
yalın kılıç
düşmanın üstüne bir bayram günü
bir bayram günü vurulup göğsünden
bayramı kendine hayran bırakırsın
hayran bırakırsın göğsündeki kuşları
bak ölüm nasıl kucaklıyor seni
yalın kılıç
Kültür, Sanat, Edebiyat ve Fikir Dergisi
-Selamun Aleyküm
-Aleyküm Selam
-Tamer abi çay gönder bize.
Hal hatır sorma faslından sonra konu her
zamanki gibi ekonomiye gelmişti. Mazot, şeker, yağ, yiyecek kısacası zam gelen
her şey masada enine boyuna tartışılıyordu. Samet abi, gittikçe sinirleniyor.
Çaya zam yapmazsa daha çok zarar edeceğinden ve bu şekilde kıraathane’nin devam
etmesinin imkansız olduğundan bahsediyordu. Bu hararetli konuşmanın ortasında
Değirmen Yeni köyünün hocası geldi. O da boş bir sandalye alarak yanımıza
oturdu. Hocayı daha önce yine görmüştüm ancak adını bilmiyordum. Bembeyaz ve
toplu bir sakalı vardı. Sakalına bakım yaptığı ve önem verdiği her halinden
belliydi. Önceden de yaptığım gözlemler
neticesinde çok konuşmayı sevmeyen bir yapısı vardı. İyi bir dinleyici
olabileceğini düşünüyordum. Biz bu arada zamlardan ekonomiden dert yanmaya
devam ediyorduk. Aradan beş dakika geçince hoca daha fazla kendini tutamayarak
söze girdi:
-“Ekonomi kötü de biz çok mu iyiyiz?”
Herkes dondu kaldı. Gerekmedikçe konuşmayan
hocadan bu sözü hiç kimse beklemiyordu.
Hocanın dili çözülmüştü bir kere. Durmaya
hiç niyeti yoktu devam etti:
“-Şükürsüz yaşıyoruz kardeşim. Şükretmediğimiz
gibi kazandıklarımızın da bereketi yok. Tuvalet suyu, bulaşık suyu, banyo suyu
bütün hepsi aynı kanalda birleşip akıyor. Nasıl bereket beklersiniz bu durumda.”
Bu sözler mızrak gibi saplanmıştı masada
oturan herkese. Sahi hiç düşündük mü-hiç zannetmem- bunları. Neden
kazandıklarımızın bereketi yok diye, hiç sorguladık mı? Hocanın söyledikleri
benim boynumu eğmeme çoktan yetmişti. Tutunacak sarılacak bir şeyler aradım
masada. Gözüm sigara paketimde takıldı. Evet, ben sigara içmedim on beş
dakikadır. Sakinleşmem lazım.
Hemen sigaramı çıkararak yaktım. Bir nefes ciğerlerime çektikten sonra
rahatladım. Beynimde şimşekler çakıyordu. Hocanın dediklerini neden daha önce
düşünemedim. Evet ekonomi kötü, peki biz… Biz de en az ekonomi kadar kötüyüz.
Herkes kendini içinde sorguladıktan sonra hoca devam etti:
“- Önceden böyle miydi kardeşim, yokluk
vardı. Paylaşmayı, merhameti, kardeşliği, saygıyı, edebi, şükrü bilirdik. Babamızın
yanında ayağa kalkardık. Şimdiki gençler babasının yanında küfür köstek
konuşuyor. Ah, Ahhhh… Eskiler olacaktı eskiler. Toplum olarak çok değiştik,
bozulduk, yozlaştık… Kanımızı emdiler bizim ne saygı kaldı ne sevgi. Her olayın
suçlusunu dışarda aramak yerine bazen kendimize bakmamız lazım. Ortada bir
aksaklık, bir sıkıntı varsa önce kendimizi katarak başlayacağız işe.” Hocanın
bu sözleri beni çok etkilemişti. Bilmediğim şeyler değildi ama bunu birisinin
hatırlatması, tokat gibi yüzüme vurması gerekiyordu. Bunları düşünürken aklıma
Arif Nihat Asya’nın “bize bir nazar oldu” şiirinin şu mısraları geldi:
“bize bir nazar oldu Cumamız Pazar oldu
Ne olduysa hep bize azar azar oldu”
Böyle diyordu işte Bayrak şairimiz. Ne
olduysa azar azar oldu. Afyon gibi uyuşturdular bizi. Yavaş yavaş kimliğimizi,
benliğimizi, özümüzü unutturdular bize. Biz de hiç karşılık vermeden buna
müsaade ettik. Hiç direnç göstermedik. Şimdi de bunun bedelini ödüyoruz.
Suçluda biziz düzeltecek olan da …
*Tütün ve tütün ürünleri sağlığa
zararlıdır.
Veremden
bir hastane köşesinde yatan bir genci bir tutam çiçek alarak, geçmiş olsuna
gitmek geldi aklıma. Ne yalan söyleyeyim bir cami şadırvanında oturup, çeşmeden
akan suya elimi uzatıp saatlerce tutmak geldi aklıma.
Hastabakıcı
rezil rüsva etti beni, sormaz olaydım hastanın adını söyledim, hangi odada
yattığını sordum. Meğer hastanın refakatçisi ile ağız dalaşı etmiş, hastanın
odasından çıkmış koridordan yürürken benimle karşılaşmış. Ağız dalaşından benim
haberim olmadı. Olmasına da imkân ve ihtimal yoktu zaten. Etraftaki herkes put
kesilmiş bize bakıyordu. Herhalde benim adama küfrettiğimi sandılar, yoksa bu
sakin sessiz adam ne diye bağırıp çağıracaktı. Başımı öne eğip ayaklarımın
ucuna baktım, sonra başımı kaldırıp “şimdi ben bu adama küfür mü ettim” diye kendi kendime sormadan edemedim.
Hasbinallah deyip uzaklaşmaya çalıştım, etrafımdaki çember hayalimde daraldıkça
daraldı.
“kusuruna
bakmayın o on beş yirmi gün önce o odada çocuğunun cesedini kendi kucağında
morga taşıdı” demişler gibi geldi bana. Belki de ben öyle hissettim. Az önce
bana karanlık adamların gözlerindeki karanlık parıltılarla bakan etraf bu sefer
beni teskin etmeye çalışıyordu. Öyle şey olur mu ki? Önce insana canını alacak
gibi bakmak sonra sakinleştirmeye çalışmak, belki de bu insanların huyu gereği
olması gereken şey. İnsanlar öyle mi yaratılmışlardı? Ondan da emin değildim.
Bir
gece hastane kapısına bırakılan adı Kader konulan kız çocuğu büyümüş, boy boy
onun da kız çocukları olmuş. Belki de annelerinden çikolata, gelin bebek, şeker
ve daha neler neler istediler de anneleri onlara verdi. Anneleri onlara
bebekken memeler dolusu sütte verdi. Oyuncak bebekte verdi. Mamalarını köşedeki
bakkal Nuri amcadan aldı. Bakkal Nuri amca Kadere acıdı mı acımadı mı bilemem.
Belki acımış belki de acımamıştır. Kocası tütün fabrikasından sigara
istihkaklarını aldı mı almadı mı? Akşam onların yarısını bakkala verip boy boy
büyüyen kızlarına mama parası ödedi mi ödemedi mi? onu da bilemem.
Hem
kocasının hiç haberi oldu mu Kaderin tek başına kaç kere tren raylarında
yürüdüğünden. Kader tren raylarında kaç kere tek başına neden yürür ki?
Benim
de hiçbir şeyden haberim olmadığı geldi aklıma. Balkon camına doğru kaçacakmış
gibi yürüyen incir ağacının yapraklarını bir bir saydım. İrili ufaklı, canlısı,
sararmışı tamı tamına onüç taneydi. En uçtaki yapraklaşmaya başlamak üzere
sivri uçlu patlamak üzere olan fasulye biçimindeki yumruyu saymazsak tamı
tamına on üç taneydi.
Herkes
abdest alırken ben elimi çeşmenin altına tutmuş öylece bekliyordum. Çam
katranına, zifte, çamura bulanmış elimden kirler bir türlü çıkmıyordu. Ellerimi
saatlerce suyun altında tuttum çıkmadı. Ellerimi hep suyun altında tuttum. “Ne
kadarda kirli bir şehir dedim” kendi kendime. Neresine dokunsam kir, pas ve
ellerim kirli. Ya şehir kirli ya ben kirliyim, ya da hepten kir.
Sedat’ın
boynunun bir tarafında ur gibi bir şişlik vardı. Kafasını bir tarafa
döndürdüğünde şişlik biraz dağıldığından küçülür gibi olurdu. Bazı günler daha
da büyür daha da belirginleşir Sedat’ı kaygılı günlere sevk ederdi. Sedat çoğu
zaman elini boynuna götürür şiş yerini okşar gibi yoklardı. Bazen yazları bile
boynuna atkı sarar fabrikaya öyle gider bazen de gömleğinin yakası bile olmaz
şişlik herkes tarafından keşfedilecek bir muammaya dönerdi. Sedat Kaderle
evlendiğinde de boynunda şişlik vardı ama Kader o şişliği hiç önemsemedi
Sedat’la evlenmeyi kabul etti. Kim bilir Kader o şişliği belki de önemsedi de
önemsemezmiş gibi yaptı. Belki de önemsediği halde evlendi.
“boynunda
bir şiş de ne ki canım, aslan gibi delikanlı, işi gücü var, namusuyla
çalışıyor, işte size adam gibi adam. Noolmuş yani, Kader seni şehzadeler mi
gelip alacak” diye sokranıyordu için için…
Birden
içinden geçenleri ince bir sızıyla geçiriverdi. Ne geçiyordu ki içinden ince
bir sızıyla ince bir sızı olacak. Komşunun oğlu Arif’le ortaokul son sınıfta
okurken sokaklarınındaki bir yatsı vakti karşılaşma anımı? O alaca
karanlıkların yerle gök arasındaki çizgiyi yok etme vaktimi? Uyumak istiyordu
uyuyamıyordu.
Uyku
da sevgili gibi bir şey beklersin beklersin bir türlü gelmez ya da olur olmadık
zamanda gelir seni rezil rüsva eder. Olur şey de değil, olmadık şey de değil.
Her
zaman evin yanından geçen tren bugün erken mi geçiyordu? Raylar eve o kadar
yaklaşmıştı ki sanki tren evin üstünden geçecek. Kader kalktı odanın küçücük
penceresinden buharla ateş fışkıran canavara doğru baktı. Belki de bakar gibi
yaptı da biz baktı sanıyoruz. Loş bir ışık trenin arkasından kayaraktan süzülüp
gitti. Rayların tıkırtısına karışan kirli bir dumanla hava doldurdu odayı.
“noolmuş
Sedat’a” dedi. “işi var gücü var, hem evine çok bağlıymış, baksana babası
öldükten sonra anası ölene kadar evlenmek istememiş. Boynunda bir şişlik varmış
olsun, kadının kızında da kusur var, olsun, hem evleri tren raylarına bir hayli
uzak, belki rahat uyurum”.
Sedat
kaderi hayal ederken sarıya yakın kumrala çalan saçlarını hayal ediyor “belki
bir çocuğumuz olduğunda onun saçlarını okşar, anlından öperim” diyordu.
Kader
tren seslerine değil de ilk çocuğu olduğunda gece çocuğunun ağlamasına
uyanıyordu. Çocuğun sesine değil de belki kocasının “sustur şunu Allah aşkına”
diye seslenmesine uyanıyordu.
“bu
vardiyalı çalışmayı da nerden çıkardılar ki? Ne uyku kaldı, ne denge, birde
sendika diye bir şey çıkardılar o da neyse artık, herkes bir ekmek peşinde
onlar ne dertte” diye Sedat sokranıp duruyordu. Sonrada belkide onlarında
bildiği bir şeyler var diye kendisini teselliye çalışıyordu. “hep gündüz
çalışacak bir iş bulsam bir gün durmam, bir on iki de gel yat, bir gündüz üçte
gel yat, bir sabah gel yat buna insan mı dayanır”. Sedat yeni girdiği yataktan
tekrar kalktı. Acı serin bir havada mutfağa doğru gitti bir sigara yaktı “bu
cigaraları biz yapıyoruz bu odun parçaları da nereden girer ki bu meretin
içine, çek çek nefes gelmiyor” çektikçe bir öksürük, çektikçe bir öksürük,
öksürdükçe boynundaki şiş sanki biraz daha şişiyor ve şişin üst kısmı kırk
mumluk lambanın altında parlıyor, ampule nazire yapar gibi sarı bir ışık
veriyordu.
Sedat’ın
sıkıntısı vardiyalı çalışmaya olan kızgınlığı mıydı acaba? Yoksa başka başka
kederlerde, hülyalarda, belki de tasalarda mı yüzüyordu? Karısı da bu
gerginliğe bu asabiyete bir türlü anlam veremiyordu.
“Kader
sular akmıyor” Sedat’ın bu yüksek tondaki seslenişine uyumakta olan çocuk
tekrar uyandı. Öksürükten ağzı dolan tükürüğü, balgamı gitti lavaboya boşalttı.
“sular
akmıyor kız” diye tekrar seslendi.
“uyuyan
çocuğu tekrar uyandırdın. Lavabonun altında, perdeyi kaldır kovada olacak”
Sedat
naylon maşrapayı kovaya daldırdı bir maşrapa suyu aldı lavaboya döktü, bir maşrapa
da alıp ağzını yüzünü yıkadı. Uykusu kaçtı gitti salondaki siyah beyaz tek
kanallı televizyonu açtı, zaten o zaman bütün televizyonlar siyah beyaz ve tek
kanaldı, çoğu zaman da Yunanistan kanalları baskın çıkar insanlar bol bol rumca
şarkılar dinlerdi. bir yerler arar gibi yaptı, o saate Türkçe yayın çoktan
kapanmıştı. İstiklal marşı bile çoktan okunmuştu. sonra tekrar kapattı. Mutfağa
geldi radyoyu açtı.
Hastaneye
yürüyerek yaya gitmeye karar verdim. Bir saatte şu kestirme yoldan tarlalardan,
bahçelerden hastaneye ulaşırım diye gözüme kestirdim. Ekinler göcek olmuş, sarıçiçekler,
kızılgan (gelincik), papatyalar rengârenk çiçekler. Okul defterini kapladığımız
şeffaf desenli cilt kapağı gibi ekin tarlalarının üstünü kaplamış, insana
dünyadan uzak bir dünya veriyordu. İnsanların tarağı değmemiş o düzgün,
birbirine hiç girmemiş saçlarını incitmeden yürüdüm. Papatyadan, gelincikten, sarıçiçeklerden,
diğer çiçeklerden tutam tutam yolaraktan, tanrının insansız yarattığı
güzelliklerden zevk alaraktan yolduğum çiçekleri koltuğumun altına kıstıraraktan
sadece yürüdüm. Sadece yürüdüm.
İkinci
çocuğu olduğunda da Sedat karısının saçlarını okşayıp anlından öpememişti.
Hastanede bir ara yeltenmiş, odaya hemşire girmişti. “Neyse evde” dedi. İkinci
çocukta kız olduğundan Sedat’ın içi burkulmuş, kendisini bir tuhaf hissetmişti,
hâlbuki kız çocuklarını çok severdi. Sedat annesini de çok severdi. Karısı tam
tersi “oğlan çocuğum olsun” derdi de başka şey demezdi.
“dönüşümlü
çalışılacakmış, işi tek vardiyaya düşürdüler, bazılarımıza ücretsiz izin vereceklermiş”
“daha
üç yıl önce çift vardiyaydı, işçileri esir gibi çalıştırıyorlardı”
“devlet
bu akıl sır mı erer?
“niye
memlekette cigara içen mi azalmış?”
“ne
bileyim ben, kriz mi varmış neymiş, birçok bölgede tütün ekimi yasaklanmış,
sigara içen azalır mı?”
Her
tütün, cigara dendiğinde Kaderin aklına babası gelirdi. Ne kadar da çok sigara
içerdi. Kader kendisinin bir sabah hastane kapısından alınıp evlat edindiğini
öğreneli yıllar olmuştu. Daha genç kızken komşusunun oğlu kendisine kaş göz
ettiği
zamanlarda öğrenmişti. Allaha şükür ortalıkta o kadar çok şom ağızlı var ki,
gerçekler bir türlü saklanamaz, serilir ortaya bir tütün sergeni gibi. Ama bunu
kendisine hiç yüksünmedi, hiçbir şey bilmiyormuş gibi hayatına devam etti,
annesi babası da Kaderin bu vakayı öğrendiğini biliyorlardı onlarda hiç oralı
olmadan yaşayıp gidiyorlardı.
Çocuklar
paytak paytak yürümeye başladılar. Üç dört yaşlarına geldiler. Kaderin babası
öldükten sonra Sedat “kira vermeyelim, annen hasta, hem ona bakarız hem de kira
sıkıntısı çekmez, biraz rahatlarız, annen gile taşınalım” dedi. Kaderin hiç
razılığı yoktu ama şartlar onu gerektiriyordu.
Taşındıktan
sonra Kaderin eli hiçbir işe varmıyor, devamlı uykusu geliyor, uyukluyor,
uyuyordu. Çocuklar kapı önünde, sokakta tozda, toprakta, çamurda oynuyor bazen
de geçen trene el sallıyorlardı. Kaderin annesi koltuk değneğiyle bile zor
yüryebiliyordu. Kapı önünde çocuklara göz kulak olmaya çalışıyor bazen de
gözüne tren dumanı kaçtığında hiçbir yeri görmez oluyordu.
Kader
durmadan kafasında eski defterleri karıştırıyor, dertlerini, sevinçlerini
kurcalıyor, kurcaladıkça durulmuş sular tekrar bulanıyor, tekrar duruluyor,
tekrar kurcalanıyor, kurcalandıkça tekrar bulanıyordu. Akşamları yemek
yapamıyor, çoğu zaman ağlayımsı bir hal alıyor, çocukları sevmeye, okşamaya
bile eli varmıyordu. Dahası ilgilenmek bile istemiyordu. Sedat akşam eve
gelince olmayan yemek için, çocukların üstünün başının toz toprak oluşuna
bağırıp çağırıyor, bütün bunları bahane ederek kapıyı çarpıp evden çıkıp gidiyordu.
Annesi her gün aynı saatte hiç aksatmadan öğleden sonra evin sofasına çıkarak
ağlama istihkakını ödemekte kusur etmiyor, elindeki küçük bir yumak ipliği
sarar gibi yapıp cebine koyuyor, feracesinin eteğiyle de göz pınarları artık
kurumuş zar zor göz çukurlarına akan birkaç damla gözyaşını silmeye
çalışıyordu. Kader çoğu zaman bu olan bitene bile tepkisiz kalıyordu.
Sedat
fabrikadan artan zamanlarda balık pazarında çalışmaya başlamıştı. Niyeti biraz
para biriktirip bir motorlu tekne almaktı. Biliyordu fabrikada her geçen gün
işler kötüye gidiyordu. Artık sağlığından da endişeleniyordu. Fabrikanın
kokusuna, havasına, insanlarına dayanamıyordu. Boynundaki şişlikte boynuna
tamamen dağılmış, gitgide büyüyor boynunu zor çevirir olmuştu. Balık tezgahının
sahibi balığa çıktığı zaman tezgahta Sedat duruyordu. Balıkçıyı Sedat
çocukluğundan beri tanırdı. Motorlu balıkçı teknesini de Sedat’ın kafasın belki
de balıkçı arkadaşı sokmuştu. Sedat şarap şişesini tezgahın altına koyuyor
fırsat buldukça içiyordu. Sedat şaraba başlamıştı. İçtikçe; “bu merete niye
daha önce
başlamamışım,
boşu boşuna dünyaya, denize, hayvanlara, köpeklere, çiçeklere, iyilere,
kötülülere, usta başına kızıp durmuşum, boşu boşuna onlara düşman olmuşum”
sonra da böyle düşüncelerden dolayı utanıyor, bazen de tezgahın arkasında bir
tabureye oturuyor ağlar gibi bir yüzle anasını hatırlıyordu. Anası; içki içerse
hakkını helal etmeyecekti, kumar oynarsa da hakkını helal etmeyecekti. Sedat
ekmeğini alın teriyle kazanmalıydı, çoluk çocuğunu helal ekmekle beslemeliydi.
Sonra birden tabureden fırlıyor.
“derye
kuzusu bunlar, derya kuzusu” diye bağırmaya başlıyordu.
Sedat
Kaderi, en son çocukların ellerinden tutup yetimhaneye teslim ederken,
yetimhanenin bahçe kapısında hayal meyal görmüştü. Birde çocuklarını
yetimhaneye teslim ettikten sonra çocukların yüzündeki ifadeyi unutamıyordu.
Kapıdan çıkarken vücudu sanki çapraz bir fişeklik kuşanır gibi duygusallıkla
karışmış, değişik, tarifsiz bir acı kuşanmıştı. Ayaklarını yere sürterekten
bahçeden zor çıkmıştı.
Bir
sabah herkes işe giderken bazı insanlar tren raylarına doğru koşuyordu.
Sedat’ta kalabalığın gittiği yöne doğru yürümeye başladı. Sonra kalabalığın
içine girdiğinde bir kadın cesedi gördü. Cesede doğru ilerledi, çömeldi,
Cesedin yüzündeki kanlara bulaşmış sarıya yakın kumral saçlarını geriye doğru
sıyırarak “ hani motorlu kayık alacaktık” dedi. Sedat’ın gözünden damlayan iki
damla gözyaşı Kaderin anlına damladı.
Ben
elimdeki tostop edip koltuk altıma sıkıştırdığım çiçekleri etejerin üzerine
koyarken hastanın yanındakiler beyaz bir çarşafı gencin yüzüne doğru
çekiyorlardı.
2017
inci gibi dizilirdi atlas yorganlar
gökkuşağı gibi renkli
şiir gibi ahenkli
bir de sobada ısıtılanı
soğuk kış günlerinde,
en güzel rüyaların
müsebbibi
en güzel hülyaların
ev sahibi
her birinde ayrı nakış
her birinde ayrı hikaye,
kiminin adı veremli kız
kimininki maraş gülü
çin iğnesi antep işi
aplike
boy sırasına göre yastıklar
herkese yetecek kadar var,
izi çıkar motiflerin
çiçeklenir yanaklar,
sabaha eğlence çıkar
gülüşür gül yüzlü
çocuklar.
o akşama doğru
üşümek vardı günlerin altında
yeşil bir barikattan belki
tüllerle uçuşan aynasında kaderin
elimize bir çocuk gibi baktılar da
bilmedi hiçkimse sesimizin yeniliğini
hepimiz karanfil içindeyiz
bu akşam turnası endişeyle sarkan pencereden
canından bezmiş anneler büyük adamlar ellerinde büyüklüğün işareti
haziran karpuzları ve ışıkların yanmasını bekleyen
yorgun çocukları
hepimiz
bir su akıyor o saatlerde
ev musluklarından
dutlu çeşmelerden
biraz da inanmanın ferahlığıyla
mutlaka bir günün daha olacağına
uyanınca
bilerek unutulan bir şey gibi akşamüstü gitmelerinde
hepimiz bilmekteyiz
dili olsa da konuşsa
şu yorgun duvarların
kimler geldi kimler geçti
bağrından
isli bir lambanın yanıbaşında
asılı dururdu hep
dedemle nenemin resmi
ömürlerinin
en baharından
bir kaç beden büyük gelmiş gelinlik
damat hayli utangaç
zoraki birleşmiş eller
gözlerinde siyah beyaz hayaller
şimdilerde öksüz kaldı
duvarlar
ne buğulu bakışlı
asker fotoğrafları
ne lamba kaldı yadigar
dedemle nenem mi ?
o resim sandıkta şimdi
bir köstekli saat
bir de vasiyetname var.
19.14
insan tercih etmekten ibarettir
sen çiçek olmayı seçtin
ben sakalımı kestim
19.18
göğe bak
nasıl da aya yakışıyor
asansöre, arabaya ve duvara
inanmayan bir şey oluyor zaman
19.20
gökkuşağının başladığı yerde saçlarını buldum
bana misâk-ı millî’yi hatırlatıp durdu
medine oldu gözlerin
kurudum
19.23
ruhlarımızın menbaının bir oluşundandır
aynı şarkıya ağlayışımız
19.60
ayaklanmalıyım
paslı kılıçlarını topuklarıma saplamadan ölüler
ölüler ki
yalnız beni bekler
20.22
şiir bitti
gözlerin hâlâ işgal altında
güneş eğilir salkım salkım
Ağrı Dağı’nın dudaklarına .
Tendürek’ten Süphan’dan bir parça,
çığ gibi büyür halkım bembeyaz doruklarda.
Van Gölü’nde taş sektiren
bir çocuk,
dalga dalga büyüyen
kırmızı bir gül halkım
tebessümle açar ülkemde.
Zap suyu’nda bir güvercin
arınır günahlarından.
bir yıldız kayar Trakya’dan Cilo’ya,
halkım çisil çisil yağar
Anadolu’ya.
ardından eleğimsağma...
dağ, taş, dere, bucak, ova...
son hasattan önce
buğday sarısı Çukurova.
halkım kavis çizer bozkırda,
Ay ve yıldız gökyüzünde.
ülkem
bereketli çocuklara gebe.
Hüseyin Burak Us’un; Bir Çocuk Tutar Ellerimden, Seçkin Şairler Antolojisi ve Kim Geldi Penceresi’nden sonra, kapıyı tekrar çal ismini verdiği şiir kitabı ARK Kitaplarından çıktı. Şair, hikâyeci, romancı Hasan Ejderha dostla, Dostlar Çayevi’nde ziyaret ettik Hüseyin Burak Us’u. Kitabı ilk elden imzalı olarak almak da vardı işin içinde, Hüseyin’in “Tek şeker atsan da şafağın ziyasına/İnce belli muhabbete rağbet yok bu çağda” diye yakındığı, ince belli çay bardaklarının şahitliğinde muhabbet etmek de.
“Kitabı basılan şair, yükünden şimdilik
kurtulmuştur.” diyor, Şükrü Erbaş. Fakat Hüseyin’i o kadar dolu gördüm ki, “şimdilik”
bir anda gelip geçmiş sanki. Sonra kitabı okuyup bitirince “Basbayağı çocuktum adamlığına
bahse girdim” diyen birinin yükü asla eksilmez, dedim kendi kendime.
İmkân olsa bile insan çocukluğunda yüklendiği hiçbir yükü bırakamaz çünkü.
Dört bölüm, birbirinden güzel otuz
dokuz şiir ve seksen sekiz sayfadan oluşan kapıyı
tekrar çal, uzun zamandır özlediğimiz bir şiir kitabı olmuş. Mesela zamane
şairlerinin dilinden düşürmediği, okuyucuyu usandıran, her şiirde değilse de
iki şiirin birinde karşınıza çıkan, doğru-yanlış kullanıla kullanıla yamalık
tutmaz olmuş kelimeler yok kitapta. “Sarı siyah garbi yeliydim Karadere’den
evrene ileri” diye başlıyor şiirin yolculuğu; “Gönül saatimize bir şey olur
mu/İnce giyinsek Edirne havasında”, “Hesaba katılmazsa İstanbul ağzı/farkı yok
müstakil ev kapılarından”, “Bursa’da zaman dursun nal kokularıyla karışık”,
“Gurbet gezdik çok tren getirdik Ankara’dan”, “Saydığım günler Niksar
yolunda/toparlanıp girmişti koluma” ve “Uzattım Side göğüne aynı yerden
ismimi/kararmasın diye babadan kalan baht” diyerek Anadolu’yu geziyor.
Sonra “Çocuk kefenleri kurutuyor yerli güneşler Kudüs’ün gadasında”, “Uzaktan
seviyoruz Mescid-i Aksa’yı kimse kimseye benzemiyor kucaklaşınca”, “Bak tepeler
azalıyor Uhud’da Tur’da Nem aldı ümmet boy vermiyor artık” diyerek
Mescid-i Aksa ve Uhud’a, Tur Dağı’na götürüyor okuyucuyu. Ve “Soluyor
mu acep gömleğindeki çiçekler/yağmur geç kalınca” diye soruyor.
Ali Haydar Tuğ; ticaret lisesinden
sınıf arkadaşımız, kıymetli dost; bile, isteye dünyanın bütün yükünün altına
girmiş. Ve tam manasıyla bu yükün altında ezilmiş bir kazazede. Dünyadan erken
ayrıldı. Mekânı cennet olsun. Hüseyin Burak Us, Dereboğazı köyünden Ali
Haydar’ı unutmamış; “Akşama doğru uyanıp sevilmeye başlayınca/Ne uzun oluyor tuğlu geceler
Âli Haydar/Kâğıt kokusuna yatsı ezanına dereler boğazına”
“Güzel eserleri okumak, dinlemek,
görmek için hazırlanmak lazım.” diyor, Nurullah Ataç. Kitabın dördüncü bölümünü
okumaya üç İhlas bir Fatiha ile başladım. Bu bölümün adı, “berduş çavuş”. Berduş
Çavuş elinde bir mendil halayın başında olurdu hep. Halayına dizilen köylü
delikanlıları, onun attığı yere adımını atar, kaldırdığı yere kolunu
kaldırırdı. Aynı anda dizlerini kırar, yere çökerdi. Ve hep bir ağızdan
“atalım, atalım…” Sakal tıraşını ihmal etmezdi. Siyah saçlarını arkaya tarardı,
Berduş Çavuş. “Okunaksız yağmur yağıyordu halay çekerken/sınanıp geleceksin sandım
yağmur sonrasına/Dolaşmasın diye ayakların eve dönerken/çalılar kaldırdım
kapılar açtım sana”. “oy ne ağır kelime/Battı eteğindeki çiçekler alnımdaki
harflere“ Gerçekten de şu “oy” ne ağır bir kelime. Öyle ağır ki, onun
ağırlığı ancak babası ölenler anlar.
Bu yazı bir kitap tanıtım yazısı veya
tenkit yazısından ziyade, çocukluğumuzda aynı köyün havasını solumuş olduğumuz
bir kardeşimizin emeğini dillendirme çabasıdır. Çok güzel, olur olmaz
noktalamalardan uzak, hatta hiç noktalama kullanılmadan yazılmış güzel bir eser
olmuş, kapıyı tekrar çal. Zaten bir
kitap, bir insanın kafasına yatıyorsa öyle dilbilgisine, gramerine de çok
aldırış etmemek lazım. Desiderus Erasmus, “Sadece gramer bile (buluş olarak)
insanoğluna ömür boyunca işkence etmeye yeter.” diyor ve “Gramerci kadar gramer
vardır, hatta gramercilerin sayısı gramer sayısını biraz aşar.” diye ekliyor.
Hüseyin Burak Us; tiyatroculuk,
senaristlik, hikâyeciliğin yanı sıra kitapları zevkle okunacak bir şairdir. “Bakalım
şiirim tüyünü düzüp alasını, sürmesini çekebilecek mi?” demiş, şair A.Kadir
Bulut. Hüseyin’in şiirleri o aşamayı çoktan geçmiş, kanatlanmış, kollanmış. Dostlar
Çayevi’nde yıllardır şiir tamir eden şaire “şiir ustası” demek lazım aslında.
Belki de o bilinen ilk ve tek şiir tamircisidir.
J.D. Salinger’in Çavdar Tarlasında
Çocuklar romanının kahramanı Holden Caulfield, “Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz
zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her
istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence
gerçekten iyidir.” Ne mutlu bize, kapıyı tekrar çal şiir kitabının yazarı her istediğimizde telefonla
arayıp konuşabileceğimiz bir dosttur.
Çok güzel bir kitap olmuş. Kitapta her ne kadar “İnsan, yüzüne karşı bu kadar methedilmez.” diyorsa da göz önündeki gerçeği söylemeden geçmek olmaz. Gözü, zihni yormuyor, kitap. Güzel bir cümlenin olmadık bir yerinde sizi hers-marak edecek, çileden çıkaracak anlamsız bir uydurukça kelime çıkmıyor karşınıza. Kaldı ki romanın kahramanları Sakallı ve Burhan da yeni yazarlara şüpheyle yaklaşan insanlar. Her ikisi de daha çok eski yazarların kalburdan, elekten geçmiş kitaplarına rağbet ediyorlar. Evlerinde, kütüphanelerinde bu kitapları bulunduruyorlar. “Esasen bir okur olarak ben de eski yazarları daha çok tercih ediyordum. Sözüm ona yenilerin birçoğunun yazdıklarını okuduktan sonra harcadığım zamana üzüntü duyanlardanım.” diyor Burhan. Sonra “Yine bazı tanınmış yazarların bir yılda birden fazla kitap çıkarmasını da bir edebi çalışma değil, ticari faaliyet olarak kabul ediyorum.” Ne kadar güzel bir tespit; bu gibi kitaplar olsa olsa meslekî kitap olur. Son yıllarda o kadar çok kitap çıkıyor ki ardından yetişmek imkânsız. Fakat isminin güzelliğine, üzerindeki veya arka kapağındaki resme bakarak aldığımız bir sürü kitap okuyucuyu hayal kırıklığına uğratmaktan öte işe yaramıyor. Hele bizim gibi eline aldığı bir kitabı mutlaka sonuna kadar okuyup bitirmek huyu olanlar için, kitabın yarısına varmadan akıl almaz bir işkenceye dönüşüyor, okumak. Koca koca insanlar, yerine kullanabilecekleri o kadar çok kelime varken birilerinin “para karşılığı” uydurup Türk Dil Kurumuna pazarladığı kelimeleri kullanıyorlar. “Durumu öykülüyor.”, “dönenip duruyor” hele hele şu “devinmek” yok mu, karşısına çıkan normal bir insanı devindirip devirir! Bu dili kullananların bir kısmı serbest, onları okurken insan kendisini ona göre hazırlıyor zaten. Fakat öyle bir grup türedi ki bu grup güya millî, ha, bir de yerli. Kitap yazdığı dille insan içine çıkamaz, konu komşusuyla konuşamaz bu dediğim yazarlar. Denemesi bedava; gidip babalarına, “Baba bugün devindin mi, yoksa akşama kadar evin içinde dönenip duran anamın öyküsünü mü izledin?” diye bir sorsunlar! Bakalım babalarından nasıl bir küfür yiyorlar…
Birilerine laf saymak için bahane
arayan adamlar olur ya, işi oraya getirmeden konuya dönecek olursak, Van İle
Süphan son zamanlarda okuduğum en güzel kitaplardan biri. Şahin Savaş’la
Ankara’da Mehmet Yılmaz’ın öğrenci evinde tanışmıştık. Yirmi küsur yıldır
görüştüğümüz bir dostun kitabının çıkması ve imzalı olarak elimize geçmesi bizi
ziyadesiyle memnun etti. Birkaç gün içerisinde; bir kitabı okumadan ziyade
kahramanlarının yanı sıra dolaşıyormuş hissiyle, eskilerin deyimiyle taallüm
ettim. Her sayfasında, her paragrafında, birçok cümlesinde bir tanıdığa,
tanıdık bir şeye rastladım.
“Aşk acısı nasıl geçer, Dede?”
…
“Geçmez, oğul!” “… insan yaşarken âşıksa
ölürken de âşıktır.” diyor, Dede, yani Sakallı. Ve her ikisi de
sevdiğinden uzakta olan iki âşığın macerası bu soru-cevapla başlıyor. Sakallı
ile Necibe’nin Bodrum’da yaşadıkları kısa aşkları, Süphan Dağı’nın silueti
yansımış Van Gölü’nün kıyısında dile geliyor, kelimelere dökülüyor. Macerayı
dinlerken, yani okurken bazen aklıma Yusuf Hayaloğlu’nun Suphi’si geliyor,
“Tekneye martılar konardı./Yüreğim Suphi’ye yanardı, ağlardım.” diye
geçiriyorum içimden. Bazı cümlelere takılıyorum, tekrar okuyorum, seviniyorum: “Gözlerimi
üzerinde unutmuştum.” “Sesine yine her şeyi bağışlayıcı bir ton
verdi.” “Sonra bu şekilde oturup Süphan’a bakmak noksan yanıma iyi geliyor.” Bazen de
hedefini bulan taş çıktığı oluyor yazarın
kelimeyle dolu heybesinden. “O zamanlar dürüst insanlara idarecilik
verildiği olurdu.“
“Savaşta, bir de
aşkta hile mubahtır derler.” diyor Nazan Bekiroğlu, buna rağmen asla hileye
başvurulmamış bir aşkı anlatmış Şahin Savaş Van İle Süphan’da.
Bu arada, kitabı okuyanların ve naçizane
bu yazıya tesadüf edenlerin dikkatinden kaçmayacaktır; Şahin bey özgeçmişini
yazarken doğum gecesini yazmış ama tâbiri câizse laf kalabalığına getirip doğum
yılını yazmamış. Fakat ben biliyorum! Bir meczup dosta
“Kaç yaşındasın Salman Abi?” demiştim. Salman Abi parmakları açık vaziyette iki
elini havaya kaldırdı “Melek’in Omarı’ı benim taydaşım, hesapla bakalım” dedi.
Hani olur ya merak edenler için, Şahin Savaş da KSÜ öğretim üyelerinden Dr.
Mehmet Yılmaz’ın taydaşı…
Van İle Süphan
ARK Kitapları’ndan çıkmış, iki yüz elli beş sayfa. Okuru bol olsun.
Elindeki
lale motifli kasnağı oturduğu divana bıraktı. Bir süre pencereden süzülen
yağmur damlalarında geride bıraktığı zamanları seyretti. Zamanın insanı
olmaktan ziyade bu zamanda insanca kalmanın zor olduğunu düşündü. Yağan yağmur da
yarınlara akıp yön veren bir yağış şekli olduğu gibi o da insan gibi geçmişten
değil bugünden başlıyordu geleceğin duvarlarını inşa etmeye. Bu yüzden toprağa ekilen
tohumlar bugünden yağmurunu, güneşini ve zamanını almalıydı.
Günlüğü
geldi aklına, ona bugünden notlar düşmeliydi. Aklına gelen her cümleyi değil de
her bir seçkin cümleyi nitelikli ifadeler kullanarak yazmalıydı. Odasına gitti,
kitaplığının en üst rafına bıraktığı günlüğü her zamanki yerinden aldı ve kaydetmeye
başladı.
“
Bugün yıllardan yirmi dokuz… Zaman ilerlemiş ve ben, yaş almışım. Bir zamanlar,
yağmurdan kaçıp ağacın yaprakları arasına saklanan serçe kadar ürkektim.
Şimdilerde kendimi bir şahin gibi hissetsem de hala o ürkek serçeyim. Şu an bu
cümleleri yazarken dahi düşünüyorum. Neyi mi?
-Kaderi…
Kader
insana ait sözlü cümlelerden ibaret; çünkü gün gelir her cümle canlanır. Bu
yüzden yalana hayır, bu yüzden samimiyete evet… İnsan bu zamanda insanca kalmak
istiyorsa dürüstlüğün eşiğinden geçmeli. Dürüstlüğün kapısını tıklamalı,
cesaret dolu bir gönülle. O kapının da anahtarı içten bir niyettir. Kapı
açıldıktan sonraki durumları yine insanın niyeti belirler. O anahtar her kimde olursa, dünyada başına
gelecek her hallerden de emin olur. Yağan yağmurda görür güneşi, esen rüzgârda
duyumsar samimiyetin kokusunu…
Bugün
yıllardan yirmi dokuz… Zaman ilerlemiş ve ben, yaş almışım. Kulağıma süzülen
ikindi ezanın sesi ne kadar yorgunsa akşam vaktinin gelişi de bir o kadar ter-ü
tâze.
Gün
bitti…
Kaç
şair dile getirdi vaktin dolduğunu?
Kaç
şair ifade etti zamanın da bir insan gibi canlı bir varlık olduğunu?
ve,
Kaç şair yemin etti zamana?
Bugün
yıllardan yirmi dokuz… Zaman ilerlemiş ve ben, yaş almışım. Dışarıda yağan
yağmurlar kadar berrak bir zihinle aklıma düşenleri yine yazdım. Belki belirsiz
ama hep umutlu…
Kadere
iman ile...
kalın bir kitabın son sayfasında
içli bir şiir idim bir kaç kelime
ne zaman bir göz dokunsa
dizelerime
kanım çekilir
ürperirdim hece hece
okundukça okundukça alıştım
geçti gitti ürkekliğim
dillere düştüm
seher vakti turnalara
karıştım
ne zaman adım anılsa bir yerlerde
yankılanırım nota nota
karşı dağlarda
kimi zaman ninni
kimi zaman ağıt olurum
düşmeye göreyim
bir nadanın eline
içime kapanır
kağıt olurum.
-Merhum ve biricik Nâime Teyzemizin hüzünlü hatırasına
"Hatırlamak ne güzel şey ama ölürdük unutmasak."
İşte
Nâime Teyze, bu iştiyakla unutmak istediklerini zaman zaman hatırlamak için bu
kadim aynaya bakardı. Bakardı ve maziye güzide yolculuklar yapardı.
Âh
Nâime... O bakışlar, derin ve hüzünlü... O ne alım o ne eda. Nâime, hayranlık
uyandıran endamı, yüz kadını cebinden çıkaran becerisiyle bambaşka bir kadındı.
Ona doyamadı hiçbir insan evladı. Onun yürek acısı ise derin bir muamma...
Bir
erkek gölgesinde beli bükülmüştü Nâime Teyze’nin. Onun acıları süslemeye gerek
kalmayacak kadar büyüktü. Hangi insanoğlu vardı ki zaten dertten beli
bükülmemiş olsun. Nâime Teyze’nin altın kalbi girdiği tüm hayatları
yeşillendirip bahtiyar eylemişti ama kendi kırık gönlü gülmek bilmemişti.
Bu
ayna, altmış beş yıldır yüzünü eskittiği bu ayna yüreğini de yaşlandırmıştı,
acı tatlı bütün hatıralarına şahit olmuştu. Bir de Limon isimli kanaryası
yıllardır şahitti ya her şeye, onun da kuşdili anlatmaya kâfi gelmiyordu
olanları.
Tatlı
ve heyecanlı gençlik anılarını düşünürken, aynanın içinde o günlere gider,
yanakları utangaçlıkla pembe pembe olurdu. Sıkıntılar düşüp de aklına baktıkça
aynaya, yüzündeki çizgiler kat kat derinleşir, gözleri aynadan açılan kapıyla
geçtiği mazinin derinliklerinde kaybolurdu.
Bir
mektuba rastladı bu bahar temizliğinde, sahibine ulaşamamış bir mektup ya da
bir günlükten bir parça, masal tadında ama sonu hüzünlü. Aldı eline oturdu
kadim aynasının karşısına:
"Bir
varmış bir yokmuş, vay gönlüm…
Yüreğinde
onca merhamet yüküyle dolu bir insan varmış. Savaşlar ve acılarla dolu bir
dünyada yaşarmış. Boğazında düğümlenen onca sıkıntıyla elinden geldiğince
muhtaç insanlara yardım etmeye çalışır, hiç durmadan koşturur, yüreği yanar da
yanarmış. Söyleyemedikleri ile yüreği pare pareymiş. Elinden gelen önünde ama
elinden gelmeyen çareler yüreğinde dertle koşarmış oradan oraya. Davasında
samimi, kavline sadık yiğit bir insanmış. Dost bildiği yakınlarıyla yaralara
merhem olmaya and içmiş. Bu çekilen acının, dökülen kanın sonu gelmeyeceğini
bilirmiş bilmesine ama Müslüman kanı dökülüp durdukça Türk-Müslüman kanı
taşıyan bu yiğit insana durmak yokmuş. Bir cana derman olabilse, bir yetim
evladı mutlu edebilse dahi son nefesine kadar mücadeleye devam etmeye and
içmiş.
Bir
küçük deli kız varmış masalın öbür yakasında. Nasıl olduysa, devran dönmüş, bu
iki insanın yolu kesişmiş. Tüm dışa dönüklüğünün, hoyratlığının yanında aslında
naif ve zayıf bir kızcağızmış bu kız. Elleri kalem tutmaya, gözleri kitap
okumaya, kulağı musikiye âşinaymış. Kız daha bakar bakmaz görmüş ve tutulmuş
adamın içindeki ışığa. Ne diyeceğini ne yapacağını bilememiş. Onca yarayla ve
düş kırıklığı ile yaralı ruhu bir cezbeyle dile gelmiş. Bildiği en güzel
şiirleri ona okumak istemiş, en sevdiği romanları okusun da o dinlesin istemiş,
sevdiği şarkıları o da bilsin istemiş, kalemi onun hikâyesini yazsın istemiş
istemiş istemiş... Önünde duramadığı heyecanı onu korkutmuş, hayatın iplerini
hep elinde tutan temkinli hâli uçup gitmiş. Onca yaşadığı, onca gördüğünden
sonra, artık olgun bir kadın olduğunu, heyecanını kaybettiğini düşündüğü kırgın
bir anında bir dokunuş yüreğini cana getirmiş. Ne görmüş, ne bilmiş yüreği de
akıp gitmiş acaba. Yüreği yanında olan kız, çaresizliği karşısında yüreğine
güvenmekten başka yol olmadığını biliyormuş. Biliyormuş çünkü onun yüreğinin
evet dediğini Allah istemedikçe hiçbir şeyi değiştiremezmiş.
Yaralarla
dolu iki insan, iki yürek. Biri birine az fazla dokunsa diğeri kâğıt gibi yanıp
gidecek. Felek ne türlü imtihan etmek istermiş bunun sırrına varsalarmış keşke.
Nasıl yaklaşmalı, adım atmalı; öyle bir dokunmalı ki, sanki küçük bir bebeğe
dokunur gibi, kanayan yaraları açmamak ve daha çok kanatmamak için. Durdan
anlasa dil, yürek susmazmış. Yürek sussa, tabiat susmaz bir işaret gönderirmiş.
Yanmak var işin ucunda bilseler de, akıp yatağını bulacak su gibi kesemezlermiş
önünü.
Dilsiz
bir nağme uzar gidermiş kızın yüreğinden güzel insana: 'Sana geldim, sana sen
olduğun için geldim ve seni sen olduğun için sevdim. Benim için zerrece
yolundan saparsan seni sevemem. Beni zerrece yolumdan saptırırsan seni göremem.
Ben ben olduğum için beni sevdin, sen sen olduğun için seni sevdim. Yüreğim
akıp gelirken yüreğine beklentilerin ve hayallerin ötesinde anlaşılmaz bir
bağlılıkla teslim oldu sana. Senden gönlü şâd eden insanî şeyler değil, gönlü
şâd eden vicdanî şeyler istiyorum. Mektup yazarım sana, sadık bir gönülle oku
isterim mesela. Uzağımda olsan da hiç önemli değil, gönlüme yakınlığını
hissettiğim gönlünü isterim. Ağlarsam, gülersem hisset yüreğinde isterim. Sana
tutunduğumda kalbimin sesini hisset isterim. Beni incitebilirsin ama dokunurken
bana yaralı bir Ceylan'a dokunduğunu bilip şefkatli olmanı isterim. Uzağında
olsam da senin yalnızlığında kalırsam yorulurum. Derinliğimizde buluşalım tüm
gözlerden ırak, kimseler bilmesin. Gönlün yakın olsun bana, bunu bileyim ömür
boyu beklerim. Hoşgörülüyüm, sabırlıyım ama sadık bir yürek isterim. Sevsen
beni, yollarıma güller döksen, yıllarca beklesen, yüreğimi hoş etsen, kırk yıl
geçse aradan; ya da beni yüzlerce kez kırsan senden vazgeçmem; ama sevgisizlik
eşiğini geçersen, bununla vurursan yüreğimi biterim ben. Leyla'yı bekleyen
mecnun olmazsan vesselam, aşkımdan ölsem de olmam yanında.
Ben
buyum, bu kadarım, gözü karayım ama naifim. Suskun adama bu gönül tutkun. Ya
kabul et beni, ya da incitmeden sessizce çekil git hayatımdan...' "
Mektup
gözlerinden dolup da usulca akan yaşlarla ıslanır, yüzünde kat kat derinleşen
çizgilere esefle bakar. Bir "Âh..." dökülür nağme gibi dilinden,
gönlünden neler geçer neler... Bitmeyen ve gönlü kırık hikâyelere şahit kadim
aynanın yüreği bilmem kaçıncı kez yine burkulur.