KARPUZ / Teyfik KARADAŞ


Dünyaya gözlerimi açıp; insanları ve çevreyi tanımaya başladığım andan itibaren, ilk hatırladığım insanlardan birincisi anamsa, ikincisi dedemdir. Dedem uzun boylu, geniş omuzlu, çakır gözlü, çatık kaşlı ve iri-yarı bir insandı. Ağırlığı ise yüz yirmi beş, yüz otuz kilo civarındaydı. İri çenesinin üzerine doğru uzanan ipeksi beyaz sakalları ile nurani siması, dedemi köyümüzde yaşayan diğer insanlardan ayıran en belirgin, en ayırt edici özellikleri arasında yer alırdı. Ayağına giydiği tabanı traktör tekerinden, üzeri hakiki gönden yapılmış köşker işi yemeni, beline bağladığı beş altı gözlü adına kubur denen meşin çanta, başına takmış olduğu fes dedemin fiziksel görüntüsündeki heybetini bir kat daha artırırdı. Giymiş olduğu Frenk ipi kumaştan dikilmiş Maraş şalvarı ile Suriye’den gelme parlak ceket dedemin dış görünümüne ayrı bir hava katardı. Dedem fiziki yapısı ve giymiş olduğu kıyafetleriyle birlikte bir bütün olarak değerlendirildiğinde kendisine münhasır otantik bir insandı. Dedemin eviyle bizim evimiz arasında sadece beş altı metre genişliğinde bir sokak vardı. Dedem aynı zamanda bizim en yakın komşumuzdu.

Ben ise o zamanlar çok yaramaz, çok şımarık bir çocuktum. Evde, sokakta, okulda ve bulunduğum her ortamda sürekli olarak yaramazlık yapardım. Yaramazlık yaptığımda ise anam bana kızar, bağırır, çağırır bazen de döverdi. Babam köyümüze on kilometre mesafedeki kışlakta hayvanlarımıza baktığı için çoğu zaman evde bulunmazdı. Ben de anam bana kızmaya başladı mı fırsat bulabilirsem koşaraktan canımı dedemin evine atardım. Dedemin evinde amcamın çocuklarıyla oynar, yemeğimi yer annemin öfkesi geçtiği zaman yeniden evimize gelirdim. Dedemde nenemde beni çok severlerdi. Dedem anama kızmasın diye, anamın bana kızdığını dedeme hiç söylemezdim. O günün şartlarında köyümüzde elektrik, su ve yol gibi alt yapı hizmetlerinin olmadığı halde günlerimiz huzurlu ve mutlu geçerdi.

Un, bulgur, peynir, yağ gibi gıda maddelerini kendimiz üretir, kendimiz yerdik. Yufka ekmek, turşu, tere yağlı bulgur pilavı gibi yüzde yüz organik doğal ürünlerle beslenirdik. Bu nedenle insanlar o yıllarda pek hastalanmazdı. Hastalananlarda genel olarak doğal yöntemlerle tedavi edilirdi. Başı ağrıyan insanlara nazar muskası takılır, yarası olanlara köyde kadınlar tarafından içine çeşitli şifalı bitkiler katılarak imal edilmiş merhemler sürülürdü. İnsanlar doğal ortamı içinde yaşar giderlerdi.

Dedem çiftçilikle uğraşırdı. Geçimini çiftçilikle sağlardı. Evinde biri beyaz, diğeri kırmızı renkli iki tane öküzü vardı. Tarlaları bu öküzleri koştuğu kara sabanla sürerdi. Dedem öküzlere ve ata doğrudan kendi bakar, kimseye güvenmezdi. İneklere, danalara ve diğer hayvanlara genellikle nenem bakardı. Dedem senenin yarısını köyümüzün batı kısmında çam ormanlarını içinde yer alan Kasımoğlu mevkiindeki tarlasında geçirirdi. Kasım oğlundaki tarlasında buğday, arpa ve nohut gibi kaliteli tahıl ürünleri üretir, ürettiği ürünleri de yüksek fiyata satarak bol para kazanırdı. Dedem tarlaya giderken amcamın, halamın çocuklarından birini veya beni yanı sıra götürürdü. Dedem tarlada çalışırken biz hem inekleri otlatır hem de kabaktan yapılmış sürahi ile pınardan dedeme su getirirdik. Dedem   torunlarının kendisinin suyunu getirmesinden, hizmetinde bulunmasından çok mutlu olurdu. Tabii ki kendisine yapılan hizmetler karşılıksız bırakmazdı. Akşam tarladan eve dönerken kuburundan para kesesini çıkartır, kendisiyle tarlaya giden torununa o günkü çalışmasına karşılık olarak hatırı sayılır miktarda para verirdi. Bizde dedemden aldığımız parayla hemen Muzaffer’in bakkalına koşardık. Bakkaldan sucuk, lokum, şeker veya bisküvi gibi yiyecekler alır, aldığımız yiyecekleri küçük kardeşlerimizle birlikte güzelce yerdik. Dedem yanı sıra en çok beni götürmeyi isterdi. Çalışırken verdiği istirahat saatlerinde bana güreş tutmayı, ata binmeyi ve silah sıkmayı öğretirdi. Bende dedemin benimle ilgilenmesinde ve vermiş olduğu eğitim ve taktiklerden fevkalade memnun olurdum.

Dedem Kasım oğlundaki tarlasının yarısı eker, yarısını nadasa bırakırdı. Nadasa kalan tarlaya bazen karpuz, bazen nohut ekerdi. Ekmiş olduğu karpuzu parayla satmaz, tarla komşularına, hayvan otlatan çobanlara ve yöre halkına hayrına dağıtırdı. Arazinin olduğu yere kamyon, traktör gibi araçlar gitmediği için tarladan elde edilen arpa, buğday nohut gibi bütün ürünler köye eşek, katır gibi yük hayvanlarıyla nakledilirdi. O zaman çiftçilik yapmak çok zor, çok meşakkatiydi. 

Güz mevsimi gelmiş, son bahar yağmurları tarları ekilecek kıvama getirmişti. Dedem tarlaların nemi kurumdan buğday ekmek için her gün kasım oğluna gidip geliyordu. Biz okula gittiğimiz için yanında nenem gidiyordu. Cuma akşamından bana cumartesi günü kendiyle birlikte kasım oğluna gidip gidemeyeceğimi sordu. Bende giderim dede, ödevleri mide pazar günü yaparım dedim. Dedemin benden giderim cevabını duyunca nasıl sevindiğini, nasıl mutlu olduğunu kelimelerle anlatamam. Mutluluktan gözlerinden akan yaşlar, mübarek sakallarına akarak ıslattı desem mü bağla olmaz. Dedemle tarlaya gitmek için sabahleyin erkenden kalktım. Dedemin evine vardım.

Dedem tarlaya gitmeden önce hazırlıkları yaptı. Tohum olarak kullanacağı buğdayın içine kırmızı bir toz kattı karıştırdı. Bana karıştırdığı tozun kör ilacı olduğunu söyledi. Öğle yemeği olarak yiyeceğimiz azığı heybeye koydu. Sabah kahvaltımızı birlikte yaptık. O gün ekilecek tohumu ata yükleyip, heybeyi semerin arka kaşına astıktan sonra inekleri ve öküzleri önümüze alıp yavaş adımlarla tarlanın yoluna koyulduk. Köyümüzün batısında Kahramanmaraş-Kayseri karayoluna paralel olarak akan Ala çayır deresinin suyunu ayakkabılarımızı çıkartarak geçtik. Derenin yakınlarındaki köyümüzün mezarlığında yatan yakınlarımızın ruhlarına Fatihalar okuduk. Kahramanmaraş-Kayseri karayolunu karşıdan karşıya geçerken aşağıdan ve yukarıdan araç gelmediği için hayvanlarımızı sorunsuz bir şekilde karşı tarafa geçirdik. Katran çukurunun rampasına milli bir atlet edasıyla tırmandık.  Öküzler ve inekler gittiğimiz patika yola alışkın oldukları için bizim hiçbir müdahalemiz olmadan menzile doğru ilerliyorlardı. Katran Çukuruna doğru bir yay gibi kıvrılarak ilerleyen patika yoldan yeşil çam ormanlarının arasında koşan sincapları görüp ve değişik makamlarda öten binlerce kuşun seslerini dinleyerek sırtımız terlemeden zirveye çıktık. Dağın tam tepesinde bulunan Katran Çukurundan doğuya doğru baktığımda bizim köyün bütün evleri adeta ayağımın altında kalmış gibi gözüküyordu. Köyden daha doğudaki deli höbek tepesinin başındaki yangın kulesi bütün ihtişamıyla, hakimiyet bende dercesine yöredeki dağlara, ovalara meydan okuyordu. Katran Çukurundan etrafı kısaca temaşa ettikten sonra, tepenin batı yüzüne aşıp üç beş dakika daha yürüyerek Kasımoğlu mevkiindeki tarlamıza vardık.

Dedem tarlaya varmaz atın üzerindeki bütün yükleri koca çamın gölgesine indirdi. Azığımızın bulunduğu heybeyi Koca Çamın alt dalına astı. Tohumluk buğday dolu çuvalları tarlanın üst kısmına taşıdı. Tohumluk buğdayları önüne bağladığı önlüğün içine azar azar doldurarak tarlaya serpti. Dedem tohumları serptikçe sığırcık sürüleri tarlaya konup buğdayları yemeye başladı. Ben teneke çalarak kovalamak istedim ama dedem buna izin vermedi. Dedem bana” Oğlum! Bu buğdayların bir kısmı da kuşların hakkı. Onlar azını yer, çoğu yine bize kalır” dedi. (Bugüne dönüp baktığımda kuşların hakkını düşünen insan kaldı mı? Bilemiyorum.) Elime bir sukabağı vererek beni Kasımoğlu Pınarına suya gönderdi. Ben pınara varmadan Zeynep Hüseyin’in bağından biraz mahra başı üzümü başakladım. Üzümleri Kasımoğlu pınarının buz gibi suyu ile yıkayarak bir kısmını güzelce yedim. Bir kısmını ise sukabağına doldurduğum su ile birlikte dedeme götürdüm. Dedem götürdüğüm suyun yarısını bir nefeste içti. Sukabağının içinde kalan su ziyan olmasın diye, sukabağının armut ağacının çotuğuna koydu. Ben ise tarlanın kuzeyindeki yüksek bir kayanın başına çıkarak merada yayılan ineklerimizi kontrol etim. İnekler güz yağmurları yağdıktan sonra karaçalıların arasından çıkan yeşil otları kıtlıktan çıkmışçasına başını kaldırmadan yiyorlardı. Durumun berkemal olduğunu görünce yeniden dedemin yanına geldim.

Geldiğimde dedem tohumları serpme işini bitirmiş, dinlemek için tarlanın başında oturuyordu. Ben varınca dedem öküzleri kulaklarından tutarak tarlanın başındaki kara sabanın yanına getirdi. Önce onların başını okşadı. Sonra daha uysal yapılı beyaz öküzü boyunduruğun altına soktu. Samı ipini bağladı. Beyaz öküzden sonra kırmızı öküzü boyunduruğun altına sokup samı ipini bağladı. Saban okunu boyunduruğa monte etti. Sabanın ucunda demiri mesesin ucuyla temizledi. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra bismillah diyerek başladı tarlayı sürmeye. Dedem saban demirini toprağa batırıyor, öküzler ilerledikçe toprak heyelan olmuşçasına ortadan ikiye ayrılıyordu. Evleğin başına vardıkça dedem öküzleri durduruyor, bir macun gibi saban demirine yapışan çamurları meses ile temizliyordu. Toprağın içindeki taşlar saban demirine takıldıkça öküzlerin aşırı şekilde zorlandığını görmek beni derinden üzüyordu ama yapacak başka bir şeyde olmadığını biliyordum. Ben o haleti ruhiye içinde hem dedemin tarlayı nasıl sürdüğünü temaşa ediyor, hem de çevreyi tanımaya çalışıyordum. 

Tarladaki birdenbire Arı Taşı Tepesindeki meşe ormanlarının içinden gelen çan sesleriyle bozuldu. Zaman geçtikçe çan sesleri artmaya başladı. Çan seslerinin yoğunluğundan olduğumuz yerin yakınlarında büyük bir keçi sürüsünün olduğunu tahmin ettim. Biraz sonra köpek sesleri duyulmaya başladı. Bu arada keçi sürünün ucu Töme Hasan’ın Arı Taşındaki tarlasından gözüktü. Bizim köyde o kadar kalabalık keçi sürüsü yoktu. Muhtemelen bu sürü Binboğa yaylasından Çukurova’ya doğru göç eden Yörüklere aitti. Keçi sürüsünün içinden çıkan iki tane boynu tasmalı çoban köpeği bizim olduğumuz yere yaklaşık üç yüz metre mesafedeki meşe ormanının içine doğru koşmaya başladı. Aynı anda meşe ormanının içinden çıkan bir kurt koşarak bizim yan tarafımızdan geçip güney taraftaki Süsü deresi tarafına doğru gidip, bir dakika gibi kısa bir süre içinde gözden kayboldu. Ben kurdu görünce korkumdan dedeme nasıl sarıldığımı anlatamam.  Bu sırada bizim ineklerde kurttan irkilip, böğürmeye başladı. Köpeklerde kurdun peşi sıra koştular. Bir dakika sonra köpeklerde gözükmez oldular. Dedem “Bu kurt burada yatıyormuş. İyi ki bizim ineklere saldırmamış” dedi ve işini yapmaya devam etti. On dakika kadar sonra köpekler ağızları kan içinde ve yorgun vaziyette kehleyerek yanımızdan geçip sürünün olduğu tara doğru gittiler. Dedem yine “Adamların köpekleri yiğitmiş, kurdu öldürmüşler” dedi. Aradan yarım asır zaman geçtiği halde o iki köpeğin kurdu ne şekilde ve nerede öldürdüklerini merak ederim.

Köpekler yanımızdan geçip gittikten sonra, ben hızlıca üzerimdeki korkuyu atıp dedeme su getirmeye gittim. Ben su kabağına tas ile su doldururken dedemin “Teyfik oğlum yetiş” diye bağırdığını duydum. Hızlıca suyu doldurdum. Koşar adımlarla dedemin yanına doğru yürümeye başladım. Birde ne göreyim tarlanın ortasında futbol topundan büyükçe bir karpuz tarlanın ortasında yatıyor. O sene dedem o tarlaya karpuz ekmişti. Bir tanesi karpuzu bağından koparmadan toprağa gömmüş. Karpuz toprağın içinde büyümüş. Ben su getirmek için pınara gidince karpuz saban demirine takılarak topraktan dışarı çıkmış. Dedemde sevincini paylaşmak için “Teyfik oğlum yetiş” diye bana seslenmiş. Ben karpuzun yanına vardım. Karpuzu taşımaya gücüm yetmedi. Dedem geldi, kapuzu azık heybemizin asılı olduğu Koca Çamın dibine götürdü. Karpuzun üzerindeki çamurları bez ile silip, su ile yıkayarak temizledi. “Bugünde Allah rızkımızı toprağın içinden verdi” dedi. Tekrar öküzlerin yanına gidip tarlayı sürmeye devam etti. Bende inekleri serin yerde yatsınlar diye armut ağacının dibine getirdim.

Çamların gölgesi kısalıp güneş tepemize gelince dedem” öğle oldu oğlum Teyfik git su getir de azığımızı yiyelim” diye bağırdı. Ben hem dedemin abdest ıbrığını, hem de su kabağını alarak pınara gittim. İkisinde doldurup azık yiyeceğimiz yer olan Koca Çamın dibine döndüm. Dedemde tarla sürmeyi bırakıp öküzlerin yemini vererek yanıma geldi. Dışı mavi olmakla birlikte ateş isiyle siyahlaşmış çaydanlıkla su kaynatıp güzelce bir çay demledi. Sonra karpuzun dörtte birini kesip bir tepsini içine dilimledi. Heybeyi çamdan indirip azığımızı çıkarttı. Öğle yemeğimizi afiyetle yedik. Yediğimiz karpuz buz dolabının buzluğundan çıkmış kadar soğuk, şeker şerbeti kadar lezzetliydi. Yemekten sonra içtiğimiz çayı nasıl anlatsam bilemiyorum ama sizin anladığınızı tahmin ediyorum.

Yemekten sonra dedem abdestini aldı. Öğle namazını kıldı. Ellerini semaya kaldırıp Yaradan’a sıtkı bütün bir imanla duasını ederek ibadetini tamladı. Bir saat kadar uyudu. Uyandıktan sonra çalışmaya kaldığı yerden devam etti. Dağların gölgesi uzadı. Güneş deli Höbek tepesinden aşmak üzereyken akşam vakti yaklaştığı için işi bırakıp köye döndük.

Dedem o gün bana yirmi lira harçlık ile artan karpuzun yarısını verdi. Anam elimde kapuzla eve girince şaşırdı bir hoş oldu. Çünkü o mevsimde bizim köyde karpuz bulunmazdı. Yaşadığımız olayı anneme anlattım. Annem çok mutlu oldu. Annem karpuzu kardeşlerime, bana ve kendine dilim dilim eşit miktarda dağıttı. O gün evimizde birer dilim karpuz yediğimiz için bayram günü gibi sevindik. Şimdi yılın her günü karpuz yeme imkânımız olduğu halde mutlu olamıyoruz. Sahip olduğumuz nimetler için şükretmiyoruz. Bu nedenle de başımızdan felaket eksik olmuyor.                                                             

Peygamber Efendimiz Hz Muhammed (sav) bir hadis şeriflerinde “Kime bir nimet verilir ve o da o nimeti dile getirirse, onun şükrünü yerine getirmiş olur. Eğer onu gizlerse, nimete nankörlük etmiş olur” buyurmuşlardır.

Bende o gün Yüce Allah’ın bize vermiş olduğu bu güzel nimeti bugün dile getirmeye çalıştım. Yüce Mevla’m sizlere de bol ve güzel nimetler versin inşallah.

Az rızık için çalışana da Rabbim bol rızık verebilir. Onun için rızkımız için çalışalım. Hayırlı işlerde birbirimizle yarışalım.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder