DÜKKAN MEKTUPLARI-34 (BUJİYE ELEKTRİK GELDİ AHMET ABİ)/Fazlı Bayram

Bu yanmaya hazır kalbe çıngı çarpması gibi

Ritmik bir vâroluşun gereğinin yerine gelmesi

Ya da kalbin tüm mevcudatla fark olması…

 

Macera, ACY nam kişi de olarak bilinen Ahmet Cihat Yıldızın, hurdalıktan çıkardığı bir motosiklete yeni bir şekil, yeni bir yüz ve yeni bir gövde takarak kullanıma hazırladığı ve iş görecek hale getirdiği motosikleti, tamamlamasıyla başladı. Ahmet Cihat uzun ve yorucu uğraşlar sonucu motosikleti tamamlamıştı fakat iki sorun vardı; birisi motosikletin egzozunun kaybolması, diğeri ise motosikletin çalışmıyor olmasıydı. Ahmet Cihatın talebi, ‘Kimseye Söylemeyenler’in de teşviki üzerine motosikletten kısmen anlayan biri olarak işe koyuldum. Önce bir egzoz temin etmek gerekirdi. Ahmet Cihat Mersin ilinde ve yöresinde benzer egzoz bulamadığını söyleyince, Kahramanmaraş’taki hurdalıkları ve tamircileri dolaşmaya başladım. İlk gün egzoz bulamamıştım. Bildiğim tanıdığım birçok esnafa uğramama rağmen aradığımız egzoz bulunamamıştı. İkinci gün yine aldığım yeni salıklar üzerine tamirciden tamirciye, hurdacıdan hurdacıya dolaşıp dururken Bicirik Mehmet ustada olabileceğini Topalak Ashabil ustadan öğrendim. Yanına gittiğimde, Bicirik Mehmet Usta yerde oturmuş, etrafta tamir bekleyen, birtakım parçaları sökük motorların arasında, elindeki bir parçayı tamir etmeye çalışıyordu. Selam verdim, ‘’usta bizim birader Mersinde falan motoru söküp yeni bir motor yapmış ama motorun egzozunu kaybetmiş, bize filan egzozdan lazım’’ dedim. Mehmet usta ayağa kalktı tatlı bir kahkaha attı ‘’kayıp mı etmiş, Koca egzozu? Ya hu civata falan desen tamamda koca egzoz kaybolur mu?’’ Adamın keyfi yerine gelmiş, bütün yorgunluğu geçmişti. Hakikaten o ana kadar hiç merak etmemiştim egzozun niye ve nasıl kaybolduğunu. ‘’Dur arayıp sorayım usta’’ dedim ve Ahmet Cihatı aradım. Kaybolan egzozun komik akıbetini öğrenince Mehmet ustayla beraber epey güldük. ‘’Diha şorda var bak bakalım işine yarar mı?’’ dedi. Pazarlık edip anlaştık, egzozu satın aldım.

Şimdi ikinci mesele: Bujiye neden elektrik gelmiyordu. Aşk olmazsa kalp çarpar mı Ahmet Ahmet Abi. Bu sefer de Kiraz Mehmet Ustanın dükkânının yolunu tuttum. Gerekli soruşturmayı yapıp tavsiyeleri de Kiraz Mehmet’ten aldıktan sonra elimde kocaman bir egzozla eve doğru yollandım.

Hane halkı Ahmet Cihatın tavsiyesi üzerine trenle gideceğimizi bildiği için hazırlık yapıyordu.  Elimde egzoz kapıda beni görünce çoluk çocuk hepsi güldüler. Çocuklar heyecanlıydı. İlk defa terene binecektik fakat benim aklım bujiye neden elektrik gelmediğindeydi.

Kalbin ateşi yoksa insan neye benzerdi? Çıngı olmadan kalp ateş alır mıydı? Bujiye elektrik gelmesi kalbe çıngı çarpması demekti. Geçmişte olan biten ne varsa revize edip, temizleyip, dost yüzüyle cilalayıp, ayna gibi kalbe çıngı çarpmazsa, kâinatın ritminden haberdar olmak, hatta aynı ritimle vecd halinde vâr olmak ne mümkün. Hayır, kalp çarpan çıngıyı yangınlarla kucakladı yandı yandı içerisindeki bütün kirlerden arındı diyelim. Bu sefer o küle dönüşen kötülükleri filtre etmeden sanat, edebiyat ya da musiki gibi nehirlerde yıkamadan kainata nasıl salacak.

Ve Cuma günü… Yola çıkacağımız gün. O gün dükkân. O akşam yani motorla ilgilenmeyi planladığımız akşam dükkân saatine denk gelecek. Mehmet Yaşarın bağlısı ve kadim dostu Hacı Ahmet Eralpe emanet ettiği Adana’dan geçeceğimiz vakit ise dükkânın gençleriyle ilk tütünlerin yakılacağı saate denk gelecek. Maraş’tan Mersin’e her yer dükkân Ahmet Abi.

Derken Cuma vaktinden evvel eve vardım Ahmet Abi. Eve varmadan önce de bir arkadaşımı aramıştım. Önemsediğim işleri yapmadan önce yahut hayatımı etkileyecek önemli kararları vermeden önce arayıp, sohbet edip, sesini duyup, kendimi çeki düzen ettiğim bir arkadaş. O esnada tirşik çorbası yiyormuş. Telefonda tirşik çorbası üzerine sohbet ettik; yanında bulgur pilavı. Enver Abi’nin Andırın’ın dağlarından eliyle topladığı, kalp ateşiyle pişirip Ehl-i Dükan’a, yanında bulgur pilavıyla ikram ettiği tirşik çorbası. Bilirsiniz Enver Abi her yıl zamanı gelmedi diye erteler durur. Biz gençler olarak tirşik çorbası yemek için kalp ayarımızı yapmamız gerektiğini anlarız ama kalbimizin ayarlarını yaptırıncaya kadar da zamanı geçer tirşiğin.

Geldim ya Ahmet Abi eve. Hanım tirşik çorbası ısıtıyor; yanında bulgur pilavı. Tepeden tırnağa titredim. ‘’Hayırdır dedim’’, ‘’komşu gönderdi’’ dedi. Bilirsiniz Ahmet Abi eskiden insanlar pişirdiği yemekten komşusuna ikram eder yalnız yemezdi. Pandemidir bilmem nedir bu işler modernizme kurban gitti şimdilerde o ayrı ama bendeniz önemserim bu durumu her şeye rağmen. Tirşik çorbasını kimin gönderdiğini komşuları ve hane halkını ben de tirşik çorbası yiyeyim diye kimin memur ettiğini biliyorum ama Ahmet Abi. Hasılı ziyade olsun.

Ve Cuma vakti; kutlu vakit... Dükkân Ehli’nin, Kulağı Kutlu’da değil de başka camide Cuma Namazı kıldığınızda ‘’evde mi kıldın’’ nüktesine maruz kalacağınız kutlu vakit. Mübarek Ezanı dinleyerek Mahalledeki camiye doğru adımlasam da dostların, ‘’evde mi kıldın’’ nüktelerini duyar gibiydim. Her ne kadar Kulağı Kutlu’nun bekçisi Mehmet Emmi evde Cuma olmaz dese de durum maalesef buydu.

Mehmet yaşar ve oğlu Mehmet Akif’in bizi Türkoğlu Tren Garına nakletmesiyle yolculuk başladı. Mehmet Yaşar pahalıkçı ama geçen sefer bizi başka bir yere nakletmesi sırasında, nakliye ücreti olarak ödediğim, tek nüsha ve başka yerde kaydı olmayan şiir, sanırım daha birkaç nakliyeyi öder.  

Ve tren geliyor Ahmet Abi. Çocukların heyecanlı bekleyişi daha büyük bir heyecanla yeniliyor kendini. Dağlardan, derelerden, vadilerden, ormanlardan, tünellerden, yeşilin her renginden, deliyoruz zamanı ve mekânı. Adana’dayız. Tren burada aktarma yapacak. Mersin trenine bineceğiz. İner inmez Hacı Ahmet Eralp dost kucaklıyor beni pandemiye inat. Kükreyen boğaya benzettiğim ve Hacı Ahmet’in, kafasından tek eliyle tuttuğu, ben gelene kadar öylece beklettiği Mersin treni, Hacı Ahmet bana sarılırken diğer elini boğanın başından kaldırmak durumunda kalmasıyla birlikte hemen harekete geçiyor. Bir tütün bile içemeden binip devam etmek zorunda kalıyoruz, Hacı el sallıyor.

Mersin… Akdeniz ikliminin masum liman kenti… Ahmet Cihat, ailesiyle birlikte karşılıyor bizi. Bir an evvel eve gelip başlıyoruz hummalı çalışmaya.

Bujiye elektrik gelmezse olmaz Ahmet Abi. GDH (Genç Dükkâncılar Hareketi) heyecanla bekliyor motorun çalışmasını, Akif Abi duada. Bütün uğraşlarımıza rağmen ne eksozu takabiliyoruz ne bujiye elektrik verebiliyoruz. Arızalı parça olduğunu düşünerek sabah ola hayr ola diyoruz. Hatta motosikletin motorunu söküp Maraş’a getirmeyi bile düşünüyoruz. Ahmet Cihat öfkeleniyor on iki katlı binanın damındaki küçük bir atölyede bulunan motoru, damdan aşağı atmakla tehdit ediyor. Zor aldım elinden motosikleti.

Ertesi gün, çocuklarla biraz etraf gezip ikindiye doğru eve geldik. Ahmet Cihat bir video açtı. Bizim motordaki arızayı ve tamir yöntemlerini anlatan bir video. Bu ve benzer videolardan Ahmet Cihat da ben de epeyce izlemiştik ama bu başkaydı. Aklımızda şimşekler çaktı. Ahmet Cihatla arıza konusunda kısa bir mütalaa yaptıktan sonra soluğu damdaki atölyede aldık. Haydi Bismillah, kablolar yanlış bağlanmış olabilirdi.

Kalbe çıngı yanlış yerden verilirse ateş alır mı? Hiç şehveti aşk zanneden, dünya sevgisini ve malını idealize eden, rahat yaşamayı ilke edinen, televizyondaki ekran papazlarını önder sanan, batıya özenip gâvura imrenen kalp ateş alır mı Ahmet Abi. Kalbin yollarını doğru bağlamalı Ahmet Abi.

Evet, kablolar yanlış bağlanmıştı. Deneme yanılma ve renklerin kılavuzluğuyla yeniden bağlanmalıydı. Hepsini söküp bujiye elektrik gelene kadar denedik. Ve işte gelmişti. Heyecan içinde Ahmet Cihata ‘’Bas marşa şimdi çalışsın’’ dedim. Ahmet Cihat, Bismillah deyip motorun marş koluna öyle bir bastı ki on ikinci katın damından yerin yedi kat zeminine kadar hissedildi. Motor çalışmıştı. Egzozu takmak kolay oldu. Sonra ince ayarlar, kalbin ölüm ayarı gibi ritmik bir var oluş.

 

TEFEÜL SAATLERİ-11/ Hidayet BAĞCI

Mutluluğu gökyüzünde arıyorsan, peki yeryüzünde ne duruyorsun?

Kimi mutluluklar ayrıntılarda gizlidir ve onları görebilen bir bakış gerek. Kimisi ise göz önünde bulunur fark edilmez. Nihayetinde her iki durum da fark edilmeyi ister. İnsan bir kez şükretse mutluluk da ayrıntılara gizlenmez.

Şiir Naz, ibriğe su doldurdu. Valizden çıkardığı dantelli beyaz havluyu da kızının ellerine verdi.

“Baban abdest alacak kızım, onu dikkatle izle olur mu? O abdest aldıkça sen de onun ellerine azar azar su dökersin derdim amma daha küçüksün. ” dedi Şiir Naz, kızına. “Bir zamanlar ben, köye gitsem de İhsan babam namazını eda etmek için abdest alsa da ellerine su döksem, havluyu kendisine uzatsam, hayır duasını alsam derdim kızım” dedi içinden Şiir Naz.

“Eee, herkes hazır olduysa ben de abdestimi alayım da babamızla annemizi ziyarete gidelim. Onlar da bizi bekler.” dedi Nureddin.

“Babacığım, ben buradayım, abdest suyun yanımda ve havlun bende.” dedi küçük kız gözlerinin içiyle gülerek.

“Düğünün ertesi günü Nureddin’in annesi Çeşmi Naz gelinine usulünce “Kızım, suyu azar azar dökersin babanın ellerine. O, Besmele-i Şerife okumaya başlayınca avucunu açar sen de azar azar suyu dökersin. İhsan baban her bir uzvunu yıkama hareketinde dua okur. O avucunu açtıkça yavaş yavaş suyu akıt.” Diye anlatıyordu. Şiir Naz ilk defa böyle bir usulle karşılaşmıştı. Bir elinde su ibriği diğer elinde havluyla kayınatası İhsan için kendisine tarif edileni yaptı. Nureddin’in babası İhsan yüzünü havluyla kurularken gelini Şiir Naz için “ Bahtın, günün ak olsun kızım” dedi.” Şiir Naz daldığı hayalden kocasının sesine uyandı.

“Aman da kızım bana havlu uzatırmış, bahtın günün ak olsun güzel kızım” dedi Nureddin, afacan Amine Şuara’ya.

Ailece kabristana geldiklerinde Ebru’nun oniki yaşındaki hafız oğlu İsmail Hakkı Vakıa suresini, Amine Şuara da annesinin ezberlettiği şekilde Fatiha suresini okudu. Şiir Naz kayınataları İhsan ve Çeşmi Naz’ın aziz ruhlarına okuduğu Fatiha ve İhlas surelerini bağışladıktan sonra kirpiklerinden yanağına doğru kaymaya başlayan gözyaşlarına engel olamadı. Başladı onlarla rabıta-ı bir hal ile konuşmaya:

“Sizlerle değişti hayata olan bakışım.

Biliyor musun Çeşmi Naz ana? Nureddin ile nasıl tanıştığımızı sorduğun da sessiz kalmıştım. Çünkü Nureddin size beni nasıl anlattığını bilemediğim için o gün, tanıştığımızı bu suskunluğuma teslim etmiştim. Ben Edirne’den, Nureddin ise Akdeniz bölgesindeki Kahramanmaraş’ın Sırbarajını kendine mesken eden bir köydendi. Bildiğiniz gibi aynı üniversitede farklı bölümlerde okuyorduk. Onunla yeni tanıştığımızda ben edebiyat öğretmenliği ikinci sınıf öğrencisi, Nureddin ise peyzaj mimarlığı bölümü üçüncü sınıf öğrencisiydi. Kütüphanede derslerimize çalışırken iki dönem boyunca birbirimizden habersiz aynı masayı kullanmışız. Benim derslerim sabahları, onun dersleri öğleden sonra olurdu. Bir gün ikimizin de boş vakti aynı saate denk geldi. Kendimiz için ayırdığımız çalışma masasına ikimiz aynı anda sahip çıktık. Sanırım bizim aşkımız işte o masada başladı. Sonrası mı? İşte buradayım.

Nureddin’in haberi yok ama ben şu an ikinci çocuğumuza hamileyim.”

Kirpiklerinde asılı durup da yanağına düşen her bir damlayı parmaklarının ucuyla silen Şiir Naz, Ebru’nun sesiyle kendine geldi “Yenge, birazdan yağmur yağacak, ıslanmadan arabaya gidelim. Ağabeyim seni bekler.”



DUA / Nurcihan KIZMAZ


şiir değsin yüreğine 

bir akşam vakti,

 

turnalar uçsun göğünde

telli turnalar,

muştulu mektuplar bıraksın 

ocağına, kucağına,

 

her duana amin diyen

meleklerin olsun omuzlarında,

 

bir dost kahvesi kadar hatırlı

nice kırk yıllar sığsın ömrüne,

rüzgar esenlikler fısıldasın

gönlüne,

 

bir serçenin sırtında

uçup gitsin sonsuza

günahların,

ilk bahar tadında geçsin

bu son baharın

 

BU YOLUN SONU YOL DEĞİL/ Samet YURTTAŞ



Nefsimi dizginleyen atlarla

Geçiyorum Barlar sokağından

Bu yolun sonu yol değil

Biliyorum

Birazdan bir sarhoş

Girecek koluma

 

Gözlerimi kaçırarak

Bütün insanları bir bir geçiyorum

Bunlar beni anlamaz bunlar da

Bu yolun sonu yol değil

Biliyorum

Pusulamda  kararsız bir adam var

 

İçimde bir gariplik var

Beynimde kıtalar arası uçuş

Bu yolun sonu yol değil

Biliyorum

Birazdan batacak akşam

Her yer zifiri karanlık

 

Bir tombalacı geçiyor önümden

Şansıma hiç güvenmiyorum

Bu yolun sonu yol değil

Biliyorum

Kaderim cebimde açılan bir oyuk

 

Köşedeki manavın önünde duraksıyorum

Benim param bir iç çekişe

yetecek kadar

Bu yolun sonu yol değil

Biliyorum

Dişlerimde geceden kalma mısralar

 

Ciğerci ustası bana bakıyor

Ben kediye

Bu yolun sonu yol değil

Biliyorum

Açlığımın üstüne demli çay çekiyorum

 

 

Nehirlik/Mustafa Alper Taş



dudakları büyük sözler için
ve dişleri nice bayramlık lezzetlerden
geçmiş şairler içinde
yüreği güpür güpür
kuşlar gibi hafif
ey uçmakta olan
 
acımız şimdi betonlarla
durdurulan bir deniz kadar yeşile bulaşmış
kendisinden hiçbir şey istenmeyen
eller içinde
yorgun
 
kara bir duruşa tutulduk
ne ileri ne bakır taslarında kurumuş ninelerin
bir yaprak gibi dirençli
sevgiye
ninelerin
mavi gözlerinde başlar
sabah
 
eve bir gelin gelmekte
gümüşler parıldamakta
duvarda bakıp geçmiş resimleri
rızkın buğdaya benzediği
ve soluk acılı
günlerin
bu makas demirimizdir
bu kapı örtülür akşamları ciğerimizde
duyarız birimiz ölmüş
ağlarız yırtılmış kollarıyla annenin
yara
sokulur
biraz daha içeri
 
boyun dalında
güneşe bakmamak için
verilmiş dalında boynun
bir nefes gibi
yavaşlar
hatıran


DARASI ALINMAMIŞ CÜMLELER/Hidayet BAĞCI

Okuruna

Kalbine ve özüne dokunarak yazmaksa muradım, belki de ben bir nakkaşım. Her sabah gergefi elime aldığımda kumaşıma ilmek ilmek, rengârenk desenler nakşederim. Bu desenlerde kullandığım ipliklerin rengi pastel tonlarda olsa da siyah ipliğe yer bırakmıyor diğer tüm renkler. Kumaşa nakış olarak nakşedeceğim deseni belirleyen, işte ipliklerimin renkleridir. Ne çok isterdim bu iplikleri seçmenin, bir yazarın cümleye dökmek için  kelimeleri itinayla seçmesi gibi bir hâl olmasını.

Siyah ipliği neden kullanmıyorum, biliyor musun? Aslında kullanmamaya özen gösteriyorum. Eğer kullansaydım, desen hep hayalsiz ve anlamsız olacaktı. Siyah karanlıktı, siyah matemdi. Siyah hep olumsuzluk yükleyecekti gergefteki o sese. İşte ben böyle bir hâl içinde, nakışını o güzel tık sesiyle bütünleştirmeyi amaçlayan bir nakkaştım belki de.

Bir nakkaş olarak öncelikle kasnağa beyaz kumaşı iyice yerleştiririm. İpliğin ucunu bir iğnenin içinden geçirmek ancak bir kadının ellerine yakışır, değil mi? Onu da yaparım. Seçtiğim ipliğin en sonuna kör bir düğüm atarım. Gergefin arkasından iğneyi kumaşa dokundurduğum andaki bir “tık!” sesi, ne de güzel benziyor kalbin tıkırtısına değil mi? İşte böyle başlıyor bendeki hayali, kumaşa nakşetme hâli.

Kumaşta oluşan desene bakınca sendeki hâli bilemiyorum ama tahminimce bir anlamsızlık yani bakana göre anlam kazanan bir desen olabilir. Herkesin bakış açısı da aynı değil, biliyorum. Peki sen bu farkı biliyor musun?

Nakkaşlar kumaşa işledikleri desenlerin tık sesine dalıp gitse de unutmazlar bir sonraki ipliğin rengini, hayal ederler bir sonra oluşacak olan desenin hâlini. Bu da tıpkı insanın bir sonraki hamlesine, bir sonraki adımına benzer gibi. Aslında uyanıktırlar, bu kadar net tasvirler yapmaya gerek var mı bilemiyorum. Yine de belirtmek istedim.

Kimi zaman leb-i hadra çizgisinde, rüzgârla yarış yapan rahvan atlar gibi olur kalbim. Tabi bir ayağım hep yerde. Atların nalındaki tık sesini fark ettin mi? Bu sesi nasıl nakşedebilirdi bir nakkaş kumaşa. Bunu bir şair dahi dökemezdi şiire.  Bir yazar bile hikâyeye dönüştüremezdi bu sesi. Ancak bir okur çözebilirdi ipliğin en sonundaki düğümü. O da, oluşan desene kıyamaz.

Bu darası alınmamış cümlelerin devamını bekler gibisin, bilirim. Ancak devamı okurun kalbinde nakışa dönüşen cümlelerdedir. Tabi ki iplikteki düğüm çözülmediyse…

Okuruna selam ile…

 

 

BİR ŞİİRİN HİKÂYESİ / Nurcihan KIZMAZ


Dört yaşındaki bir çocuğa karı nasıl tarif edersiniz? Bırakalım kendi keşfetsin, dünyayı tanımaya çalışan her çocuk küçük bir kâşif değil midir?

Uzun uzun izledi önce, bir taraftan seviniyor bir yandan da gökyüzünden dökülen bu şeylere anlam veremiyordu. Pamuk şeker miydi acaba? Yemeyi denedi beğenmedi. Yoksa bu yumuşak şeyler yatmak için mi seriliyordu her yere, uzandı, yuvarlandı, bir türlü kafasında şekillendiremedi. Ne işe yaradığı konusunda hiç bir fikri yoktu, sormak istedi önce vazgeçti geri, herkese o kadar normal geliyordu ki şaşıran bir tek kendisiydi. Bekleyip görecekti.
Akşamüstü ablası geldi okuldan, aceleyle bir şeyler atıştırdı. Eldivenlerini, atkısını, beresini alıp bir tane de havuç koyuverdi cebine. Merakla izliyordu küçük kız. Ablası önce biri büyük biri küçük kartopu yaptı balkonda biriken karlardan, o kadar ustaca hareketleri vardı ki daha önce defalarca yapmış olmalıydı. Sonra küçük olanı büyük kartopunun üzerine oturttu itinayla, iki küçük kömür parçasıyla bir havuç olayı bambaşka yere taşımış, bere atkı eldiven derken ortaya sevimli, çizgi filmlerden aşina olduğu bir görüntü çıkmıştı. Birdenbire yakınlık duydu, kanı kaynadı, sarılmak istedi. Bir de ismi olmalı bu sevimli şeyin diye düşünürken 'kardan adam' dedi ablası. 'Onun adı kardan adam, başka ismi olmaz bunun, her yerde kardan adam denir, senin için yaptım arkadaşın olsun, ona iyi bak' diye tembihledi. Akşam oldu hava karardı, kar hızını giderek artırdı, Belkıs pencereden ayrılmıyor sürekli kardan dostunu izliyor, onun dışarıda yalnız kalmasına bir türlü gönlü elvermiyordu. Annesine kardan adamı içeri alması konusunda epey ısrarcı oldu, olmadık diller döktü, yalvardı yakardı, ağladı sızladı, bir türlü ikna edemedi. O zaman ben onun yanına gitmeliyim diye düşündü. Annesi kardan adama bir şey olmaz, o soğuk yerlerde daha mutlu olur, yalnızlık hissetmez çünkü yağmakta olan kar taneleri onunla eğlenir hoşça vakit geçirir diye sebepler üreterek küçük kızı inandırmaya çalıştı.

Gece bir türlü uyku tutmadı Belkıs'ı, sık sık pencereden bakıp bir ihtiyacı var mı diye kontrol etti kardan adamı. Acaba elleri üşüyor mudur diye hayıflandı, acıkmış mıdır, ne yer ne içer diye düşündü, gözleri doluyor, boğazı düğümleniyor, ev halkının bu duyarsızlığı gücüne gidiyordu. Sabaha karşı pencerenin önündeki divana kıvrılmış nihayet uyuyabilmişti.

Sabah güneş gülen yüzünü göstermiş, bir gün önceki soğuk havadan eser kalmamış, her yeri kaplayan bu beyaz örtü güneşin ilk ışıklarıyla pırıl pırıl parlamaya başlamıştı. Önce annesi uyanıp sobayı yaktı, tutuşmakta olan odunun çıtırtısı her ne kadar tatlı bir ninni hissiyatı verse de dışarıdaki kardan adamın halini merak eden çocuklar yataklarından fırlayıp kendilerini pencerede buldular. Okullar tatil edilmişti, keyiflerine diyecek yoktu. Kardan adamla bol bol vakit geçirebileceklerdi, büyük bir iştahla kahvaltılarını yaptılar, sıkıca giyindiler, güneşin ve karın tadını aynı anda çıkarmak üzere dışarı çıktılar. Belki birkaç tane daha kardan adam yapar küçük kardeşlerinin yüreğini rahatlatırlardı. Böylece kardan dostu yalnız değil diye bir nebze daha rahat uyuyabilirdi bu gece. Biraz daha kara ihtiyaçları vardı, bunun için yanlarına bir küçük kürek bir de kova aldılar, bahçeden kar getirme işini ortanca kardeş üstlenmişti. Fakat o da ne? Kardan adamın gözleri çukurlaşmış, yanakları küçülmüş, elindeki süpürgesi düşmüştü. 'İşte dedi küçük kız, ben size söylemiştim, üşüdü hasta oldu, nasıl da üzgün bakıyor bize, küsmüş olabilir, onu dışarıda bırakmamalıydık, hemen onu doktora götürelim lütfen lütfen..' diye babasının ellerine yapışıp iki gözü iki çeşme ağlarken, annesi ablası gülerek ona durumu izah etmeye çalışıyorlardı. Her ne kadar ablası bir dahaki kar yağdığında yine kardan adam yapacağını vaat etse de bir taraftan erimeye devam eden kardan adamın burnundaki havuç da düşerek küçük kızın kalbinde derin bir iz bırakmıştı. Bu kar denilen şeyin insanlara sevinç ve hüznü aynı anda tattırıyor olması annesinin şu satırları yazmasına vesile olmuştu.

 

Kardan adam nedir senin bu kaderin bu yazın

Yine soğuklardasın sokaklardasın

Kömür gözlerinden akıyor hüzün

Yine efkârlardasın ayazlardasın


Yok mu senin kimin kimsen yoldaşın

Hani nerde akranın arkadaşın

Üşür mü ellerin ağrır mı başın

Niye yalnızlardasın ıssızlardasın


Kardan adam tenin kadar yüreğin de ak senin

Yarın güneş doğarsa gözyaşların çok senin

Bayramın yok baharın yok yarınların yok senin

Hâlâ umutlardasın niyazlardasın.

 

VARAN BİR / Davut UYSAL



Yahut ağaçtan düşürdüğüm bir elma
Yahut düşüremediğim
İşte yerime uzanıp kopardığın
Koparıp ağzıma tıktığın
Açlığımı yiyip üzerime giyindiğin
Sabaha az kala sabah olduğun
Anne gibi sevip evlat gibi sevildiğim çocuğum.


KORKU YASASI / Samet YURTTAŞ


Ve her şeyden önce

Tutanaklar korurdu beni,

Altı ıslak imzalı.

Bir al-ver yasasıdır yaptığım.

Hücre cezası alan aklım,

Ne zaman havalandırmaya çıksa

Kaçmasından  korkarım.

 

Gün boyu yürürüm,

Aklımın almadığı bir emirle.

Bir, iki, üç...

Bu kaçıncı geçiş böyle

Bilmiyorum.

Yürürüm,

Elimde resmi belge.

 

Yasaklı bir şiir gibi yürürüm.

Volta atan dik bakışların,

Bana zamanı sorduğu yerde

Susarak  yürürüm.

Mazgallardan parça parça

Sızan mevsim

Benim.