KURAK YAZI / Ökkeş Alper TAŞLIALAN


Geceydi ve Susuyordum…

Suskunluğum ve susuzluğum, zihnimi, gözden çıkarılması ve içinden çıkılması zor bir kuruntuya sürükledi. Zorluğu ilkin fark edemedim. Nedeni; gözlerimin, hem sönük fer (yâd) ile isyan ederek kuruyan cür'etkâr hem de zamana meydan okurcasına yaşlanmayan cahil olması.

Zorluğu, gözlüklerimi çıkarıp öteleri görmezden geliyorum. Yazdıklarıma uzak olmadığımdan yazarken gözlüğe ihtiyaç duymuyorum. Suskunluğuma sadakatle, yazdıklarımın içindeyim ve içimdekilerden yazıyorum.

Kuraklık zamanı hiç su kalmasa da dört yıldan uzun yaşayabilen balıkları anlatan belgeselin, iki, bilemediniz üç balık hafızası kadarlık bölümü susuz zihnimi nemlendirdi. Bu balıklar su olmadığı halde uzunca bir süre ölmüyor, hâliyle kokmuyordu.

Eskiden beri yazıldığını gördüğüm, söylendiğini duyduğum, “balık baştan kokar” durumu ilk defa bozguna uğruyor! Balıklar için suyun yokluğunu kendi varlığıma dokundurup, susuzluğun tadına varıyorum. Böylece, kapanmış duyu organlarımı, tekrar açıyorum.

Mâzime baktıkça, doğanın bu garip gerçeği aklıma yatıyor, bu bilgilere ulaşana dek aklımın başımda yattığı rahatlıkta. Yıllarca ne yokluklarla, aslında neyi beklediğimi bilmeden yaşamışım.

Hazır aklım başımda ve zaman varken, varlığımı yoklamaya başlıyorum. Anı ve düşüncelerimin ortasındaki “yokluk” genişliyor. Kendimi balık varsayıp, yokluğumun içine dalmak için efkârlanıyorum.

Efkâr denizimde bir damla su yok, suya gerek yok, suya yer yok. Yer de yok gök de. Çırpınıp duruyorum.

Bir çırpıda, yaşamaya devam etmek için kendimi muhtaç gördüğüm isteklerimden, yani “sonramdan” kurtuluyorum.

Çırpınışlarım artıyor…

Var olan ve var saydığım her şeyi ve her kişiyi, geriye doğru benliğimden çıkarıyorum.

Her çıkarımda, azdan çok çıkmasına rağmen, netice eksilmiyor, tecrübe ile sabit.

Bu sayede, içlerinde “ben” olmayanların yaptığı iyiliklerle dolu hatıralarım, tekrar canlanıyor.

Hâlık (c.c.) biliyor.

Tekrar diniyorum…

İçimi kurutan ateş, aynı zamanda uyandırıyor beni, ertesi güne eş.

Sabah oluyor…

Bir balık, çok şey hatırlatabiliyor, bunu öğreniyorum.

Yine susuyorum!

Suskunluk…

Sesle örtünmeyen, nefese bürünmeyen kelimeler de ruhu incitebiliyor.

Susuzluk…

Kul rahmetten, kâl hâlden, kâğıt mürekkepten mahrum kalıyor.



AĞACIN YAZGISI / Nurcihan KIZMAZ


Ben bir ağaç idim
kendi halimde
geldi iki kişi
hızar eyledi


eğildim büküldüm
usta elinde
götürdü çarşıya
pazar eyledi

yazıldım çizildim
rafa dizildim
aldı bir kul beni
nazar eyledi


okudu okudu
yine okudu
gömdü cehaleti
mezar eyledi.

doktorumun şiiri / fazlı bayram

 /çok bekledim baştabibim gelmedi/*

sancı
dünün bugünün yarının sancısı
bunca cömertliğine
varlık sancısı
kerpeten kulpunda çiçeklenen
yoz bakışlara sözüm yok
öteki ben değil de üzüm suyuna meylim
bendeki sen
doktor
sendeki ben hasta sadece
acılı doktor türküleri belli ki geride kaldı

****
gözlerinin içi gülüyordu
ta içinden gülüyordu gözleri
doktora değil de
bahçesine geldim güllerin
gördüğüm en güzel doktordu
iyileştim o gün
ağrımadı hiçbir yerim
verdiği ilaçları daha içmeden iyileştim
dimdik çıktım muayene odasından
şefkat dokunuşları içimde kıpır kıpır



ÇOCUK SİGARASI / Hasan EJDERHA


Köyün bakkalından ortaklaşa bir paket sigara almıştık. İçimizden “Tatlı ya da helva alalım” diyen olduysa da çoğunluk sigara almamız hususunda karar kılmıştı. Sigara paketini bakkaldan alıp çıktığımızda heyecandan ölecek gibiydik; sigarayı almıştık almasına da şimdi büyüklerin bizi görmeyeceği bir yer lazımdı. İçimizde daha önce birkaç defa sigara tellendirmiş olanların yanında, hiç sigara içmemiş, ilk defa içecekler de vardı. En çok da onlar heyecanlanıyordu.

Çok ortaklı sigara paketimizi alıp bizim evin arka tarafındaki ardıcın gölgesine oturduk. Çünkü bizim ev köyün en son eviydi ve oralardan kimseler geçmezdi. Bizi sadece anacığım yakalayabilirdi, onu da bahçeye giderken gördüğümüz için bizim evin arkasında keyfimizi bozacak kimsenin karşımıza çıkma ihtimali olmadığına karar vermiştik.

Ardıcın gölgesinde alelacele bir hilal oluşturduk ve sigara paketini ortaya koyduk. Bütün ortaklar hemen sigarasını yakma arzusuyla bakarken ben; “keşke Büşra gilin evinin önünden sigara elimde geçsem ve Büşra beni görse” diye içimden geçiriyordum. Sanki Büşra gilin evinin önünden sigara elimde geçsem lise bire giden Büşra’yı ilkokul dördüncü sınıfa, ya da beni lise bire, Büşraların sınıfına çekecektim…

Herkes sigarasını yakmış acemi acemi içiyordu ki birden anacığım tepemizde beliriverdi. Hepimiz hayretler içinde kalmıştık. Ben sadece “Ana sen bahçeye gitmemiş miydin?” diyebildim. Meğerse anam evde ot kazmasını unutmuş ve onu almaya gelirken evin arkasında bizi görmüş.

Çok kızmıştı anacığım:

-     "Parmak kadar yoksunuz. Siz nerden öğrendiniz bakalım sigara içmesini? Kimin bu sigara? Öleceksiniz daha bu yaşta!

Arka arkaya sorular sıralarken bu arada da bizi dövecek bir değnek arıyordu etraftan. Kaçamamış öylece kalmıştık. Anam eline ciddi bir değnek geçirirse hepimizin haşatını çıkaracağa benziyordu. Doğrusu hiç şakası yoktu. Ya kaçıp kurtulacaktık ki anam tam kaçacağımız yerdeydi. Her hal-ü kârda bir kaçımızı o değneğin tadına bakacaktı.

Birden aklıma bir fikir geldi. Bu arada anacığım da uygun bir değnek bulamamıştı zaten.
-        "Anacığım. Dedim. Bizim içtiğimiz sigara çocuk sigarası…"

Anacığım bir an durakladı. Sonra yüzü aydınlandı yüzünün o eski mütebessim hâli ortaya çıktı.

-  "Ya öyle mi? Ocağınız batmaya. Deli çocuklar beni nasılda korkuttunuz." Diyerek yeri incitmeden attığı adımlarıyla evin ön tarafına doğru gitti… 


SARARDI BENZİ DOĞANIN / Nurcihan KIZMAZ

 

Sonbahar geldi diye mi
düşer yapraklar
yoksa gitme vakti midir
kendilerince
bir rahat vermedi belki de
rüzgar
ne geçecek eline
onlar gidince

kış uykusuna mı yatacak
şu koca çınar
kuşlar nerde geçirecek
kışı boranı
bülbül olsa bulur da
bir gül-i-zar
bunun güvercini var
kırlangıcı var…



OKURGEZER/ Enver Çapar



Kitap Fuarının ardından...










Keşke hep fuar olsa
Okul oraya dolsa
Tüccar tipli yazarlar
İçeri sokulmasa
Az kitap çok çerez konsa

Hem gezip hem okusak
Çok fazla yorulmasak
Ayraç alsak sadece
Köşede oyun kursak
Yuvarlansak çimlerde

Bir masal iki şiir
Bilmeceyi kim bilir
Dedemin tatlı sözü
Ninemin gülen yüzü
Dünyaları gezdirir.

        

SEVERDİ HOCAM / H. Ahmet ERALP


Ağacı severdi, suyu severdi
Irmağı ve denizi severdi
Kuşu severdi; bülbülü değil yalnız
Serçeyi ve güvercini de severdi
Ağacı severdi
Çınarı, çamı, kara kuru dallarından
yeşilliği salan her ağacı severdi
Balığı severdi
Gölde, ırmakta, denizde, okyanusta fark etmez
Mangal ve tavada değilse severdi balığı
Yorulmasınlar diye gelirken kendini ziyarete
Nazik bir iğneyle karaya çağırıp,
kucağında misafir eder,
sonra tekrar salardı suya
İnsanı severdi hocam
Siyah beyaz ayırmaz
Gönlü gâvur değilse tüm insanları severdi
Bizi severdi hocam
Türkü söyleyen söyleyemeyen, şiir okuyan okuyamayan
Varınca karşısına bir çift samimi göz ile basıverir bağrına
Okşardı başımızı, ağlata ağlata güldüre güldüre
İti bile olamasak severdi müslümanız diye
Sevmeyi severdi hocam 

Yine bir gün sevmek için çıkmıştı evinden;

Çınar'a baktı hocam
Çınar hocama
Dedi ki ver yeşilini
Dedi yeşilim gözlerinde

Suya baktı hocam
Su hocama
Dedi ki ıslat kurumuş gönülleri 
Dedi ferahlığım dillerinde

Kuşa baktı hocam
Kuş hocama
Dedi ki çırp kanatlarını selamsız kalmış beldelere
Dedi selamım sözlerinde

Kapıya baktı hocam
Kapı hocama
Dedi ki kır kilidini mazlum yüreklere
Dedi anahtarım merhametinde

Yola baktı hocam
Yollar hocama
Dedi ki sor seyyaha menzilin nere
Dedi cevabım dizlerinde

Bize baktı hocam
Biz hocama
Açıp kollarını dedi ki gelin sarılak köpekler
Dedik gözümüz ellerinde




MUHARREM VE HÜZÜN / Ahmet Enbiya UZDİL

Muharrem ayına girdik gireli içimde bir hüzün var. Bağlamı hüseynî mi bilmesem de, bilemesem de sevinçli değilim çok şükür. İmam Hüseyin'in şehit edildiği ayda gülmekliği terk etmek gerek; gülümsemek ise zarurettendir bu ayda, bilirim.

Gecenin bir yarısında şehr-i Maraş'ın sokaklarına yağmur yağarken balkonda oturup eski günleri yâd ediyorum. İçimde yine o garip hüzünle, gariplik hüznüyle... Her geçen gün ayrı bir telaş ile tatlı tatlı gülümsüyor hatıralarımda. Batı adamınındır bunalım diyor Fethi Gemuhluoğlu hüzün ise bize ait bir doğulu sadası. Madde arzusundan uzak ve azade ruhi bir kabiliyet, hüzün. 

Hangi anıya gittin de geldin dersen dur sana anlatayım. Anlatmak bu hali ziyadeleştirir diye murat ettiğimden anlatıyorum sana, bir dostummuşçasına senle konuşmak istiyorum hoş gör beni. 

Böyle bir eylül sonu yahut ekim başıydı. Belki de kışın yağmurlu soğuk günlerinden biriydi. Mutadımız üzere okuldan kaçıp Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi’ne gitmiş, Hasan Ejderha hocamızın odasında, Ahmet abinin tabiri ile “Dergâh yayın bürosu”nda muhabbet etmeye koyulmuştuk. Hocam her zamanki güler yüzünden ikram ediyordu bizlere. Ardından Mehmet Yaşar abi geldi. Artık vakti geldi diyerek üç dosta dostluk üzerine bir sohbet okuyacağını söyledi. Bilmiyorduk ancak heyecanlıydık okunacak yazıdan ötürü. Dinlemeye koyulduk sessizce. Mehmet abinin konuşması dahi bir şiir gibidir. Hele ki güzel bir yazı olsun, şiir olsun başladı mı okumaya o sesin büyüsünden kurtulmaya imkân yoktur. Okuyacağım dediyse elbet güzel bir yazıyla gönlümüzü besleyecektir ve besledi de. 
Önce selam ile başladı yazı evveli, ahiri, zahiri, batını selamlayarak. Sonra, dost ol kişidir ki diyerek dostluğun ne idiğünü ve nasılını koyuverdi önümüze. Bu sırada üşüyen ellerimizle dumanı tüten çay bardaklarını kavrıyorduk. 

“Öldürülmesi muhakkak ve bu mukadder olan gecede peygamber-i Ekber'in yatağında yatandır, Şah-ı Velayet'tir dost.” 

“Tıkanılması gereken son deliğe koyacak parça kalmayınca ayağını yani kendini, gönlünü koyandır dost.”

Yazı uzadı gitti, vakit geçti de geçti. Çaylar tükendi, bizde ise hoşnut bir sükût. Kulaklar Mehmet abide. Odayı bir hava dolduruyor; keder değil, yas değil. Sevinçten, neşeden daha tatlı bir şey...

Eski kitaplarda bahsedilen içi dolduran o nesne. Hüzün... Dünyaya biraz ağlayabilmek için gelmiştik, ağlayabildiğimiz kadar insan, ağlayabildiğimiz kadar da temiz değil miydik? Dünyalık arzu ve isteklerden ötürü gelen timsah gözyaşı değil muradımız.

Günümüz öylece geçti, o günün ardından daha nice günler geçtikçe geçti. Fazlı abi türkü söyledi ay ışığında bir damın üstünde. Seher vakti çaldık yarın kapısını melül mahzun. Gönlümüz dünya leşinin kokusuyla dolu olsa da açıverdi kapıyı, kabul etti, buyur etti sofrasına. 

Geçmiş güne bakıp gecenin zifiri karanlığına dalıp gitmemek mümkün mü? 

Bazı şeyler bir daha ele geçmiyormuş anladım ve anlamaya da devam ediyorum hâlâ. Gece vakti terliklerimin sesini boş odaların önünden geçerken duyuverdiğimde fark ettim ömür denilen şeyi. "Ne var ki o seste?" demeden dinle bak taa çocukluğumdan beri bana yoldaş olan bir sesti o ses. Bir süredir duymaz olmuş, kaybetmiştim tak-taklarını... 

Evet muharrem ayındayız. Vakt-i Kerbela. Hüzün vakti. Evlad-ı Rasulün Rasulü Zişan'a kavuşma, Su'ya kanma vakti… 



HOCALARIN HOCASI / Suat KIYAK



Bir hoca ki sırf otorite doğmuş gardaş
Saçı başı her daim kısamı kısa traş

Uzaktan görünse silüeti, yavaş yavaş
Aha bu hoca, derler! cahile açmış "Savaş"

Kaçışır, ötüşürler cücükleri, can hıraş
Hemen yollarını değiştirirler pür telaş

Sanki inzibat için teşrif etmiş dünyayı
Bilmeyene gezdirir Tonya ile Konya'yı

Belletir; sözü keskin, özü doğru olmayı
Mezun olunca anlar, talebesi mânâyı

Şehir kazan, o kepçe, sever adımlamayı
Razı olan ihvanı, sever dolandırmayı

Tenzilattaki fırından seçer nan'ı gevreği
"Cuma"ları ikram eder yavan somun ekmeği

Sırtı pek, gözü tokdur, omza alır hırkayı
Yeri gelir, lafı çekmez, atar acil postayı

Kimine göre yeğen, kimine göre dayı
Her daim ciddi durur, sevmez hiç sırnaşmayı

Tesbihi elden düşmez, pek kibar kabadayı
Duruşuna hayrandır; marsı, güneşi, ayı

Babacandır, müşfiktir, sever yardımlaşmayı
Vazife edinmiştir, insan kaynaştırmayı

Müdavim-i dükkancılar mutlak konu olunca
Bahse konu edilir; Ali/Muzaffer/ Memduh (...) hoca (-lar)



Şiirde geçen hocayı editör hocalarımdan birine benzetti... 
(Bu şiirdeki hoca da Cuma'ları ekmek ikram ediyormuş.)


MİR'AT / Gün Sazak GÖKTÜRK



"etme mir'atı şikeste
seni yüz surete kor"





Kalbimde kinimi ayna gibi taşıyorum
İçimde bir yorgun hırsız
Zorlanır buzullar ülkesinin kapısı
Bir damla kor düşer suya
Öfke denilen ağaç alevlenir
Ateş donar, su söner…

Cam kristalleşir aynada
Aynada nişangâhlanır tecelli
Hakikate mahallenir lütuf
İmkânın sureti mümkünleşir

Hakkı alemde seyre başlar aşk.
Öfke denilen ağaç hızarlanır
Kinim sırlanır aynamda
Açılır buzullar ülkesinin sarayını kapısı…


YALNIZLIK / Hasan BAZI


Bazen yalnız kaldığını sanırsın
Uyku haram olur gözlerine
Uyumak istersin ama bir türlü uyuyamazsın
Kafan derinlere gider
Dalar gidersin düşüncelere
Sonra başını kaldırırsın yukarıya,
Yıldızlara bakarsın
Onları düşünürsün,
Seyre dalarsın bir süre
Onların da yalnız olduğunu düşünürsün
Kafanı Ay'a çevirirsin,
Hepsinden büyük ve kocaman
Yolda kalanlara ışık olur bazen
Bazen de aşıkların kalemine ışık tutar
Birden silkelenip kendine gelirsin
Anlarsın yine hülyalara dalmışsın
Nereye gittiğini bilmeden
Dost ararsın yanında onu da bulamazsın
Ama unutmadığın bir şey vardır
Yalnızların dostu ALLAH'tır.


hocamın ekmeği / fazlı bayram


kuru ekmek yiyoruz sanıyordum
dünyanın taamını yedirirmiş hocam
yokluğunda hiç doymadı aç karnımız
ne yesek doymadı
yediğimiz yemekten doyuyoruz sanıyordum
değilmiş
hocamın ekmeğiymiş karnımızı doyuran

cuma sonrası kutlu kapıda
dizilir erenler caddeye
arada kaynarız biz de
kimseye gelin sizde denmez
gelen gelir
gelmeyen özlenir

hocam da bu dem de gitti elazığa
acımızdan duvarları kemirdik
bekledik
bekledik öylece
günlerce
aylarca bekledik
geldi nihayet hocam
ekmeğimiz de geldi şükür
karnımız da doydu
gözümüz de
gönlümüz de doydu çok şükür



AN GELİR / Teyfik KARADAŞ



Devlet Başkanı dense; hatırıma han gelir.
Alparslan, Yavuz … gibi, nice yiğit can gelir.
Musul, Kerkük, Telafer yanarken alev alev,
Kan akan gözlerimin, güleceği an gelir!

Bu milletin özünde, ilk sırada şan gelir
Erbil’e savaş açsak; öncelikle Van gelir.
Sabır taşı çatlarsa, kimse engel olamaz.
Barzani’nin boynuna, ip takacak an gelir!

Türk ordusu Kerkük’e bir gün ansızın gelir.
Tanka, topa gerek yok, süngü takarak gelir.
Habur’dan başlayarak, her kalenin burcuna,
Ay yıldızlı bayrağı, astığımız an gelir!

İslamın şartı beştir, ilk önce iman gelir.
Türklükten   bahsedilse; aklıma Turan gelir.
Şair Teyfik diyorki; Musul, Kerkük elini,
Sınırımız içine, kattığımız an gelir!




NEYLEDİN / Mine GÖKTÜRK


Ben Seni başımın tacı bildim 
Duamın miracı bildim
Gönül yaramın ilacı bildim
Sen beni neyledin

Namerde muhtaç eyledin
Hal bilmeyene hallac eyledin
Sen beni neyledin

Başka kapı hiç bilmedim
Müdüründen başka mühür bilmedim
Senden gayrısına eğilmedim
Sen beni neyledin

Eyleme gayri beni
Sahipsiz bırakma köleni.

KİMMİŞ HER DEVRİN ADAMI? / Suat KIYAK

 


Sordular; kimdir, her devrin adamı?
Dedim; kim ise güçlünün kapısında yatan!

Sordular; münafığı nerden bilirsin?
Dedim; Rabbim suresinde tanıtmış!

Sordular; söyle hesabî kimdir?
Dedim; pusulası üçyüzaltmış derece dönen!

Sordular; ateşe odun nerden gelecek?
Dedim; işte şurda, kul hakkı yiyen!

Sordular; zulüm niye artıyor?
Dedim; dilsiz şeytanlara sor!

Sordular; ortalık çok pis kokuyor?
Dedim; evinin önünü süpür!

Sordular; isyankâr neden çoğaldı?
Dedim; dön besmelesizlere bak!

Sordular; camiler cemaatsiz kaldı?
Dedim; putlara rağbet çoğaldı!

Sordular; gerçek mesture var mı?
Dedim; kozmetik dükkanına bir uğra!

Sordular; kardeşlik, dostluk kalmadı?
Dedim; muhasebe defterin nerde?

Sordular; başarılı olamıyoruz?
Dedim; duasız bu işler olmaz!

Sordular; şeytan hiç boş bırakmıyor?
Dedim; abdestini iyi kontrol et!

Sordular; Allah'a nasıl gidilir?
Dedim; gönlünden dünyayı çıkar!

Sordular; hayat üstüme geliyor?
Dedim; hiç durma, Allah'a kaç!

Sordular; hep bunlar mı kazanacak?
Dedim; hiç kabristana yolun düştü mü?



HÂLİMDİR II / Gün Sazak GÖKTÜRK


Büyüseydim kin olacaktım büyüseydim öfke,
Yaşasaydım bir olacaktım yaşasaydım can,
Koşacaktım daha, yeşerecek büyüyecektim bir alakdan
Vurulmasaydım en ince yerimden, insanlığımdan
Bir sabahın gergefli duvarında şeytana dost Müslümandan!

Belli ki ilişemezdi yılanı çıyanı bana,
Gergefine dokunsaydı Hamza gibi iman
Bilinir ki sökemezdi kalbimi, elleri Ehli salibin
Kuşanılsaydı şecaati Abdullah İbn-i Zübeyir’in

Ölüme tabutsuzum, ölüme kefensiz.
Kim bilir yaşasaydım belki benimde olurdu evladım,
Bulaşırdı belki de aşk denilen hastalıkta bana,
Bulaşsaydı hayat denilen, kin olacaktı bulaşsa öfke.
Ahıskalı
                                                                       24/08/2017


YÜZÜN MÂNÂSI HÜZÜN / Enver ÇAPAR


Bütün sular acı çalıyor bugün,
Kerbelâ’ ya düşen yağmur misali.

Hikayesi zor,
Su içmeden anlatılır.
Başımızda dönüp duran bela, 
Bir yudum dünya.

Gözümüzde karar kılsın su
Çölde solan gül goncası bu
Göz yaşına yoldaş olan,
Duyar, Evlâd-ı Resul kokusu

Siz ey! Fitneye dost olan
Bize toprak, size kan
Bugün On Muharrem, matem.
Ehl-i Beyt aşkına yansın sineler.

Gamlıyız, kederliyiz
Dünya nöbetindeyiz
Sâkiden ümit kesilmez
Biz Hüseynîyiz...

Şiir yazacak yürek aranıyor
Kalemden medet.
Hüzün sadece kelimeyse
Taşıdığımız ne bağrımızda.



MEVSİMSİZ UMUT / Levent NERGİZ

 

Oysa...

İçimin koylarında, körfezlerinde
Vicdanımı falezleyen deli dalgalardan,
Memleketimin yarpuz kokulu köylerine
Ahir dağının heybetine
Şiir damıtan poyrazına
Ejder tepesinin eteğine 
Ulu çınarın köklerine
Bir söğüt ağacının gölgesine sığınarak
Kurtulmak niyetindeydim

Ancak...

Umudu ölümden ayırsın gökyüzü,
Çünkü yaşamak
Gökyüzünden devşirdiğin umutların
Bir fecr vakti ölümüne
"Eşhedü" diyerek ,
Yaşamak...

Öyleyse...

Mevsimsiz bir umut
Çöksün gözbebeklerime
Yansın, kanasın yüreğimin nasırları
Yedi iklim cem olsun bucaksız bakışlarda,
Öteliler sarsın dört bir yanımı
Ruhum bir sesi bekleyedursun uzaktan...



BELLİ DEĞİL / Mine GÖKTÜRK












Ağlıyorum
Yaş benim değil.

Söylüyorum
Söz benim değil.

Dikenler batıyor
Gül nerde belli değil.

Alem yanıyor
Âdem belli değil.

Korkuyorum
Hâlim hâl değil.

Hâlimden anlayan var mı
O da belli değil.