuş cıvıltılarının yerine, kulaklarımızı bütün seslere karşı vahşileştiren, vahşileşen kelimelerden yüreğimizi delip geçen sözcükler. Betonlaşmanın daha hayatımıza girmediği dönemlerde bütün çocuklar gibi bende şehrin efsanevi, çekici bir o kadarda yaşamsal olanaklarının etkisinde büyüdük. Her çocuk gibi bizde kendi dünyamızda bir şehir efsanesi oluşturduk. Ne kadar da cazip gelirdi ışıkların bir o yana bir bu yana yıldızların göz kırpması gibi oynaşmaları. Çekerdi kendine şehir yağmurların sızlandığı vakitler  ne kadarda masum görünür merhameti ile barındıracağından emin bir şekilde gezmek gelirdi şehrin veya şehirlerin ruhunu.

Dört mevsim ile hemhal olmuş bizler, kuru bir sonbahar yaprağının üzerinde yağmur damlası kovalayan bizler ne zaman şehir ile yaşamaya başladık teslim ettik gözlerimizi, kulaklarımızı, daha söylenmemiş yazılmamış kelimelerimizi işte o zaman kaybettik ruhumuzda ki sevecenliğimizi.

biz şehir ahalisi kara şemsiyeliler
kapçıklar, evraklılar örtü severler
çığlıklardan çadır yapmak şanı bizdedir
bizimdir yerlere tükürülmeyen yerler.
    /İsmet Özel /

Taşradan şehre yolculuk kimi zaman umuda yolculuk, kimi zaman edebiyatın bütün dallarından kuru bir dal parçası gibi kopup beton yığınlarının arasında öyküye, şiire bürünen kelimelerin yolculuğu. Bunalım şiirler, suskun düşünceler, modern emperyalizmle yoğrulmuş tabanı olmayan sözler, insanın nankörlüğünün çırpınıp duran sanal putlarıydı las vegas ışıkları gibi oynaşan. Şehre tanıklığınız, zulümleriniz, neden sonuç ilişkisine sığdırdığınız bilimsel tezleriniz, bilgisayar verisinin akışı gibi aktığını zannettiğiniz hayatınız, aklınızda formatlanmasını istediğiniz caddeler, beton yığınlarının arasında sanal merasimleriniz, gerçeklerin görüntü kirliliği olarak algılanması bütün imgesel ve simgesel sözcüklerinizden kovulmasıdır. Neden sonuç ilişkisine sığdırılmış canlar,  istatistikî alafranga rakamlar, şehrin bütün aynalarında örgütleşen zalimler, sokaklarda geçen postmodern ömür sanal putlar önünde adanan kurbanlardır.

Ben ne büyük bir dalgınlıkla bakmış olmalıyım ki hayata
görmedim orda çinko damlar ve plastik sürahilerin tanrısını
yerimi yadırgadım
yerim olmadı zaten kendi mezarımdan başka
çılgının biri sanılmaktan sakınmaya vaktim olmadı
durmadan bir beyaz aygırla taşardım derin göllerden
bir gebe kısrakla kaçardım derin ormanlara
güneşin zekâsıyla doymak isterdim
kaba solgun kâğıtlar sunardı
şehrin insanı bana
şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin.
    /İsmet Özel /

Şehrin hor görülmüş kelimeleri ile yaşayan, çaresiz yalnız tükenmiş hayata dair konuşacağı bir yaşam tarzı kalmamış, cebinde intihar saatleri ile başının üstündeki yıldızların kendisine göz kırpmasının farkına varmadan, hayalleri sanal ortamda pişirilerek kendisine sunulan insan. Tarih boyunca ne çok acılar çektin sükût renginde, Kabil nefsinden zalimliklerin bir yaralı aslan gibi kovalarken mazlumları, ne çöller aştın ateşten kavrulmuş kumların üzerinden geçerek. Şimdi şehrin dipsiz kuyularında nefsine zulüm eden insan kıyamet bir kavurucu kelime gibi durur önünde.

İşte öldüm, işte son kadife çiçekleri
son defneler, baldıranlarla kefenlediler beni
bütün kaçaklar için ince bir merhem oldu benim ölümüm
bütün hoşnutsuzlar yanlarında saklayacak
benim ölümümden yayılan kırpıntıları
boğaz tokluğuna çalışanlar
özenle kilitleyecek göğüslerinde
benim ölmüş olmamı
hiçbir yaprak damarından
hiçbir su özünden atamayacak beni
ortaya benim ölümüm sürülecek
pey akçesi olarak
tanrıların ölümünü bir üstlenen çıkınca
ama neler olup bittiğini hiçbir âyetten
hiçbir vakit anlamayacak şehrin insanı
şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin.
    /İsmet Özel /

Bizler yitik şehirlerin/yitik medeniyetlerin insanlarıyız. Her adımımız meşru olmayan salvolarla karşı karşıya gelir düşünceden putlar ile savaşırken.  Bizler gönül hanemizin medeniyetini kalbimizden attığımız günden beri ne kadarda garibiz şehirde, ne kadarda içi boşaltılmış yaşamlarla uğraşıyoruz.  . İnsan bu şehrin keşmekeşliğinde saygınlığını yitirdi ve ölümü istatistiği verilere sığdırdı. Öyle bir savrulma ki şark ve garp en dramatik oyununu oynamakta, iç içe geçmiş kültürler medeniyetler anlaşılmaz bir ruh haline büründü. Belki de dünya tarihi böyle çetin insanın ruhunu perişan edecek bir yaşamsal sanallık yaşamadı. Yanılsamalar yanılgılar bir metrix felsefesi formatında algılanması sağlanmış, insanımız fiziksel olarak varlığı her türlü yaşam şartına uysa da yitik insan olmuştur. Yitik insan hangi ruh ile hangi kalp ile şehrin binalarını gülden yapacaksın. Kuracağın birliğin medeniyeti sana çıkmaz sokak gibi duruyor ey insan. Her sokak başında cehenneme ateşini biraz daha çoğaltarak sabahlıyorsun, şehir büyüdükçe sen küçülüyorsun. Bu küçülme sanma ki fiziki küçülme değil, yeryüzünde şerefli haysiyetli kadirşinas durumunun küçülmesidir. Denizin karşısında kendini damla misali aciz ve küçük görmenin küçülmesidir. Ne hazin ne acıdır dev beton binaların arasında ezik ve bilinçsiz yaşamak. Her adımın kaldırımlarda nankörlüğün ile kol gezmekte, parçalanmış hayatlar matinesinde bir ömür tüketerek geçiyor söylemlerin. Mevsimler ne kadar da özledi çiçeklerin yurdundan geçmeni.

Bilemezsin eskittiğim
Kaçıncı sokakların kaldırımı
Boynu bükük kaç çiçek ezdim
Ay tepeden vurduğu zaman
Gölgemin esrik izleri
Yorgun yüreğimin köreldiğini
Çiçeklerin rengine not düştüm
/Mehmet mortaş/

Vitrinler önünde ayin yaparak bir ömür tüketen insan. Dev gökdelenlerden gökyüzünü göremeyen insan. Betondan bir dünyada, betondan daha da katı ve sert kalbi olan insan. Şehrin solgun ışıklarında boynu bükük çaresiz, gözyaşları yerine irin akan insan, hangi bebeğin ağlamasında şehri gezdin ürpererek. Beton binaların parçalanıp un ufak olduğu gün, bütün devasa alış veriş merkezlerinin paramparça savrulduğu gün, hiçbir ağacın kalmadığı ve altında gölgelenemediğin günün yakın olmasını bildiğin halde neden gülüyorsun şeytanı kıskandırarak.


Vitrinlere sığınır
Zulüm kusarken uzaklar gülümser
Suratsız bir renge dönüşürdüm
Yollar
Boynu büküklüğümü alır götürürdü de
Gözlerim
Gökyüzüne baktığı halde
Yine de yaşarmaz
/mehmet mortaş/

Bizim kültürümüzün medeniyetimizin içinde bir ipek böceği gibi saklı duran insan, hangi şehrin kaldırımı ile batıyı temsil eder oldun. Geçmişin yıkık dökük anlaşılmaz hayatın günah çıkarmaları ile gezinir beş öğün zanaks kullanırsın, sanal putlar ruh halini yansıtır panik ataktır kelimelere karşı hastalığın. Bir başkaldırı yoktur obozite alışkanlıklarına bir öykünmedir hayatın, Şehrin vitrinlerinin önünde panik ataklarını kusan insan, papaza günah çıkarır gibi kurduğun bu caf caflı medeniyete günah çıkarırsın. Seküler dünyanın bütün tövbelerini ruhumuzun en onulmadık en çarpıcı ve en zayıf merkezinden kutsamamızı istersin hayata karşı.

Bir yol var içimizdeki berrak en derinlerden gelen sese binaen. Bütün kâinat birlik içinde biz diye hareket ederken şehirleri de katmalıyız bu dönen ahenge. Bir şehre ölüm bulutları rüzgâr estirmeden, tabiatın dilini demirden, betondan yapılmış kelimeleri ile şehrin sürrealist yaşamlarına sunmadan, haydi başla bir nutfeden yaratılan insan önce kendi ruhunun sonra şehirlerin ruhunu diriliş muştusuna sunmaya. Bir ruh var medeni olmanın içinde kalplerimizi birleştiren. Bütün âlemi biz olmanın muştusu ile düşünmez misin, hayatın anlamını kalplerimizde birleştirerek hoş geldin demek ne güzel. Ne güzel sapasağlam bir ip ile şehirleri bağlamak, fıtratımızın boyası ile boyamak. Kalbimizden bütün insanları kuşatacak şekilde birliğe çağıracak medeniyet belki de şehirde nevşünema bulacak.

mihnet gözlerin eski bir çağ
ıtri yıldızın derin düşer geceme
gizli kiliseler geçerken içerinden
bekle ve otur şadırvan yüreğime
kandil akşamlarında
yusufçuk kuşunun çırpıntısı
ağaçsız bulvarlarına düşsün aldırma
üşüme içime gir
ısıt kutsal nefesini
ah güzel şehir
      /Yasin Mortaş/


EBRULİ BİR AŞK/ Dr. Mehmet Akif ŞAHİN














Sesini duyuyorum
Durulmayan kalbimin körfezine akan ırmakların
Dudaklarımın şelalesinde örselenen bir yığın alev
Ödünç alınmış düşleri şakaklarımda çözüyor
Yüreğimde yol alan kilitlenmiş bir çağdayım
Mavi sular ölümün sırlarıyla öpüşüyor

Uzun susmaların anlattığı cümlelerin dinginliğinde 
Başka aşkların ağlarına tutunmuş hayallerim
Kimsesizliğinin uğultusundan çıkmak için
Buğulu zamanların dillerine düşmüşüm
Gözleri çalınmış şehir sessizce ağlıyor
Öç alınmış yıldızlar savunmasız
Gerinmiş akşamın örtüsünü kaldırıyor

Sen ve ben
Ebruli bir rengin gizemine hapsolduk,
Erken uyanmış nehir sularında durulandık
Şimdi bekliyoruz
Çapraz dilimlenmiş duygularımızı
Yalnızlık tenimizin kokusuna tutunmuş
Karşılamayı umuyoruz sabahın renklerini

Sürgün mısraları kuşanmış bir şiirin nakaratını duyan
Gün ışığının linç ettiği gölgeler diriliyor
Hiç gidilmemiş bir şehrin dillerine düşmüş şarkımız
Sesimize bir kıvılcım tutuşmuş
şarkılarımız yanıyor
Mısraları kurşuna dizilmiş bir şiirin
Gövdesine okyanus akıyor

Yan yana yürümeyiz körebe öğreniriz
Su sarnıçlarına küskün hayatın kaldırımlarında
Kefenlenir gökyüzüne dizilmiş yıldızlarımız
Şehrin dudaklarını ıslıklayan sır bekçileri
Bizi bekleyen kelebek kanatlarına saklanmış

Saçlarımız bulutlara dokunan sırların büyüsüyle kurulanır
Bölüşürüz usul usul çoğalan kederimizi
Sırların yedeğinde tutulan duyguları yüreğimize örteriz
Ortak dilimizi mavi sulara daldırıp serinleriz
Özleriz daralan aşkın tutkun sözlerini

Bu gün
Acıyan mürekkebi mektuplara döküp
Ölümsüz zamanın dışına atmışım
El değmemiş tutkularımı anlıyor musun?
Bir varmış bir yokmuş demeden ben gideceğim
Yokluğumun kederi okyanusun mavi sırlarını sızlatacak
Biliyor musun?

Sen
Yüreğimin kıyılarına vuran efsunlu bir yolcuydun
Sözlerin, güvertemden savrulan sevda güvercini
Tapınaklara düşen ruhumdan tutuşuyor gün ışığın
Her gün bir can yongası sözün birikir
Ömrümün sakin sayfalarına



BÜYÜYEN ORMAN/Mustafa ALPER TAŞ











yeterince insan değilim bak gelip geçiyor uzaktan yolların
sabah aynasında yok yüzümün ırmağı
akan başka bir şey doğrulduğumda
bu sarsılan ben değilim

bulutlar kurtarmıyor artık
gökyüzü daha da ötede biliyorum
keşke bir menekşeyi tutuyor olsaydım
yamaçlar boyunca
ama bir çiçek görmekten ölesiye korkuyorum

içimde direnen bir ciğer var
kül ve çocuk yüzleri arasında
bütün gayretim
yenilip düşüyor toprağa
canlanıp yürüyor sonra
bir ateş yatağı
bir mevsim uçurtmasına
şaşırmıyorum

karanlık bir yer biçiyor
aralıklarımızdan
bahçe olduğumuz günler geçiyor


sen kuşlarla haberli
duruyorsun yokluğunda





İÇİM ACIYOR / Derya BAYTON

Uzun cümlelerle yoruyorum kendimi.

Noktası virgülünden uzak iklimleri seyre dalıyor aklın meal kokan hücrecikleri. 

Noktan değdi, beyazın ağdı kalbime, karalar giydiriyor. Damarlarımı boyadığım mürekkebe dalan divitin ucu hançer gibi sine de paralanıyor. Şarapnel parçaları gibi saçılan virgüllere kızgın cümleler uzadıkça uzuyor, anlamlar kargaşa, çöp yığıntıları heyelan cümleler, ruhun boynuna attığı kement ile göçüğün damsız bıraktığı akrebin dansı gibi kıvrılıyor.

Çilekeş ruhun isyanına, harlanmış alevde eriyen yağa misal zamanda çürüyen et; kilit vurduğu kapısından cümle âlemin kelime şarabından yeterince kanmamak biryana; fikrin anahtar deliğinden saçılan ışık huzmeleri gibi tüm benlik âlemine doğması bu kadar sancılıyken ve yetinemezken sözlerim yol gibi kıvrılmış şahsımın umurunda mı sanırsınız?

Bir gün daha deyip kemiksiz dilimle, bir gün daha siliniyor ömür küremden.
Tam böğürümde keskin bir yalnızlık ağrısı nefesimi kesiyor.
Sen çaresizmişsin?

Bir fısıltı…

Gece yarısı tam da kulak zarımda titreşen uğultu; göğsümü sökercesine pâreleyen kurt ulumaları…  Pençelerimi dayayıp yalnızlığın duvarlarına zorluyorum kaderimi, tutup nabzından, zamanın can çekişini sayıyorum ruhumun. 

Sayıyorum bir ve birden sonrası hatırlamıyorum.

Sonunda yırtıp rahmini karanlığın yazıyorum uzun uzadıya… 

KAR / Muhammet Hamdi BÜYÜKTAŞ










Kara kaplı bir defterdi karalamalarım.

Karalar bağla(r)dım ardından diye ağlardı.

Karanlıktı ve de ıssız. Dar geçit ve de sessiz. Uğultular irkiliş vesilesi idi. Beyaz yemenisi kulaklarının ardında perçemi alnına yılların getirdiği yorgunluk ile düşmüş, pencerenin kenarında üşümüş elleri ile kim bilir neyin serzenişinde söyleniyordu.

Alacakaranlık kuşağından kalma bir sahne gibi… Sanki az sonra ortalığın sessizliğini bozacak bir hadise yaşanacak gibi… ya da kim bilir kıyamet kopma öncesi sessizlik…

Gıcırtılar ve düşen kar. Mevsimin kış olduğunu belirtir iz taşıyor. Savurganlık gibi harcadığımız mevsimler birbirini kovalarken kış gelip, çatmıştı kaşlarını. Bu hâli gelin bilirdik, yeryüzünün gelinliği derdik; ama birilerinin gerginliği oluverirdi kış mevsimi ne hikmetse…

“AŞKIN ELİF HÂLİ”/Hasan EJDERHA


“Aşkın Elif Hâli” İnci OKUMUŞ Hanım’ın şiir kitabının adı. Kitap, Kumrum Yayınları arasında çıkmış. Muhteşem bir kapak, muhteşem bir ebat ve muhteşem bir kâğıt seçimi ile tam bir şiir kitabı… İnci OKUMUŞ’un “Aşkın Elif Hâli” şiir kitabı 117 sayfadan oluşuyor. Tercih edilen kâğıt, 117 sayfaya rağmen kitabı nefis bir ebat’a getirmiş. Hülasa-i kelâm hacimli bir şiir kitabını disipline edilmiş sayfalarından, güzel bir sayfa düzeni ile okuyacaksınız İnci OKUMUŞ’un şiirlerini.

Kitapta 45 şiir yer alıyor. Ancak Aşkın Elif Hâli’nin sayfalarını çevirince sizi “Tegannî” ve “Sunuş”  mısraları karşılıyor.

“kalemimi ilhamınla donat ki,
sözümü güzelliğinle söyleyeyim.
her talep,
şüphesiz ki katında değer bulur.
sevdan ki;
dilimde yarımsa, aşkımın liyakatsizliğindendir.
affola vesselam.”

Bu teganni daha şiirleri okumadan, şiirlerin ve şairesinin aidiyeti hakkında bilgilendiriveriyor sizi ve anlayıveriyorsunuz nasıl şiirler okuyacağınızı.

Ayrıca kitap üç bölüme ayrılmış. Birinci Bölüm: AŞKIN ELİF HÂLİ. İkinci Bölüm: SANA AŞKIMIN YOKTUR İZAHİ. Üçüncü Bölüm: ŞİİR DÖNDÜ LEYLA’YA. Bölüm başlıkları ile bölümlerde sınıflandırılan şiirler uyumlu halde tanzim edilmiş.

Kitabın adı “Aşkın Elif Hâli” ya! Daha ilk sayfalarda yoğun bir aşk ve sevda şiirleri halesine kapılmış buluyorsunuz kendinizi. Bizim ıstılahlarımızla, bizim medeniyetimize ve inanç dünyamıza uygun kelimeler özenle seçilerek söylenmiş mısralar… Bu mısraların sahibi Kim? Kimdir İnci Okumuş? Soylu Dolunay yürüyüşünün sadık taliplerinden bir şaire… Şiire, kelimelere, ıstılahlarımıza, inançlarımıza, medeniyetimize, medeniyet kodlarımıza, sanatımıza ve estetiğimize asla ihanet etmeyecek bir duruşun neferleri arasında yerini almış, hanım bir şair.

İşte bu çerçevede sevda şiirleri okuyacaksınız “Aşkın Elif Hâli”nden.

iki ayrı nehir üstüne kurulu iki namazgah gibi
can kafesimde çınlayıp duran bir ah gibi
hiç inmemecesine kalbin kıblesinden
hiç düşmeden firkatin bir hecesinden
öylece sevdim seni

Nasıl sevdin’e böyle cevap verilir herhalde. Sonraki mısralar içinse nara-i sevda demeliyiz belki de…

ey gönlün galibi, sevdanın kaybedeni
ey ebede hükümlü sevgili, hüzünlerin yedivereni
ey uykusuz ateş, cenneti fısıldayan aşk nehri
ey özlemlerin sesleyeni,ırakların bekleyeni
çölde nefes nefese koşan hacer gibi
asırlar boyu gönlü sırılsıklam, yüreği terli
öylece sevdim seni

Aşkın Elif Hâli şiiri ile buluşturuveriyor kitabın elli dördüncü sayfası sizi. Okuduğunuz onlarca sevda şiirinden sonra çok önemli bir durağa geldiğinizin farkına varıyorsunuz. Kitaba adını veren şiirdesiniz artık. Yeniden bir toparlanıştan sonra okumaya başlıyorsunuz Aşkın Elif Hâli şiirini.

elif gibi uza yüreğime
acıyla yansam da
seni üzmeyeceğim
çölde her şey sudur, burada ateş
gözyaşının sere serpe indiği derin ırmaklara
elif diyeceğim.

zindanındayım yusuf’un
yüreğmden sızı sızı
sökülen ipliğin
adı: elif olsun

elif gibi uza yüreğime
acıyla yansam da
seni üzmeyeceğim
mazimin adı Elif
istikbalimin adı Elif
dertlerimin tadı Elif
asıldığım dalın tadı Elif
aşka sürgün giden kalemin
adı: elif olsun.

“Aşkın Elif Hâli”  kitabının sayfalarında ilerlerken bir başka ve bambaşka bir durağa daha getiriyor sayfa çevirişleriniz sizi. Gül Efendim I, ve Gül Efendim II şiirleri ile birden aşk merdivenlerini tırmanışınızda farklı bir basamağa erişiveriyorsunuz. Bu iki şiiri buraya bilerek almadım. Ucundan da olsa koklatmayacağım bu yazımın okuyucularına. Zira şiir kitabını satın almalısınız. İnci OKUMUŞ’un Aşkın Elif Hâli kitabından gerçekten bir tane alın ve kütüphanenizde, hatta elinizin altında bulunsun.

Şaire İnci OKUMUŞ Hanım’ı gönülden tebrik ediyor ve “kitabının okuyucusu bol olsun” duasıyla selamlıyoruz.   

YOKUŞA AKAN IRMAK/Yasin MORTAŞ










Allah’ım                                                                    geceye boy vermiş güneş gibiyim
yol bu yol değilmiş                                                 boyumun kısalığı/günahımdanmış
uzun bir rüzgârmış boynumu eğen bu rant            ve sana yaslanmak/senden 
                                                                                      utanmakmış

Allah’ım                                                                       sesini içmiş taş gibi/sükûtum
gök kapalı ve yer yersiz                                              dişlerimdeki sızı/haramdanmış
canım- kanım-sevgilim değilmiş bu bahçe                ahların harflerini dahi unuttum


Allah’ım, yalanlarım                                                  damarımı akak sanmış ırmak gibi/kirli
aşk tutanaklarım karalanmış defter gibi                    ve titriyor aşkın kalemi
kan içirilmiş nehirlerim bulanık                                 kezzapla yıkadılar mülevves elbisemi


ağzım açık                                                                  arıyorum dilimin derin kuyularını
arıyorum ben’i                                                           ve kalp gözüyle Allah’ı







“ZULMÜ ALKIŞLAYAMAM, ZALİMİ ASLA SEVEMEM”/Bekir BÜYÜKKURT


“Mısır, Suriye ve diğer zalim idarelerin gölgesinde
 zulme rıza gösteren âlim taifesine ithaf olunur(!)”



Her dönemde örnekliğini görebi- leceğimiz Rabbani âlimler insanlık namına risk almış, talan edilen millet malının hesabını sormuş, zalim idarecilerin zulümlerine geçit vermemişlerdir. Ulema kirli ittifaklar içinde yer alanlara, küresel güçlerle birlikte hareket edenlere karşı ümmetten yana olmuş, bu uğurda kimi görevden azledilmiş, kimi kırbaç yemiş, kimi de şehit olmuştur. Ama hiçbir zaman Hakk’ın koyduğu kuralları kendi çıkarları için aşmamıştır. Tuğyan eden sultanları, adaletten sapan kadıyı, hakkına razı olmayan halkı âlimler ikaz etmiş, âlimler mütecavizleri itidale çağırmıştır. O âlimler, güçlülerin haklı olduğu düzene karşı koyup; haklıların güçlü olduğu bir içtimai ve siyasi düzenin tesisi için, lüzumu halinde kendi canlarından dahi vazgeçmişlerdir. Zorba siyasal iktidara karşı kılıf uydurmaktan Allah’a sığınıp, tüm idari mekanizmayı Hakk’a ve adalete davet eden bir hali kendilerine uygun görmüşlerdir. Zalim iktidarlara güç katan değil; zalimlerin zulmünü yüzlerine çarpan âlimler olmuşlardır. İktidarın desteğini almak için değil, yanlış yolda olan ya da yanlış yola girme tehlikesi olan idarecileri, yalnızca Allah rızası için tenkit etmişlerdir.
Rabbani âlimler küresel sömürgeci güçlerle birlikte olan, millet malını şahsı için harcayan ya da adalete uygun olmayan kararlar veren devlet adamlarını, yargıçları minberden ikaz etmiştir. Hasbilik onlarda o derece ileri düzeydedir ki, bakışlarıyla olduğu gibi sözleriyle de insanları etkilemiş, idarecilerin mağrur bakışları onların önünde yere düşmüştür. Rabbani âlimler İmam İzz b. Abdüsselam gibi, zalim idarecilerin türlü dünyalık tekliflerini bir kenara itip; “Dünya senin olsun, ben gidiyorum, yarın Rabbim’in huzurunda görüşürüz.” demiştir. Kur’an’ın bütün zamanların ortak hastalığı olarak dikkat çektiği; devlet adamlarının Firavunlaşması, servet sahiplerinin Karunlaşması ve ulemanın belamlaşması temayülüne karşı agâh olmaya çağırmışlardır. Rabbani âlimler; Daru’n Nedve’nin kapısında tekbir getirdi, kırbaç yedi fakat insanların alın terini sömürenlere ‘yuh olsun’ demekten de geri durmadı. Allah Resulü ashabına haksızlık karşısında susmamayı telkin etmiş, konuşması gereken yerde susanı da ‘dilsiz şeytan’ olarak nitelemiştir.
Rabbani Bir Âlim Örneği; İmam-ı Azam(ra)
İmam Âzam lâkabıyla bilinen, Ebû Hanife künyesiyle meşhur Numân b. Sâbit b. Zevta mutlak müctehid ve fıkıhta Hanefi mezhebinin imamıdır. Kufe’de Hicri 90’da(699) doğar. Ebu Hanife, küçük yaşta Kur'an'ı ezberlemiş ve Arapça'nın o zaman tasnif edilmekte olan sarfnahivşiir ve edebiyatını öğrenmiştir. Gençlik yıllarında sahabeden Enes bin Malik(ra)’i, Abdullah bin Ebi Evfa(ra)’yı, Vasile bin Eska(ra)’yı, Sehl bin Saide(ra)’yi ve en son hicri 102’de Mekke’de vefat eden Ebu’t Tufeyl Amir bin Vasile(ra)’yi görmüş, bunlardan hadis dinlemiş olduğundan tabiinden sayılır.
Numan b. Sabit ilme meraklı ama aynı zamanda tüccarlıkta yapmaktadır. Çarşı-pazar dolaşır ve Kufe dışına da seyahatler yapar. Bir gün Şa’bi kendisindeki cevherin farkında olarak onu yanına çağırır ve ‘Böyle yapma, senin ilimle uğraşman ve âlimlerin yanından ayrılmaman gerekir.’ der. Numan bu sözler karşısında adeta çarpılmış ve ticaretten de tamamen kopmadan kendisini ilme vermiştir. Ticareti ise vekili aracılığıyla idare eder. Kufe’nin tek büyük camisindeki derslere devam eder. Hammad bin Ebi Süleyman’a yaklaşık yirmi yıl talebelik eden Numan b. Sabit, Cafer-i Sadık’la iki yıl beraber kalır ve ona da iki yıl talebelik eder.
 İmam-ı Azam Ebu Hanife, sadece akaid ve fıkıhta değil; aynı zamanda devrindeki siyasî çekişme ve baskılara karşı tavrıyla da öne çıkmış Nebevi doğruluğu kendisine şiar edinmiş bir imamdır. Zulme boyun eğmeyecek derecede yüksek bir şahsiyeti vardır. Zamanında meydana gelen siyasi çekişmeler ve çalkantılar karşısında, ilminin ve kemâlatının gereği yiğitçe tavırlar sergilemiş, fikirlerini ve düşüncelerini muarızlarına karşı çekinmeden savunmuştur.
İmam-ı Azam’ın zühdü, takvası ve ilmî otoritesi yanında, insanları etkileyen bir başka yönü de mantık ve kıyastaki gücüdür. Çok çabuk anlama ve analiz etme melekesi ile çözülmez sanılan meselelere çözümler üreten İmam, döneminin âlimlerinin gıpta ile bakmasına vesile olmuştur. Kelâm ilminin zirveye ulaştığı Basra’ya en az yirmi defa gidip-gelerek oradaki Mutezile, Haricî ve diğer bid’at ehli gruplara karşı Sünnet-i Muhammedî yolunu savunmuş, akıllara takılan suallere cevaplar vermiş, müminleri ehl-i sünnet çizgisinin dışına çeken akımlara karşı set çekmiştir.
Devrin büyük âlimi Hammad(ra)’ın ders halkasına katılarak İslâm Hukuku’nda derinleşen İmam, bu hocasından yaklaşık yirmi yıl ders almıştır. Kırk yaşlarında zorlu bir eğitim devresi geçirmiş olarak hocasının vefatıyla boşalan kürsüsünün vârisi olmuştur. Yaklaşık otuz yıl boyunca bu kürsüden verdiği derslerle, sonraları kendi adına izafeten “Hanefîlik” adı verilecek olan fıkıh ekolünün temellerini oluşturmuş, sekiz yüz öğrenci yetiştirmiş, binlerce hukukî meseleyi çözüme kavuşturmuştur. Bu süre içinde devlet makamlarından uzak durmayı kendine şiar edinen İmam, resmi makamların dini şekillendirme ve egemenliklerine araç olarak kullanmalarına da fırsat vermemiştir.
Zulme Karşı Haklının Yanında
Emevi halifelerinin ve atadıkları valilerin keyfi tutum ve uygulamalarını doğru bulmayan Büyük İmam, Hz. Hüseyin’in Kerbela’da kurtulan tek oğlu İmam Zeyd’in halife Hişam b. Abdülmelik’in tahrik ve küfürlerine karşı ayaklanması sırasında, “Eğer insanların, Hz. Hüseyin’i terk etikleri gibi onu da yarı yolda bırakmayacaklarını bilsem ona katılırdım. Çünkü hak imam odur!” diyerek tavrını oradan yana koymuş ve İmam Zeyd’e on bin dirhem maddî yardımda bulunmuştu.
Gerçekten de İmam Zeyd, babası Hz. Hüseyin gibi Kûfe’liler tarafından yalnız bırakılarak ihanete uğramıştır. Ebu Hanife Hazretleri bu tavrıyla güvenilmeyecek insanlarla yola çıkılamayacağını gösterdiği gibi, Ümeyyeoğulları’nın saltanatına da açık bir tavır koymuştur.
Emeviler’in son Irak Valisi Ömer İbn-i Hübeyre bu ünlü hukukçuya şu teklifte bulundu:
“Hâkimler Meclisinin başına geç. İmza koymadığın hiçbir kanun yürürlüğe konmayacak, sen izin vermeden devlet hazinesinden kuruş çıkmayacak!” Bu, büyük ve itibarlı bir görevdi. Ama İmam bu teklifi hiç tereddüt etmeden reddetti. Vali tarafından zindana atılarak kırbaçlanmaya başlandı. Ulemadan bazı kişiler devreye girerek “Kendine yazık etme, biz nasıl istemeyerek, kerhen kabul ettiysek, sen de öyle yap.” dedilerse de onun verdiği cevap şu oldu:
“Eğer vali benden Vasıt Mescidi’nin kapılarını saymak gibi sıradan bir iş istesin, yine kabul etmem. O bir insanın katline hükmedecek, ben mühür basacağım ha? Allah’a yemin ederim ki bu mümkün değil! Bu dünyada kırbaç yemek ahirette ceza görmekten daha iyidir. Valinin beni öldürmeğe gücü yeter fakat tekliflerini kabul ettirmeğe asla!”
İmamı elde edemeyeceğini gören vali tepkilerden çekinerek onu serbest bırakır ve İmam da Kûfe’yi terk ederek Mekke’ye hicret eder.
Hakk’a Tabi Olanların Yanında
İmam-ı Azam, çoğu insanı cezb edecek dünyevî makam ve zenginlikleri işkencelere rağmen reddetmiştir. İsteseydi emrine verilen imkânları ‘dava’sı için kullanabilirdi. O biliyordu ki, zalim idarecilerin tekliflerini kabul ettiği an, fiili olarak haksızlıklara ortak olacak, zalim idare meşruiyet kazanacak, hakikat ve adaletin yanında olan muhalefet parçalanacak, diğer âlimler de o örnek gösterilerek susturulacaktı. Böylece sistemin tefessüh etmiş kurumları bu hakikat insanının ismiyle yeniden meşrulaştırılmaya çalışılacak, iktidarın ömrü uzayacaktı. Şöhreti dünyaya yayılmış insan, şöhretinden faydalanılmasına izin vermemiş ve hicreti tercih etmiştir. Onun hicretinden bir süre sonra da Emevi saltanatı tarihin tozlu sayfalarında yerini almıştır.
Hilafetin tekrar Peygamber(sav) soyundan olan Abbasiler’e geçmesi onu son derece sevindirmiştir. Bu konuda şunları söylemiştir: “Bu iş (hilafet) Peygamberimiz(sav)’in yakınlarına geçerek hak yerini buldu. Bu Allah’ın lütfü ve keremidir. Ey âlimler; bunlara yardım etmeye en layık olan sizsiniz! Size istediğiniz kadar ikram ve ihsan var. Halifenize biat ediniz. Biat ahirette sizin için emniyete kavuşmaya vesiledir. Allah’ın huzuruna biatsız çıkarak hüccetsiz ve delilsiz kalmayınız.”
Yeni seçilen Halifeyi ziyarete gittiğinde söylediği sözler onun takip edeceği çizginin ipuçlarını veriyordu: “Allah’a hamdolsun ki, hakkı Nebi’nin yakınlarına verdi ve üzerimizdeki alçaltıcı zulmü kaldırdı. Ve yine hamdolsun ki dilimize hakkı söyletti. Allah’ın emri üzere sana biat ettik. İşine vefa gösterirsen kıyamete kadar ahdimizde vefâkarız.” Büyük İmam’ın bu sözleri yeni idareye, hak ve adaletin yanında olmak şartıyla, kendileriyle birlikte olduğunu söylüyordu. Kendilerine de Resulullah(sav)’ın yakınları olduğu için saygı duymakta ve biat etmektedir. Lakin adalet ve hakkaniyet çizgisinin dışına çıkarlarsa bu zulme ortak olmayacağını ifade etmektedir. Ta ki Hazreti Resul(sav)’ün yakını olsalar dahi.
Büyük İmam’ın korktuğu kısa zamanda başına gelmiştir. Saltanat sahipleri Emeviler’e karşı zulme girişerek geçmişin intikamını alma sevdasına düştüler. Kendilerini durdurmaya çalışan ulemayı da öldürmeye başladılar. Abbasiler’in bu hareketi karşısında İmam Muhammed ve kardeşi İmam İbrahim ayaklandılar. Bu ayaklanmayı devrin meşhur âlimleri desteklediler. Bu âlimlerin arasında İmam-ı Azam ve öğrencileri de bulunuyordu. İmam-ı Azam zulme karşı direnen bu insanları maddi ve manevi açıdan desteklediği gibi, hilafet orduları başkomutanı Hasan b. Kahtaba’yı İmam İbrahim’in üzerine gitmekten caydırmıştır. Bu durum Abbasi Halifesi Mansur’un dikkatinin İmam üzerinde yoğunlaşmasına sebep olur.
Halife doğrudan İmamı hedef almanın riskli olduğunu bildiği için onu kazanmayı ve yanına çekmeyi teklif eder. Sık sık hediyeler gönderir. İmam-ı Azam bu hediyelerin amacını sezdiği için bunları münasip bir üslupla reddeder. Halife, hediyelerinin niçin kabul edilmediğini sorduğunda, idarecilerin devlet malını bol keseden kullanmalarına tenkit babında, şu cevabı alır: “Şahsi malınızdan bana hediye gelmedi ki onu kabul edeyim. Siz bana milletin hazinesinden aldığınızı yolladınız. Oysa milletin malında benim hakkım yok. Ben silah altında asker değilim. Fakir de değilim ki, hazine ödeneğinden yararlanayım. Yolladığınız şeyleri bundan dolayı alamazdım.”
Şart Allah’ın Olunca
Büyük İmam teklif edilen baş hâkimlik makamını kabul etmemiştir. Neticede Musul halkının isyanını bahane ederek isyancıların katli için fetva isteyen halifeye tarihe altın harflerle yazılan şu cevabı verince, halife adeta çılgına ve şaşkına dönmüştür:
Bu konuşma şu şekildedir:
Halife:
“- Allah Resulü, ‘müminler verdikleri söze sadıktırlar.’ demiyor mu? Musul halkı bana karşı gelmeyecekleri konusunda söz verdikleri halde şimdi ayaklandılar. Üstelik vergi memuruma karşı koydular. Onların kanı helaldir!”
İmam-ı Azam:
“- Onlar sana, kendilerine bile helal olmayan bir şeyi, yani kanlarını şart koşmuşlar. Hâlbuki İslâm bu hakkı ne size, ne de onlara tanır. Mesela bir kadın kendi rızasıyla bir erkeğe kendini teslim etse, o kadının namusu o erkeğe helal olur mu? Yine bunun gibi bir adam, birisine ‘gel beni öldür’ dese ve diğeri onu katletse acaba bu caiz olur mu? Bunu yaparsa diyet gerekir. Müslüman’ın kanı üç şekilde helal olur: Cana karşı can, imandan sonra küfür, evlendikten sonra zina. Bunların hiçbiri bu işte olmadığına göre, Musul halkını bırak. Onların kanını dökersen zulmetmiş olursun. Allah’ın şartı, uyulmaya kullarınkinden daha layıktır.”
Zulüm ve Adaletsizliğin Karşısında Bir Ömür
Büyük İmam, her hali ile zalim idarecilerin tepkisini çekmesine rağmen; mal, evlat ve dünyalık kaygısı gütmeden, imanının verdiği sorumluluğu yerine getirmekten bir adım geri durmamıştır. İdare, İmam’ı çıkarların çarkına çomak sokan biri olarak görmüş ve onu ortadan kaldırılması gereken bir unsur olarak değerlendirmiştir. En sinsi entrikalarla İmam’ın üzerine gitmeye devam etmiş ve bu konuda kendine tabi olmuş ulemayı kullanmaktan geri durmamıştır. Devrin Kadısı ve iktidara yakın diğer ulemanın kıskançlıkları bazı bürokratların ihtirasları ile birleşince, İmam’a karşı entrika cephesi büyümüştür. Sonuçta Halife Mansur, kabul etmeyeceği tekliflerle onu sıkıştırmaya başladı. Yapılan bütün dünyalık cezb edici teklifleri reddedince, İmam zindana kapatılarak kırbaçlanmaya başlanmıştır.
Kırbaç altında iken şöyle diyordu:
“Allah’ım beni kudretinle onların zulmünden ve fıskından uzak kıl!”
On kırbaçla başlayan ceza katlanarak yüz ona geldiğinde, Büyük İmam acılar içerisinde ruhunu teslim ederek şehit oldu.
Büyük İmam vasiyeti ile de zalimlere ve cümle adaletsizliklere karşıdır:
“Beni gasp edilmemiş bir toprak parçasına gömün!”

Zalimlerin karşısında ve mazlumların yanında, sahip olduğu ilmin ticaretini yapmadan, hakikati her ne olursa olsun ifade ederek, milletin içinde olarak ve zulme ortak olmadan bir şerefli ömür süren Büyük İmam, Efendimiz(sav)’in “haksızlık karşısında susmamayı” telkin eden, konuşması gereken yerde susanı da “dilsiz şeytan” olarak ifade eden Hadis- Şerif’ini kendisine rehber edinmiştir.