Çiğ keçi
sütüne, yabani incir sütü damlatılıp, çırpılarak yapılan süt kestirmesine
teleme denir. Telemenin bundan başka yüzlerce tarifi bulunmakta olup, onlarca
farklı yeni tarifi de yapılabilir. Önemli olan telemenin tanımı değil, ürünün
pişmemiş keçi sütüne, yabani incir sütü damlatılarak yapılmasıdır. Telemeye;
teleme peyniri, teleme yoğurdu gibi isimler veren bölgelerimizde mevcuttur.
Teleme çiğ keçi sütünden yapıldığı için vitamin değeri çok yüksek bir yiyecek olup,
sağlığımız açısından sayısız faydaları bulunmaktadır. Benim yaptığım
araştırmaya göre; telemenin yapıldığı keçi sütünün, dolayısıyla telemenin
sağlığımız açısından belli başlı faydaları şunlardır.
.Kanserin
önlenmesine yardımcı olur.
.Kemik erimesini
önler.
Çocuklara
güç ve enerji verir.
.Fosfor
eksiğini giderir.
.Diyetin
vazgeçilmez besinidir.
.Mide
rahatsızlığını giderir.
.Beyine
enerji verir.
.Dişi
çürütmez.
Bronşiti
önler.
.Mikrobik
enfeksiyonlara karşı etkidir.
Teleme
sağlığımız açısından öneminin yanı sıra türkülerimize, şiirlerimize, ata
sözlerimize, öz deyişlerimize velhasıl kültür ve edebiyatımızın tamamına
sirayet etmiş, içine girmiş bir kavramdır. ”Güvercinim Süt Beyaz” isimli
Aksaray türküsünün,
“Teşte
koydum teleme
Kaşın benzer
kaleme
Uğrun,
uğrun severdim
Sen duyurdun aleme ”
dörtlüğünde teleme sözcüğünün kullanıldığını dikkatimizi çekmektedir. Türk
Edebiyatının Ak Saçlı Beyaz Kartalı Baheaddin Karakoç’un” Toros Dağlarına Bir
Güz Gezisi” şiirinin,
“Keklikler
öterken kaş yaylasında
Abanoz
yaylası öptü mü hızımı
Süt
göynüğü ak teleme tasında
Çobanla
bölüştüm gönül sızımı” kıtasında teleme tasından bahsederek,
kaybolmaya yüz tutmuş bir zenginliğimizi gün yüzüne çıkartmaktadır. “Çobanın
gönlü olursa, tekeden teleme çalar.” Atasözümüz, teleme ile ilgili
atasözlerimiz için güzel bir örnektir. Bundan önceki örneklerden de
anlaşılacağı üzere teleme edebiyatımızın bütün türlerine konu olmuş, önemli bir
kavramdır. Teleme kavramı, hakkında kitaplar, ansiklopediler yazılabilecek
kadar genişlik ve zenginliktedir. Ben
burada sizlere telemenin edebi yönünden ziyade bizim köydeki yapılışını,
değerini ve benim için önemini anlatmaya gayret edeceğim.
Benim
çocukluğumda yani bin dokuz yüz yetmişli-seksenli yıllarda bizim köyde her
ailenin bir sürü davarı (kara keçisi) vardı. Keçisi çok olan sürü sahiplerinin
çobanları, keçisi az olan fakir insanların hayvanlarını da güderlerdi. Haziran
ayı gelip de havalar ısınmaya başladı mı, köy halkı atlara, katırlara, eşeklere
yükü yükler, Keş Dağı Yaylasına göçerdi. Keş Dağ Yaylasında çakşır, kenger,
kekik gibi doğal otlarla beslenen keçiler bol süt verirdi. Kadınlar keçilerden sağdıkları sütten peynir,
tereyağı, yoğurt ve çökelek yaparlardı. Kadınların yaptıkları süt ürünlerini
erkekler şehirde satarak elde ettikleri gelirle geçimlerini sağlarlardı. Keş
Dağı Yaylasında haziran- temmuz aylarında yüzlerce çadır olur, bu çadırlarda
bine yakın insan yaşardı. Yayla zamanı, yayladaki düğünler, bayramlar,
şenlikler diğer zamanlara göre daha coşkulu geçerdi. Babamın anlattığına göre
bin dokuz yüz ellili yıllara kadar yayla zamanı köyde yaşayan insan kalmadığı
için köyün imamı ve jandarma karakolu da köy halkıyla birlikte yaylaya
göçermiş. Ağustos ayının başında Tekirdeki ekinlerin biçilip harman edilmesiyle
birlikte davarcılar Keş Dağı Yaylasından Tekir Çayının etrafındaki muhtelif
yerlere göçerlerdi. Yayladan göçen davarcılar çayın kenarına meşe ve çınar
dalıyla hayma adı verilen bir barınak yapıp orda yaşalardı. Davarcıların çayın
kenarında oturmalarının amacı o zaman buzdolabı olmadığı için yoğurtlarını,
yağlarını çayın suyuna ıslayarak bozulmasını önlemekti.
Keş Dağı
Yaylasından Tekir’e göçüldüğü zaman keçiler kurumuş otla beslenmeye başladığı için
sütler koyulaşır, teleme yapma zamanı başlamış olurdu. Kuşluk vakti keçiler
sağılır, istisnasız her haymada günlük olarak teleme tasıyla teleme yapılırdı.
Keçi sütünün içine yabani incirin sütü damlatıldıktan sonra süt çırpılmaya
başlanır ortalama beş dakika içinde teleme hazır hale gelmiş olurdu. Teleme
yapmasını en iyi çobanlar bilir, haymaya gelen her misafire mutlaka teleme
ikram edilirdi. Ben de yaz tatillerinde çobanlık yaptığım için teleme yapmasını
öğrenmiştim. Yılda en az on defa teleme yapardım. Yılda ortalama otuz kırk kere
teleme yerdim. Yılın ağustos, eylül ve ekim aylarında bizim bölgede teleme
yapmak, teleme yemek günlük hayatın bir parçası sayılırdı. Ancak; ben şimdi
sizlere yaşamış olduğum farklı bir teleme anısını anlatacağım.
Bizim
aile o yıl Keş Dağı Yaylasından göçünce Tekir yerine Döngeldeki Abara Ağzı
mevkiine konmuştu. Ortaokul ikinci sınıfta okuduğum senenin ekim ayının ilk
günleriydi. Çobanımıza istirahat vermek için cumartesi günü davar gütme görevi
bana verildi. Verilen görevi yerine getirmek için ben o gün, gün doğmadan evvel
kalkıp davar sürümüzü Aşağı Yayla istikametine hareket ettirdim. Anam azığıma
üç adet yufka ekmekle bir kilo kadar mahra başı üzümü koymuştu. Hava karanlık
olduğundan, korkmamak için sürünün peşi sıra türkü söyleyerek, şiir okuyarak
gidiyordum. Tömek Pınarına vardığımda hava aydınlandı, Koyun Oluğu Dağının
tepesinden güneş göründü. Kısık’tan, Eski Döngel’den gelen çobanların sesleri
uzaktan duyulmaya başladı. Böylece zihnimde yaşadığım o küçük korkuyu üzerimden
atmış oldum. Balta girmemiş ardıç ormanların arasından, bazen bir tavşan
yavrusunun kaçtığını, bazen bir sincabın ağaçların tepesine tırmandığını
görerek yoluma devam ediyordum. Büyükçe bir tilki önümdeki tesbi ağacının
içinden fırlayarak kaçınca o anda nasıl korkarak irkildiğimi anlatamam.
Kartallık Tepesi ve Ayı Pınarı tarafından gelen keklik seslerini duydukça
yaşadığım sevinci tarif edemem. Derin Dereden geçerken uzaktan uzağa duyduğum
kurt ulumaları, beni davar sürüsüne daha iyi sahip çıkmam konusunda ikaz
ediyordu. Böyle bir maceralı yolculuk neticesinde davar sürümüzle birlikte büyük
kuşluk zamanı Aşağı Yayla mevkiindeki Çakran Pınarına ulaştık. Keçilerimiz
Çakran Pınarının ardıç teknelerinden buz gibi suyu içip çevredeki sedir, ardıç
ve mezdeği (köknar) ağaçlarının gölgesine yattı. Bende pınarın yanındaki küçük
bir kayanın gölgesinde dinlemeye başladım. Ağaçların gölgesinin uzunluğu öğle
vaktini geldiğini işaret etmeye başladığı sırada çocukluk arkadaşım Mustafa ve
İsmail isimi iki çoban selam vererek yanıma geldiler. Mustafa bana “ Teyfik
azığında ne var “ diye sordu.
Ben: “Azığımda
açık ekmekle, mahra başı üzümü var” dedim.
Mustafa
:”Benim azığımda da ekmek ile helva var. Kabul edersen sizin keçilerden iki-
üçünün sütünü sağıp teleme de yapıp azığımızı yiyelim “dedi.
Ben :
“İncir sütünü nereden bulacağız Mustafa” dedim.
İsmail :(
Söze müdahil oldu) “ O iş kolay, bende incir sütü var “ dedi.
Ben :
“Tamam yapalım, o zaman “dedim.
Ben tamam
der demez İsmail bizim sürünün içine yıldırım hızıyla daldı. Sütü bol olan iki
keçiyi canlı hayvan pazarında çalışan bir simsar gibi enselerinden tutup pınarın
başına getirdi. Mustafa keçilerin sakalını tuttu. İsmail azık torbasından
çıkardığı bakır teleme tasının içine büyük bir ustalıkla keçileri sütünü sağdı.
Sağılan süt göz kararı bir litreden fazlaydı. İsmail hemen azık torbasından
yaklaşık otuz santim uzunluğunda, dört beş santim eninde beyaz bir bez parçası
çıkartıp sütün içine attı. Kurşun kalem büyüklüğünde bir ardıç çöpü ile sütü
çırpmaya başladı. İsmail’in bezin üzerine deli incir sütü damlatarak
kuruttuğunu da orada görmüş oldum. Daha önce böyle bir tekniğe şahit
olmamıştım. İsmail sütü beş dakika kadar çırpınca teleme kıvamını aldı. İsmail bezi
içinden çıkartıp teleme tasını teknedeki buz gibi suyun içine attı. Bende
azığımdaki üzümü teknenin içine ısladım. On dakika kadar sonra tastaki teleme
kerpiç gibi katılaştı. Tekneye attığım mahra başı üzümleri jiletle kesilmişçesine
yarıldı. Telemeyi, üzümü, helvayı, İsmail’in azığındaki şekerli tereyağını bir
araya getirip öğle yemeğimizi yedik. Ben o zamana kadar öylesine katı, öylesine
lezzetli bir teleme yememiştim. Telemenin tadı damağımda kaldı. O günden
sonrada öylesine lezzetli bir teleme yiyemedim. “Geçmiş zaman odur ki hayali
cihan değer.”
Geçen gün
eşimle teleme konusunda sohbet ediyorduk. On sekiz yaşında ve on iki yaşında
iki çocuğumun da telemeyi duymadıklarına ve görmediklerine tanık oldum. İçim
cız etti, gözlerimden yaş geldi üzüldüm. Telemeyi bilmemeleri çocuklarımın suçu
değil, benim ihmalimdi. Bu ihmalim nedeniyle çocuklarımdan ve milletimden özür
diliyorum. Bu vesileyle gıda konusunda veya gastronomi üzerine çalışma yapan
insanlarımızı ikaz ediyorum. Türk Milletinin binlerce yıldan beri yaptığı ve
iştahla yediği TELEMEmiz unutulmasın. Yok olup gitmeden gün yüzüne çıkartılsın.
Tadı
damağımızda kalan TELEMEmiz gelecek kuşaklarımıza miras olarak bırakılsın!
Hem mutfağımızda
hem de gönlümüzde ilelebet yaşasın!
***
ŞİİR YARIŞMASI
Anam ümmi bir kadın olduğu halde mutlu günlerimizde güzelleme, kederli günlerimizde de ağıt ve taşlama türünde uyaklı, kafiyeli şiirler söylerdi. Kardeşlerimin beşiğini sallarken de irticalen maniler uydurduğuna şahit olurdum. Yaşı yetmişi geçtiği halde, halen şiir söylemeye devam etmektedir. Ben de anamdan mı etkilendim, bizim köydeki ağıtçı kadınlardan mı etkilendim bilemiyorum ama on iki yaşındayken hece ölçüsüyle şiir yazmaya başladım. Bundan dolayı şairliğin bana anamdan sirayet ettiği kanaatindeyim. Lise birinci sınıfta yazdığım bir şiir Yeşil Afşin Gazetesinde yayınlandığında nasıl mutlu olmuştum anlatamam. Üniversite öğrencisiyken şiir yarışmalarına katılır, yarışma sonunda mansiyon ödülü alsam dahi, sevinçten göklere uçardım. Öğretmen olarak göreve başladıktan sonra bir ara yazdığım şiirleri kimseye göstermeden dosya arasında saklamaya başladım; ama şair ve şiirle olan ilişkimi yaşamımın hiçbir aşamasında kesmedim.
Bin dokuz yüz doksan altı senesinin kasım ayı ortalarında, Valilik; Adıyaman’ın il oluşunun 42. yıl dönümü münasebetiyle Adıyaman konulu şiir yarışması düzenlediğine dair bir duyuru yazısını okulumuza göndermişti. Ben de o zaman Adıyaman ili Gölbaşı ilçesi Belören İlköğretim Okulunda Müdür Yardımcısı olarak görev yapıyordum. Bu yazının ekindeki yarışma şartlarını dikkatlice okudum. Yarışmaya katılmamda bir mahsur olmadığını gördüm. Bu tespitten sonra yarım saatlik süre içerisinde kadim şehir Adıyaman’ımızı coğrafi, kültürel ve tarihi zenginliklerini anlatan “Sen Adıyaman “ isimli güzelleme türü, hamasi bir şiir yazdım. Yazdığım şiirin karalamasını odasına girerek kıymetli insan, değerli hemşerim, okul mürdüm Ali Kaya’ya okudum. Ali Kaya yazdığım şiir için “peh, çok güzel olmuş Teyfik“ dedi. Ben de bunun üzerine şiiri okulda kullandığım emektar daktilo ile temize çekerek, şartnamede belirtilen kurallara uygun vaziyette Adıyaman’a gönderdim. Gönderdiğim şiirin dereceye girmesi konusunda en ufak bir umut taşımıyordum. Adıyaman da Adıyaman sevdalısı o kadar şair, söz yazarı kültür ve sanat insanı varken benim bu insanlar arasından derece beklemem kırk sekiz kilo bir pehlivanın ağırsıklet pehlivanla güreşerek yenmek istemesi gibi olur diye düşünüyordum. Ancak, ismimin bu şiirle Adıyaman’ın kültür tarihine yazılmasını istedim. Hadiseye böyle farklı bir cepheden bakarak şiir yarışmasına katılıp, derece yapamamaktan mütevellit herhangi bir üzüntü yaşayamayacağım konusunda kendimi şartlandırmıştım.
Adıyaman konulu şiir yarışmasından dereceye girme konusunda hiçbir beklentim olmadığı için, arkadaşlarla beraber Belören’den kiraladığımız Fazlı Özdemir’e ait minibüsle yirmi dokuz kasım cuma günü Erciş’te görev yaparken aynı evde birlikte kaldığım öğretmen arkadaşım Süleyman Keleş’in düğününe katılmak için Yozgat’ın Sarıkaya ilçesinin Akbucak köyüne gittim.
Akbucak köyüne vardığımızda düğünü yöneten bölükbaşı bizleri davul-zurna eşliğinde saygıyla, sevgiyle ve coşkuyla karşıladı. Bizleri misafir olarak kalacağımız evlere taksim etti. Ev sahipleri bizleri istirahat etmemiz için evlerine götürdüler. Akşam yemeğinden sonrada düğün şenliklerine katılmak için köy meydanında toplandık. Kasım ayının sonunda Yozgat’a kar yağmamıştı ama kış mevsimi bütün özellikleriyle kendini hissettirmeye başlamıştı. Güneş aşar aşmaz hava eksiye düştü. Misafir olduğumuz evdeki sobalar aralıksız olarak hiç durmadan yanıyordu. Adıyaman’dan giderken soğuğa karşı hazırlıksız olduğumuzdan, düğündeki seğmenler üşümememiz için bize evlerinden kaban, palto ve mont gibi giyecekler getirdiler. Seğmenlerin getirdiği kıyafetleri üzerimize giydik. Ben bu sırada Akbucak Köyü gençlerinin davul zurnayla çektiği halayları bir folklor araştırmacısı gözüyle en ince ayrıntısına kadar inceliyordum; davulcuların çaldığı makamlar, oyuncuların yaptığı figürler, bizim güney illerine göre büyük farklılıklar arz ediyordu. Örneğin; Kahramanmaraş’ta halaya “kaba” ile başlanırken, Yozgat’ta halaya “ Timur Ağa “ ile başladılar. Akşam saat on civarında havanın iyice soğuması üzerine, düğün şenliklerine köy odasında devam etmek üzere köy meydanından ayrıldık. Köy odasında oynanan “cıncık saklambaç” oyununa iştirak edip, iki palaska darbesiyle düğündeki dayaktan bende nasibimi almış oldum. Gece saat on ikide misafir kalacağım eve giderek yattım. Sabah erkenden kalkarak kahvaltımızı yaptık. Evinde kaldığımız amca, çok misafirperver, çok kıymetli bir insandı. Minibüs şoförü Fazlı ile beni evinde rahat ettirebilmek için imkanları ölçüsünde her türlü çabayı sarf ediyordu. Kahvaltıdan sonra düğün evine gittik. Düğün evinde cumartesi sabah saat on civarında yüzlerce seğmen toplandı. Bir tarafta mahsere kazanlarında düğün yemekleri hazırlanırken, bir tarafta gençler oynamaya, halay çekmeye devam ediyorlardı. Ben de köyün ileri gelen insanlarıyla bölgenin geçim kaynakları konusunda koyu bir muhabbete dalmıştım.
Tam da benim muhabbete daldığım anlarda düğünün yapıldığı köy meydanına, bir askeri araçla bir uzman çavuş ile üç jandarma geldi. O saate kadar düğünde silah sıkılmamış, kavga, gürültü gibi bir asayiş olayı meydana gelmemişti. Uzman Çavuş araçtan inmeden, bir çocuk gönderip, damadın abisini yanına çağırttı. Askeri aracın düğüne bu şekilde gelmesinden ötürü, bütün seğmenler olaya kulak kabarttı. Uzman çavuş ile Yaşar abi konuşmaya başladılar. Biraz sonra Yaşar abi beni yanına çağırdı.
” Teyfik askerler seni soruyor, karakola gitmen gerekiyormuş “dedi.
Ben : “ Gitmem gerekiyorsa hemen giderim de niye gidecekmişim Yaşar abi” dedim.
Uzman Çavuş : “Hocam, ben konuyu bilmiyorum. Komutanımız çağırdı, kusura bakma “ dedi.
Yaşar Abi :” Komutanım misafirimizi karakola biz aracımızla götürsek olur mu? “dedi.
Uzman Cavuş : “ Olur tabi, bizi takip edin” dedi.
Bizim uzman çavuşla görüşme yaptığımız esnada askeri aracın yanında toplanan kalabalık bir hayli artmış, elli-atmış kişiyi bulmuştu. Benim gibi bir öğretmenin, Yozgat’ta, yabancı bir memlekette Jandarmayla ne işi olabilirdi. Düşündüm, taşındım; hesap ettim, kitap ettim, Yozgat’ta beni tanıyan okul arkadaşlarımın, beni korkutmak için bir oyun yaptıklarına kanaat getirdim. Fakat uzman çavuşun tavırlarından işin şaka olduğu konusunda herhangi bir sinyal alamadım. Memlekette kötü bir durum olsa, eşimde Süleyman’ın evinin telefonu numarası var, onu ararlardı. Benim karakola çağrılmama hiçbir şekilde anlam veremiyordum. Bizim Adıyaman’dan gelmemiz ve jandarma tarafından karakola götürülmemiz düğün seğmenleri ve köy halkı tarafından şüpheyle karşılanacak bir durumdu. Böyle bir atmosfer içerisinde Yaşar abinin otomobiliyle Akbucak Köyünün bağlı olduğu karakola gittik. Karakol komutanı beni Karakolun girişinde nezaketle karşıladı.
Karakol Komutanı : “Hocam kusura bakmayın sizi rahatsız ettik. Sizinle Adıyaman Vali yardımcısı İbrahim Şeker bey görüşmek istiyor. Onun için çağırdım” dedi.
Ben : Vali Yardımcısının benimle görüşme isteğine de bir anlam veremediysem de önemli değil komutanım” dedim.
Karakol Komutanı : Telefonda bir numarayı çevirdikten sonra Sayın Valim Teyfik beyi veriyorum “dedi.
Ben : Şaşkınlıkla ahizeyi elime alarak sayın Valim buyurun ben Teyfik Karadaş “dedim.
Vali Yardımcısı İbrahim Şeker : “ Teyfik bey Adıyaman konulu şiir yarışmasında birinci oldunuz. Vali bey yarın (Pazar günü) akşam sekizde yapılacak ödül törenine bizzat katılmanızı istiyor. Bulunduğun yerin adresini Belören Jandarma Karakolundan tedarik ettik. Sana bunu söylemek için aradım” dedi.
Ben : “Baş üstüne Sayın Valim gelirim, kusura bakmayın, Cuma gününe kadar bana bu konuda bilgi verilmedi. Saygılar sunuyorum.” diyerek telefonu kapattım.
Askerlerin düğün alanına gelmesinden, benim karakolda telefonla vali yardımcısıyla görüşmeme kadar geçen yarım saatlik süre içerisinde beynimde kopan fırtınalar, düşündüğüm kötü senaryolar sona erdi. Birdenbire bütün üzüntüm sevince dönüştü. Karakol komutanının birer bardak çayını içerek, Yaşar abiyle birlikte mutlu bir şekilde Akbucak köyüne döndük. Yaşar abi düğünde bulunan seğmenlerin merakını gidermek için “arkadaşlar, Teyfik Bey şair bir kişi olduğu için Adıyaman da girmiş olduğu bir şiir yarışmasında birinci olmuş, Vali de Teyfik’in yarın ödül törenine bizzat katılmasını istemiş, karakolda bunu haber verdiler, başka korkacak bir durum yok” şeklinde bir açıklama yaptı. Açıklamanın akabinde, orada bulunan bütün vatandaşlar beni dakikalarca ayakta alkışladılar ve düğün kaldığı yerden aynı şekilde devam etti.
Pazar günü öğlen düğün programını bitirip, gelini indirdikten sonra yola koyulduk. Sarıkaya, Boğazlıyan, Kayseri, Bünyan hattından Pınarbaşı’na kadar olan yolculuğumuz çok güzel geçti. Minibüste düğünün kritiği, Erciyes dağının karı, Kayseri’nin ticareti gibi konular üzerine muhabbet ettik. Pınarbaşı’ndan Kahramanmaraş yoluna dönünce çok şiddetli şekilde yağmur yağmaya başladı. Yağan yağmuru silmekte minibüsün silecekleri kifayetsiz kalıyordu. Şimşekler çakıyor, hava kararıyor, gökyüzü atam bombası atmışçasına gürlüyordu. Dokuz dolambaç mevkiinde birkaç aracın kayarak kaza yapması şoförümüzün kuvveyi maneviyesini iyice zayıflatmış, Pınarbaşı’na kadar jet hızıyla gelen şoförümüz Pınarbaşı’ndan sonra kaplumbağa hızıyla yola devam etmeye başlamıştı. Bu esnada akşam saat sekizde Adıyaman’a yetişememe korkusuyla beni bir sıkıntı basmıştı. Göksun’da yağmurun kesilmesiyle şoförümüz Fazlı Özdemir hızını maksimum seviyeye çıkarttı. Göksun, Kahramanmaraş, Pazarcık güzergâhını ihtiyaç molası bile vermeden acele bir şekilde geçip bizi salimen Gölbaşına kavuşturdu. Gölbaşı’nda minibüsteki diğer yolcuları hızlıca indirip, benimle birlikte hemen Adıyaman’a hareket etti. Şoförün almış olduğu risk ve göstermiş olduğu yoğun gayretler sonunda akşam saat yedide, yani tören başlamadan bir saat önce sorunsuz bir vaziyette Adıyaman’a intikal etmiş olduk.
Adıyaman da hemen bir berbere girip hızlı bir şekilde sakal tıraşı oldum. Şoför Fazlı Usta beni Halk Eğitim Konferans Salonunun önünde indirip, törenden sonra benim Belediye Garajına gelmemi söyleyerek gitti. Konferans salonuna girip, program sorumlularına geldiğimi söyleyerek, dinlemek üzere kulise geçtim. Kuliste kıymetli hemşerim, ünlü halk ozanı Hilmi Şahballı ile tanıştık. Şahballı’ya şiir yarışmasında birinci olduğumu söyleyince çok sevindi. Kısa bir süre sonra ismi anons edilince Şahballı sahneye çıktı.
Hilmi Şahballı konser programının giriş bölümünde Mevlana’nın ilminden, Yunus’un feyzinden, Karacaoğlan’ın aşkından başladı anlatmaya, sonunda sözü bana getirdi. Sayın Valimizin himayelerinde düzenlenen Adıyaman Konulu Şiir Yarışmasında öğretmen hemşerim Teyfik Karadaş birinci olmuş, ikinci olsa zaten ayıp olurdu diyerek ödül töreni başlamadan beni onura etmiş oldu. Şahballı’nın konser programı sona erince ödül törenine geçildi.
Program sunucusunun “Adıyaman’ımızın il oluşunun kırk ikinci yıl dönümü nedeniyle düzenlenen şiir yarışmasında birincilik ödülüne layık görülen Gölbaşı Belören İlköğretim Okulu Müdür Yardımcısı şair-öğretmen Teyfik Karadaş’ı “Sen Adıyaman” isimli şiirini okumak üzere kürsüye davet ediyorum” şeklindeki anonsu üzerine sahneye çıktım. Dokuz kıtalık “Sen Adıyaman” şiirinin her kıtasını okudukça, salonu dolduran Adıyamanlılar beni ayakta alkışlıyor, Teyfik, Teyfik, sloganlarıyla konferans salonu inletiyorlardı. Şiiri okuyup sahneyi terk edeceğim anda program sunucusu “ Teyfik Kardaş’ın ödülünü vermek üzere Sayın Valimizin eşleri Aysel Çalışıcı hanımefendiyi sahneye arz ediyorum” şeklinde bir anons daha yaptı. Aysel Çalışıcı hanımefendi sahneye gelerek beni tebrik ettikten sonra adıma düzelenmiş başarı belgesi ile birincilik ödülü olan altını kapalı bir karton kutu içinde bana takdim etti. Ödül töreni tamamlanıp ben sahneden ayrılacağım sırada Gölbaşı Kaymakamı Şeref Ataklının sahneye gelip, bana sarılarak tebrik etmesi sevincimi zirveye çıkarttı. Adıyaman Valisi Kadir Çalışıcı yanında oturan bir il müdürünü kaldırıp, beni yanına oturtarak benimle sohbet etmesi esnasında yaşadığım gururu kelimelerle anlatamam. Böylesine muhteşem bir atmosfer içinde Vali beye olan saygım gereği program bitinceye kadar zafer kazanmış komutan edasıyla konferans salonunda bekledim. Program sona erince protokol üyeleriyle vedalaşarak salondan ayrıldım.
Araç parkına giderek minibüse bindim. Benim minibüse binmemle birlikte şoför Fazlı Özdemir Gölbaşı- Belören istikametine hareket etti. Ödül şartnamesine göre birinci olan şaire bir cumhuriyet altını verilecekti. Adıyaman şehir merkezini biraz dışarı çıkınca ödül olarak verilen altın kutusunu cebimden çıkarttım. Bir de ne göreyim bana verilen kutunun içinden bir cumhuriyet altını yerine çeyrek cumhuriyet altını vardı. Bunun üzerine şoför Fazlı hemen geri dönelim, itiraz edelim hocam dedi. Ben hayır olmaz, geri dönmemiz görgüsüzlük olur, beni küçük düşürür dedim ve yolumuza devam ettik. Benim için böylesine güzel geçen bir gecenin sonunda Belören Kasabasındaki evlerimize ulaştık.
Benim Adıyaman konulu şiir yarışmasında birinci olmam Belören Kasabasında, Gölbaşı ilçesinde büyük yankı uyandırdı. Ben Belören’de, Gölbaşı’nda ve bütün Adıyaman’da halkın gönlünde büyük sevgiler kazandım. Ödül olarak aldığım çeyrek altını ihtiyacıma binaen harcadım ama benim için çok büyük manevi değeri olan başarı belgesini yıllardan beri gözüm gibi sakladım. O gün bu gündür Adıyaman halkının gönlünde bazen Pehlivan Hoca, bazen Şair Teyfik olarak zirvelerde yaşadım.
***
DİSPLASTİK TİP
Üniversite birinci sınıfta okurken ”Eğitim Psikolojisi” adında bir dersimiz vardı. Dersimize adını söylemek istemediğim “Azman” lakabıyla tanınan bir hoca girerdi. Hocamız yaklaşık bir doksan boyunda, yüz yirmi, yüz otuz kilo ağırlığında iri yapılı, heybetli bir insandı. Kıvırcık saçlarına, aklar düşmeye başlamış, alnı kırışık, kaşları çatıktı. Fiziki görüntüsünün böylesine heybetli olmasının yanında suratı da kelimenin tam manasıyla mahkeme duvarı gibi asıktı. Merdivenlerden çıkarken hafif şiddetli deprem olmuş gibi yer sallanırdı. Dersine saatinde nizami olarak gelir, ders saati bittiğinde de sınıftan sessizce çıkar giderdi. Ders saatinde veya ders saati dışında hiçbir öğrenci ile konuşmaz, teşriki mesai etmezdi. Ders saatinin tamamında dersin konusunu anlatır, güncel konulara girmezdi. Onun dersinde hiçbir öğrenci konuşmaya cesaret edemez, laubalilik yapamazdı. Hoca dersi televizyondan naklen yayın yapar gibi anlatırdı. Öğrencilerin derse iştirak edeceği soru-cevap gibi yöntemleri hiç kullanmazdı. Bizim sınıfımızın mevcudu atmış altı kişi olduğu halde Azman’ın dersinde tekrara kalan öğrencinin çok olması nedeniyle sayımız yüzden fazla olurdu. Derse geç kalan öğrenciler oturacak yer bulamazlardı. Hocanın ders için tavsiye ettiği herhangi bir kaynak kitabımız yoktu. Kendisi dersi irticalen anlatır, biz de hocanın anlattıklarını not tutardık. Dersimiz her hafta böyle verimli ve disiplinli bir şekilde devam eder giderdi.
Ben ise
derslikte orta sıraların ön tarafında otururdum. O zaman boyum bir seksen beş,
ağırlığım doksan beş kilo civarındaydı. Sınıfın en iri yapılı öğrencisiydim.
Liseler arası güreş müsabakalarında ağır sıklette güreştiğim için adım Teyfik
olduğu halde arkadaşlarım bana “Pehlivan” diye hitap ederlerdi. Arkadaşlarımın
Pehlivan diye hitap etmelerinden rahatsız olmadığım gibi, bilakis mutlu olur,
gurur duyardım. Ayaklarım büyük olduğu için kırk yedi numara ayakkabı giyerdim.
O zamanlar kırk beş numaradan büyük ayakkabılar mağazalarda satılmazdı. Ben de
memlekette yaptırdığım kırk yedi numara ayakkabı kalıbını yanımda taşır,
ayakkabılarımı ayakkabı imalatçılara yaptırırdım. Ayakkabı kalıbını yanımda
taşımam imalatçıların hoşuna gider, fiyat konusunda bana azda olsa ıskonto yaparlardı.
Bizim sınıfın haricindeki okulumuzun diğer öğrencileri benim gerçek adımın
Pehlivan olduğunu sanırlardı. Öğrencilik günlerim yoksulluk içinde ama mutlu
bir şekilde geçiyordu
Okulumuz
eğitime başlayalı yaklaşık iki ay olmuş, sınıfımızdaki arkadaşlar kaynaşma
merhalesini tamamlamıştı. Herkes iyi kötü birbirinin huyunu suyunu öğrenmişti.
Derslerimize giren hocalar hakkında da kısmen özel bilgiler edinmeye başlamıştık.
Eğitim Psikolojisi Dersimizin olduğu bir gün zilin çalmasıyla birlikte Azman
sınıfa girdi. Biz topluca ayağa kalktık ve hocanın işaretiyle yerimize oturduk.
Hoca; “Bu
günkü dersimizin konusu, Beden Yapısına Göre İnsan Tipleri” dedi ve başladı
anlatmaya,
“Arkadaşlar!
Beden yapısına göre insan tipleri dörde ayrılır.
Bu tipler:
1-Piknik
Tip: Bunlar genellikle orta ve kısa boylu, tıknaz, yuvarlak karınlı toparlak tiplerdir.
Piknik tüpüne benzedikleri için muhtemelen piknik tip demişlerdir. Yaşamayı
seven, temiz kalpli, neşeli insanlardır.
2-Astenik
Tip: Bunlar uzun boylu, zayıf insanlardır. Genellikle içine kapanık ve idealist
insanlardır.
3-Atletik
Tip: Bunlar adaleleri gelişmiş, kalçaları dar, ince belli tiplerdir. Temel
kişilik özellikleri içlerine dönük, soğukkanlı insanlardır.” dedi ve hoca dördüncü
tipi söylemeden, açıklamadan, bana yönelerek; “Ayağa kalk bakalım, sen bu
tiplerden hangisine giriyorsun?” diye sordu.
Ben :(
biraz düşünüp, değerlendirme yaptıktan sonra) Hocam, ben bu tiplerden hiçbirine
girmiyorum; fakat siz hangi tipe giriyorsanız ben de o tipe girerim” diye cevap
verdim.
Ben
sözümü tamamlar tamamlamaz sınıfta bir kahkaha tufanı koptu. Arkadaşların
bazısı gülmenin heyecanıyla sırasından düşerken, birçoğunun da gülmenin
etkisiyle gözlerinden yaş geldi. Ben ise neye uğradığımı, ne yapacağımı şaşırdım.
Bugüne kadar Azman’ın dersinde bizim sınıfta bir kimsenin değil gülmesi,
tebessüm ettiği dahi görülmemişti. An itibariyle tılsım bozulmuş, cin şişeden
çıkmış oldu. Hocanın morali bozuldu, yüzü pancar gibi kızardı, şakaklarından
soğuk terler akmaya başladı. Sınıftaki kahkaha, gırgır, şamata beş dakika kadar
sürdü, beş dakika sonra kendiliğinden sona erdi.
Hoca çok
bozulmuş olmasına rağmen ciddiyetinden taviz vermeden devam etti:
4-Displastik
Tip: Bunların dışında kalanlara displastik tip denir. Anlayacağınız tipsiz
insanlardır diyerek ve benim odasına gelmemi söyleyerek jet hızıyla sınıftan
ayrıldı.
Ben de
istemeyerek de olsa hocanın peşi sıra odasına gittim. Kapıyı çaldım. Hocanın
“gel” sesini duyduktan sonra ceketimi ilikleyerek içeriye girdim ve kapıyı
kapattım. Hocanın gösterdiği yere oturdum.
“Hocam
buyurun” dedim
Hoca:
“Sen niye bana, sizinle aynı guruba giriyorum diyerek öğrencileri bana güldürdün”
dedi.
Ben: “Sınıfta
sarı saçlı, mavi gözlü, atletik tipli bir sürü öğrenci var. Siz soruyu niçin
onlara sormadınız da bana sordunuz hocam” dedim.
Hoca:
“Ben sana bir daha soru sormayacağım. Sen de benim dersimde konuşma. Dersi
geçmende sorun olmaz tamam mı? Dedi.
Ben:
“Tamam hocam “dedim.
Hoca: “Senin
adın ne?” dedi.
Ben:
“Teyfik Karadaş hocam” dedim.
Hoca:
“Nerelisin Teyfik” dedi.
Ben:
“Kahramanmaraşlıyım hocam” dedim.
Hoca
benim adımı ve memleketimi bir deftere yazdı. Görüşmemiz tamamlanınca hocanın
odasından ayrıldım. Kapıdan çıktığımda benim yakın arkadaşlarımdan üç kişinin
koridorun sonunda beklediğini gördüm. Arkadaşlarım hoca ile aramızda bir nizaa,
kavga, gürültü çıkarsa bana yardımcı olmak için gelmişler. Arkadaşlarımın
gösterdikleri bu davranış beni çok mutlu etti. Beni bekleyen arkadaşlarımla
birlikte sınıfa gittik. Sınıf arkadaşlarımın hepsi hoca ile benim kavga
edeceğimi düşünmüşler meğerse. Ben sınıfa neşeli bir şekilde girince sınıfın
hepsi hayal-î hüsrana uğradı. Arı kovanından çıkan oğul misali başıma
toplanarak, hoca ile ne yaptığımı sordular. Ben de aramızda geçen konuşmayı
anlatmadan çay içtik, sohbet ettik diyerek vaziyeti idare ettim. Arkadaşlar
verdiğim cevaptan çok tatmin olmadılar ama yapacakları başka bir şey de yoktu.
O hoca seni bu okuldan mezun etmez diye kara propaganda yapan arkadaşlar olduğu
gibi, “helâl olsun Pehlivan” diye bana coşku verenler arkadaşlar da vardı. Ben
bunların hiçbirine de itibar etmiyor, içten içe gülüyordum. Hadise okulun her
tarafında duyuldu. Abartılı şekillerde anlatıldı. Benim kısa sürede okul
genelinde tanınmama vesile oldu.
Hiçbir
öğrenciyi muhatap almayan Azman lakaplı hoca ile benim aramda bu vesileyle bir
dostluk oluştu. Hoca okulun farklı yarıyıllarında benim farklı derslerime
girdi. O günden sonra hocamla hiçbir sorun yaşamadım. Muhabbetimiz de okul
bitinceye kadar devam etti.
Ne zaman
sınıf arkadaşlarımızla bir araya gelip, öğrencilik yıllarımızı konuşacak olsak
bu benim “displastik tip” anısı gündeme gelir, anlatırız dakikalarca güleriz.
Böylelikle de iyi insanmış diyerek hocamızı da saygıyla yad ederiz.
***
D U A
Anamın söylediğine göre sağlıklı bir çocuk olarak dünyaya gelmişim. O yıllarda çocuklara uygulanan bütün aşıları vurulmuşum. Ben dünyayı tanıdıktan sonra da çocukluk günlerim gayet sağlıklı geçti. İlkokul ve ortaokul okuduğum yıllarda da meşakkatli bir hayat yaşadığım halde sağlık bakımından ciddi bir rahatsızlığım olmadı. Soğuk algınlığı, grip ve nezle mevsim değişikliklerinde her insanın yakalanabileceği hastalıklardır. Ben de bu hastalıklara zaman zaman yakalandım. Soğuk algınlığı, grip ve nezle gibi rahatsızlıklarımı da ilaç kullanmadan limon ve portakal gibi C vitamini içeren meyveleri yiyerek atlattım. Gel gelelim Lise son sınıfa okuduğum senenin ortalarında sağ kolumda şiddetli ve sürekli bir ağrı başladı.
Sağ kolumdaki ağrı o kadar şiddetliydi
ki, ağrı başladığı anda bağırarak, hüngür hüngür ağlıyordum. Ağrının şiddeti bazen
beni uyurken uykudan uyanıyordu. Babamın
anamın sağlık güvencesi olmadığı için benimde sağlık güvencem yoktu. Sağlık güvencem
olmadığı için okul idaresinden öğrenci hasta sevk belgesi alarak Orta Seki
Sağlık Ocağına gidiyordum. Orta Seki Sağlık Ocağında güreşçileri seven İsmail
Kılıç isimli bir doktor vardı. Bu doktor beni her gittiğimde muayene ediyor
fakat kolumun ağrısıyla ilgili kesin bir teşhis koyamıyordu. Muayene sonunda da
kolumdaki ağrıyı dindirebilmek için kendi odasında buluna promosyon ilaçlardan
bir ağrı kesici, bir kas gevşetici hap vererek beni okula gönderiyordu. Doktor
benim ekonomik durumumun iyi olmadığından ilacı alamayacağımı bilirdi. Doktorun
verdiği ilaçları kullandığım zaman kolumdaki ağrı beş altı saat süreyle
kesilir, sonra yeniden devam ederdi. Doktor İsmail Bey baktı olmayacak beni
Devlet Hastanesi Ortopedi Polikliniğe sevk etti. Ortopedi doktoru film çektirdi,
tahlil yaptırdı ama o da kolumdaki ağrıya bir teşhis koyamadı. Çünkü kolumda
kırık, çıkık, çatlak gibi bir emare yoktu. Ben kolum ağrıdıkça ağrı kesici ve
kas gevşetici hap kullanmaya devam ettim. Kolumdaki ağrının geçmesi için
piyasada satılan her çeşit merhemi alarak koluma sürdüm, koluma aylarca masaj
yaptırdım, defalarca hamama gittim fakat bir çare bulamadım. Beş altı ay
uğraştığım halde kolumdaki ağrının ne teşhisi konuldu ne de tedavisi bulundu.
Bu arada okul bittiği için ben köye gittim. Köyde de kim ne dediyse hepsini
yaptım. Koluma yağlı hamur vurdurdum. Isırgan otunu kaynatıp sardım. Sabun ile
yumurta akını karıştırıp sürdüm. Koluma keçe sardım ama bu tedavilerin de hiçbiri
derdime derman olmadı. Ben kolum kangren olur keserler diye korkmaya başlamıştım.
Atalarımız “ağlarsa anam ağlar, başkası yalan ağlar” diye boşa dememiş. Benim
kolum ağrıdıkça, anam da benimle birlikte göz yaşı döküyordu.
Bizim köyde Gençlik ve Spor Bakanlığına
bağlı Döngel İzcilik Kamp Tesisleri ile Döngel Piknik Alanı olarak bilinen
turisttik bir yer vardı. İzcilik Kamp Tesislerine birer haftalık dönemler
halinde yurt içinden ve yurt dışından izci gençler gelirdi. Gelen izciler çadır
kurma, kamp ateşi yakma, dağa tırmanma gibi etkinlik yapardı. Bizim köyün gençleri
de izcilerin yaptığı faaliyetlerden etkilenir, izcilik hakkında bilgi sahibi
olurlardı. Köyümüzdeki piknik alanına ise yaz mevsiminde Maraş, Antep, Adana
başta olmak üzere yurdumuzun dört bir yanından günlük olarak yüzlerce piknikçi gelirdi.
Piknik alanı yaz mevsiminde çok kalabalık olurdu. Köyümüzün halkı ise gelen
piknikçilere üretmiş oldukları sebze, meyve, yoğurt ve tereyağı gibi ürünleri
satarak para kazanırdı. Köyümüzün konumunun güzel olması köyümüzün halkına
maddi ve kültürel olarak önemli derecede katkı sağlıyordu.
Bir gün evimizin ihtiyaçlarını tedarik
etmek için Maraş’a gitmiştim. Maraş’ta yakinen tanıdığım aile dostumuz Süleyman
abi ile karşılaştık.
Süleyman Abi: “Teyfik Döngel’de
bir hafta kalacak kiralık bir ev bulabilir miyiz?” dedi.
Ben: “Kiralık evi ne yapacaksın
abi?” dedim.
Süleyman Abi:” Urfa da bir
tanıdığım arkadaş var, o kalmak istiyor” dedi.
Ben:” Amcamın boş evi var, kirada
istemez, gelsinler abi “ dedim.
Süleyman Abi ile görüşmemizden
iki gün sonra Urfa’dan Bekir isimli otuz yaşlarında öğretmen bir abi ile lise
son sınıf öğrencisi sekiz tane genç bizim köye geldiler. (Bu gençler bir gün
Kayseri gezisinden dönerken Döngel Mağaralarını görmek için bizim köye
gelmişler. Bizim köyde İzcilik Kamp Tesislerinde kalan öğrencileri görmüşler,
bu öğrencilerden etkilenerek Döngel’de tatil yapmaya karar vermişler.) Amcamın
evinde bir hafta, on gün kadar kaldılar. Bizim köye gelen Urfalı gençler
Üniversite sınavında başarılı oldukları için öğretmenleri Bekir Hoca tarafından
ödüllendirilmiş oluyorlardı. Gençlerin hepsi de mütedeyyin insanlardı, vakit
namazlarında köyün camisine topluca giderek, kimi müezzinlik, kimi imamlık
yapıyordu bu geçlerin camide beş vakit namaz kılmaları köy halkının fevkalade hoşuna
gidiyordu. Bundan dolayı Döngel halkı bu gençlere kendi hayvanlarından elde
ettiği tere yağı, yoğurt gibi süt ürünleri ile bahçelerinde ürettikleri sebze
ve meyveleri ücretsiz olarak getirip ikram ediyorlardı. Esasen bu gençler
Urfa’nın hali vakti yerinde ailelerin çocuklarıydı, maddi yönden hiçbir
sıkıntıları yoktu ama köylülerin kendilerine vermiş olduğu kıymet nedeniyle onlarda
ziyadesiyle mutlu oluyorlardı. Bu gençler bizim köydeki programları tamamlanınca,
bizimle helalleşerek göz yaşları içinde memleketlerine yani Urfa’ya gittiler.
Bekir Yetkin Hoca gidecekleri gün
bana:” Önümüzdeki günlerde bu evde Urfa’dan ailemi getirip on günde onlarla
kalabilir miyim?” dedi.
Bende: “İstediğiniz kadar
kalabilirsiniz abi” dedim.
Bekir Hoca gidişlerinden iki gün
sora, annesi, babası, abisi, yengesi, ablaları, enişteleri ve yeğenlerinden
oluşan kalabalık bir grupla köye yeniden geldi. Gelen insanların bindikleri
arabalar ve giydikleri kıyafetler maddi yönden zengin kişiler olduklarını
anlatmaya yetiyordu. Hoş geldiniz demek ve eşyalarını taşımaya yardım etmek
için yanlarına gittiğimde; Bekir Hoca beni annesiyle, babasıyla, kardeşleriyle
ve enişteleriyle tanıştırdı. Bekir Hoca’nın babası toprak ağası, abisi eczacı,
eniştesinin biri mobilya mağazası sahibi, biri iş adamı ve siyasetçiydi. Bu
insanlar Urfa’nın tanınmış simalarından oldukları halde mütevazilikleri de
lisanı hallerinden anlaşılıyordu. Bekir Hoca iki günde beni ne kadar anlattı
ise misafirlerin hepsi de adımı biliyordu. Bana on beş yıl önce kaybettikleri kardeşlerini
bulmuş gibi yakınlık gösteriyorlar, iltifat ediyorlardı. Yapılan iltifatlardan
mutlu olduğum halde, bende bulunmayan bazı hususların şahsıma mal edilmesinden
rahatsız olduğum anlarda oluyordu.
Bekir Hoca tarafından ailesinin
ihtiyaçlarını tedarik etmek ve yapılacak gezilerde rehberlik yapmak üzere
görevlendirildim. Bunların ihtiyacı olan et, ekmek gibi ihtiyaçları ben
Tekir’den tedarik ediyordum. Süt, yoğurt, meyve ve sebze ihtiyaçlarını ise
bizim köyün halkı hediye olarak getiriyordu. Bekir hocanın anası İsmet Teyze
hediye getiren her insana kendisi de mutlaka bir hediye veriyordu. Örneğin bir
sepet üzüm getiren bir kadına eşin giyer diyerek kaliteli bir gömlek takdim
ediyordu. Günlük olarak çiğ köfte yapıyorlar, yaptıkları çiğ köfteyi bütün komşulara
dağıtıyorlardı. Bu geniş aile kısa bir sürede bizim köyün halkıyla kaynaşıp,
hemhal oldular. Ben bu kıymetli misafirleri sabah kahvaltısından sonra her gün
Yeşil Göz, Ilıca, Tekir, Fırnız gibi köyümüze yakın mesire alanlarına
götürüyordum. Bizim yöredeki muhteşem güzellikleri gören misafirlerin
mutlulukları gözlerinden okunuyordu. Urfa’ya iş icabı gitmesi gereken misafirlerimiz,
Urfa’ya sabah erken saatlerde gidiyorlar, Döngeldeki bu güzel ortamı kaçırmamak
için aynı gün akşam geri dönüyorlardı. Köyümüzün halkı da misafirlerden memnun
oldukları için, onların Urfa’ya gitmesini hiç istemiyorlardı. Bekir Hoca’nın
ailesi on gün kalmak için geldiği Döngel’de bir aydan fazla kaldılar.
Misafirlerimizi gitmeleri gereken zorunlu bir durum nedeniyle otuz iki gün
sonra üzülerekten memleketlerine gönderdik.
Bekir Hoca’nın annesi ve ablaları
bizim köyden ceviz almak istiyorlardı. Kendiler giderken de cevizler hasat
edilmemişti. Bekir Hoca giderken bana ceviz alıp Urfa’ya götürmem için bol
miktarda para verdi. Bu nedenle; cevizler
çırpılıp kurutulunca kaliteli ve güzel cevizlerden on bin tane ceviz aldım.
Ceviz alırken, cevizde çürük ve kovuk olmaması için büyük çaba sarf ettim.
Cevizleri ince eleyip, sık dokuyarak satın aldım. Cevizlerde bir özür olması
durumunda bana sınırsız güven duyan dostlarıma mahcup olabilirdim. Böyle bir
durumun tezahür etmemesi için ne gerekiyorsa, onu yaptım. Cevizleri biner biner
sayarak çuvalladım. Kayseri’den gelip, Urfa’ya giden Devran Otobüsleri Tekir’de
mola veriyordu. Ceviz çuvallarını bir motosiklete Tekir’e götürdüm. Okulların
açılmasına iki hafta vardı. Ben Urfa’da bir gece kalıp dönmeyi düşünüyordum.
Tekirdeki acente telefonundan Bekir hocayı arayıp geleceğimi haber verdim.
Ceviz çuvallarını Devran Otobüsünün bagajına yükledim. Otobüse binerek
Tekir’den Urfa istikametine doğru hareket ettim.
Otobüs Tekir’den hareket ettikten
sonra Döngel’den Su çatından, Şadalak’tan Ali Kayasından çam ormanlarının
arasındaki kıvrım kıvrım yolardan geçerek bir saat sonra Kahramanmaraş
Otogarına ulaştı. Kahramanmaraş
Otogarında otobüsten bazı yolcular indi, bazı yolcular bindi. Yeni binen
yolcuların biletleri muavin tarafından kontrol edildikten sonra Otobüsümüz
Gaziantep’e doğru hareket etti.
Otobüs Kapı Çam’ı geçip Maraş’ın
evleri görülmez olunca içimi bir hüzün kapladı. Çünkü ilk defa tek başıma başka
yere, gurbete yolculuk yapıyordum. Otobüsümüz Narlı Ovasını geçerken, yoların
kenarındaki pamuk ve biber tarlalarında çalışan ırgatlar dikkatimden kaçmadı. O
sıcak havada, güneşin altında binlerce insan bir parça ekmek için mücadele
veriyordu. Rızıklarını helal olarak kazanıyorlardı. Narlı ovası bitince
Karabıyıklı rampasına tırmandık. Karabıyıklı rampasında yolların dar olması
nedeniyle arabalar adeta birbirine sürtünerek geçiyorlardı. Bu yolculukta
Güneydoğu Anadolu Bölgesini Antep’i, Urfa’yı ilk defa görecektim. Maraş’ın
çıkışında hüzün dolan içimi heyecanda kaplamaya başladı. Karabıyıklı Köyünü
geçtikten biraz sonra Gaziantep il sınırına girdik.
Gaziantep İl sınırına girer
girmez iklim, bitki örtüsü ve arazi yapısı hemen değişti. Kahramanmaraş’taki
düz sulu ovalarının yerini engebeli araziler, yeşil gür çam ormanlarının yerini
fıstık ağaçları alırken, sıcaklık yavaş yavaş artmaya başladı. Aktoprak’tan
Başpınar’dan geçip Dülük Baba ormanlarının arasından Gaziantep şehrine ulaştık.
Gaziantep’teki binaları yapısı, caddelerin genişliği, insanların kalabalıklığı
ilk etapta metropol bir kente geldiğimizi anlatmaya yetiyordu. Gaziantep
Otogarındaki yüzlerce yolcu otobüsü, Gaziantep’teki hareketliliği farklı bir
şekilde ifade ediyordu. Simsarların Diyarbakır, Van nidalarıyla kulaklarım
çınlıyordu. Otogardaki seyyar satıcıların bağırtılarından Maraş ile Antep
arsındaki ağız farkı kolayca anlaşılıyordu. Otobüsümüz Gaziantep Otogarındaki
indir-bindir işlerini tamamlayınca Urfa’ya doğru yola revan olduk.
Otobüsümüz Gaziantep şehir
merkezini çıkıp Nizip ilçesine doğru ilerlerken yolun sağındaki ve solundaki
uçsuz bucaksız araziler, bu araziler üzerindeki zeytin bahçeleri ile üzüm
bağları nazarı dikkatimi celp ediyordu. Arada bir mercimek ekilen tarlalarda
gözüküyordu. Yolun kenarındaki köyler, köylerdeki evler bizim yöreye göre büyük
farklılıklar arz ediyordu. Otobüsümüz kendi rotasında aheste aheste ilerlerken,
ben de çıplak gözle gördüğüm yerleri hiçbir ayrıntısını kaçırmadan hafızama
kayıt etmeye çalışıyordum. Otobüsümüz Gaziantep’ten hareket ettikten bir saat
sonra Nizip’e ulaştı. Nizip’in güneyinden geçen ipek yolunun etrafındaki zeytin
yağı, sabun ve mercimek fabrikaları Nizip’in gelişmiş bir ilçe olduğunu haber
veriyordu. Nizip’i geçtikten on dakika kadar sonra otobüsümüz Fırat nehrinin
batı tarafında yer alan Mirkelam Tesislerinde ihtiyaç molası verdi. Mirkelam
Tesislerinde ihtiyaç molası veren onlarca otobüs, bu otobüslerden inen yüzlerce
yolcu, tesis alanını panayıra çevirmiş durumdaydı. Yolcuların bazıları
lokantada yemek yerken, bazıları dışarıda çay içiriyor, bazıları dükkândan
oyuncak satın alırken, bazıları ise mescitte seferi olarak namaz kılıyordu.
Gelen yolculara hoş geldiniz, gidenlere hayırlı yolculuklar dileyen anons
sesleri gürültü kirliliğine neden oluyordu. Otobüsümüzün vermiş olduğu ihtiyaç
molasının süresinin bittiğini yapılan anonsla öğrendim. Otobüsümüz Güneydoğu
Anadolu Bölgesinin kurak topraklarından, Mezopotamya’ya doğru bir ip gibi
uzayan ipek yolundan, hedefe atılan bir ok misali Urfa’ya doğru hareket etti.
Irak’tan İskenderun’a akaryakıt taşıyan binlerce tanker ipek yolunda tren
katarı gibi arka arkaya hareket ediyorlardı. İpek yolunda hareket eden diğer
küçük araçların yakıt tankerlerini sollama şansı yok gibiydi.
Mirkelam Tesislerinden hareket ettikten
üç-beş dakika sonra yurdumuzun en büyük akarsuyu olan Fırat Nehrine ulaştık.
Fırat Nehri aynı zamanda Gaziantep Urfa il sınırını teşkil ediyordu. Otobüsümüz
Fırat Nehrini Birecik Köprüsü üzerinden geçerken gördüğüm ırmağın heybeti
karşısında vahamete kapıldım. Hatırıma birdenbire “Şu Fırat’ın Suyu Akar
Serindir” türküsünün sözleri geldi. Köprüyü geçer geçmez Urfa’nın Bilecik
ilçesine varmış olduk. İpek Yolunun sağ tarafında, Fırat Nehrinin doğusunda
kalan kayalıklardaki Kel Aynak kuşları Birecik’ten gelip-geçen yolcuları nokta
nöbeti tutan bir asker edasıyla selamlıyor gibiydi. Otobüsümüz ilerledikçe
çıplak gözle gördüğüm arazinin genişliği artıyordu. Köylerin, kasabaların bazen
ortasından, bazen kenarından geçerek ilerleyen otobüsümüz Suruç’un kuzeyinden
bir teğet çizerek yarım saat sonra Urfa Otogarına intikal etmiş oldu.
Bekir Hoca ve bizim köyde kalan
öğrenciler ile daha önce görmediğim bazı insanlar beni Urfa Otogarında coşkuyla
karşıladılar, bağırlarına bastılar. Otogarda gördüğüm kadınların giydiği rengarenk
elbiseler, erkeklerin giydiği şalvarlar ile başlarına bağladığı örtüler
kültürel zenginlimizin bir parçası olarak ilk defa karşıma çıkıyordu. Urfa
kalesinin tepesindeki gönderde dalgalan devasa Türk Bayrağını görünce gayri
ihtiyari gözlerimden yaş geldi. Beni karşılayan dostlar otobüsün bagajından
ceviz çuvalları indirildikten sonra beni şehir merkezindeki bir misafirhaneye
götürdüler. Misafirhanede biraz dinlendikten sonra akşam yemeği için Bekir
Hoca’nın annesinin evine gittik. İsmet Teyze beni öz evladı gibi karşıladı.
Yemek sofrasını anlatmaya gerek yok, sofrada kuşun sütü eksik diyemiyorum,
hatırlamıyorum ama belki de kuşun sütü bile vardı. Karnımızı doyurup,
sohbetimizi ettikten sonra Bekir Hoca’yla kalacağım misafirhaneye gitmek için
arabayla yola çıktık. Yolda giderken Bekir Hoca’ya,
-“Abi dershanelerin açılması
yakın, ben yarın memlekete gideceğim, otogardan biletimi alalım” dedim.
Bekir Hoca: “Teyfik kardeş,
gelmek senin elinde ama gitmek senin elinde değil, seni on günden önce
gönderemeyiz. Senin için on günlük gezi planı yaptık” dedi.
Ben: “Abi dershane için hazırlık
yapacağım, kıyafet alacağım, kitap alacağım, gitmem lazım…” dedim.
Bekir Hoca: “Aceleye gerek yok,
gerekirse buradan alırız “ dedi.
Ben : “ Ailem kaygı eder” dedim.
Bekir Hoca: “Ailene yarın haber
verecekler” dedi.
Ben :(Çaresiz kalınca)” Tamam
abi” dedim.
Bekir hocayla Urfa’nın ana
caddelerinde arabanın içinde muhabbet ederek misafirhaneye geldik. Bekir Hoca
benim için hazırlanan on günlük taslak gezi planı hakkında bana kısaca bilgi
verdi. Planda on gün süreyle hangi evde, hangi otelde kalacağım, hangi gün
hangi mekanları gezeceğim, hangi öğün nerede hangi yemekleri yiyeceğim ve hangi
tarihte bana kimin refakat edeceği en ince ayrıntısına kadar yazılmıştı. Bekir Hoca gezi planını açıkladıktan sonra;
-“Abi bu kadar programa, israfa
gerek yok” dedim.
Bekir Hoca bana: “Sen kırk
kişinin kahrını kırk gün çektin, biz de senin kahrını on gün çeksek bile
hakkının yüzde birini bile ödemeyiz. Sesini çıkartma, itiraz etme mübarek”
dedi.
Bekir Hoca’nın ısrarı üzerine
Urfa’da bir hafta kadar kalmaya karar verdim. Bir Kamu Kurumuna ait misafirhanede
benim için ayrılan odada yattım. Sabahleyin erkenden gün doğmadan kalktım. Camilerin
minareliden okunan her biri farklı makamdaki ezan sesleri ruhumu dinlen
diyordu. Bizim köye gelen öğrencilerden Mahmut beni almak için güneş doğar doğmaz
gelmişti. Mahmut’la misafirhaneden ayrılıp, pişmiş patlıcan ve biberle bir
fırında kahvaltımızı yaptık. Kahvaltıdan sonra Urfa’daki ziyaretimize Balıklı
Gölden başladık. On gün boyunca Balıklı Göl, Urfa Kalesi başta olmak üzere, Urfa’nın
bütün camilerini, çarşılarını, hanlarını, hamamlarını, türbelerini, velhasıl bütün
tarihi ve turisttik yerlerini karış karış dolaştık. Urfa’nın ciğer kebabı,
lahmacunu, patlıcan kebabı gibi dünyaca tanınmış bütün yemeklerinin en
kalitelisinden doya doya yedim. Künefe, kadayıf gibi tatlıların en özellerinden
tattım. Urfa’nın en güzel misafirhanelerinin, en lüks otellerinin süit
odalarında yattım. Urfalı dostlarım kelimenin tam anlamıyla beni krallar gibi
ağırladılar. Bende genç yaşta felekten on gün çalmış oldum. Urfa da geçirdiğim
her gün çeşitli insanlarla tanıştım, değişik hikayeler yaşadım. Ancak bunlardan
bir tanesini sizlerle paylaşmadan geçemeyeceğim.
Urfa’da kalışımın üçüncü günü
Fatih isimli bir arkadaşla Hazreti Eyüp Peygamberin Sabır Makamını ziyarete
gitmiştik. Sabır Makamına vardığımda caminin şadırvanında güzelce bir abdest
aldım. Oradaki görevli Sabır Makamına kadınları ve erkekleri sırayla alıyordu.
Sabır Makamının bulunduğu külliyenin içinde binlerce insan vardı. Bu insanların
bazıları elindeki bidonlara şifalı su doldururken, bazıları seyyar satıcılardan
hediyelik eşya alıyorlardı. Kimileri de Sabır Makamını ziyaret etmek için sıra
bekliyordu. Ben de Sabır Makamını ziyaret edip iki rekât namaz kılmak için
sıraya girdim. Yarım saat kadar bekledikten sonra sıra bana geldi. Merdiven
basamaklarından hızlıca inip Sabır Makamı denen mağaraya girdim. Sabır
makamında iki rekât nafile namaz kıldım. Namazdan sonra ellerimi gök yüzüne
doğru kaldırıp sıtkı bütün bir imanla Yüce Rabbime “Ey! Yerleri, gökleri,
nebatatı ve hayvanatı yaratan Büyük Allah’ım! Eyüp Peygamberin bu mübarek
makamında huzuruna geldim. Eyüp Peygamberimize verdiğin şifadan bana da ver
Yarabbi “şeklinde dua ettim, niyazda bulundum. Sabır Makamından oranın adabı
mahşer et kuralları çerçevesinde ayrıldım. Bana mihmandarlık yapan Fatih isimli
arkadaşla Eyüp Camiinde öğle namazımızı kıldık ve ziyaret programımızın
tamamlanmasından sonra çarşıya gitmek için külliyeden ayrıldık. Külliyeden
ayrılırken göz yaşlarımı tutamadım. Fatih’le arabaya bindik, arabaya biner
binmez benim sağ kolumda kuvvetli bir kaşıntı başladı. Sol elimle sağ kolumu
kaşırken, kaşıdığım yerden kanlar akmaya başladı. Rahatsızlığımı Fatih’e
söyledim.
Fatih: “Eczacı Şeref Yetkin
abinin yanına gidip gösterelim, o ne olduğunu anlar “dedi.
Ben: “Tamam “dedim.
Fatih ile birlikte hızlıca Şeref
abinin Bahçeli Evler mahallesinde bulunan eczanesine gittik. Ben kolumu Şeref
abiye gösterip, kaşıntının vahametini anlattım. Şeref abi kolumu eliyle yavaşça
bir muayene ettikten sonra “buradan çıban çıkıyor, korkacak bir durum yok”
dedi. Kalfadan bir tüp kara merhem istedi. Kalfanın getirdiği kara merhemin bir
miktarını koluma sürdü, üzerine bez bağladı, artanını da bana verdi. Fatih’le
birlikte öğle yemeğine gitmek için eczaneden ayrıldık ve Fatih’in babasının iş
yerine giderek öğle yemeğimizi yedik. Çayımızı kahvemizi içtik. Fatih beni
rahatsızlığım nedeniyle kaldığım otele götürdü. Otelde duş alırken kolumdaki
çıban birdenbire patladı. Kolumdaki çıbanın patlamasıyla rahatladım. Dünyalar
benim oldu. Bir yıldan beri şiddetli şekilde ağrıyan ve tedavisi bulunamayan
sağ kolumda ne bir ağrı ne bir sızı kaldı. Şükürler olsun Yüce Rabbim duamı
karşılıksız bırakmadı. Şifamı verdi. İnşallah sizlerin de şifasını versin.
Urfa’da kaldığım on gün içerisinde
Urfa’nın gezilecek, görülecek her yeri gezdim gördüm. Urfa’nın bütün
yemeklerinden yedim, sularından içtim. Kolumdaki rahatsızlığıma derman buldum. En
önemlisi, en güzeli de Peygamberler Şehri Urfa’dan kıyamete kadar devam edecek
dostluklar edindim. Onuncu günün sonunda beni uğurlamaya gelen onlarca dostun
göz yaşları arasında Devran Otobüsüne binerek köyüme döndüm.
Aradan uzun yıllar geçmesine
rağmen Urfa’daki kadim dostlarımızla ailecek irtibatımız devam etmektedir. Urfa’daki
dostlarımız ne zaman bizim bölgeden yolculuk yapsa bizim köye uğrar, beni
bulamazlarsa bile kardeşlerimin yanına uğrar, babamın hayır duasını alır
yollarına öyle devam ederler.
Bende her fırsatta kadim
dostlarımı ziyaret etmek için Urfa’ya gider, Eyüp Peygamberimizin Sabır Makamı
başta olmak üzere, Urfa’nın manevi zenginliklerinden feyz almaya devam ederim.
***
KARA YILAN
Çocukluk yıllarımda ailem hayvancılıkla uğraşırdı. Biz kış ve ilkbahar mevsimlerinde Döngel Köyünde otururduk. Davarlarımız Yeşil Göz yakınlarındaki Kurt Yurdu mevkiinde kışla adını verdiğimiz sabit barınakta kalırdı. Yaz ve sonbahar mevsiminde Keş dağı yöresindeki yaylalara göçerdik. Mart ayı gelip keçiler doğurduğu zaman anam da davarların yanına gider, ben ve kardeşlerim okula gittiğimiz için köyde nenemin (baba anne) yanında kalırdık. Ortaokul ikinci sınıfta okuduğum sene mart ayının ortasında anam kışlaya davarların yanına gitmişti. Ben Tekir köyünde okurdum. Yeşil Gözdeki kışlamızla, Döngeldeki evimiz Tekir’e aynı mesafedeydi. Ben havanın güneşli olduğu zaman cuma günleri bazen kışlaya anamın yanına giderdim. Yağmurlu günlerde yol çok fazla çamur olduğu için kışlaya gitme şansım olmazdı. Mayıs ayının ilk haftası cuma günü okuldan doğruca kışlaya anamın yanına gitmiştim. Babam akşam yemeğini yedikten sonra bana “Teyfik oğlum, yarın davarı sen güt de çoban istirahat etsin” dedi. Ben de “baş üstüne babacığım” dedim.
Sabah erkenden gün doğmadan evvel
kalktım. Anam, yengem, amcamın kızları keçilerin sütünü sağıp, oğlaklar anasını
emdikten sonra davar sürümüzü Keş dağı istikametine hareket ettirdim. Azık
bezini belime bağlayıp, sürünün peşi sıra yürüdüm. Davarı hareket ettirdikten
üç-dört yüz metre sonra hedefine saplanmış bir hançer gibi ardıç ormanlarının
içine daldık. Ormanların sıklığından elli metre geriden bakan bir insan üç yüz
başlık sürüden bir tanesini bile görmezdi. Ancak keçilerin boğazındaki çanların
sesini duyabilirdi. Ardıç ormanların arasındaki tesbi, kara çalı gibi bodur
ağaçların yaprakları hayvanların iştahını kabartıyordu. Mevsimin ilkbahar olması
nedeniyle ormanların arasındaki boşluklarda yetişen otlar yeşilin renk
kartelesi gibiydi. Ağaçtan ağaca uçan ardıç kuşları cik, cik, cik diye koro
halinde çıkarttıkları seslerle insanların sabah neşesine ayrı bir renk
katıyordu. Hayvanlar ormanların içinden ilerlese de ben yaylalara giden patika
yolda normal bir hızla yürüyordum. Arada bir hey hey hey! diye ses çıkartarak
hayvanlara asayişin berkemal olduğu mesajını veriyordum. Böyle güzel bir
atmosfer içinde hareketimizden on beş dakika sonra Ekicilikteki Küçük Osman’ın
çadırına ulaştık. Osman amcanın hanımı Fatma teyze ekmek sahibi, cömert bir
insandı. Ben çadıra bir kurşun atımı mesafeden geçerken çadırın önündeki
tümseğin üzerine çıkarak:
“Teyfik, kuzum bir çayımı içmeden
gidemezsin” diye bağırdı.
Ben de ”geliyorum Fatma Teyze”
dedim ve hemen çadıra doğru yürüdüm.
Çadıra vardığımda gördüğüm
manzarayı kısaca anlatmak istiyorum. Fatma Teyze çadırın önüne çamurdan kemer
bir ocak yaptırmış, kemer ocağın içine meşe odunlarıyla ateşi yakmış, meşe
közünün üzerinde mavi renkli bir çaydanlıkla çayı demlemiş, ocağın bir
tarafında sacın üzerinde kızları tarafından çökelek börekleri yapılıyordu.
Çadırın arka tarafındaki yüklükte yorganlar, döşekler yastıklar bir plan
dahilinde düzgünce dizilmiş, kaplık adını verdiğimiz rafta tabaklar, kaşıklar
tencereler temiz bir vaziyette yerini almıştı. O dağın başında, o temizliği, tertibi, düzeni
görünce hatırıma "Aslan yattığı yerden belli olur.” Ata sözümüz geldi. Çadırın
içi yağ döksen yalanacak kadar temizdi. Fatma teyze bana bir bardak çay ile bir
çökelek böreği ikram etti. İçtiğim çayın da yediğim böreğin de tadı damağımda
kaldı. Fatma teyzenin ısrarına rağmen davarları kaybederim korkusuyla ikinci
bardak çayı içemedim. Fatma teyzeye teşekkür ederek yoluma devam ettim.
Ekiciliğin arka tarafındaki Yassı
Mağara bütün ihtişamıyla Tekir ovasına el sallıyordu. Binlerce yıldan beri
insanlara ve diğer canlılara sahiplik etmenin gururunu yaşıyordu. Ekicilikten
Başlamışa doğru giderken hem kıvrım kıvrım yollardan ağır ağır ilerliyor hem de
davarımızın nerede olduğunu kontrol ediyordum. Gittiğimiz yolun dik ve yokuş
olması zaman zaman benim nefesimi kesiyordu. Kendileri görülmese de yüksek
kayaların başından öten kekliklerin sesi kulağıma bir ninni gibi geliyordu.
Gittiğim yolun karşısındaki Ağılkaya ve Nedirli Pınarı yurtlarındaki çobanların
söylediği Karacaoğlan türküleri ruhumu dinlendiriyordu. Benim yakınlarımdaki
duyduğum çoban sesleri o korkunç coğrafyadaki cesaretime cesaret katıyordu.
Ağaçların arasındaki, yaban lalelerinin, nevruzların, sümbüllerin, çiğdemlerin,
kekiklerin kokularının güzelliğini kelimelerle anlatma imkânı yoktu. Gittiğim
yoldan yavaş ilerleyerek usta çobanların mola yeri olan Oturak Ardıcına
kavuştum. Oturak Ardıcı civarındaki çiçekli bitkilere konan bal arıları vız,
vız, vız diye sesler çıkartarak Yüce Mevla’yı zikrediyordu. Oturak Ardıcından
kıbleye doğru baktığımızda Yeşil Göz çayının çıktığı yer bir bardak su gibi
görünüyordu. Kahramanmaraş- Kayseri karayolundan, aşağıdan yukarıya- yukarıdan
aşağıya geçen bütün araçların sesleri duyuluyordu. Yeşil Göz köyünün bütün
evleri ayağımın altında kalmış gibiydi. Oturak Ardıcında biraz soluklanıp
nefesimi topladıktan sonra, oturduğum yerden yavaşça kalkarak hareket ettim.
Gökyüzünde uçan şahinler, kartallar, atmacalar yakın bir yerde ölen hayvan
leşinin habercisiydi. Başlamışın başına çıktığımda çobanlık yapan Adnan ve
Hüseyin isimli iki arkadaşımla karşılaştım. Ben o kadar rampa yolu çıkıncıya
kadar aşırı şekilde susamıştım. Başlamıştaki yaz pınarından doya doya su içtim.
Arkadaşlarımla ayak üstü biraz muhabbet ettikten sonra yola revan olduk. Şaş
Oğlanın mağarasının önünden, Göv Boyunun altından geçip, Aşağı Eşmenin Yazısına
ulaştık. (Bizim yörede düz olan yerlere yazı denir.)
Aşağı Eşme; yaklaşık yüz dönüm genişliğinde düz bir alan olup çevresi dağlar çevrilidir. Bu düzlükte ağaç bulunmayıp, her tarafı kenger ve geven denen bitkilerle kaplıdır. Aşağı Eşmenin ortasında küçük bir dere bulunmaktadır. Derenin sol tarafından Keş Dağı istikametine giden patika yol devam etmektedir. Biz Aşağı Eşmedeki patika yolda en önde Adnan’ın köpeği, onun akasında Hüseyin, Hüseyin’in arkasında Adnan ve en arkada ben olmak üzere sohbet ederek yürüyorduk. Bu arada kuşluk vakti olmuş, hava epeyce ısınmıştı. Önümüzde yürüyen köpek havlayarak bize doğru koşmaya başladı. İleri doğru bakınca, bir de ne göreyim; patika yoldan kocaman bir kara yılan başını kazma sapı kadar kaldırmış uçarak bizim üzerimize doğru geliyordu. Tam benim baktığım anda, yılan köpeği yakalayarak üzerine atladı. Köpeğin beline sarıldı. Bu sırada köpek kıvrak bir hareketle kendini derenin içine attı. Yılan kengerlerin üzerinden sıçrayamadığı için köpeğe hamle yapmakta geç kaldı. Ben yılanı gördüğümde korkudan dizimin bağı çözüldü. Adnan’ın “yılan” diye bağırmasıyla yaşadığım şoku atlatarak, geriye dönüp kaçmaya başladım. Elli metre kadar koşup geriye döndüğümde Adnan’ın da kaçtığını, Hüseyin’in kaçmadığını olduğu yerde donuk bir vaziyette beklediğini gördüm. Hüseyin’in anlattığına göre köpek derenin içinde karşı atağa geçerek yılanı başından yakalayarak boğup öldürmeye çalışmış, yılan bir fırsat bularak başını köpeğin ağzından kurtarmış. Benim döndüğümde köpek ile yılan arasındaki mücadele şiddetli bir şekilde devam ediyordu. Köpek derenin içindeki kumsal alanda ayaklarıyla kendine mevzilenecek çukur kazmaya çalışıyor, yılan ise köpeğin beline hareket yapmak istiyordu. Köpeğin ilk hamlede yılanı başından yaralaması, yılanı korkutmuş gibiydi. Köpek havladıkça yılan geri çekiliyordu. Yılan ile köpek arasındaki mücadele beş dakika kadar sürdü. Bu arada üzerindeki korkuyu atan Adnan elindeki av tüfeğiyle boş bir alana, içi saçma dolu bir mermi sıktı. Silahın sesini duyan yılan, bir fırsat bularak gerisin geriye kaçmaya başladı. Yılan ”S” çizerek kaçarken, silah sesiyle kendine gelen, üzerindeki heyecanı atan Hüseyin yılanı taşlamaya başladı. Yılan canını kurtarmak için kaçarken, o küçücük köpeğin havlama sesi dağları yankılandırıyordu. Ben ve Adnan’da Hüseyin’le birlikte taş atarak yılanı kovalamaya başladık. Yılan kürek sapı kalınlığında, üç metre uzunluğunda vardı. Yılan kendi kendini kurtarmak için bir çağılın içine girdi.
Ben” gidelim yılanı öldürmeyelim
“dedim.
Adnan” bu yılan yaralandı,
öldürmezsek, buradan geçen başka insanlara hayvanlara zarar verir” dedi.
Benden üç dört yaş büyük olduğu
için Adnan’a itiraz etme şansım yoktu. Bunun üzerine çevreden bir ster kadar
ardıç odunu toplayarak, çağılın üzerine ateş yaktık. Ateşin etkisiyle çağıldaki
taşlar ısınmaya başlayınca yılan girdiği delikten geri geri çıkmaya başladı.
Adnan yılanın çıkan kısmına iki tane ucu sivri sopa geçirerek yılanı öldürdü.
Hüseyin’de yılanı sürükleyerek patika yolun kenarına uzattı. Biz yoldan
geçenlerin bizi görmeyeceği bir kayanın gölgesinde azığımızı yemeye başladık.
Biz azığımızı yerken çobanlık yapan iki arkadaşımızın yılanın ölüsünden
korkarak kaçtığını gördük. O günkü çocuk aklımızla, arkadaşlarımızın yılanın
ölüsünden korkarak kaçmasından mutlu olduk ve dakikalarca güldük. Azığımızı
yedikten sonra koşar adımlarla giderek Keş Dağı yaylasında sürülerimize
yetiştik. Şükürler olsun ki, biz yılanla uğraşırken ayı, kurt gibi vahşi
hayvanlar sürümüze zarar vermemişti. Sürüyü Keş Dağından çevirip Karlık ve
Mağaralı yaylaları üzerinden eksiksiz olarak evimize götürdüm.
Yaşadığımız olayı akşam anama ve
babama anlattım. Anam” oğlum iyi ki yılan seni sokup öldürmemiş, bir fakire
sadaka verelim” dedi. Babam da başımıza bir iş gelmediği için sevindi. Bir gün
sonra, bizim öldürdüğümüz yılanı görmek için Aşağı Eşmeye onlarca insanın
gittiğini öğrendim. Yılanın boyu üç metre kalınlığı kürek sapı kadar olduğu
halde, yılanın haberi komşu köylerde boyu on metre, kalınlığı soba borusu kadar
olarak gitmişti. Pazartesi günü Tekir’e okula gittiğimde insanların yılanla
ilgili değişik yorumlar yaptığını duydum. Öldürdüğümüz yılanın hikâyesi bir
efsane gibi senelerce dilden dile dolaştı. Aradan kırk yıl geçti. Bizim yörede halen
yılan üzerine bir muhabbet olsa “Teyfik hocanın öldürdüğü yılan kadar vardı”
diyerek mukayese yapılır. Ben ise zaman zaman bu abartılı konuşmaları kendi
kulağımla duyduğum halde, itiraz etmeden içten içe gülerim. Yılandan aşırı derecede
korkarım ama o yılanın öldürülmesine yardım ettiğim için aradan kırk yıl
geçmesine rağmen hâlâ üzülürüm.
Yılan da olsa, akrepte olsa,
kaplumbağa da olsa her canlının yaşama hakkı vardır. Size zarar vermediği
sürece hiçbir canlıyı öldürmeyin. Yaptığınız bir hatadan dolayı benim gibi,
ömür boyu üzülmeyin.
***
BİN LİRA
Ortaokulu köyde bitirdim. Ortaokulu bitirdiğim sene sınava girerek Kahramanmaraş Endüstri Meslek Lisesinin Tesviye Bölümünü kazandım. Babam da tanıdığımız eğitimli bazı insanların tavsiyesi üzerine, beni bu okula kayıt ettirdi. O zamanlar meslek lisesini bitirenler Afişin-Elbistan Termik Santralinde kolaylıkla iş buluyorlar, dolgun ücretle çalışıyorlardı. Şehirde yatılı olarak okuma imkânımız olmadığı için ortaokuldan arkadaşım meslek lisesinin ikinci sınıfında okuyacak olan Abdurrahman Akbaba ile aynı evde kalmaya karar verdik. Bu kararı vermemizde geçmişten beri aile dostluğumuzun olması da etkili oldu. Abdurrahman saf, temiz ve ahlaklı bir insandı. Buğdayı ambara, samanı samanlığa koyunca, köydeki harman hasat işini tamamlamış olduk. Okulların açılmasına bir hafta kalmıştı. Babalarımızla birlikte okullar açılmadan şehirde kiralık bir ev bulma telaşına düştük. Maraş kazan, biz kepçe okulumuza yakın olan Mağaralı, Serin tepe, Yürük Selim, Fatihler mahallelerini yaya olarak adım adım dolaştık, ancak kiralık bir ev bulamadık. Kiralık evi olanlar da öğrenci olduğumuz için evlerini bize kiraya vermediler. Yürümekten ayaklarımızın altı su toplamıştı. Umudumuz tükenmek üzereyken nihayet Karamanlı mahallesinde kiralık bir ev bulduk.
Ev Karamanlı Camisinden İmam Hatip
Lisesine çıkan caddenin sağ tarafındaydı. Ev sahibi Döngele Köyünden Veli Uzun
isimli bir amcaydı. Veli amca kendisi de köy kökenli bir insan olduğu için bazı
şartlar koşarak evini bize kiraya vermeye razı oldu. Bu şartları; eve fazla
arkadaş getirmemek, kirayı zamanında ödemek, evde komşuları rahatsız edecek şekilde
gürültü yapmamak şeklinde sıralayabiliriz. Evin caddeye açılan cümle kapısından
içeri girdikten sonra sağ tarafta kalan yerde tek katlı betonarme küçücük bir
ev daha vardı. Bu evde Veli amcanın oğlu Ahmet Abi oturuyordu. Bu küçük ev ile
arkadaki iki katlı çatılı ev arasında bir bahçe vardı. Biz iki katlı çatılı
evin alt katının sağ tarafında bulunan yirmi metrekarelik bir odada kalacaktık.
Kullanım suyunu evin bahçesinde bulunan tulumbadan çekecektik. Kullanacağımız
tuvalet de evin bahçesindeydi. Banyomuzu kalacağımız odanın içindeki cag adı
verilen bir metrekare genişliğindeki yerde yapacaktık. Aynı odada yatacak, aynı
odada yemek yapacak ve aynı odada ders çalışacaktık. Fiziki Şartları bu kadar
kötü olmasına rağmen, kiralık ev bulduğumuz için nasıl mutlu olmuştuk, tarif
edemem. Veli amcanın şartlarını kabul edip, bir aylık kirayı peşin
olarak ödedikten sonra evin anahtarını aldık. Akşam Maraş’ta bir akrabamızda
misafir olarak kaldık. Sabah erkenden gelip, evin temizliğini yaptık. Karamanlı
Mahallesinde bulunan bir marangoz iki tane sedir yaptırdık. Sedirleri evimize
bıraktıktan sonra köye döndük.
Köyde şehre getireceğimiz malzeme, yakacak
ve yiyeceklerle ilgili hazırlık yaptık. Okulun açılmasına iki gün kala simit
ettiğimiz yataklarımızı, bavullara koyduğumuz elbiselerimizi, turşumuzu,
pekmezimizi, tarhanamızı ve bir tabla içindeki yufka ekmeğimizi Çakılı Osman’ın
otobüsünün üstündeki bagaja yükleyerek şehre getirdik. Kullanacağımız soba ile
yakacağımız odunu daha sonra babalarımız getirecekti. Babalarımız bizi eve
yerleştirip köye dönünce Abdurrahman’la baş başa kaldık. Abdurrahman bir yıl
önce şehre geldiği için tecrübeliydi. Ev ve okul yaşantısı konusunda bana
abilik, dolayısıyla rehberlik yapıyordu. Pazar günü akşam iki tane pide alıp,
köyden getirdiğimiz kabarcık üzümüyle yiyerek akşam yemeğini
geçiştirdik. Abdurrahman pazartesi gün doğmadan önce uyanıp çayımızı
pişirmiş, kahvaltımızı hazırlamış, ekmeğimizi almış, sonra da beni
uyandırmıştı. Birlikte güzelce kahvaltımızı yaparak okula gittik. Okula
giderken Ortaseki, Devecilli ve Batıpark semtlerinden geçtik.
Abdurrahman geçtiğimiz yolları bana turist rehberi edasıyla tanıtıyordu. Okula
vardığımızda ortaokuldan sınıf ve üst dönemden bazı arkadaşlarımı gördüm. Bu
arkadaşları gördüğüme çok memnun oldum ve sevindim. İlk gün ders işlenmedi. Ben
bu boşlukta ders göreceğim sınıfı, çalışacağımız atölyeyi, yemekhaneyi, kantini
ve spor salonunu öğrenmiş oldum. Ayrıca alacağımız kitapların listesini yazdım.
Tesviye atölyesinde gördüğüm torna, matkap, fireze gibi kocaman makineler ilk
günden dikkatimi çekerek, beni heyecanlandırmaya yetmişti. Abdurrahman elektrik
bölümünde okuyordu. Okul çıkışı Abdurrahman’la buluşup eve döndük. Okuldaki ilk
gün benim açımdan güzel geçmişti. Abdurrahman akşam yemeğimizi hazırladı ve
birlikte sessiz sedasız yedik. Bulaşıkları tulumbadan çıkarttığım su ile ben
yıkadım. Yemekten sonra günün değerlendirmesini yapıp, çayımızı içip erkenden
uyuduk.
Böylece lise yaşamım başlamış oldu. Kısa
bir süre içinde sınıf arkadaşlarım ve öğretmenlerimle kaynaştım. Müdür
yardımcımız Şaban Kaptanoğlu sabah içtimalarında dikkati bana çektirdiği için,
bir ay sonra okulun hepsi beni tanıdı. Öğle yemeğini okulda ücretsiz olarak
yemem benim için önemli bir avantaj sağlıyordu. Abdurrahman’la derslerimizi
düzenli olarak çalışıyorduk. Bazı sıkıntılarımız olsa da, günlerimiz mutlu
geçiyordu. Mesela evimizde masa olmadığı için teknik resim çizimlerimizi köyden
getirdiğim babamın tahta bavulunun üzerinde yapıyorduk. Ütümüz olmadığı için
pantolonlarımızı yatağımızın altına koyarak ütülüyorduk. En büyük sorunlarımıza
bile, kendi şartlarımız içinde çözüm üretiyorduk. Karşılaştığımız en büyük
sıkıntıları el birliği içerisinde ilk hamlede tuş ediyorduk. İçinde doğduğumuz
Toros dağlarının kırsal ve zor şartlarından kurtulmanın tek yolu okumaktı.
Başka bir çaremiz yoktu.
Mahalledeki komşularımızla on beş gün
içinde güzel ilişkiler kurduk. Ev sahibimizin gelini Fatma abla bulaşıklarımızı
yıkamaya, evimizi temizlemeye başladı. Hele karşı komşumuz Dönüş
Teyze öz anamız gibiydi. Haftanın en az üç günü bize akşam yemeği getirirdi.
Kendi evinde pişirdiği yemek etsiz, yağsızsa bize başka komşulardan yemek
tedarik ederdi. Komşulardan yemek alırken” bacım bunlar bizim mahallenin
talebeleri tama” derdi. Bize yemek vermekten imtina eden komşulara da kendi
üslubunca sinkaf ederdi. Dönüş Teyze deli dolu bir insan olduğu için komşular
ondan bayağı çekinirlerdi. Köyden getirdiğimiz elma, ayva, üzüm gibi meyveleri Dönüş
Teyze bize yemek veren komşulara adil bir şekilde dağıtırdı. Caminin yanındaki
tenekeden yapılma büfede iki ayağı sakat bir amca ekmek satardı. Mahallenin
eksiksiz olarak tamamı ekmeği bu büfeden alırdı. Biz de ekmeği bu büfeden
almaya başladık. Fırıncı ekmeği sabah namazı vakti büfenin önüne bırakır, biz
büfeyi işleten amca geç kaldığı için ekmeği elimizle alır, kahvaltımızı yapar
okula giderken ekmeğin parasını öderdik. Büfeci iş yerine gelmeden bütün
ekmekler tükenir, ancak bir tane dahi ekmeğin parası zayi olmazdı. O zamanlar
Karamanlı mahallesinde çok muntazam şekilde kolektif bir ruh vardı. Mahallenin
tamamı bir aile gibiydi. Kiracı ve öğrenci olduğumuz halde, bizde bu
kervana kısa bir süre içerisinde katılmış olduk. Yaşamımızı mahallenin sosyal
şartlarına göre uyarladık. Bu nedenle Karamanlı Mahallesinde mutlu bir yıl
geçirdik. Aradan yarım asra yakın bir zaman geçtiği halde Karamanlı mahallesine
mensubiyetimiz devam etmektedir.
Şehir hayatına ve okula uyum sürecinde
Abdurrahman bana önemli katkılar sağladı. Zaten bir ay gibi kısa bir sürede ben
köyden getirdiğim bütün tedirginlik ve utangaçlık emarelerini üzerimden attım.
Öğretmenler ve okul yöneticileriyle teşriki mesai eden gözde öğrenciler
arasında yer almaya başladım. Girmiş olduğumuz birinci yazılı imtihanlarında
almış olduğum notlar sınıf ortalamasının bayağı üzerindeydi. Ancak, atölye
derslerinde aynı başarıyı sağladım desem kuyruklu yalan olur. Atölye dersinde
eğeleyerek demirden çekiç, fıstık kıracağı gibi ürünler yapıyorduk. Ben yapmış
olduğum malzemelerde gerekli olan milimetrik estetiği sağlamakta sıkıntı
çekiyordum. Öğretmenler okuduğum şiirlerin hatırına geçmeme yetecek beş puanlık
notu kerhen veriyorlardı. Her şeye rağmen sınıftaki başarılı öğrenciler
arasında yer alıyordum. Hafta sonları köye gidiyor, köyde hem elbiselerimizi
yıkatıyor, hem de yiyecek ihtiyaçlarımızı ve olduğu kadarıyla harçlığımızı alıp
getiriyorduk. Aralık ayının sonuna doğru sınavlar nedeniyle bir hafta sonu köye
gidemedik. İkinci hafta Cuma gününe kadar evimizde yiyecek hiçbir şey kalmadı.
Abdurrahman Cuma günü öğleden sonra Kumaşır Köyündeki akrabalarının yanına
gitti. Ben Cuma günü öğleden sonra saat beşe kadar sınavım olduğu için şehirde
kaldım. Sınav bitince eve geldim. Evde kullandığımız tüp bitmiş, yiyecek hiçbir
şey kalmamıştı. Dönüş Teyzede köye gittiğimizi sanıp yemek getirmemişti.
Torbanın dibinde kalan bir avuç siyah üzüm ile sabah kahvaltısından kalan
çeyrek ekmeği yiyerek azda olsa açlığımı yatıştırdım. Yalnız olduğum için kitap
okumadan, ders çalışmadan erkenden uyudum. Sabah uyandığımda açlıktan
sancılanıyordum. Köye gitmek için verecek yol paramda yoktu. Yol parası olsa
otogara varıp, Afşin-Elbistan otobüsleriyle köye gidebilirdim. Ancak; para
olmadığı için öğleden sonrayı bizim köyün otobüslerinin hareket saatini
beklemek zorundaydım. Karnımı doyura bilmek için ne yapacağımı düşünmeye
başladım. Sonunda Yürük Selim Mahallesinde oturan arkadaşım Cuma’nın evine
gitmeye karar verdim.
Cuma Afşin’li hali vakti yerinde bir
ailenin çocuğuydu. Aynı zamanda yardım sever, cömert bir insandı. Daha önce
beni birkaç defa evine götürüp ağırlamıştı. Evimden çıkarak Kısıkkaya ya doğru
yürümeye başladım. Yolda yürürken düştüğüm duruma çok üzülüyordum. Cuma evde
miydi, evde olsa bile aç olduğumu söyleyebilir miydim gibi aklıma
bir çok soru geliyordu. Bu nedenle ayaklarım Cuma’nın evine doğru
gitse de, beynim gitmek istemiyordu. Ayaklarım üç adım ileri iki adım geri
atıyordu. Adeta ruhum ile bedenim kavga ediyordu. Bu arada Mağralı Çarşısına
çoktan varmıştım. Menekşe Paçacının karşısındaki dolmuş durağında bizim köylü
Cihangir Ustayı gördüm. Cihangir Usta hem akrabam, hem de sevdiğim bir insandı.
Cihangir Ustanın tam yanına vardığımda;
Ben: “Selamünaleyküm Cihangir Abi”
diyerek, Cihangir Ustanın elini öptüm.
Cihangir Usta:” Ve Aleykümüsselam yeğenim,
nereye gidiyorsun böyle?” diyerek selamımı aldı, hatırımı sordu.
Ben: “Bir arkadaşımın yanına ders
çalışmaya gidiyorum abi” dedim. (aç olduğumu söyleyemedim)
Cihangir Usta: “Çok güzel yeğenim,
çalışın, okuyun adam olun. Biz okuyamadık bari, siz okuyun” diyerek bana
nasihat etti. (Bu sırada elini cebine sokarak bin lira para çıkarttı ve parayı
bana uzattı.)
Ben: “ Sağ ol Cihangir Abi, harçlığım
var,” diyerek parayı almak istemedim.
Cihangir Usta: “ Şimdi sana iki tokat
atarım” diyerek, parayı cebime soktu.
Ben: “ Teşekkür ederim Cihangir Abi”
diyerek yoluma devam etmek istedim.
Cihangir Usta: Cebinden bir kart
çıkartarak “ bu kartı al, benim eski sanayide dükkanım var, bir ihtiyacın
olursa yanıma gel” şeklinde tembihte bulundu.
Ben gayet mutlu bir şekilde Cihangir
Ustanın yanından ayrılarak yoluma devam ettim. Bin lirayı alınca arkadaşımın
evine hiç gitmedim. Meslek Lisesinin yanından aşağı inip, Batı Park’tan Orta
Seki’den geçerek evime döndüm. Cihangir Ustanın verdiği parayla yüz gram çay,
yarım kilo şeker, iki yüz elli gram peynir, yarım kilo zeytin ve bir tane ekmek
aldım. Tüpçüye giderek tüpü değiştirdim, sonrada güzelce bir kahvaltı yaptım.
Kahvaltıdan sonra, köy otobüslerini beklemek üzere yürüyerek Eski Hal’e indim.
İlk sırada kalkan Hacı Polat’ın otobüsüne binerek köyüme gittim.
Hatırıma geldikçe uzun uzun düşünürüm.
Benim aç kalmam sonucu arkadaşım Cuma’nın evine gidip, gitmeme konusunda
tereddüt ederek ikileme düşmem, tam bu sırada Cihangir Ustanın karşıma çıkarak
bana para vermesi, bir tesadüf müydü? Yoksa, yaşadığım önemli bir tevafuk
muydu? “ Kul sıkışınca Hızır yetişir” derler. Cihangir Usta benim dara
düştüğümde karşıma çıkan bir Hızır mıydı? İlmim yetersiz olduğu için kendi
sorularıma cevap veremem fakat bu olayı ruhumum derinliklerinde, güzel bir
hatıra olarak yaşatırım.
O yıllarda ve daha önceki tarihlerde
Anadolu’nun köylerinden kasabalarından ortaokul, lise okumaya gelen milyonlarca
öğrenci mutlaka benimle aynı kaderi paylaşmıştır. Birçoğunun anıları
benimkinden daha acı ve daha dramatiktir. Sizlerde benim gibi veya benimkine
benzer anılar yaşamışınızdır. Yaşamayanlarda akrabalarından ve yakın
arkadaşlarından mutlaka benzer hikâyeler dinlemişlerdir. Darda kalan her
öğrenciye yardım eden bir Cihangir Usta olmuştur. Ben kısmet olup Cihangir
Ustaya bir iyilik yaparak borcumu ödeyemesem de, muhtaç olan insanlara yardım
ederek Cihangir Ustanın gösterdiği yolda yürümeye devam ediyorum.
Liseden sonra üniversite eğitimimi de
tamamlayıp öğretmen olarak göreve başladığım sene Dönüş Teyzeyi ziyarete
gittim. Ziyarete gittiğimde Dönüş teyzenin öldüğünü ve hiç çocuğunun olmadığını
öğrendim. Öğrencilik yıllarımızda bize analık yaparak, analık özlemini bu
şekilde giderdiğini diğer komşulardan öğrenince, üzüntüm bir kat daha arttı.
Yaşı benden büyük olduğu halde bana hizmet Abdurrahman da genç yaşta ahirete
intikal ederek, Rabbine kavuştu. Allah iki sininde mekânlarını cennet etsin. Bana bin lira harçlık vererek, gönlüme taht kuran Cihangir
Usta ise Maraş’ta emekli bir insan olarak yaşamına devam
etmektedir. Bu vesileyle Cihangir Ustayı da saygıyla yad ediyorum.
Sizlere de” iyilik yapın denize atın,
balık bilmezse de Halik bilir” diyorum.
Hepinize mutlu ve aydınlık yarınlar
diliyorum.
***
BÖLGE ŞAMPİYONASI
Anı Hikâye
Helva: un, yağ, tahin, şeker ve benzeri
malzemelerle yapılan bir tatlıdır; tahin helvası, irmik helvası, un helvası,
kâğıt helvası, peynir helvası gibi onlarca çeşidi bulunmaktadır. Helvanın bir
tatlı olarak Türk mutfak kültüründe önemli bir yeri bulunmaktadır. Osmanlı
İmparatorluğu döneminde Topkapı Sarayı mutfak ünitesinde Helvahane diye
bağımsız bir bölümün olduğu bilinmektedir.
Kahramanmaraş Endüstri Meslek Lisesi
Türkiye’nin en başarı güreş takımına sahip okullarından biriydi. Okulun
özellikle serbest güreş takımı her yıl Türkiye Şampiyonasında derece yapardı.
Okulumuzun girişindeki camlı dolaplar güreş takımının aldığı şampiyonluk
kupalarıyla doluydu. Ben bu kupaları gördükçe, bu kadar şampiyonlar çıkartmış
bir okulda okuduğum için kendi kendime gururlanırdım. Belki bir gün bende
şampiyon olurum diye hayal kurardım. Birinci sınıfta okulun takımına girme
şansı bulamadım. Daha doğrusu takım seçmelerinden haberim olmadı.
Lise ikinci sınıfa başladığımız dönemin
ikinci haftasıydı. Cuma günü Bayrak Töreninden sonra beden eğitimi öğretmeni
“ Arkadaşlar! Önümüzdeki hafta güreş takımları için seçme yapılacak,
seçmelere katılmak isteyen öğrencilerimiz pazartesi günü bana isimlerini
yazdırsın” diye bir duyuru yaptı. Ben bu duyuruya çok sevindim.
Pazartesi günü derse girmeden spor salonuna gidip adımı yazdırdım. Çarşamba
gününe kadar seçme müsabakalarında güreşeceğim arkadaşlarla tanıştım. Tanıştığım
arkadaşlardan bazıları üç beş yıldan beri kulüpte güreştiğini, bazı arkadaşlar
ise ilkokuldan beri kapalı spor salonuna gidip güreş antrenmanı yaptıklarını
söylüyorlardı. Ben ise o güne kadar spor salonunu görmemiş, mayo giymemiş bir
insandım. Güreşi; köyümüzdeki düğün güreşlerinde öğrenmiştim. Rakiplerimi
dinleyince takıma giremeyeceğim diye korkmaya başladım. Çarşamba günü
okulumuzda yapılan seçmelerde rakiplerimin üçünü de tuşla yenerek, güreş
takımına girmeye hak kazandım.
Güreş takımı olarak haftada üç gün öğleden
sonraları Batı Park Kapalı Spor Salonuna antrenmana gidiyorduk. Kapalı spor
salonunda bizi öğretmenizin nezaretinde bölge güreş antrenörleri
çalıştırıyorlardı. Antrenmanlarımızda hem tek kol, kafa kol, kle, künde gibi
güreş oyunları öğreniyor, hem de kondisyon geliştirici sporlar
yapıyorduk. Antrenman yaptığımız saatlerde okulda izinli
sayılıyorduk. Okul yöneticilerimiz başarılı olmamız için bize her türlü desteği
veriyordu. Liselerarası il şampiyonası yapılmadan önce yapılan değerlendirme
maçları sonunda, boyumun uzun olması münasebetiyle grekoromen güreş takımına
ayrılmama karar verildi. Ben bu işten pek hoşnut olmamıştım ama yapılacak bir
şey yoktu, büyüklerimiz böyle karar vermişti. Mart ayının ilk haftası
Liselerarası Güreş İl Şampiyonası yapıldı. Yapılan müsabakalarda rakibimin
birini tuşla, birini sayı ile yenerek ağır sıklet il birincisi oldum. Ağır
sıklet pehlivan olduğumuz için madalyalarımızı Vali Bey takmıştı. O gün
dünyalar benim olmuş, mutluluktan sanki gökyüzüne uçmuştum. Aldığım madalyayı
aileme göstermek için hafta sonu özel olarak köye gitmiştim. Babam sarı renge
boyanmış metal madalyayı görünce nasıl mutlu olmuştu anlatamam. Benim il
birincisi olduğumu duyan köyümüzün bütün halkı sevinmişti. Şimdi dünya
şampiyonu olsan kimsenin umurunda bile olmaz. O zaman köylerde birlik vardı,
beraberlik vardı. Kolektif ruh vardı…
Bölge şampiyonasında başarılı sonuçlar
alabilmemiz için çalışmalarımız iyice hızlandı. Haftada beş gün antrenman
yapmaya başladık. Okul idaremiz beslenme konusunda bize destek oluyordu. Bölge
şampiyonası için bütün hazırlıklarımızı kısa sürede tamamladık. Bölge
şampiyonası Kayseri’de yapılacaktı. Müdür Baş Yardımcımız Celal Bey mart ayının
son haftası perşembe günü takımı toplayarak seremoni eşofmanlarımızı
dağıttıktan sonra “yarın Kayseri’ye gideceğiz hazırlıklarınızı yapın”
dedi. Ben ilk defa Maraş’ın dışında bir şehre gidecektim. Bundan dolayı hem
seviniyor, hem de heyecanlanıyordum. Şehirde bekâr olarak kaldığımız için
çantamı akşamdan tek başıma eksiksiz olarak hazırladım. Eşofmanlarımı, mayomu,
güreş ayakkabımı ve diğer malzemelerimi unutmayayım diye defalarca kontrol
ettim. Akşam yatağa girdiğimde sevinçten gözlerime uyku girmedi. Ev
arkadaşlarım Bekir, Yücel ve Yasin de en az benim kadar heyecanlıydı. Biri
benim şampiyon olmam için dua ederken, diğeri benim üşüyüp hasta olmamam için
yatağımın üzerine kendi battaniyesini örtüyordu. Bir gecenin bu kadar uzun
olduğunu o gün öğrendim. O gece sanki benim için bir yıl kadar uzun geçmişti.
Sabah namazını kıldıktan sonra çantamı alarak, doğruca okula gittim. Takım
arkadaşlarımızla okulun arka bahçesinde toplandık. Çantalarımızı okulumuzun
yeşil renkli ford minibüsünün bagajına yerleştirdik. Biraz sonra takımın
başında yönetici olarak gidecek olan Müdür Baş Yardımcımız Celal İpekçi ile
antrenör olarak gidecek Hasan Temel yanımıza geldiler. Hasan Temel
lisanslarımızı, kimliklerimizi kontrol ederek elindeki çantaya koydu. Bütün
hazırlıkların tamam olduğu anlaşılınca aracımız hareket etti.
Aracımızda sekiz güreşçi, iki yönetici ve
bir şoför olmak üzere toplam on bir yolcu vardı. Aracımız şehri dışarı çıkınca
Ceyhan nehrini Kılavuzlu Köprüsünden geçip, Harmancık Rampasına tırmandı.
Aracımız Harmancık Rampasını yavaşça çıktıktan sonra, avına saldıran bir kartal
gibi Mezellete doğru sallandı. Geçtiğimiz yolların çevresindeki dağlar, tepeler
yeşil çam ormanlarıyla kaplıydı. Mezellet Baraj sahasındaki devasa
iş makinelerinden gözlerimizi ayıramıyorduk. Yolumuz Fırnız Çayı ile kesişip,
çaya paralel olarak ilerlemeye başladıktan beş dakika sonra karşıdaki Ali
Kayası bütün ihtişamıyla bizleri karşılıyordu. Biz yolda ilerledikçe
Şadalaktaki kumluklar, Su çatındaki orman depoları, Döngeldeki Mağaralar boynu
bükük vaziyette geride kalıyordu. Tekir’e varınca kaptanımız beş dakika ihtiyaç
molası verdi. Tekirdeki buz gibi akan ardıç suyundan birer bardak içerek
yolumuza devam ettik. Tekir’in çıkışında yol kenarında ellerinde sümbül satan
çocuklar adeta Toroslara baharın geldiğini müjdeliyordu. Kara Kütük’ten sağ
tarafa baktığımızda Saraycık Belinin güney eteklerinde bir demet çiçek gibi
görünen Kurucova Köyü, Ahmet Kutsi Tecer’in ”Orda Bir Köy Var Uzakta” şiirini
aklımıza getiriyordu. Tüneli geçip Püren geçidine varırken gördüğümüz
çağlayanlar yaparak akan yaz pınarları kış mevsiminin bereketli geçtiğini ifşa
ediyordu. Püren Geçidine vardığımızda gölün kıyısından bir yay çizip minibüsün
camlarını açarak ardıç ve sedir ağaçlarından oksijenin en temizini teneffüs
ediyorduk. Göksun’a yaklaştığımızda iklim değişiyor, hava sertleşiyor,
minibüsteki bütün yolcular paltolarını-montlarını
giyiyordu. Bakımevi Binasından biraz ilerleyince yiğitler diyarı
yeşil Göksun ilçemiz ile Göksun ilçemizi kuzeyden bir kale gibi kuşatan Binboğa
Dağları karlı-dumanlı olarak uzaktan uzağa görünmeye başlıyordu. Göl pınar
rampasından inip düz ovada beş kilometre kadar hareket edince Göksun İlçe
merkezine intikal ettik. Kahramanmaraş’tan Göksun’a kadar olan yolculuğumuz
kazasız belasız bir şekilde böylece tamamlanmış oluyordu.
Göksun İlçe merkezine kavuştuğumuzda Hasan
Temel hocamızın tavsiyesi ile Cumhuriyet Lokantasında öğle yemeği için mola
verdik. Lokantada garson siparişleri alırken ben lahmacun söyledim. Hasan Temel
hoca geriye dönerek bana ”sen lahmacun yemeyeceksin” dedi.
Ben ” niye hocam” dedim. Hocam ”sen yetmiş beş kiloda
güreşeceksin” dedi. Ben ”hocam ben seksen kiloda güreştim, Bekir
yetmiş beş kiloda güreşti“ dedim. Hasan hoca ”yok sen yetmiş
beş kiloda güreşeceksin” dedi. Ben hocaya başka bir şey
söyleyemedim. Bu durumda fazla kilom olduğu için lahmacun yemek
yerine, haşlama suyu içtim. Lokantada işimiz bitince yolumuza devam ettik. Ben
yolun Göksun’dan sonraki kısmını o güne kadar hiç görmemiştim.
Minibüsümüz Göksun’un kuzeyine doğru biraz
gidince Mehmet Bey Köyünün olduğu bölgede Kayseri 200 km levhası
gözümüze takıldı. Bu arada arkadaşlar sıra türküsü söylüyorlardı. Aracımız
Binboğa Dağlarının batısından hareket ederken ben bölgeyi tanıyan arkadaşlardan
dağların, tepelerin, köylerin, kasabaların isimlerini öğrenerek merakımı
gideriyordum. Yeşil Kent’in içinden, Sarız’ın batı kenarından geçip şoförlerin
korkulu rüyası Dokuz Dolambaç geçidine ulaştık. Yolda kar olmadığı için Dokuz
Dolambaçta bir sıkıntı yaşamadık. Mart ayının sonu olduğu halde yol
kenarlarındaki kar kalınlığı yer yer iki metreden fazlaydı. Leziz etleriyle
meşhur Kıskaçlıdaki lokantaların yanından yavaşça geçip, Yedi Oluktaki
tesislerde kısa süreli bir mola verip, Avşarlar diyarı Pınarbaşı’na vardık.
Pınarbaşı’nda durmadan, sola dönüp yolumuza devam ettik. Pınarbaşı’ndan itibaren
dağların yerini ovalar, sessizliğin yerini gürültü alıyordu. Yoldaki araç
sayısı bir hayli artmış, trafik kalabalıklaşmıştı. Köy evlerinin bile mimari
yapısı değişmiş, Kahramanmaraş’taki sac çatılı evlerin yerini, kiremit çatılı
evler almıştı. Biz şarkılı, türkülü eğlenceye devam ederken, minibüsümüzün el
dokuma halılarıyla ünlü Bünyan şehrine geldiğini fark ettik. Başımı çevirip
karşıya baktığımda her tarafı karla kaplı meşhur Erciyes Dağının bir asker
kasaturası gibi gökyüzüne saplandığını gördüm. Bünyan’dan biraz daha gidince
Sivas Caddesinden Kayseri’ye girdik. Kayseri’nin girişindeki modern binalar,
caddelerin kenarındaki kocaman parklar, binaların altındaki devasa mağazalar ve
bir ileri- bir geri giden binlerce insan kalabalıklarını görünce büyük bir
şehre geldiğimizi hissettim. Akşam Kayseri Şeker Fabrikası Sosyal Tesislerinde
kalacağımız için aracımız doğruca Kayseri Şeker Fabrikasına gitti. O zaman
memleketimizin yetiştirdiği milli güreşçi Mehmet Esenceli Kayseri Şeker Sporda
antrenörlük yapıyordu. Mehmet Esenceli bizi fabrikanın girişinde karşıladı.
Fabrikanın misafirhanesindeki kalacağımız odalara yerleştik. Duşumuzu alıp,
kıyafetlerimizi değiştirip yemekhaneye gittik. Benim fazla kilom olduğu için
yemek yemedim. Hasan Temel hoca benim kilo düşmem için arkadaşlara talimat
verdi. Takım arkadaşlarım Menderes Aksu, Veli Kılıç ve Fatih Üdürgücü ile
birlikte kapalı spor salonuna gittik.
Kayseri Şeker Fabrikasının o günkü
şartlarda çok modern bir kapalı spor salonu vardı. Arkadaşlarımla ısınma hareketlerinden
sonra bir saat kadar sıkı bir antrenman yaptık. Sırtımdan ter akmaya başladı.
Antrenmandan sonra saunaya girdim. Saunada vücudumdan akan ter iki katına
çıktı. Saunadan çıkıp, duş alıp tartıldığımda yetmiş dokuz kilodan, yetmiş yedi
kiloya indiğimi gördüm. Benim yetmiş beş kiloda güreşmem için en fazla yetmiş
altı kilo gelmem gerekiyordu. Durumu Hasan Hocaya söyledim. Hasan Hoca
bana ”gece bir şey yeme, içme vücudun sabaha kadar bir kilo yakar” dedi.
Açlıktan, susuzluktan kıvranıyordum ama başka çare yoktu. Hocanın yanından
ayrılarak doğruca gelip yatağıma yattım. Yorgunluktan başımı yastığa koyar
koymaz uyumuşum. Susuzluktan gece rüyamda bizim köydeki Döngel Şelalelerini
gördüm. Sabah uyandığımda susuzluktan dudaklarımın birbirine yapıştığını, açlıktan
sancılandığımı hissettim. Her şeye rağmen kantarda tartılıp yetmiş altı kilo
geldiğimi görünce sevindim. Müsabakaların yapılacağı yere gitmek için
hazırlandım. Arkadaşlarımda hazır olunca aracımıza binerek doğruca Kayseri
Atatürk Spor Salonuna hareket ettik. Ardan otuz beş yıl geçtiği halde, o günü
hiç unutmam, bu gün gibi hatırlarım.
Atatürk Spor Salonuna varıp tartı sırasına
geçtik. Tartıyı Kahramanmaraş Bölgesi güreş hakemlerinden Cemal Sarıtürk ile
İsmail Sapsızoğlu yapıyordu. Beni kantara bile çıkartmadan keçeli kalemle
döşüme yetmiş beş rakamını yazdılar. Tartı işi tamamlanınca
doğruca bir lokantaya gidip karnımı doyurdum. Kuralar çekilip, açılış töreni
yapıldıktan sonra, kırk sekiz kilo birinci tur maçlarıyla müsabakalar başladı.
Sıra bana gelinceye kadar birinci turda bizim takımdan üç kişi rakibini
yenerken, üç kişi yenildi. Ben ise rakibimi on yedi saniyede tuş ederek yendim.
Kayseri Bölge Şampiyonasına on altı ilin takımı gelmişti. On altı takım A ve B
olarak iki guruba ayrıldı, biz B gurubunda güreşiyorduk. Ben ikinci
turda da rakibimi sayı farkı ile yendim. O günkü maçlar tamamlanınca kaldığımız
yer olan Kayseri Şeker Fabrikası Sosyal Tesislerine gittik. Sosyal tesislerde
en iyi şekilde ağırlanıyorduk. Hizmette sınır yoktu. Pazar günü sabah erkenden
yine Atatürk Spor Salonuna geldik. Pazar günü yaptığım gurup şampiyonluğu
maçında rakibime yenilerek gurup ikincisi oldum. Bölge şampiyonluğu
üçüncülük-dördüncülük müsabakasında rakibimi yendiğim halde ayaktan oyun
yaptığım gerekçesiyle hakem kararıyla diskalifiye edildim. Müsabakalar sonunda
şampiyonayı dördüncü olarak tamamladığım için madalya alamadım.
Takımımız takım halinde şampiyonayı bölge
ikincisi olarak tamamlayıp Türkiye şampiyonasına katılmayı hak kazanmıştı. Ben
madalya alamadığım için üzülüyor, takımımın başarısı için seviyordum. Ödül
töreninden sonra hiç beklemeden Kayseri’den hareket edip, gece geç saatlerde
Kahramanmaraş'a kavuştuk.
Aradan uzun yıllar geçtiği halde
Kayseri’deki Bölge Şampiyonasını hatırladıkça aç kalarak kilo düştüğüm,
diskalifiye edilerek haksız bir şekilde yenildiğim aklıma gelir, gözlerim
dolar, içten içe ağlarım.
***
HELVA
Helva çocukların doğumunda, Kuran-ı
Kerimi okumaya başlamasında, gençleri askere yollarken, nişan törenlerinde,
bayramlarda, hacılarımızın Kabe’den dönüşlerinde, ev sahibi olduğumuz
zaman, cenazelerde, yağmur duasına çıkıldığında, kısacası doğumundan
ölüme kadar sevinçli ve kederli bütün günlerimizde misafirlerimize ikram
ettiğimiz bir tatlı türüdür. Bu nedenle helva; mutfak kültüründen başka
şiirlerimize, türkülerimize, atasözlerimize, soy isimlerimize ve beddualarımıza
dahi sirayet etmiştir.
Şair İbrahim Açılan Helva Destanı isimli
şiirinde:
Bilmem hangisinden
başlasam söze
Dostlar meclisinin
özüdür helva
Bir ince tebessüm
yayılır yüze
Lezzet yokuşunun
düzüdür helva” sözleriyle helvanın önemini çok güzel
bir şekilde dile getirmiştir.
Helvayla ilgili atasözlerine ”
Sabırla koruk helva olur dut yaprağı atlas olur” atasözünü örnek olarak
gösterebiliriz.
“Babayın helvasını ne zaman yiyeceğiz”- “Kara günde helvanı yesinler” gibi
beddualar literatürümüzdeki yerini almıştır.
Ülkemizin her ilinde ”Helvacı” “Helvacıoğlu”
gibi soy isimler mevcuttur. Ayrıca repertuvarımızda “helvacı”-“ helva
yapsana” gibi türkülerimiz bulunmaktadır. Ben burada sizlere helvanın
ülkemizin tarih ve edebi yatındaki yerini anlatmaktan ziyade, bizim köydeki
değerini ve benim açımdan önemini ifade etmeye gayret edeceğim.
Bizim yörede bin dokuz yüz yetmişli
yıllara kadar helva pahalı bir yiyecek olması nedeniyle ancak zengin aileler
tarafından alınıp yenildiği dikkatimizi çekmektedir. Bunu gerçek hayatta
yaşanmış bir hikâye ile anlatmaya çalışacağım…
Bizim komşu köylerin birinde hali vakti
yerinde, maddi yönden zengin üç beş kişi, bir gün köy meydanında toplanmış,
helva üzerine sohbet ediyorlarmış. Ahmet ağa helvanın baldan tatlı olduğunu
söylemiş. Mehmet ağa pekmezden güzel olduğunu dile getirmiş. Hasan ağa şekerden
kıymetli olduğunu ifade etmiş. O köyde oturan ve Otçu lakabıyla tanınan fakir,
gariban bir vatandaş da bir köşede çömelmiş ağaların konuşmalarını diliyormuş.
Otçu da gayri ihtiyari olarak bu tartışmaya katılarak “ helva baklavadan bile
güzel” demiş. Otçu’nun bu sözü üzerine orada bulunan zengin tayfadan Ahmet Ağa;
Otçu’yu birazda hafife alarak” sen helvayı ne zaman buldun, ne zaman yedin”
diye yalanlamaya çalışmış. Otçu’da gayet mütevazı bir şekilde “Kadir Çavuş
Saraçhanedeki Lordların dükkânından alıp yediydi de, ben de onun yediği
helvanın kâğıdını yalamıştım” diyerek sözünü ispat etmeye çalışmış. Böylece
tartışma sona ermiş. Burada Ahmet Ağa Otçu’ya baklavayı nereden buldun, ne
zaman yedin diye sormuyor, helvayı ne zaman buldun, ne zaman yedin diye
soruyor. Bu hikâye bize, helvanın o zamanlar baklavadan daha pahalı, daha
kıymetli bir tatlı olduğunu anlatmaktadır. Yöremizdeki yaşlılardan Otçu gibi
onlarca kişiyle alakalı helva hikâyesi dinledim. Dinlediğim hikâyelerin
genelinde o yıllarda helvanın pahalı olduğu konusu bir şekilde ifade edildi.
Şimdi bir kilo baklava parasıyla iki kilodan fazla helva alabiliriz ama helvayı
eskisi gibi yiyen kalmadı. Ne fayda!
Bin dokuz yüz yetmişli yıllardan sonra
teknolojinin gelişmesi sonucu helva; fabrikalarda üretilmeye başlayınca,
bölgenin zengin fakir bütün kesimleri tarafından alınıp yenilebilen bir tatlı
haline geldiğini görmekteyiz. Ben yetmişli yıllara tanıklık etmiş bir insanım.
O tarihlerde bizim köyde nişanlarda ve cenazeler için çekilen kelime-i tevhitlerde
herkese helva ikram edilirdi. Hatta nişan merasimini adına helva denirdi. Köy
halkını nişan törenine davet etmek üzere görevlendirilen kişi; köydeki evleri
tek tek dolaşarak örneğin” Kara Ökkeş’in kızı Elif ile Seydi Vakkas’ın oğlu
Abidin’in pazar günü öğlen helvası var, buyurun” diyerek görevini ifa ederdi.
Nişan töreninden iki-üç gün önce oğlan evinde beş on kadın toplanır,
davetlilere yetecek kadar yufka ekmek yapardı. Şehirden alınan dört beş teneke
helva ile yufka ekmekler bir gün öncesinden kız evin gönderilirdi. Kız evi
gelen helvaların bir iki tenekesini nişana gelen misafirlere ikram eder, bir
iki tenekesini de yakın akrabalarına dağıtırdı. Köy halkı pazar günü öğle vakti
kız evinde toplanır, kız evi gelen misafirlere genellikle kuru fasulye, pilav
ve helva ikram ederdi. Yemekten sonra misafirler dolaştırılan tepsiye beş on
lira para atar, toplanan bu paralar ise çeyiz masraflarında harcanmak üzere
doğrudan nişanlı kıza teslim edilirdi. Bu arada kız ile oğlanın yüzükleri
takılır, imam efendi kuran okur, dua eder bu şekilde nişan töreni tamamlanmış
olurdu. O yıllarda nişanlar doğal, insanlarımız sütten çıkmış ak kaşık kadar
saf ve temizdi.
Köyde bir cenaze olduğu zaman köydeki
bütün erkekler cenaze törenine eksiksiz olarak katılırdı. Cenaze namazı camide
kılınır, defin işlemi mezarlıkta yapılırdı. Defin işleminden sonra üç gün
süreyle köy halkı cenaze evine yemek götürürdü. Cenaze evinde üç gün süreyle
hiç yemek pişmezdi. Cenaze evinde onlarca çeşit yemek toplanır, köy halkı
çoğunlukla öğle ve akşam yemeğini cenaze evinde topluca yerdi. Cenaze evine
dışarıdan gelen konuklar bile köy halkı tarafından evlerde misafir edilirdi.
Cenazenin birinci veya ikinci günü köy halkı yatsı namazında ölen kişinin
kelime-i tevhidini çekmek üzere camide toplanırdı. Yatsı namazından sonra
camideki cemaat tarafın ölen kişinin kelime-i tevhidi çekilir, camiden çıkarken
caminin kapısında kelime-i tevhit çekenlere yufka ekmek arasında helva ikram
edilirdi. İşte böyle, bizim köyde helva tatlıdan farklı bir şeydi. Helva
birlikti, helva beraberlikti.
Helvanın tüketimi yetmişli yılların sonuna
doğru iyice yaygınlaştı, helva köydeki her evin kahvaltı masalarını süslemeye
başladı. Çobanların ve ırgatların azıklarına katık olarak konuldu. En fakir
aileler tarafından bile bayramlarda, düğünlerde misafirlere ikram edilir oldu.
Böylelikle helva seksenli yılların başında eski cazibesini tamamen kaybetti.
* * *
Köyümüzün içindeki karlar erimiş,
söğütler, kavaklar yavaş yavaş yeşermeye başlamıştı. Köy halkı artık bağ, bahçe
işlerine çalışıyordu. Mart ayının son haftası mı veya nisan ayının ilk haftası
mıydı bilemiyorum. Cuma günü anamın amcasının oğlu Nurettin abinin nişan
helvası yenecekti. Bu nişana bizde davet edilmiştik. Anam, teyzelerim ve ninem
bu nişana gideceklerini duydum. Ben de bu nişana gidip helva yemek istiyordum
fakat cuma günü okulum vardı. Okula gitmesem öğretmenim bana kızardı. Nişan
Eski Döngel’de olduğu için okuldan sonra oraya tek başıma gidemezdim. Çünkü
Eski Döngel’in yolu çok uzak ve ıssızdı. Sabahleyin ekenden okula gidip
öğretmenimden izin istemeye karar verdim. Cuma sabahı erkenden okula koşup
öğretmenimden bir gün izin istedim.
Öğretmenim Ömer Bey bana: ” izini ne
yapacaksın?” diye sordu.
Ben de: ” öğretmenim Eski Döngel’e helva
yemeye gideceğim” dedim.
Öğretmenim:” kiminle
gideceksin?”
”Anamla, ninemle gideceğim öğretmenim”
dedim.
Öğretmenim: ”geç kalma o zaman hemen git,
ben çantayı İsmail’le eve gönderirim” dedi.
Ben izin alır almaz okuldan camiye doğru
koştum. Öğretmenimin arkam sıra “ helvayı çok ye ha” diye bağırdığını duydum.
Ben okula gelirken anam yola çıkmıştı. Caminin yanından yıldırım hızıyla koşup,
Tahtalı Köprüden usulca geçip anama Öksüz Hasan’ın evinin önünde yetiştim.
Nişana giden akrabalarımızla birlikte Çörten Deresinin suyunu ayakkabılarımızı
çıkartarak geçtik. Sekili de beş dakika mola verip nefesimizi topladık. Göl
Yerinde bağda çalışan ırgatlarla selamlaştık. Ekşilik Yokuşunu aheste aheste
çıkarak, Eski Bağlığın düzüne vardık. Mezarlıkta geçmişlerimizin ruhuna bir
Fatiha okuduktan sonra Eski Döngeldeki anamın Abdullah amcasının evine ulaştık.
O zamanlar Eski Döngel’e araba yolu yoktu. O kadar rampa yolu yürüyerek
gittiğimiz için dizlerim tutmaz olmuş, bayağı yorulmuştum. Evin duvarının
dibinde bulunan bir merteğin üzerinde yarım saat kadar oturup, bir tas su
içtikten sonra kendime geldim. Bu arada kadınlar evin içinde teş çalıp, türkü
söyleyerek oynuyorlardı. Öğleye kadar Eski Döngeldeki arkadaşlarımdan köyün
çevresindeki Adam Kalesi, Direkli Mağara, Zorkun gibi yerlerin adlarını
öğrenerek vakit geçirdim.
Öğle ezanı okundu. İmam ve cemaat
namazdan sonra nişan evine geldiler. Bu arada bir toprak evin üzerine kilimler,
çullar serildi. Bunların üzerine sofralar açıldı. Sulanmış yufka ekmekler
sofralara dağıtıldı. Pilav ve kuru fasulye kazanları damın başına çıkartıldı.
Helvalar leğenlerde ezilerek servise hazır hale getirildi. İmamın gelip sofraya
oturmasıyla misafirlerin yemekleri ( kuru fasulye, bulgur pilavı ve tahin
helvası) sofraya getirildi. Çocuk olduğum halde birer tabak fasulye, pilav ve
helvayı tek başıma yedim. Çünkü öğretmenim bana “helvayı çok ye” diye
bağırmıştı… Yemekten sonra Kuran okundu, dua edildi, yüzükler takıldı, böylece
nişan töreni tamamlanmış oldu. Biz de törenin tamamlanmasından sonra gerisin
geriye gittiğimiz yoldan köyümüze döndük. Pazartesi günü öğretmenim “Teyfik
ne kadar helva yedin?” diye sordu. Ben de “karnım doyası yedim
öğretmenim” dedim. Benim verdiğim cevap nedeniyle öğretmenimin gözlerinin
içi gülüyordu. Şimdi ne öğrencisine ne yedin diye soran öğretmen, ne de köyden
köye helva yemeye giden öğrenci kaldı.
İlkokul birinci ve ikinci sınıfta okuduğum
yıllarda bize her gün birer tane çörek dağıtılır, biz de bu çörekleri afiyetle
yerdik. Çörekleri de okulumuzun beşinci sınıfında okuyan kız öğrenciler
yaparlardı. Üçüncü sınıfta ise haftada bir gün peynir, bir gün zeytin, bir gün
helva, bir gün fındık, bir gün üzüm dağıtılmaya başlandı. Peynir, zeytin ve
helvanın dağıtıldığı günler evden okula sulanmış birer tane yufka ekmek
götürürdük. Okul Müdürümüz Mehmet Bey ikinci teneffüste sınıfa girer, herkes
ekmeğini çıkartsın der, biz ekmeklerimizi çıkartıp sofra bezinin üzerine
koydukta sonra, yiyeceklerimizi ekmeğin üzerine bırakırdı. Helvayı kahve
fincanı büyüklüğünde bir ölçekle dağıtır, dağıtım sırası bana geldiğinde önce
bir ölçek verir, sonra “ senin ki az oldu, herhalde” der, bir ölçek daha
verirdi. Bende sesimi çıkartmadan bu helvayı zevkle yerdim. Benim öğretmenim bu
durumdan mutlu olurdu. Ben diğer çocuklarda biraz iri yapılı olduğum için, bana
bir ölçek fazladan helva verilmesini okul müdürüne öğretmenimin söylediğini
düşünüyorum. O yıllar güzeldi, o günler başka…
Öğretmenim bizi mezun ettikten sonra bir
sınıf öğrenci daha okuttu. Okuttuğu öğrencilerden birinin amcası öğretmendi.
Öğretmen Remzi Bey bir ziyaret sırasında yeğeni Denizhan’ın başarı durumunu
Ömer öğretmenden soruyor. Ömer Bey de” başarılı “diyor. Remzi Bey “Teyfik’i
tutar mı?” diyor. Ömer Bey “başarısı tutsa bile, helva yemesi yine
Teyfik’i tutmaz” diyerek espriyi patlatıyor. Aradan yarım asra yakın
bir zaman geçmesine rağmen bizim yörede iki insanın birbiriyle mukayese
edildiği hararetli tartışmalarda “ helva yemesi Teyfik’i tutmaz”
esprisi dilden dile söylenir. Ben ise bu sözden hiç gocunmaz, bilakis mutlu
olurdum.
Şimdi markete gidiyorum, helvanın en
kalitesini, en pahalısını alıyorum ama çocuk iken yediğim helvanın lezzetini
bulamıyorum. Ayrıca doktor tahlil yapıyor, hocam şeker sınırda dikkat et diyor,
hiçbir tatlıyı doyasıya yiyemiyorum.
Ben çocukluğumu istiyorum.
En kötü gününüzün helva tadında olmasını
diliyorum.
***
KAMALAK KÜTÜĞÜ
Anı Hikâye
Benim çocukluğumda bizim bölgenin
çocuklarını ilkokuldan sonra pek okutmazlardı. Okutmazlardı dedimse bizim
köyden ortaokula giden öğrencilerin sayısı bir elin parmak sayısını
geçmezdi. Babamın da beni ortaokula göndermeye ne niyeti nede imkânı
vardı. Göndereceğim dese bile buna kimse inanmaz, hatta Yahya Mehmet çocuğunu
ortaokula gönderecekmiş! Diye, alay edenler bile olabilirdi. Çünkü babam bizim
köyün en saf, en gariban insanlarından biriydi. İlkokul öğretmenim Ömer beyin
yoğun gayretleri sonucu babam beni ortaokula göndermeye karar verdi.
Öğretmenimin benimle ilgili hayali çok büyüktü. Öğretmenim ileride benim subay
olmamı, Gürsel Paşa gibi kağnı tekeri kadar şapka takmamı istiyordu. Yanında
kalacak bir yakınım olmadığı için şehirde (Kahramanmaraş’ta) okuma şansım
yoktu. Bu nedenle babam beni komşu köyümüz Tekir’de bulunan ortaokula kayıt
ettirdi. Benim ortaokula kayıt olmam ilkokul arkadaşlarım arsında, hatta bütün
köyde büyük yankı uyandırdı.
Ortaokulda okuyacağım Tekir Köyü; buz gibi
akan kaynak suları, yaz mevsiminde serin olan havası, coğrafi konumunun
güzelliği, kırmızı benekli alabalığı ve kuzu etlerinin lezizliğiyle bölgemizin
önemli bir turizm merkezi sayılıyordu. O zamanlar Tekirde şehirlerarası yolcu
taşıyan otobüslerin mola verdiği altı adet lokanta, ekmek üreten üç tane fırın,
beş tane kasap, dokuz tane bakkal ve değişik alanlarda ticari faaliyet gösteren
otuzdan fazla iş yeri bulunuyordu. Ayrıca ortaokul, sağlık ocağı, orman fidanlığı,
jandarma karakolu, ptt gibi birçok kamu kurumu vardı. İç Anadolu’yu Akdenize
bağlayan karayolunun Tekirden geçmesi nedeniyle her gün yüzlerce otobüs Tekirde
mola veriyordu. Günde binlerce insanın yolculuk nedeniyle buraya uğraması
Tekiri cazibe merkezi haline getiriyordu. Tekir o günkü şartlarda pek çok
ilçeden gelişmiş durumdaydı. Tekirde ortaokulun bulunması hem Tekir, hem de
komşu köylerin çocukları için önemi bir avantaj sağlıyordu. Bende Tekir Köyü
Ortaokuluna kayıt olarak bu avantajdan yararlanmış oldum.
O sene bizim köyden üçüncü sınıfta üç,
ikinci sınıfta iki ve birinci sınıf okuyan bir(ben) kişi olmak üzere toplam
altı kişi ortaokula gidecektik. On dört eylül pazartesi günü okullar
açılacaktı. Babam beni ihtiyaçlarımı almak için cumartesi günü şehre
götürdü. Belediye çarşısındaki bir mağazadan bana bir takım elbise, iki gömlek,
bir kravat ve bir de kundura aldı. Elbiseleri deneme amacıyla giyince bile
dünyalar benim olmuştu. O gün benim gibi binlerce öğrenci okul ihtiyacı için
mağazalardan alış-veriş yapıyorlardı. Mağazanın tezgâhtarları elbiseleri
güzelce paketleyip çantayla elime verdiği halde ben çantaları kucağımda
taşıyordum. Şehirdeki işlerimizi bitirince, köy
postasına binip akşamüzeri köyümüze döndük. Elbiseleri annem görsün
diye akşam yeniden giyindim. Ben kravatı takınca anamın sevinçten gözlerinden
yaş geldi. Babamın da gözlerinin dolduğunu fark ettim. O akşam anam, babam,
kardeşlerim ve ben anlayacağınız ailecek hepimiz çok mutlu
olduk. Kunduralarımı toz olmasın diye anamın çehiz sandığına
sakladım. Elbiseyi ve gömlekleri mağazadan verilen askıya güzelce yerleştirip
itina ile kapının arkasındaki çiviye astım. Üzerine de beyaz bir bez örttüm.
Nasıl seviniyordum, dünyalar benim oluyordu. Yatağa
yattım, heyacandan gözlerime uyku girmedi. Bir gün sonra ortaokul
üçüncü sınıfta okuyan Mehmet Purtaş’ın yanına gittim. Mehmet Purtaş ortaokulda
okuyan bütün arkadaşları köy meydanına topladı. Okulla ilgili neler
yapacağımızı biraz konuştuktan sonra, bir gün sonra saat yedide Yarma Durağında
bir araya gelip, okula topluca gitmeye karar vererek dağıldık. Ben hemen eve
gittim. Akşam yemeğini yedim. Arkadaşla konuştuktan sonra önceki akşama göre
heyecanım biraz azalmıştı. Yatağa yattım. Babam beni sabah ezanı okunurken
uyandırdı. Annem kahvaltımı hazırladı. Kahvaltımı acelece yapıp güneş doğmadan
Yarma Durağına koştum.
Yarma Durağına ilk önce ben varmıştım. Biraz sonra diğer arkadaşlarda
geldiler. Asfalttan Tekir istikametine doğru yürümeye başladık. Gittiğimiz
yolun sağ tarafı Alaçayır Deresi, sol tarafı Kasımoğlu Tepesiydi. Alaçayır
Deresinin etrafı çınar ağaçlarıyla kaplıydı. Dereden akan az miktardaki su
yüzümüzü serinletirken, Kasımoğlu Tepesindeki çam ağaçlarının gölgesi içimizi
ferahlatıyordu. Yoldan aşağıya, yukarıya doğru giden arabalar sabah
sessizliğini ziyadesiyle bozuyordu. Özellikle rampaya yukarı giden yüklü
kamyonlar bizimle yürüme yarışına girmişçesine çok yavaş ilerliyorlardı. Biz
yolun banketinde hızlıca ilerlerken, yol kenarında karşımıza çıkan küçük kebap
lokantalarının o saatteki ıssızlığı dikkatimizi çekiyordu. Alaçayır’a
vardığımızda evlerin önündeki elma bahçeleri ve yolun alt tarafında kalan üzüm
bağları bölgenin güzelliğine adeta ayrı bir hava katıyordu. Ben daha önce sapa
bir yerde olduğu için ortaokul binasını hiç görmemiştim. Ortaokulun üç katlı
kocaman bir binasının olacağını tahmin ediyordum. Çünkü Maraş’ta yatılılık
sınavına girdiğimiz ortaokulun binası kocamandı. Bana göre Tekirde de öyle
devasa bir ortaokul binası olmalıydı. Yolculuğumuz hızlı bir tempoyla devam
ederken birden bire Ak Gedik Tepesine çıktığımızı fark ettim. An itibariyle
yolun yokuş olan kısmı bitmiş iniş kısmı başlamış oluyordu. Yolun iniş kısmı da
beklediğimden kısa sürdü. Rampanın sonuna geldiğimizde Karayolları Binasının
önünden sol tarafa dönüp asfalt yoldan ayrılarak tali bir yolla Tekir köyünün
içine girmiş olduk. Kimisi çatılı kimisi toprak köy evlerinin arasından bir yay
çizerek ilerleyip biraz sonra kubbesi ve minaresi olmayan yeşil boyalı bir
camiye ulaştık. Arkadaşlar okula geldik dediler, ben önce inanmadım fakat
caminin giriş kapısının sağ tarafındaki küçük odanın kapısındaki müdür levhası
gözüme takıldı. Başımı çevirdiğimde caminin sol tarafındaki bahçede bekleyen
yirmi kadar öğrenci olduğunu gördüm. Bahçenin sağ üst köşesindeki direkte şanlı
bayrağımız nazlı nazlı dalgalanıyordu. Vardığımız yoldan sola dönüp beton
merdivenden altı yedi basamak aşağı indiğimizde caminin bodrum katındaki ahşap
kapıların üzerindeki sınıf isimlikleri buranın bir okul olduğunu ispat etmeye
yetiyordu. Okuyacağımız sınıfın kapısından içeri girdiğimde normal bir sınıfın
yarısı kadar olmadığını gördüm. Hayal ettiğim ortaokulla, okuyacağım ortaokul
arasında dağlar kadar fark vardı. İlk gün ilk dakika müşahade ettiğim bu
manzara karşısında hayali hüsrana uğradım. Yapacak bir şey yoktu, her şart
altında burada okumak zorundaydım
Okul Müdürü ve öğretmenler gelen
öğrencileri toplayıp, küçük bir açılış töreni yaptılar. Törenden sonra
sınıflara girdik. Sınıfta alacağımız ders kitaplarının listesini yazdık,
arkadaşlarımızla ve öğretmenlerimizle tanıştık öğle vakti olunca, öğle sonunu
beklemeden köyümüze döndük. Sınıfımızdaki arkadaşlarımızın çoğunu önceden
tanıyordum, bu nedenle; ilk gün hiç yabancılık çekmedim. Böylece ortaokul
hayatına başlamış oldum. Her gün altı kilometre yolu yaya olarak geliyor, yaya
olarak gidiyorduk. Yaşantımız zahmeti, günlerimiz mutlu geçiyordu.
Öğretmenlerimiz bizim başarılı olmamız için imkânlar dâhilinde her türlü
gayreti sarf ediyorlardı.
Güz mevsimi gelmiş, çınar yaprakları gazel
olmaya, üzüm bağlardaki son yeşil yapraklarda sararmaya başlamıştı. Koyun Oluğu
ve Deli Höbek Tepelerinde yılın ilk karı azda olsa kendini göstermişti. Bu
arada köylülerin bir kısmı mahserede pekmez kaynatırken bir kısmı da köye yakın
ormanlardan eşek, katır ve beygirlerle kışlık odun getiriyorlardı. Artık
Tekir’e kar yağması an meselesiydi. Okulumuzun yakınında bulunan Kadir Alinin
değirmenin önü zahirelik buğdaylarla dolup taşıyordu. Biz okula
gitmek için erkenden yola çıktığımız için kabanlarımızı giymeye başlamıştık. Bu
arada okulumuzda odun kömür gibi kış tedariklerinin yapıldığı nazarı dikkatimi
çekiyordu. Muhtemelen kasım ayının ilk haftası Cuma günüydü. Bayrak Töreninden
sonra Müdür Yardımcımız Cemal Çiçek “ ismini okuduğum yirmi öğrenci burada
kalsın, diğerleri gidebilir” diye bir duyuru yaptı. İsmini okuduğu
öğrencilerden biride bendim. Diğer öğrenciler dağıldı. Biz okulun bahçesinde
kaldık. Ben o sırada herhalde bize okulun odununu kırdıracaklar diye düşündüm.
Müdür Yardımcımız Cemal Çiçek hoca bizi
bir sınıfta topladı. Bize hitaben” Arkadaşlar beni iyi dinleyin. Pazartesi günü
lokantaların oradaki DSİ’nin yaptırdığı havuzun açılışı yapılacak. Havuzun
açılışına vali bey ve bütün il protokol üyeleri katılacak. Ayrıca Tekirden ve
civar köylerden çok sayıda vatandaşında katılacağı tahmin edilmektedir.
Sizlerde bu açılış töreninde İstiklal Marşımızı okuyacaksınız. Bu nedenle hafta
sonu makasla tıraşınızı olun, gömleğinizi, pantolonunuzu güzelce ütületin, bizi
amirlerimize karşı mahcup etmeyin!” şeklinde hamasi bir konuşma yaptı. Bu
konuşmanın akabinden bizde okuldan ayrılarak evimize gittik.
İstiklal Marşı okuyacak yirmi
öğrenci arasına seçildiğim için sevinçten göklere uçacaktım. Gelgelelim
evimizde ütü yoktu. Ütü olsa bile anam ütü yapmasını bilmezdi. Ütü konusundaki
bu sorunu nasıl çözecektim. Bu sorunu giderme konusunda kara kara düşünmeye
başladım. Ütü yaptırmak için cumartesi günü Maraş’a gitsem ütüyü nerde
yaptırabilirdim. Ütüyü yaptırsam ne kadar ücret alırlar gibi onlarca soru
zihnimi kurcalıyordu. Zihnimi kurcalayan sorulara bir cevap bulamadan biraz
sevinçli, biraz hüzünlü vaziyette akşam ezanından önce evimize intikal ettim.
Babam kışlada davarlarımızın yanında olduğu için zaten evde yoktu. Anam lisanı
halimden benim bir sıkıntımın olduğunu anladı. Akşam yemeğinden sonra anam bana
dönerek” oğlum! Arkadaşlarınla kavga mı ettin? Hocaların mı dövdü?
Harçlığın mı yok? “ gibi bana peş peşe onlarca soru sordu. Ben de anama ütü
meselesini anlattım. Anam” sıkıntı etme oğlum, ütüyü Hacer ablan yapar” dedi. Anamdan
bu sözü duyduğumda mutluktan dört köşe oldum. Hacer abla; en yakın komşumuzdu.
Anamdan farkı yoktu. Eşi Mehmet abi orman bekçisiydi. Yabancı olduklarından
dolayı sürekli olarak bizim eve gelir giderlerdi. Hatta evleri ıssız bir yerde
olduğu için Mehmet abinin olmadığı geceler bizim evde yatarlardı.
Anam akşamdan pantolonumu, gömleğimi bir
leğenin içinde elleriyle yıkayarak dışarı astı. Sabahleyin kuşluk vakti olunca
elbiseler kurudu. Pantolonu ve gömleği elime alarak Hacer ablanın evine kadar
koştum. Hacer abla ben daha söylemeden vaziyeti anladı. “Hoş geldin oğlum,
derslerin nasıl? bir ihtiyacın var mı?” gibi sorular sorarak benimle biraz
konuştuktan sonra ütü işine başladı. Önce ranzanın altından ütüyü çıkarttı.
Ütünün içine sobadan maşayla aldığı közleri koydu. Ütü ısınca dışarıdan
getirdiği ekmek tahtasının üzerine bir çarşaf sererek götürdüğüm elbiseleri
dikkatlice ütüledi. Ben Hacer ablanın ütü yaparken her hareketini fotoğraf gibi
çekiyordum. Doğrusu o güne kadar ütü yapan bir insan görmemiştim. Ütü denen o
sihirli aleti de bir defa bir öğretmenin evinde görmüştüm. Hacer abla ütü işini
tamamladı, bana bir miktarda harçlık verip, elbiselerini her hafta ütülerim
oğlum diyerek uğurladı. O günkü komşuluklar farklıydı, komşuluk ilişkisi
akrabalık ilişkisi gibiydi. O yılları özlüyoruz ama elimize geçmiyor.
Ütü işi tamamlanmış iş tıraş olmaya
gelmişti. Elbiseleri eve bıraktıktan sonra tıraş olmak için Bakkal Haydar’ın
yanına gittim. Haydar abi hem bakkallık hem de berberlik yapardı. (Berberlik
yapardı derken, tıraş makinesi, makas gibi birkaç malzemesi vardı. Amatör
olarak bakkalın içindeki boş bir köşede insanları tıraş eder, cüzi miktarda bir
tıraş ücreti alırdı. Öyle çıraklıktan yetişmiş usta bir berber değildi. Ama her
halükarda köyün berber ihtiyacını karşılamış olurdu.) Haydar abi beni güzelce
bir tıraş etti. Böylece törenle ilgili hazırlıkları bitirmiş oldum.
Pazartesi günü elbiselerimi giyerek
erkenden okula gittim. Müdür yardımız Cemal beyin nezaretinde küçük bir tören
provası yaptıktan sonra açılışın yapılacağı alana doğru hareket ettik. Açılışı
yapılacak havuz Tekir’in lokantalarının olduğu mevkii de buluyordu. Tören alanı
varıp yerimizi aldık. Bizim vardığımızda binlerce insan tören alanını
doldurmuştu. Tekir’in yağız delikanlıları coşkuyla halay çekiyordu. Jandarmalar
havadan kuş uçurtmayacak şekilde çok sıkı güvenlik tedbiri almışlardı. Törende
kullanılmak üzere şehirden ses ve hoparlör sistemi getirilmişti. Misafirlerin
oturması için getirilen deri koltuklar bir nizam dâhilinde dizilmişti. Tekir İlkokulundan
görevli bir öğretmen törende sunuculuk yapıyordu. Sunuculuk yapan öğretmenin
okuduğu kahramanlık şiirleri halkı coşturuyordu. Bu sırada İl Müdürleri tören
alanına gelerek yerlerini almaya başladılar. İl Milli Eğitim Müdürü tören
alanındaki yerine oturmadan önce yanımıza gelerek bizleri onurlandırdı. En son
önünde bayrak asılı, kırmızı plakalı siyah renkli lüks bir araba tören alanına
geldi. Arabanın içinden kimse inmeden program sunucusu öğretmen” Sayın Valimiz
teşrif etmişlerdir, hoş geldiniz diyor, saygılar sunuyoruz” şeklinde anons
yapmaya başladı. Bu sırada Vali Bey alkışlar arasında arabasından inerek tören
alanındaki yerine oturdu.
Vali Bey tören alanındaki yerini aldıktan
sonra, program hemen başladı. Sunucunun anonsuyla şehitlerimiz için yapılan
saygı duruşundan sonra, biz coşkuyla İstiklal Marşımızı okuduk. Ses sisteminin
de güçlü olmasından dolayı sesimizden yerler gökler inledi. Daha sonra köy
muhtarı köy halkı adına kısa bir teşekkür konuşması yaptı. Köy muhtarı
konuşurken konuşma kürsüsünün biraz yüksek olduğu fark edildi ise de telafisi
konusunda bir müdahale yapılamadı. Devlet Su İşleri Bölge Müdürü kürsüye
gelerek havuzun genişliği, hacmi, derinliği ve maliyeti konularında teknik bir
konuşma yaptı. DSİ Bölge Müdürü uzun boylu olduğu için konuşma kürsüsünün
azizliğine uğramadı. Vali Beyin ismi anons edildiği sırada bir vatandaş
Turistik lokantasının duvarının dibinde dizili duran kütüklerden yaklaşık elli
santim çapında, otuz santim yüksekliğindeki bir kamalak (sedir) kütüğünü kucaklayarak
hızlı bir şekilde konuşma kürsüsünün arkasına bıraktı. Vali Bey konuşmasını bu
kamalak kütüğünün üzerinden yaptı. Vali Bey havuz, içme suyu, yol ve benzeri
hizmetlerin devletin temel görevi olduğunu örnekler vererek edebi bir şekilde
ifade etti. Vali Beyin konuşması tören alanında bulunan vatandaşlar tarafında
dakikalarca ayakta alkışlandı. Ben bu esnada Vali Beyin karşılanması, oturması,
konuşması sırasında görmüş olduğu saygıdan ve özelliklede konuşurken kamalak
kütüğü getirilerek gösterilen iltifattan dolayı ileride vali olmaya çoktan
karar vermiştim bile. Havuza su akıtacak kanalın savakları protokol üyeleri
tarafından yukarı kaldırılarak açıldı ve havuza su akmaya başladı. Böylece
açılış programı bitmiş oldu.
Bizde verilen görevi eksiksiz olarak
yerine getirmenin sevinciyle Müdür Yardımcımız Cemal Çiçek beyin nezaretinde
okulumuza doğru yürümeye başladık. Ben Cemal hocama” hocam inşallah bende
ileride bir gün kamalak kütüğüne çakacağım” dedim. Cemal Hoca önce benim ne
demek istediğimi pek anlayamadı. Bana dönerek ne demek istediğimi sordu. Bende
bizim bölgede sedir ağacına kamalak dendiğini, Vali Beyin üzerine çıktığı odun
parçasına da kamalak kütüğü denildiğini izah ettim. Hocam espiriyi anlayınca
dakikalarca güldü. Bana da inşallah sende vali olursun temennisinde bulundu. Bu
sırada yolculuğumuz bitmiş, okulumuza varmıştık. Okul Müdürümüz Bekir bey
göstermiş olduğumuz başarı nedeniyle bizlere birer tane tükenmez kalem hediye
ederek ödüllendirdi.
Cumali dayım yaş olarak benden birkaç ay
küçük olup, milli güreşçi olduğu için on yedi yaşında Malatya Şeker Kulübün de
maaşlı olarak çalışmaya başlamıştı. Bende aynı yıl üniversiteye kayıt olmuştum.
Dayım bir telefon görüşmemizde tatilde Malatya’ya gel de sana biraz kıyafet
alalım dedi. Bende bunun üzerine yarıyıl tatili başlayınca memlekete gitmeden
doğrudan Niğde’den Malatya’ya gittim. Dayım bekar olduğu için şeker
fabrikasının pansiyonunda kalıyordu. Beni de kaldığı yerde misafir etti.
Sabahleyin kahvaltımızı yaptık. Cemal Çiçek hocamın Malatya İmam Hatip
Lisesinde müdür olduğunu duymuştum. Dayımla beraber Cemal Hocayı ziyarete
girdik. Özel kalem haber verdi. Cemal hoca bizi içeriye aldı. Ben
Cemal Hocanın mimiklerinden beni hatırlamadığını hissettim. Öpmek için eline
sarıldım, elin vermek istemedi. Kendi vermek istemese de elini zorla öptüm.
Cemal Hocamın beni tanımaması da normaldi. Ben ortaokulda kısa boylu küçük bir
çocuk olduğum halde, ziyarete gittiğimde, bir seksen beş boyunda, doksan kilo
ağırlığınca bir gençtim. Cemal Bey mahcup bir vaziyette bana” bey efendi siz
kimsiniz “diye sordu. Ben de; Tekir Ortaokulundan Teyfik hocam dedim. Hocam bu
sırada gözyaşlarını tutamadı, ayağa kalkarak bana sarıldı. Bende kendine
sarıldım. Dakikalarca ağladık. Elimizi, yüzümüzü yıkayıp gözyaşlarımızı sildikten
sonra kendisiyle dayımı da tanıştırıp muhabbete başladık.
Cemal hocam bana ne iş yaptığımı sordu.
Bende Niğde Eğitimde öğrenci olduğumu söyledim. Cemal hocam” kamalak kütüğüne
çıkmasan bile boş ver öğretmen olmayı hak etmişsin “diyerek espriyi patlattı.
Bize çay kahve ikram etti. Saatlerce sohbet ettik. Bizi öğle yemeği için evin
götürüp misafir etti. Eşi ve çocuklarıyla tanıştırdı. Yemekten sonra bizi
gideceğimiz yere doğru hayır dualarıyla uğurladı.
Aradan kırk yıldan fazla zaman geçmesine
rağmen Cemal Hocamla hala yılda birkaç kere görüşürüz. Her görüşmemizde Kamalak
kütüğü esprisini hatırlar dakikalarca gülüşürüz.
***
KÜÇÜK KUZU
Çocukluk yıllarım doğduğum köy Döngel’de
geçti. Döngel; göklere yükselen karlı dağları, buram buram sümbül kokan
yaylaları, balta girmemiş ormanları, buz gibi akan pınarları, milattan on altı
bin yıl öncesine ışık tutan tarihi kalıntıları ve burada zikredemediğim birçok
farklı güzelliğiyle dünyanın saklı cennetlerinden bir köşedir. O yıllarda
köyümüzün halkı hayvancılık, ormancılık ve kısmen de çiftçilikle geçinirdi.
Benim ailemin de geçim kaynağı hayvancılıktı.
Ben ise eğitim öğretim döneminde okula
gider, yaz tatilinde ise oğlak veya davar güderek yani çobanlık yaparak aile
bütçemize katkı sağlardım. Köyümüzün ilkokul binası yetersizdi. Bu nedenle
okula öğleye kadar veya öğleden sonra giderdik. Okuldan geldikten sonra çantayı
bir köşeye atar, önlüğü bir yere fırlatır, yemek bile yemeden cebimize biraz
kuru üzüm veya biraz tahrana koyar hızlıca sokağa koşardık. Sokakta
arkadaşlarımızla toplanır mevsimin, iklimin şartlarına göre oyunlar oynardık.
Oyun oynadığımızı öğretmenlerin görmemesi için genelde ıssız sokakları, kuytu
yerleri seçerdik. Hava yağmurlu ise bir evin sofasının altında gülle oynar,
hava güneşli ise Kızılburun Tepesinden aşağıya doğru kağnıya binerdik. Kar
yağdığı günlerde ise bazen kızağa biner, bazen de köyün yakınlarında teksaçma
tüfeklerle avcılık eğitimi yapardık. Çelik çomak, beş taş, yakan topu,
birdirbir, mendil saklambaç günlük olarak oynadığımız rutin oyunlardı. O günler
çok güzeldi, her günümüz bayram günü gibi geçerdi.
Köyümüzün akşamları anlatmak için
kelimeler kifayetsiz kalır. Yaşamak gerekir desem, artık yaşama şansımızda
kalmadı. O zamanlar köyümüzde elektrik, telefon, şebeke suyu gibi hiçbir alt
yapı tesisi yoktu. Evlerin ihtiyacı olan su köyün meydan çeşmesinden getirilir,
çok acil durumlarda telefon görüşmesi 6 km ilerideki Tekir Jandarma
Karakolundan yapılır, aydınlatma işi evlerde bulunan idare veya gaz
lambalarıyla sağlanırdı. Lambaya konacak gaz bulunmadığı günlerde çam çırasının
ışığında otururduk. Köyümüzde mahallenin adına oba denirdi. Her obanın bir
aksakallısı, her aksakallının da bir misafir odası bulunurdu. Misafir odaları
yetmiş sekseksen metre kare bu günkü küçük konferans salonu büyüklüğünde
yerlerdi. Bir misafir odasında aynı anda seksen doksan kişi ağırlanabilirdi.
Bizim obanın aksakallısı dedemin abisi Tatar Kocaydı. Ben ona Tatar Koca yerine
dedemin kardeşi olması münasebetiyle sürekli olarak Tatar Emmi derdim.
Hemen hemen her akşam, akşam yemeğinden
sonra Tatar Emminin odasına koşardım. Koşardım derken annem, babam ve
kardeşlerim topluca giderdik. Tatar Emmi misafir odasının arka tarafında üzeri
yün döşek serili bir sedirin üzerinde sırtını halı yastıklara dayayarak
otururdu. Odaya gelen misafirler gider önce Tatar Emminin elini öper, sonrada
Tatar Emminin gösterdiği yere otururlardı. Misafir odasının içinde kadınları,
erkeklerin çocukların oturacağı yer gizli bir kurala göre önceden belliydi.
Örneğin ben çocuk olduğum için sürekli giriş kapısının arkasında otururdum.
Tatar Emmiyi ayağındaki kalınca kahverengi kumaştan yapılmış şalvarı, yakasız
beyaz gömleği, gömleğin üzerindeki siyah cepkeni cepkenin cebinde madalya gibi
duran köstekli saati ve başındaki kocaman sarığıyla gördükçe sosyal bilgiler
kitabında resimlerini gördüğüm Osmanlı padişahlarının vezirlerine benzetirdim.
Akrabam olduğu içinde onunla daima gizli gizli gurur duyardım. Tatar Emminin
odası akşam namazından yarım saat sonra ağzına kadar dolardı. Geç kalanlar çoğu
zaman oturacak yer bulamazdı. Tatar Emmi bazen Battal Gazi’den, Hz
Ali’den cenkler anlatır, bazen Karacaoğlandan, Dadaloğlundan türküler söyler,
kimi zamanda kendinin pehlivanlık, avcılık, seyahat anılarını anlatırdı. Tatar
Emmi konuşurken kimsenin ağzından çıt çıkmadığı gibi anlattığı olaylardan
etkilenip hıçkırarak ağlayanlar olurdu. Tatar Emmi Battal Gazi’nin cengini
anlatırken ben Tatar Emminin Malatya’nın fethinde Battal Gazi’yle birlikte
savaştığına inanmıştım. Tabi ki Tatar Emminin odasında her gün sadece kendisi
konuşmaz, başka konuşanlar da olurdu. Bu konuşan kişiler genellikle cin,
şeytan, peri gibi konularda mahalli masalları anlatılırdı. Arada bir sıra
türküsü söylendiği de olurdu. O günkü misafir odaları bu günkü kültür
mekezlerinin gördüğü işi fazlasıyla yerine getirirlerdi.
Bir gün Tanır köyünden gelen yabancı bir
adam dedemin babası Tatar Osman’ın gece Döngel Mağaralarından geçerken bir
oğlak gördüğünü, oğlağı kucağına alıp severken oğlağın ağzına öykündüğünü,
baktığında oğlağın burnunun olmadığını, oğlağın cin olduğunu anlayıp
bismillahirrahmanirrahim diyerek taşa çaldığını, oğlağın bir anda ortalıktan
kaybolduğunu anlatmıştı. Ben bu olaydan çok korkmuştum. O gece ninemin yanında
yatmıştım. Tatar Emminin evinde gelen misafirlere günlük çay, kömbe, tarhana,
kuru üzüm gibi yiyecekler ikram edilir, saat on gibi, çağla herkes evine dağıla
denir, bir gün sonra toplanmak üzere evlere gidilirdi. Tatar Emminin aile
efradı gelinleri, kızları, torunları günlük olarak ağırlanan bu misafirler için
öf bile demezlerdi. Misafire hizmet etmekten zevk alırlardı. O günler bereketli
günlerdi. O günler hürmetli günlerdi…
Bizim davarlarımız kışın Yeşilgöz
yakınlarında kışla adını verdiğimiz barınakta kalırdı. Haziran ayı geldiği
zaman da ailemize ait Mağaralı Yaylasına göçerdik. Ortaokul birinci sınıfta
okuduğum sene bizimkiler Haziran ayını beklemeden nedense mayıs ayının
ortasında erkenden yaylaya göçtü. Ben köyde dedemin yanında kaldım. Ortaokul
Tekirde olduğu için her gün arkadaşlarımla Tekire yaya olarak gidip geliyordum.
Haziranın ortasında okul bitti, karneleri aldık. Ben zaten yaylaya gitmeyi
anneme kardeşlerime kavuşmayı iple çekiyordum. Derslerimde fena sayılmazdı.
İngilizceden bütünlemeye kalmıştım. Babamın bu durumu hoş görüyle
karşılayacağını tahmin ediyordum. Neticede öylede oldu. Cumartesi
günü babam beni yaylaya götürmeye geldi. Ben sevinçten göklere uçuyordum. Anneme
kavuşacaktım, kardeşlerime kavuşacaktım, sümbüle, menekşeye, güle kavuşacaktım…
Babam ile birlikte yolculuk hazırlıklarını
yaptık, ikindi namazından az sonra atlara binerek yola koyulduk. Döngel’i
Tekir’e bağlayan en kısa patika olması münasebetiyle rotayı Koyun Yolundan
çizdik. Köyün çıkışından itibaren yolun etrafı minare yüksekliğindeki çam
ağaçlarıyla doluydu. Çam ağaçlarının arasındaki tesbiler çiçek açmış, açan
çiçeklerin mis gibi kokusu bizi mest ediyordu. Babamla hem ata binme teknikleri
üzerine sohbet ediyorduk, hem de babam bindiğim atın yularını sağlam tutmam
hususunda beni ikaz ediyordu. Ayrıca okulda, köyde, yaylada ve her yerde
büyüklere karşılı saygılı olmam hususunda bana nasihatte bulunuyordu. Çam
ormanlarının arasındaki gittikçe yükselen kıvrım kıvrım yollardan geçerek
Dikili Taş’a, oradan da Karga Sekmez tepesine kavuştuk. Karga Sekmez tepesinden
kuzeye baktığımda Tekir Köyü bütün ihtişamıyla bir kartpostal gibi görünüyordu.
Babam at üzerinde binili olmasının avantacıyla yolun sağında, solunda gördüğümüz
veya karşıdan gelen insanları savaş kazanmış bir komutan edasıyla selamlıyordu.
Tepeden aşağıya doğru döndüğümüzde atlarımız iyice hızlandı. Arkıtça çayını sığ
bir yerinden geçip, Tekir Karakolunun önünde asfalt yola kavuştuk. Tekirdeki
lokantaların anons sesleri anlaşılır şekilde duyulmaya başladı. Bir iki dakika
sonra bizde Tekirin çarşısı konumundaki lokantalar bölgesine vardık. Atlarımızı
bir çınar ağacına bağlayıp Murat Remzi’nin Bakkalından alış veriş yapmaya
başladık. Babam evin çay, seker, helva, tuz gibi ihtiyaçlarını aldı. Ben de
babama fark ettirmeden cebimdeki en son harçlığımla kardeşlerime hediye olarak
bir kilo pijamalı şeker aldım. Aldığımız yiyecekleri atların terkisinde bulunan
heybelere doldurup atları bağladığımız yerden çözerek yolumuza revan olduk.
Tekirin çıkışında Yusuf Mehmet’in
lokantasının yanından sağ tarafa dönüp Tekir Çayını Muratlar Köprüsünden
geçerek Tekir’i Yeşilgöz’e bağlayan stablize yola doğru hızla ilerlemeye
başladık. Benim binili olduğum amcamın atı dizginini bıraksam dörtnala kalkacak
belki de beni üzerinden gökyüzüne fırlatacak gibi hızlı hareket ediyordu.
Gittiğimiz yolun sağ tarafı ardıç ormanlarıyla kaplı Kurubel Dağı, sol tarafı
Tekir Suyuydu. Tekir Çayında zıplayan kırmızı benekli alabalıklar, acayip
acayip ses çıkaran kurbağalar, sol tarafta ardıçların içinden uçuşan
serçeler, rengâ renk ardıç kuşları, tarlaların kenarındaki kavakların başına
yuva yapmış kargalar ilk etapta gözümüze çarpan güzelliklerdi. Kara Ağaç
mevkiine vardığımızda ekin tarlalarının alt kısımlarındaki çayırlıklardan
tırpanla ot biçen çiftçiler, bor kalmış tarlalarda inek otlatan küçük çocuklar,
karşı tarafta fasulye çapalayan kadın işçiler sanki cansız topraklara can
veriyorlardı. Saman Taşına ulaşınca vurduk atlarımızı sağ taraftaki hırçın
dağlara. Atlarımız ardıç ormanlarının içindeki rampalı virajlı patika yollarda
ilerlerken rakım yükseliyor, rakım yükseldikçe ardıç ağaçlarının yerini meşe,
şimşir, diken ağaçları alıyordu. Yolun taşlı olması atların yürümesini oldukça
zorlaştırıyor, nallardan çıngı çıkıyordu. Ormanların içinden aniden çıkan bir
sincap veya tilki yavrusu atlarımızın ürkmesine neden oluyordu. Özellikle benim
kilomun hafif olmasından dolayı düşme tehlikesi geçiriyordum. Bu arada atlar
acıkmış olmalı ki yolların kenarındaki dağ yoncası, üçgül gibi güzel otlara
saldırıyorlardı. Biz böyle meşakkatli bir yolculuktan sonra akşam ezanı vakti
Sakız Boynuna intikal etmiş olduk.
Sakız Boynunda Çavuş Hüseyin’in çadırı
vardı. Çavuş Hüseyin’in hanımı merhum Zekiye teyze yolumuzu kesti. Bizi akşam
yemeğine davet etti. Babam geç kaldığımızı beyan ederek yemek davetini kabul
etmedi. Bunun üzerine Zekiye teyze bize birer tas ayran ikram etti. Buz gibi
keçi yoğurdundan yapılmış ayranımızı içtikten sonra yolumuza devam ettik.
Yükseklik iyice artmış olmalı ki sedir, göknar gibi yayla ağaçları
kendini göstermeye başladı. Arıtaşı’na vardığımızda sağ tarafta ikiz kuleler
gibi göklere yükselen Sulu Delik kayası ile Kuzgun Kayası muhafız askerler gibi
bütün heybetleriyle Yeşilgözü selamlıyorlardı. Yaylamıza kavuşmak için son
dönemece varmıştık. Arıtaşından sonra beş dakika daha ilerleyince çadırımızdan
(yurdumuzdan) sesler gelmeye başladı. (Bizim köyde konulup göçülürken çadır
kurulan yerlere yurt denir. Bu durum yer isimlerine de yansımış olup köyümüzde
Baş Yurt, Faralı Yurt gibi yayla isimleri bulunmaktadır.) Nihayet uzun bir
yolculuktan sonra yatsı ezanından önce yurdumuza kavuştuk. Ben hızlıca attan
indim. Attan iner inmez iki aydır hasret kaldığım anamın yanına gidip
ellerinden doya doya öptüm. Anamın gözyaşları benim gözyaşıma karıştı.
Dakikalarca sevinç gözyaşları döktük. Kardeşlerim Adem ve Rıdvan’la defalarca
kucaklaşarak hasret giderdik. Kardeşlerime Tekir’den aldığım
şekerleri ikram ettim. Akşam yemeğimizi yedik, çayımızı içtik ve ben çok yorgun
olduğumdan oturduğum yerde uyumuşum.
Sabahleyin gün doğmadan evvel
uyandım. Cıvıl cıvıl kuş seslerinin eşliğinde çevreyi dolaştım. Derin esiklerin
içine dolan kar kütleleri halen erimemiş, pınarlardan akan suları oluklar
almıyordu. Kar altından yeni yeni çıkan sümbüllerin, çiğdemlerin, papatyaların,
menekşelerin kokusu metrelerce öteden duyuluyordu. Sabah kahvaltısı için bizim
çadıra elli adım mesafede bulunan amcamın çadırına gittim. Amcamın hanımı Arzu
yengemin elini öptüm, amcamın çocuklarıyla kucaklaştık, sarıldık, birlikte
kahvaltı yaptık. Misafir olduğum için o gün bana hiçbir iş
yaptırmadılar. Amcamın oğlu İsmail oğlak gütmeye, babam davar gütmeye gitmişti.
Kuşluk vakti oğlaklar davarlar geldi; sütler sağıldı, yayıklar yayıldı; sabah
seansında yapılacak işler tamamlandı. Kardeşlerim ve amcamın çocuklarıyla çelik
çomak, çor gibi oyunları doyasıya oynayarak hoşça vakit geçirdik. Mutlulukta
zirveye ulaştığım ilk gün birden akşam oluvermişti. Akşam erkenden uyudum.
Çünkü sabahleyin davar gütmeye gidecektim.
Sabah erkenden uyandım. Davarı Keş Dağı
istikametine hareket ettirdim. Sürümüzde üç yüzden fazla keçi vardı. Keçilerin
boğazındaki takırdak, tıkırdak, tokurdakzil gibi çeşitli ebatlarda ve her biri
ayrı ayrı sesler çıkaran çanlar tan vaktinin sessizliğine ayrı bir hava
katıyordu. Ben sürünün peşi sıra gidiyorum. Davalarımız çakşır, kenger, üçgül,
çiriş, beze gibi adını sayamadığım binlerce otsu bitkinin en tazelerini yiyerek
menziline doğru ilerliyordu. Kar suyu akan derelerden, keklik öten tepelerden,
sümbül kokan koyaklardan geçerek Aşağı Keş Dağının düzlüğüne ulaştık.
Keçilerimiz ipi kopmuş bir tesbihin taneleri gibi Keş Dağının yöreblerine
dağılarak yayılmaya başladı. Ben de yüksek tepelerde kaval çalan çobanların
müziğini dinledim. Kara Yakup Pınarının ardıç oluğundan buz gibi akan sulardan
üç avuç içtim. Güneş vurup kayaların gölgesi kısalmaya başlayınca
davarları geldiğimiz yöne çevirip yurdumuza doğru ilerlemeye başladım. Gelip
geçtiğimiz dağlarda, tepelerde, derelerde gördüğümüz çiçeklerin, ağaçların,
kuşların, hayvanların birçoğunun isimlerini dahi bilmiyordum. Örneğin ardıç
ağacının kara ardıç, boz ardıç, yapışık ardıç, diken ardıcı gibi onlarca çeşidi
bulunmaktaydı. Bana göre Keş Dağı Yaylası bitki çeşidi bakımından ülkemizin en
zengin bölgelerinden biridir. Davarları karnı iyice doydu kuşluk vakti
yurdumuza ulaştık. Keçilerin sütü sağıldı. Oğlaklar emzirildi. Davarlar
çadırımızın arka tarafındaki yalçın kayaların gölgelerine yatarak dinlenmeye
çekildi. Bende yemeğimi yedim. Çadırımızın yanındaki meşe ağacının başındaki
köşkte uyudum. Uyandığım zaman yayla havasının serinliğiyle vücudum dinlenmiş
çelik gibi olmuştum.
Öğleden sonra güneşin etkisi biraz azalıp
kayaların gölgesi iki katına çıkınca davarı bu defa Yoncalı tarafına
yürüttüm. Sürümüz Oynaklı, Derin Çukur, Çatal İnlik, Ali Babanın Başı ve Sakız
Taşından geçip Hamit İşliği tarafına doğru ilerliyordu. İlerlerken de hem
şimşir, meşe, ardıç, sedir, köknar, diken gibi orman ağaçlarının engin
dallarından yiyorlar hem de ormanların arasındaki yeşil otlardan da iştahla
yayılıyorlardı. Bulunduğumuz bölge oldukça ıssız ve yüzey şekilleri bakımından
tehlikeliydi. Buralarda ayı kurt gibi vahşi hayvanların yaşadığını önceden
biliyordum. Bu vahşi hayvanların benden korkup kaçması için hey, hey,hey! diye sesler
çıkartıyordum. Yürürken çukur yerler yerine tepelerden geçmeye gayret
ediyordum. Silah taşıyacak yaşta olmadığım için elimde nacak adını verdiğimiz
küçük bir balta, cebimde siyah saplı bir bıçak vardı. Balta ve bıçaktan bir
nebze olsun cesaret alıyordum. Fırsat buldukça da akşam anama götürmek için
mezdeği sakızı ve dağ çayı topluyordum.
Davarımız Hamit İşliğine varmadan Ali
Babanın Başı dediğimiz yerde me, me, me, diye bir kuzu sesi duydum. Duyduğum
sesten birden bire irkildim. İlk önce sesin gaipten geldiğini düşündüm.
Olduğumuz yerin sarp kayalıklarla çevrili ve arazi yapısının engebeli olması
nedeniyle buraya kuzu koyun gibi hayvanların gelme ihtimali yoktu. Sesi
defalarca dinledim, ses gerçek bir kuzu sesiydi. Fakat kuzunun nerede olduğunu
da görünmüyordu. Bu arada aklıma Tatar Emminin odasında duyduğum insanlara
oğlak sıfatında görünen cinin hikâyesi geldi. Korkumdan elim ayağım titremeye
başladı, ne yapacağımı şaşırdım. Fatiha, İhlas ve bildiğim diğer surelerini
okudum. Kuzunun sesi yine kesilmiyordu. Başka çarem kalmamıştı. Cesaretimi
iyice topladım. Duyduğum ses cin sesiyle bile sesin geldiği yöne gitmeye,
vaziyetin ne olduğunu görmeye karar verdim. Karşıma cin çıkacak olsa baltayla
vurup öldürecektim. Bulunduğum yerden baltanın sapını iki elimle tutup sesin
geldiği yöne doğru koşmaya başladım. Bir de ne göreyim küçücük bir kuzu,
tarhana kazanı büyüklüğünde bir metre derinliğinde taştan bir kuyunun içine
düşmüş dışarı çıkamıyor, benim sesimi duyduğu için beni buradan kurtar dercesin
meliyordu. Açlıktan, susuzluktan ölmek üzere olan kuzuyu kucağıma
aldım. Bu esnada yüreğimdeki korkunun yerini sevinç almıştı. Yünleri dökülmeye
başlamış, ağzı tamamen yara olmuş, kaburgaları birbirine geçmiş vaziyette
perişan halde ölmek üzere olan kuzunun canını ne yapıp yapıp kurtarmalıydım.
Davarı oradan derhal geri çevirdim. Kuzuyu kucağıma aldım iki kilometre
ilerideki Oynaklı Pınarına koşarak götürdüm. Küçücük kuzu pınarın teknesinden o
kadar çok su içti ki, o küçücük hayvanın içtiği suyun miktarına kim olsa şaşar
kalırdı.. Kuzu suyu içince gözü birazcık açıldı. Hayvancağız belki de bir
haftadan fazla susuz kalmıştı kim bilir. İnsanın bile yürümekte zorlandığı Ali
Babanın Başı dediğimiz bölgeye bu kuzunun tek başına gelmesini hafızam kabul
etmekte zorlanıyordu. Bu haleti ruhiye içinde akşam namazı vakti yurdumuza
dönmüş oldum. O serin yayla havasına rağmen sırtımdan soğuk terler akıyordu.
Kucağımda kuzuyla çadırlara varınca
herkesi bir merak sardı. Bizim komşu obalarda koyun sürüsü yoktu. Ben o kuzuyu
nereden getirmiş olabilirdim. Bu ara babam köyden yaylaya yenice gelmişti.
Yaşadığım kuzu hadisesini babama bütün ayrıntılarıyla anlattım. Babam da bana
“oğlum korkacak bir şey yok. Bu kuzu muhtemelen yaylaya göçmeyen köyde oturan
koyunculardan birinindir Muhtemelen bu kuzu Gâvurun Harman Yeri tarafında
sürüyü kaybetmiş, Ali Babanın Başına gelince de ileri gidememiş azmış
hayvancagız. İyi ki ayıya kurda denk gelmemiş, hayırlı bir mal imiş de sana
denk gelmiş” dedi. Annem de kuzunun ağzındaki yaraları tuzlu çökelek suyu ile
temizledi. Kuzuya bizim davarların hastalıklarında kullandığımız çeşitli
ilaçlar verdi. Kardeşim Adem de topladığı yeşil otları kuzuya vererek kuzunun
karnını doyurdu ve kuzuyu oğlak ağılının içine bıraktı. Kuzu
sabahleyin bizim oğlaklarla birlikte otlamaya gitmiş. Annem kuzuya ilaç vermeye
devam etti. Küçük kuzu üç dört gün içerisinde toparlandı, iyice canı üstüne
geldi. Bu arada babam günlük veya iki günde bir Döngel’e gidip geliyordu. Köye
giderken Muratlar- Kocalar obasında koyunculuk yapan ailelere
bulduğum kuzuyu haber vermiş.( Muratlar- Kocalar obası Tekir köyü ile bitişik
nizamda olmasına rağmen bizim köye yani Döngel’e bağlıydı. Çünkü buradaki
insanlar oturdukları yere Döngel’den göç etmişler, bu nedenle koyunları
kuzuları Döngel Köyünün yaylalarında otlardı. Muratlar-Kocalar obasındaki bazı
insanlar Tekirde bakkallık, kasaplık ve fırıncılık gibi alanlarda esnaflık
yaparlardı. Ben de Tekir Ortaokulunda okuduğum için esnaflık yapan
köylülerimizi yakından tanırdım. Muratlar-Kocalar obasından Tekirde kasaplık
yapan Güllü Ağa (Mehmet Çaka) isimli beyaz sakallı güler yüzlü bir amca vardı.
Güllü Ağanın sürekli bir sürü kuzusu olurdu. Güllü amca kasap dükkânında
sürekli kuzu eti satardı. Tekirin kuzu eti yurt genelinde meşhurdur.) Babamın
verdiği haber üzerine benim bulduğum kuzunun Güllü Ağanın on beş gün önce bir
kuzusu kayıp olduğundan, Güllü Ağanın kayıp kuzusu olduğu tahmin ediliyor.
Bir gün babam Döngel’den yaylaya giderken
Tekir’de alış-veriş yapmak için duruyor. Güllü amca da babama bulduğumuz kuzuyu
soruyor. Babam da kuzunun özelliklerini Güllü amcaya anlatıyor. Güllü amca
babama kuzunun kendinin olduğunu söylüyor. Ayrıca Güllü amca babama
Allah sizden razı olsun. Kuzu haramı zade bir insanın eline geçse, ya satardı,
ya da keser yerdi. İyi ki sizin gibi haramı helalı bilen bir insanın eline
geçmiş diyerek dua ediyor. Benim ayakkabı numaramı soruyor, ben yarın kuzuyu
almak için sizin yaylaya bir adam gönderirim diyor, babam da tamam Güllü ede
diyor ve ayrılıyorlar. Babam da alış-verişi tamamladıktan sonra yoluna devam
ederek yaylaya gidiyor. Babam akşam yaylaya gelince bize kuzunun Güllü Ağanın
olduğunu ve sabahleyin birinin gelip götüreceğini söyledi.
Ben sabahleyin gün ışımadan davar gütmeye
gitmiştim. Güllü Ağanın oğlu Mehmet bizim yaylaya çıkmış,
gelirken de bana hediye olarak 37 numara içi astarlı bir Ermenek ayakkabı
getirmiş, bulduğum küçük kuzuyu almış götürmüş. Ailecek küçük kuzuya
alıştığımız için, gidişine günlerce üzüldük. Ben Güllü amcanın hediye olarak
gönderdiği Ermenek ayakkabıyı bir sezon gururla giydim. O günden sonra ne zaman
küçük bir kuzu görsem, bu olayla birlikte içi astarlı Ermenek ayakkabıyı
hatırlarım, yüreğim burkulur gözlerimden yaş gelir.
ONBİR AYIN SULTANI
Gelişini
on bir aydır bekledik
Hoş
geldin sen on bir ayın Sultanı
Hasretine
her gün hasret ekledik
Hoş
geldin sen on bir ayın Sultanı
Zincirlere
vurdun büyük şeytanı
Refaha
kavuştu yurdun dört yanı
Bereketin
mest ediyor insanı
Hoş
geldin sen on bir ayın Sultanı
İftar
vakti şenleniyor sofralar
Aydınlattı
karanlığı mahyalar
Sen
gelince bizim oldu dünyalar
Hoş
geldin sen on bir ayın Sultanı
Sevincinden
ağlamıyor bebekler
Yeryüzüne
indi bütün melekler
Kabul
oldu ettiğimiz dilekler
Hoş
geldin sen on bir ayın Sultanı
Sen
gelince serinledi havalar
Semaya
yükseldi bütün salalar
Def oldu
başımdan gitti belalar
Hoş
geldin sen on bir ayın Sultanı
Kadın
erkek teravihe geldiler
Müslümanlar
mutluluğa erdiler
Zenginler
fakire zekât verdiler
Hoş
geldin sen on bir ayın Sultanı
Birçok
hikmetlerin gelmez hatıra
Teyfiki
her gece kalkar sahura
İfadem bu
kadar bakma kusura
Hoş
geldin sen on bir ayın Sultanı
ERCİŞ'Lİ GÜZEL
Ben Erciş elinde bir güzel gördüm
Sırmadır saçları kömürdür gözü
O güzel yüzünden deliye döndüm
Dudakları karanfil gülüne benzer
Salına salına geçtim önünden
Bir of çektim başka ne gelir elden
Mevlam esirgesin nazardan dilden
Yürüyüşü sallanan selviye benzer
Uzaktan baktım ben incecik beli
Ürperdi rüzgârda saçının teli
İncidir dişleri şekerdir dili
Yanakları Şirvan balına benzer
Erciş’in başkadır baharı yazı
Bir çiçek demeti gelini kızı
Bir daha görmedim o güzel kızı
Gözleri var ceylan gözüne benzer
Didindim çalıştım kükredim coştum
Güzeller peşinde dağları aştım
Teyfikiyem gardaş yok oldu aklım
Öyle uzunki boyu Elife benzer
***
DUA
Sırmadır saçları kömürdür gözü
O güzel yüzünden deliye döndüm
Dudakları karanfil gülüne benzer
Salına salına geçtim önünden
Bir of çektim başka ne gelir elden
Mevlam esirgesin nazardan dilden
Yürüyüşü sallanan selviye benzer
Uzaktan baktım ben incecik beli
Ürperdi rüzgârda saçının teli
İncidir dişleri şekerdir dili
Yanakları Şirvan balına benzer
Erciş’in başkadır baharı yazı
Bir çiçek demeti gelini kızı
Bir daha görmedim o güzel kızı
Gözleri var ceylan gözüne benzer
Didindim çalıştım kükredim coştum
Güzeller peşinde dağları aştım
Teyfikiyem gardaş yok oldu aklım
Öyle uzunki boyu Elife benzer
***
DUA
Bölmek istiyorlar güzel vatanı
Bu güzel vatanı böldürme Ya Rab
Haçlı zihniyeti tekrar hortluyor
Ecnebiyi bize güldürme Ya Rab
Dalgalansın kalelerin burcunda
Bizleri bayraksız bırakma Ya Rab
İslam vardır bu milletin harcında
Bizleri Kuransız bırakma Ya Rab
Okunsun ezanlar minarelerden
Bizlere çan sesi dinletme Ya Rab
Bu toprakta şühedanın kanı var
Vatanı düşmana çiğnetme Ya Rab
Hain olanları helak et gitsin
Allah diyenleri şehit et Ya Rab
Vatan için savaşan tüm güçlerimize
Cennete girmeyi nasip et Ya Rab
Anadolu İslam’ın son kalesidir
Lütfeyle bu kale düşmesin Ya Rab
Her karış toprakta şehit kanı var
Kafirin eline geçmesin Ya Rab
Bin yıllık kardeştir Türkler ve Kürtler
Kardeşi kardeşe vurdurma Ya Rab
Aramızda on binlerce fitne var
Şeytanın şerrine uydurma Ya Rab
Bu bebek katili tüm canileri
Toprak et taş et yaşatma Ya Rab
Gitsin ülkemizden it sürüleri
Huzursuz günleri uzatma Ya Rab
Şehit verdik Dağlıca’da Iğdır’da
Bu son olsun başka gösterme Ya Rab
Kahraman Mehmetçik verdi cevabı
Rüzgârı tersinden estirme Ya Rab
Kıyamete kadar kalsın ayakta
Bu kutsal vatanı devirme Ya Rab
Şair Teyfikiyem aciz bir kulum
Duamı kabul et çevirme Ya Rab
***
SULTANIM
Bu güzel vatanı böldürme Ya Rab
Haçlı zihniyeti tekrar hortluyor
Ecnebiyi bize güldürme Ya Rab
Dalgalansın kalelerin burcunda
Bizleri bayraksız bırakma Ya Rab
İslam vardır bu milletin harcında
Bizleri Kuransız bırakma Ya Rab
Okunsun ezanlar minarelerden
Bizlere çan sesi dinletme Ya Rab
Bu toprakta şühedanın kanı var
Vatanı düşmana çiğnetme Ya Rab
Hain olanları helak et gitsin
Allah diyenleri şehit et Ya Rab
Vatan için savaşan tüm güçlerimize
Cennete girmeyi nasip et Ya Rab
Anadolu İslam’ın son kalesidir
Lütfeyle bu kale düşmesin Ya Rab
Her karış toprakta şehit kanı var
Kafirin eline geçmesin Ya Rab
Bin yıllık kardeştir Türkler ve Kürtler
Kardeşi kardeşe vurdurma Ya Rab
Aramızda on binlerce fitne var
Şeytanın şerrine uydurma Ya Rab
Bu bebek katili tüm canileri
Toprak et taş et yaşatma Ya Rab
Gitsin ülkemizden it sürüleri
Huzursuz günleri uzatma Ya Rab
Şehit verdik Dağlıca’da Iğdır’da
Bu son olsun başka gösterme Ya Rab
Kahraman Mehmetçik verdi cevabı
Rüzgârı tersinden estirme Ya Rab
Kıyamete kadar kalsın ayakta
Bu kutsal vatanı devirme Ya Rab
Şair Teyfikiyem aciz bir kulum
Duamı kabul et çevirme Ya Rab
SULTANIM
Ayırmazdım gözlerimi gözünden
Haz duyardım dinledikçe sözünden
Ayrı düştük bir zalımın yüzünden
Kavuşmamız zora düştü Sultanım
Haz duyardım dinledikçe sözünden
Ayrı düştük bir zalımın yüzünden
Kavuşmamız zora düştü Sultanım
Akşamları hayalinle yatardım
Sabah kalkar yollarına bakardım
Kahve içer falımıza bakardım
Yollarımız ayrı düştü Sultanım
Sabah kalkar yollarına bakardım
Kahve içer falımıza bakardım
Yollarımız ayrı düştü Sultanım
Gün boyunca ayrılmazdım başından
Sen kalkınca tel arardım saçından
Sen bilmezsin neler geçti başımdan
Umudumuz suya düştü Sultanım
Sen kalkınca tel arardım saçından
Sen bilmezsin neler geçti başımdan
Umudumuz suya düştü Sultanım
Hasta idim gözlerinin rengine
Eş sayardım ben hep seni kendime
Nasıl düştüm o hainin fendine
Başım birden dara düştü Sultanım
Eş sayardım ben hep seni kendime
Nasıl düştüm o hainin fendine
Başım birden dara düştü Sultanım
Çok az şahit tarih böyle aşklara
Aşkın ile yem atardım kuşlara
Adını yazardım beyaz taşlara
Hülyalarım boşa düştü Sultanım
Aşkın ile yem atardım kuşlara
Adını yazardım beyaz taşlara
Hülyalarım boşa düştü Sultanım
Toprak sürülmezmiş gelmezse tava
Benim bahtım zaten doğuştan kara
Gönül bu aşktan alınca yara
Ayaklarım yola düştü sultanım
Benim bahtım zaten doğuştan kara
Gönül bu aşktan alınca yara
Ayaklarım yola düştü sultanım
Bana mesken artık dağların başı
Sel olup akıyor gözümün yaşı
Baharda yaşadım en ağır kışı
Hayallerim buza düştü Sultanım
Sel olup akıyor gözümün yaşı
Baharda yaşadım en ağır kışı
Hayallerim buza düştü Sultanım
Alamadım bu dünyanın tadını
Aşk koymuşlar ızdırabın adını
Unutmuşsun belki benim adımı
Şair Teyfik kora düştü sultanım
Aşk koymuşlar ızdırabın adını
Unutmuşsun belki benim adımı
Şair Teyfik kora düştü sultanım
***
ANNECİĞİM
Sıkıntın var belli senin yüzünden
Geliver yanıma çök anneciğim
Anlat da derdine derman bulayım
Yanağımdan usulca öp anneciğim
Geliver yanıma çök anneciğim
Anlat da derdine derman bulayım
Yanağımdan usulca öp anneciğim
Aç mısın susuz mu yoksa hastamı
Çocuklar mı bozdu ya da kafanı
Sebep bensem söyle bana hatamı
Şöyle bir derinden gül anneciğim
Çocuklar mı bozdu ya da kafanı
Sebep bensem söyle bana hatamı
Şöyle bir derinden gül anneciğim
Sen muhtaç etmedin bizi ellere
Yetmez mi otuz yıl çektiğin çile
Benden istediğin canımsa bile
Vermeye razıyım bil anneciğim
Yetmez mi otuz yıl çektiğin çile
Benden istediğin canımsa bile
Vermeye razıyım bil anneciğim
Emzirdin bizlere helal sütünü
Kalkıp geceleri örttün üstümü
Bizler için siper ettin göğsünü
Bizde vefasızlık yok anneciğim
Kalkıp geceleri örttün üstümü
Bizler için siper ettin göğsünü
Bizde vefasızlık yok anneciğim
Anlatmazsan üzülürüm derinden
Yok olur Teyfiki bu kederinden
Ne gelirse yapacağım elimden
Yeterki göz yaşın sil annecğim
Yok olur Teyfiki bu kederinden
Ne gelirse yapacağım elimden
Yeterki göz yaşın sil annecğim
***
KEŞ DAĞI
Geçirmedin engel oldun Keş Dağı
Muhsin Başkanımı aldın elimden
Haritadan sildim seni Keş Dağı
Çok severdim sevmediğim yer oldun
Muhsin Başkanıma sebep sen oldun
Alpereni boynu bükük bıraktın
Altı canı saatlerce arattın
Furkan’ı da öksüz yetim bıraktın
Haritadan sildim seni Keş Dağı
Çok severdim sevmediğim yer oldun
Muhsin Başkanıma sebep sen oldun
Bundan sora senin semtinden geçmem
Abıhayat hayat olsan suyundan içmem
Havan şifam olsa yaylana göçmem
Haritadan sildim seni Keş Dağı
Çok severdim sevmediğim yer oldun
Muhsin Başkanıma sebep sen oldun
Sulağından nane yarpuz toplamam
Çiğdemini sümbülünü koklamam
Koyağında geyik keklik avlamam
Haritadan sildim seni Keş Dağı
Çok severdim sevmediğim yer oldun
Muhsin Başkanıma sebep sen oldun
Her yıl seni ziyarete giderdim
Kimi görsem iklimini överdim
Âşıktım ben seni nasıl severdim
Haritadan sildim seni Keş Dağı
Çok severdim sevmediğim yer oldun
Muhsin Başkanıma sebep sen oldun
Kanlı Çukur Kara Yakup tepende
Dört mevsim kar olur senin zirvende
Nefret uyandırdın inan ki bende
Haritadan sildim seni Keş Dağı
Çok severdim sevmediğim yer oldun
Muhsin Başkanıma sebep sen oldun
Bu belayı başımıza getirdin
Teyfikinin hayalini bitirdin
Bilmem kine daha neler götürdün
Haritadan sildim seni Keş Dağı
Çok severdim sevmediğim yer oldun
Açıldı aramız bana el oldun
***
AĞAÇ SEVGİSİ
Ağaçtandır evimizin çatısı
Ağaçtandır penceresi kapısı
Ağaçtandır pek çok sanat yapısı
Ağaçları koruyalım arkadaş
Ağaçtandır kar kürünen kürekler
Ağaçtandır pekmez konan külekler
Ağaçtandır madendeki direkler
Ağaçları koruyalım arkadaş
Ağaçtandır çizdiğimiz cetveller
Ağaçtandır iletkiler pergeller
Ağaçtandır yazdığımız defterler
Ağaçları koruyalım arkadaş
Ağaç bize tohum verir dal verir
Ağaç bize elma armut nar verir
Ağaç bize çiçeğinden bal verir
Ağaçları koruyalım arkadaş
Ağaçlarla güzel göller denizler
Ağaç bizim havamızı temizler
Ağaca muhtacız her zaman bizler
Ağaçları koruyalım arkadaş
Ağaçların orman olur harmanı
Ağaç için Fatih yazdı fermanı
Ağaçtadır birçok derdin dermanı
Ağaçları koruyalım arkadaş
Yanan ağaçları kökten sökelim
Yerlerine yeni fidan dikelim
Fidanları evlat gibi sevelim
Ağaçları koruyalım arkadaş
Şair Teyfik ağaçların aşığı
Ustalar şimşirden yapar kaşığı
Ağaçtandır bebeklerin beşiği
Ağaçları koruyalım arkadaş
***
ADIYAMAN
Ben
seni bu kadar bilmezdim ezel
Yaşantın
mutfağın kendine özel
Tarihin
coğrafyan her şeyin güzel
Saklı
bir cennetsin sen Adıyaman
Unutamam
orda geçen günleri
Çok
kokladım bahçendeki gülleri
Harikadır
Gölbaşının gölleri
Turizm
kentisin bil Adıyaman
Çelikhanın
tütününden çok içtim
Yüzer
adasıyla karşıya geçtim
Nemruta
çıkınca kendimden geçtim
Dünyada
emsalin yok Adıyaman
Çaylarında
köprüler var tahtadan
Menzile
giderken geçtim Kahtadan
Sondajların
çalışıyor durmadan
Petrol
senden çıkar ey Adıyaman
Ormanlarda
ince kalın dalın var
Sinciğinde
kara kovan balın var
Gergerinde
el dokuma halın var
Motifin
güzeldir can Adıyaman
Besnindedir
eğitimin bayramı
Bütün
dünya üzümüyün hayranı
İnsanların
cömert sever ikramı
Misafirperversin
duy Adıyaman
Ayarını
güzel yapar ustalar
Çiğ
köfteyle şifa bulur hastalar
İlkbaharda
yeşillenir tarlalar
Çiftçiyi
o zaman gör Adıyaman
Taşıdın
Samsatı başka yerlere
Tut
pekmezin destan olmuş dillere
Gençlerin
gidiyor gurbet ellere
İşsizliğe
çare bul Adıyaman
Türkülerin
tüm dünyada söylenir
Güzellerin
halay çeker eğlenir
Müzikli
gecen var harfane denir
Bir
kültür şehrisin gül Adıyaman
Kalem
alır haritanı çizerim
Cenderede
Karakuşta gezerim
Barajını
Nissibiden geçerim
Bir
de feribotun var Adıyaman
Şair
Teyfikiyem sen beni anla
Benim
saydıklarım denizde damla
Şükrettin
her zaman gerçek imanla
Kadim
bir bölgesin yar Adıyaman
***
KUŞLAR ÂLEMİ
Kimi yuva yapar kimisi yapmaz
Kimi kanat çırpar kimisi uçmaz
Biri birisinin hatırın yıkmaz
Dünyası farklıdır bütün kuşların
Kara kartal hiç bırakmaz avını
Karakarga sallar kavak dalını
Şahin kerkeneze satar çalımı
Rüyası farklıdır bütün kuşların
Leylek yavrusunu atar yuvadan
Karabatak martı hiç çıkmaz sudan
Ebabil kuşundan bahseder Kuran
Deryası farklıdır bütün kuşların
Bülbül bağda öter keklik dağlarda
Turna sevilmiştir bütün çağlarda
Hüküm sürer kuzgun sarp kayalarda
Sevdası farklıdır bütün kuşların
Taklit eder papağanlar insanı
Serçenin tavustan hafiftir canı
Kuş mudur böcek mi bilmedim arı
Hülyası farklıdır bütün kuşların
Güvercin evcildir yarasa âma
Kuşların sesiyle güzeldir doğa
Ardıçkuşu meydan okur soğuğa
Doğası farklıdır bütün kuşların
Teyfikiyem kanat takıp uçamam
Yarış yapsak kuşlar gibi koşamam
Ben kuş olsam bir kafeste yaşamam
Leylası farklıdır bütün kuşların
***
CEYHAN NEHRİ
Elbistan’dan doğar güneye akar
Kömürü Hurmanı içine katar
Nice canlar alır ocaklar yıkar
Cela’da daralır yolu Ceyhan’ın
Vadilerden geçer dağları aşar
Yazın çok azalır baharda coşar
Ovaya indikçe yolunu şaşar
Engizek Kısıkta fonu Ceyhan’ın
Alabalık sazan içinde yaşar
Göç vakti leylekler üstünden uçar
Avcılar oltayla yanına koşar
Karasu batıda kolu Ceyhan’ın
Tekir Fırnız Menzelette birleşir
Onu zapt etmesi artık güçleşir
Suyuna muhtaçtır beş altı şehir
Çözülmez nisanda donu Ceyhan’ın
Her zaman dumandır Düldül’ün başı
Su ile dönüyor değirmen taşı
Dökülür içine gözümün yaşı
Sabun Düziçi’nde pulu Ceyhan’ın
Yapıldı önüne barajlar bentler
Artık su akarken bakmıyor Türkler
Onunla çalışır devasa HES’ler
Enerji üretmek zoru Ceyhan’ın
Bir yay gibi kıvrım kıvrım dolanır
Yağmur yağar bazen suyu bulanır
Çukurova Ceyhan ile sulanır
Yaptığı görevler dolu Ceyhan’ın
Sel gelirse yıkılıyor köprüsü
Dilden dile söyleniyor türküsü
Memlekete hizmet etmek ülküsü
Bölgede büyüktür rolü Ceyhan’ın
Bu vatanı baştan sona gezdim ben
Hilaf değil gerçekleri yazdım ben
Teyfikiyem göllerinde yüzdüm ben
Karataş Adana sonu Ceyhan’ın
Bahar seli gibi coştu Mehmetçik
Süngüyü silahın ucuna takıp
Afrin cephesine koştu Mehmetçik
Yetmiş iki uçak kaldırdı yerden
Ağaçlar söküldü sanki kökünden
Gökyüzü gürledi bomba sesinden
Düşmanı siperde vurdu Mehmetçik
Tank top mermisiyle titredi yerler
Bir günde işgalden kurtuldu köyler
Burseya dağından kaçtı hainler
Her tepeye bayrak dikti Mehmetçik
Düşmanın lazerle inine girdi
Beş yüz kelle aldı üç şehit verdi
Siyonist dünyaya göz dağı verdi
Ölüme giderken güldü Mehmetçik
Yedi düvel baktı kaldı uzaktan
Korkmadı bombalı on bin tuzaktan
Çok dualar aldı Müslüman halktan
Mazlum gönüllere girdi Mehmetçik
Gülüp oynayarak sefere gitti
Kızıl Elma ülkümüzü yeşertti
PYD’yi tek hamlede tuş etti
Tarihe adını yazdı Mehmetçik
Amerika panikledi çark etti
Bu savaşta gücümüzü fark etti
Bu milletin dostluğunu kaybetti
Asırlık oyunu bozdu Mehmetçik
Teyfiki yakından etti temaşa
Tarih tanık değil böyle savaşa
Topraksız yerlerde düşmanı taşa
Kendi elleriyle gömdü Mehmetçik
CANANIM
Nereden başlasam neleri yazsam
Buna karar vermek zordur Cananım
Senden ayrılalı gülmedi yüzüm
Sevdanın acısı zordur Cananım
Tahmin etsen seni nasıl özledim
Aşkımızı yad ellerden gizledim
Gelir diye yollarını gözledim
Sevenlerin gözü kördür Cananım
Saz çalarak türküleri söylerdin
Cilvelenir garip gölüm eğlerdin
Hedefin büyüktü neler yeğlerdin
Seven sevdiğine kuldur Cananım
Sende buldum ben yaşamın tadını
Kazıdım kalbime güzel adını
Felek kara yazmış alın yazımı
Seninle sayfamız mordur Cananım
Kader bizi bu sevdaya zorladı
Kavuşmak istedik nasip olmadı
Zaman çok daraldı sabrım kalmadı
Sensiz geçen her gün puldur Cananım
Son mektupta geliyorum yazmıştın
Merak etme seviyorum yazmıştın
Zarf içinde birde resim salmıştın
Gel artık acımı durdur Cananım
Yıllar oldu bekliyorum kapıda
Kayıdım yok bir sen varsın tapuda
Geç kalırsan koyulduğum tabuda
Akan göz yaşını doldur Cananım
Teyfikiyem budur işin özeti
Ferhat gitti bana verdi nöbeti
Tek başıma içsem ecel şerbeti
Buda senin için züldür Cananım
***
SILA ÖZLEMİ
Gurbet elde sılam düşse aklıma
Doğduğum yöreye gidesim gelir
Tahtalı Köprünün üstünden geçip
Eyerli bir ata binesim gelir
Gençliğimde çok hoş geçti günlerim
Gençliğimde çok hoş geçti günlerim
Düştüm yollarına gurbet ellerin
Çadır kurup konduğumuz yerlerin
Şimdiki halini göresim gelir
Yaylaya çıkmaya tutmazsa dizim
Yaylaya çıkmaya tutmazsa dizim
Gözde yaşamaya alırım izin
Dertlere devadır suyumuz bizim
Yeşilgöze girip yüzesim gelir
Viran mıdır şimdi Ekşilik bağı
Viran mıdır şimdi Ekşilik bağı
Yaylanın hasıdır Mağralı dağı
Önüme katarak üç yüz oğlağı
Keçedam yerinde güdesim gelir
Sakızboynu Suludelik ücesi
Sakızboynu Suludelik ücesi
Serin olur Oynaklının gecesi
Çıkmış ise Akpınarın bezesi
Ekmeğin içine düresim gelir
Acep ne yapıyor eski hocalar
Acep ne yapıyor eski hocalar
Nereye göçüyor şimdi Kocalar
Tütüyorsa Keşdağında bacalar
Dedemin damına giresim gelir
İnleri dağdadır ayının kurdun
İnleri dağdadır ayının kurdun
Rüzgarı bol olur Faralı Yurdun
Haberiniz var mı ne halde
Zorhun Tansırın suyundan içesim gelir
Deli Höbek yüksek dumandır başı
Deli Höbek yüksek dumandır başı
Çıkması çok zordur sert olur taşı
Başyurtta sel olur gözümün yaşı
Aşağı Yaylada gezesim gelir
Teyfiki yeter uzatma sözü
Teyfiki yeter uzatma sözü
Bizim coğrafyanın güzeldir güzü
Kısıkta dinleyip o Kara Gözü
Karnım doyasıya gülesim gelir
DÖNGEL'İN
Etrafını sarmış dumanlı dağlar
Mağranın içinde suları çağlar
Kızı gelin olur anası ağlar
Ilgıt ılgıt eser yeli Döngelin
Kış mevsimi metrelerce kar yağar
Yağmur dolu ilkbaharda bol yağar
Güneş vurur üzerine nur doğar
Her mevsim tehlike seli Döngelin
Delikli Kayadan şahini uçar
Çakran yaylasında bozkurtu yaşar
Kuzusu meleşir oğlağı koşar
Bazı insanları deli Döngelin
Bahçesinde hurma ayva nar olur
On iki ay yükseğinde kar olur
Saygı vardır insanında ar olur
Kahramanmaraştır ili Döngelin
Oluklardan akar soğuktur suyu
Zengindir kültürü güzeldir huyu
Türkmen asıllıdır Oğuzdur boyu
Öz ve öz Türkçedir dili Döngelin
Suyu boldur iri olur söğüdü
Torunu dededen alır öğüdü
Meydanlarda güreş tutar yiğidi
Çelikten güçlüdür beli Döngelin
Yol için deldiler hartlaplı dağı
Viran olmuş gitmiş dedemin bağı
Sevilir bölgede kaymağı yağı
Saklı bir cennettir yeri Döngelin
Direklide arkeologlar çalışır
Tarihimiz dünya ile yarışır
Küs olanlar üç gün sonra barışır
Teyfiki tomurcuk gülü Döngelin
***
EMMOLU
Sünger bilmem yünden olur döşeğim
***
ESKİ GÜNLER GÜZELDİ
Köyümde horozlar erken öterdi
EMMOLU
Sünger bilmem yünden olur döşeğim
İki öküzüm var birde eşşeğim
Yoktur Haktan benim başka isteğim
Eker biçer geçinirim emmoğlu
Sürerim ben öküzlerle tarlamı
Sürerim ben öküzlerle tarlamı
Yağmur yağar büyük olur harmanı
Kesilmezse dizlerimin dermanı
Eker biçer geçinirim emmoğlu
Ekinimi tırpan ile biçerim
Ekinimi tırpan ile biçerim
Yaz gelirse yaylalara göçerim
Bazlama yer karlı ayran içerim
Eker biçer geçinirim emmoglu
Kaynatırım bulgur olur buğdayım
Kaynatırım bulgur olur buğdayım
Hasat vakti üzüm için bağdayım
Güz gelirse odun için dağdayım
Eker biçer geçirim emmoğlu
Yaba ile savururum samanı
Yaba ile savururum samanı
Elimle yaparım kara sabanı
Eksik olmaz bacamızın dumanı
Eker biçer geçinirim emmoğlu
Kar yağarsa dağlar taşlar don olur
Kar yağarsa dağlar taşlar don olur
Odun yanar ateşimiz kor olur
Ambarlarda zahiremiz bol olur
Eker biçer geçinirim emmoğlu
Bekçi olsam mermi koymaz sıkarım
Bekçi olsam mermi koymaz sıkarım
Muhtar olsam kul hakkından korkarım
Esnaf olsam zararına satarım
Eker biçer geçinirim emmoğlu
Teyfikiyem çok özgürüm köyümde
Teyfikiyem çok özgürüm köyümde
Hiçbir engel yoktur benim önümde
Çok şükürler huzurluyum evimde
Eker biçer geçinirim emmoğlu
***
ESKİ GÜNLER GÜZELDİ
Köyümde horozlar erken öterdi
Ezan vakti tüm bacalar tüterdi
Kuzine sobada kömbe pişerdi
Kahvaltımız şimdikinden güzeldi.
Oğlaklar keçiler giderdi dağa
Oğlaklar keçiler giderdi dağa
Gençler dağılırdı bahçeye bağa
Buram buram çiçek kokardı doğa
İklimimiz şimdikinden güzeldi
Kabarcık üzümü tatlıydı baldan
Kabarcık üzümü tatlıydı baldan
Tepelerdik suyu akardı saldan
Mahsereye odun taşırdık dağdan
Pekmezimiz şimdikinden güzeldi
Çıra çıkartırdık çamın kökünden
Çıra çıkartırdık çamın kökünden
Çiğ köfte yapardık keklik etinden
Teleme çalardık keçi sütünden
Yoğurdumuz şimdikinden güzeldi
Düğünleri size nasıl anlatsam
Düğünleri size nasıl anlatsam
Bir teklif gelse de bayraktar olsam
Çalsa davul tepsi ile oynasam
Bayramımız şimdikinden güzeldi
Çiçeklerden bal yapardı arılar
Çiçeklerden bal yapardı arılar
Masal anlatırdı yaşlı karılar
Canlandı gözümde eski anılar
Yaşantımız şimdikinden güzeldi
Yaz gelirse yaylalara göçerdik
Kar altından akan sudan içerdik
Yeşil saman için kenger biçerdik
Güllerimiz şimdikinden güzeldi
Çok temiz ve saftı duygularımız
Çok temiz ve saftı duygularımız
Dert yoktu kaçmazdı uykularımız
Gülerdi oynardı çocuklarımız
Komşuluklar şimdikinden güzeldi
Tarhanayı dal üstüne sererdik
Tarhanayı dal üstüne sererdik
Ceviz ile yemesini severdik
Araba yerine ata binerdik
Yolculuklar şimdikinden güzeldi
Kader beni gurbet ele yolladı
Kader beni gurbet ele yolladı
Dönemedim yollarımı bağladı
Eşim dostum arkam sıra ağladı
Hasretlikler şimdikinden güzeldi
Yeter Şair Teyfik anlatma yeter
Kafesin içinde bülbül mü öter
Köydeki günlerin gözünde tüter
Eski günler şimdikinden güzeldi
Eski günler şimdikinden güzeldi
***
DOKTOR BEY
Vurulunca bir güzelin saçına
Kan karıştı gözlerimin yaşına
Teşhis koyup ilaç yazma boşuna
Benim yaram aşk yarası doktor bey
Endoskopi yapma temizdir içim
Canımı sıkmaktan çürüdü dişim
Söyleme kimseye duymasın eşim
Benim yaram aşk yarası doktor bey
Tansiyonum yüksek çıkar ölçtürme
Efor yapıp bana ömür biçtirme
Sual sorup dertlerimi deştirme
Benim yaram aşk yarası doktor bey
Film çekip de bende kusur arama
Hiçbir merhem derman olmaz yarama
İnsan için söylemesi zor ama
Benim yaram aşk yarası doktor bey
İğne vurup acıtma hiç canımı
Bir şey çıkmaz tahlil etme kanımı
Yaşamayan bilmez benim halımı
Benim yaram aşk yarası doktor bey
Baksın diye başka hekim getirme
Kanser deyip umudumu bitirme
Yeter artık ileriye götürme
Benim yaram aşk yarası doktor bey
Taburcu et beni burada yatırma
Serum takıp sıkıntımı artırma
Uzatıp süreyi şevkimi kırma
Benim yaram aşk yarası doktor bey
Teyfikiyem başım sığmaz emara
Bir hemşire giriş yaptı damara
Tespit etmez baktığınız kamera
Benim yaram aşk yarası doktor bey
Tıp ilminde yok çaresi doktor bey
***
YAZIKLAR OLSUN
Gönülden bağlıyım yüce kurana
Doğmadan kavuştum gerçek imana
Layık olamazsam Alparslan Hana
Doğduğum anaya yazıklar olsun
Bayraktar olmuşuz İslam dinine
Adalet götürdük küffar eline
Söven olur ise benim dinime
Ağzını kırmazsam yazıklar olsun
Aciz bir insanım çoktur kusurum
Hazreti Muhammet (sav) benim resulüm
Onun aşkı ile coşmazsa ruhum
Kalbime gönlüme yazıklar olsun
Aşığım ben bayrağımın rengine
Bu cihanda rastlamadım dengine
Taşırım başımda koymam engine
Yere düşürürsem yazıklar olsun
Ben bir kölesiyim güzel vatanın
Hakkı ödeşilmez şehit yatanın
Hain olup ülkemizi satanın
Boynunu vurmazsam yazıklar olsun
Mayam asil sağlam benim temelim
Hür doğmuşum hür yaşamak emelim
Kızıl elma mefkuresi hayalim
Engel olanlara yazıklar olsun
Döngelliyim dünya tanır köyümü
Teyfikiyem kabul etmem zulümü
Bu cennet vatan için göze ölümü
Almadıysam bana yazıklar olsun
***
ZALIM FELEK
ZALIM FELEK
On yerinden kırdın benim belimi
On beşinde terk ettirdin elimi
Zalim Felek söyle bana hatamı
Yeter artık bırak benim yakamı
Çoban ettin Keş Dağına gönderdin
Yere atıp topaç gibi dönderdin
Mutluluk istedim hep cefa verdin
Zalim Felek söyle bana hatamı
Yeter artık bırak benim yakamı
Sevdiğim güzeli benden ayırdın
Her yarışta rakibimi kayırdın
Öne geçsem bacağımdan sarıldın
Zalim Felek söyle bana hatamı
Yeter artık bırak benim yakamı
Ben makam beklerken rütbe söktürdün
Ceza verip gözyaşımı döktürdün
Yad ellerde bana boyun büktürdün
Zalim Felek söyle bana hatamı
Yeter artık bırak benim yakamı
Genç yaşımda ak düşürdün saçıma
Akla gelmez dertler açtın başıma
Ben pişirdim sen su kattın aşıma
Zalim Felek söyle bana hatamı
Yeter artık bırak benim yakamı
Teyfikiyem böyle imiş kaderim
Ömür biter bitmez benim kederim
Rabbim için her günümü severim
Zalim Felek söyle bana hatamı
Yeter artık bırak benim yakamı
***
BİZİM ELLER GÜZELDİR
Konya’mız da çok geniştir yazımız
On beşinde terk ettirdin elimi
Zalim Felek söyle bana hatamı
Yeter artık bırak benim yakamı
Çoban ettin Keş Dağına gönderdin
Yere atıp topaç gibi dönderdin
Mutluluk istedim hep cefa verdin
Zalim Felek söyle bana hatamı
Yeter artık bırak benim yakamı
Sevdiğim güzeli benden ayırdın
Her yarışta rakibimi kayırdın
Öne geçsem bacağımdan sarıldın
Zalim Felek söyle bana hatamı
Yeter artık bırak benim yakamı
Ben makam beklerken rütbe söktürdün
Ceza verip gözyaşımı döktürdün
Yad ellerde bana boyun büktürdün
Zalim Felek söyle bana hatamı
Yeter artık bırak benim yakamı
Genç yaşımda ak düşürdün saçıma
Akla gelmez dertler açtın başıma
Ben pişirdim sen su kattın aşıma
Zalim Felek söyle bana hatamı
Yeter artık bırak benim yakamı
Teyfikiyem böyle imiş kaderim
Ömür biter bitmez benim kederim
Rabbim için her günümü severim
Zalim Felek söyle bana hatamı
Yeter artık bırak benim yakamı
Bazen kükrer, yer üstüne çıkarım.
Dağı, taşı, etrafımı yıkarım.
Susuz derelerde, sel olurum ben!
Bulut olur, gökyüzüne çıkarım.
Yağmur olur, yeryüzüne yağarım,
Nehir olur, denizlere dolarım.
Soğuk havalarda, kar olurum ben!
Bazen dağ başında, dertli pınarım.
En yakın dostuyum, ulu çınarın.
Can damarıyım, tüm canlıların.
Cansız kalanlara, can olurum ben!
Eve girer, musluklardan akarım.
Kirlenirsem, mazgalları tıkarım.
Enerjiyim; lambaları yakarım.
Karanlık geceye, nur olurum ben!
Sığ olan yerimde, insanlar yüzer.
Derin yerlerimde, balıklar gezer.
Kaynaktan içersen, tadım çok güzel.
Gemiye, sandala yol olurum ben!
Ben bir lütfuyum, Yüce Mevla’nın.
Üçte ikisiyim, yalan dünyanın.
İçinde olurum, pek çok rüyanın,
Sohbet meclisinde, çay olurum ben!
Yağmurum, doluyum bazen de karım.
Tüm işlerin temelinde, ben varım,
Kâinatı temizlerim, yıkarım.
Kurak tarlalarda, gül olurum ben!
Şair Teyfik beni, anlattı biraz.
Bunaltır dünyayı, bensiz geçen yaz.
Muhannet olmadım, hiç etmedim naz,
İsteyen herkese, yar olurum ben!
***
BİZİM ELLER GÜZELDİR
Konya’mız da çok geniştir yazımız
Sivas ellerinde çalar sazımız
Horon teper Trabzon’da kızımız
Horon teper Trabzon’da kızımız
Anadolu tüm dünyada özeldir
Bizim eller birbirinden güzeldir
Çok güzeldir Rize’de ki çayımız
Anzerdedir derde deva balımız
Erzurumlu meşhur Teyo dayımız
Anadolu tüm dünyada özeldir
Bizim eller birbirinden güzeldir
Tarih kokar İstanbul’un dört yanı
Doğuya gidince unutma Van’ı
Mardin Midyat mest ediyor insanı
Anadolu tüm dünyada özeldir
Bizim eller birbirinden güzeldir
Muğla bizim Egedeki incimiz
İzmir’dedir Efes Antik Kentimiz
Zeybek oynar Aydındaki gencimiz
Anadolu tüm dünyada özeldir
Bizim eller birbirinden güzeldir
Kahramandır Ankara’nın Kazan’ı
Ünlüdür Maraş’ın şiir yazanı
Neşet Ertaş Kırşehir’in ozanı
Anadolu tüm dünyada özeldir
Bizim eller birbirinden güzeldir
Ceyhan taşar Adana’yı sel alır
Balıklı Göl Urfa’mızda yer alır
Gelip geçen Isparta’dan gül alır
Anadolu tüm dünyada özeldir
Bizim eller birbirinden güzeldir
Kahramandır Ankara’nın Kazan’ı
Ünlüdür Maraş’ın şiir yazanı
Neşet Ertaş Kırşehir’in ozanı
Anadolu tüm dünyada özeldir
Bizim eller birbirinden güzeldir
Ceyhan taşar Adana’yı sel alır
Balıklı Göl Urfa’mızda yer alır
Gelip geçen Isparta’dan gül alır
Anadolu tüm dünyada özeldir
Bizim eller birbirinden güzeldir
Teyfikiyem Düzce en son ilimiz
Karamanlı Mehmet Beydir pirimiz
Kütahya’da nakış nakış çinimiz
Anadolu tüm dünyada özeldir
Kütahya’da nakış nakış çinimiz
Anadolu tüm dünyada özeldir
Bizim eller birbirinden güzeldir
***
AN GELİR
Devlet Başkanı dense; hatırıma han gelir.
Alparslan, Yavuz … gibi, nice yiğit can gelir.
Musul, Kerkük, Telafer yanarken alev alev,
Kan akan gözlerimin, güleceği an gelir!
Bu milletin özünde, ilk sırada şan gelir
Erbil’e savaş açsak; öncelikle Van gelir.
Sabır taşı çatlarsa, kimse engel olamaz.
Barzani’nin boynuna, ip takacak an gelir!
Türk ordusu Kerkük’e bir gün ansızın gelir.
Tanka, topa gerek yok, süngü takarak gelir.
Habur’dan başlayarak, her kalenin burcuna,
Ay yıldızlı bayrağı, astığımız an gelir!
İslamın şartı beştir, ilk önce iman gelir.
Türklükten bahsedilse;
aklıma Turan gelir.
Şair Teyfik diyorki; Musul, Kerkük elini,
Sınırımız içine, kattığımız an gelir!
VIZ GELİR
Bahar görmek bizim için düş gelir
Ben düşmanla savaşırken cephede
Zaman zaman dosttan bana taş gelir
Sayı saysam dörtten sonra beş gelir
Mahsereye şaplak kazan teş gelir
Ailenin üç öğesi var ama
Bana sorsan aklıma ilk eş gelir
Ava gitsek bazen elim boş gelir
Yem atarsam evsinime kuş gelir
Yakınlardan zurna sesi güzeldir
Davul sesi uzaklardan hoş gelir
Tut ağacı tomruk gider saz gelir
Tavuk versen kimi zaman kaz gelir
Bol gününde dostlarını unutma
Dar gününde sitem dolu söz gelir
Koşu yapsak dere tepe düz gelir
Yaz biterse mevsimlerden güz gelir
Ben Rabbimden bir istesem ne zaman
Haktan bana en azından yüz gelir
Kura çeksek bazen bana boş gelir
Yıkılırsan yere önce döş gelir
Bir pehlivan rakibini yenerse
Önce düdük çalar sonra tuş gelir
Teyfikiyem ne söylesem az gelir
Gökyüzünden yağmur gelir buz gelir
Türk Milleti birliğini korursa
Bütün dünya düşman olsa vız gelir
Karar veremedim şimdi Maraş'ım
Tarih, tarım, orman, kültür, su desem
Farklı güzellikler sende Maraş’ım
Bir orduyu birkaç ayda var ettin
Bu dünyayı Fransıza dar ettin
Şehrini kurtarıp Antebe gittin
Tüm vatanın gözü sende Maraş'ım
Her karış toprakta vardır şehidin
Kahraman şehirsin dünya şahidin
Şeyh Adilde yatar Abdal Halil’in
Yiğitlerin sözü sende Maraş'ım
Nasıl anlatayım Sütçü İmam’ı
Mal oldu tarihe bayrak olayı
Sen Meclisten aldın bu madalyayı
İstiklalin özü sende Maraş'ım
Bırakıp tarihi geçelim güne
Elbistan şekerle kavuştu üne
Şimdi Nurhak benzer gonca bir güle
Semahların sazı sende Maraş'ım
Çağlayancerit’in meşhur cevizi
Bastıkla sucukla cezp eder bizi
Bir gün Binboğa’ya çıkartsam sizi
Yaylaların düzü sende Maraş'ım
Yedi uyurların sağlam imanı
Afşin’de termiğin tüter dumanı
Gel de gör Göksun’u hasat zamanı
Elmaların tadı sende Maraş'ım
Ağaç oyar sandık yapar ustalar
İçmelerde şifa bulur hastalar
Ozanların dertli dertli saz çalar
Şairlerin hası sende Maraş'ım
Aksu Ceyhan’ın büyük bir kolu
Türkoğlu’ndan geçer Adana yolu
Pazarcık ovan var biberle dolu
Dondurmanın şahı sende Maraş'ım
Andırının leziz olur kirazı
Meryemçil’in çok sert olur ayazı
Direkli Mağrada yaptılar kazı
Tarihlerin kökü sende Maraş'ım
Berit dağlarına çıkılmaz kardan
Bertiz’de üzümün farkı yok baldan
Barajlar görürsün geçersen Sır'dan
Uludaz’ın başı sende Maraş'ım
Sanayi kentisin dönen çarkın var
Töresine bağlı seçkin halkın var
Yavşan Yaylası’nda milli parkın var
Döngel Mağaraları sende Maraş'ım
Yeter Şair Teyfik anlatma yeter
Günlerce anlatsan Maraş mı biter
İki bin yirmi üçte olursun lider
Bu sevdanın közü sende Maraş'ım
5/3/2016
YürEğin sağlık edem
YanıtlaSil