mevsimlerden
bir susuzluğun biterken
henüz
daldırdığı çocuklarız geçmişe
gözlerde neyin karası
bilinmez
seçilmez sesimiz
ekinlerden
ah bir sevda var
yokuşlardan aşağı
dağa doğru bir sevda
ölürse
şarkılar içinde
kalırsa şarkılar
ey gözyaşlarının sakası
kuşlar konuyor
kondukça dudaklarına
Yoldaki Kalemler
Kültür, Sanat, Edebiyat ve Fikir Dergisi
BİZE YAZILANLAR...
Gözyaşları / Mustafa Alper Taş
47 NUMARA BOT /Teyfik KARADAŞ
Anam gider gitmez dedem beni hemen
yanına çağırttı. “Üzülme güzel oğlum, ben hem senin ayakkabını tamir eder hem
de sana ecer (yeni) kundura alırım” diyerek başımı okşadı. Elindeki yağlığıyla
gözyaşlarımı sildi. Dolaptan köşker ipi, bal mumu, çuvaldız, köşker iğnesi ve
pense gibi malzemeleri çıkarttı. Köşker ipine bal mumunu sürüp incelterek,
ipliği iğneye taktı. Ayakkabının tabanındaki lastiği çuvaldızla delip, iğnenin
ucunu penseyle çekerek benim kunduramı usta bir tamirci edasıyla onardı. Ayrıca
beş kundura alacak kadar bol miktarda para verip beni sabahleyin şehre
gönderdi. Beni şehre gönderirken de “oğlum sen yeter ki oku, ben sana istediğin
kadar ayakkabı alır, istediğin kadar da harçlık veririm” dedi. Her zaman
arkamda karlı bir dağ gibi duran dedemin bu sözünden ne kadar mutlu olduğumu
kelimelerle ifade edemem. Dünyalar benim oldu. Sevincimden ağladım. Ben Maraş’a
gelip kapalı çarşıdan kundura alırken üç ay içinde ayağımın otuz beş numaradan,
otuz yedi numaraya çıktığını gördüm. Otuz beş numara ayakkabılar ayağıma hiç
olmadı. Aldığım yeni kundura otuz yedi numaraydı. Bu nedenle; ayaklarım çok
büyüdüğünden kunduranın söküldüğünü tespit ettim. Yaşadığım bu olaydan sonra
ayakkabı ile derdim, sıkıntım başlamış oldu. Bundan sonraki seneler aynı sorunu
yaşamamak için biri birinden bir numara büyük iki kundura aldım. Küçük
kundurayı birinci dönem, büyük kundurayı ikinci dönem giyerek, vaziyeti idare
ederek ortaokulu bitirmiş oldum.
Liseyi Kahramanmaraş Endüstri
Meslek Lisesinde okudum. Lisede okurken tesadüfen Batı Parktaki kunduracı Arap
Usta ile tanıştık. Arap Usta güler yüzlü, alçak gönüllü bir insandı. Oldukça esmer
olduğu için Arap Usta lakabıyla tanınıyordu. Arap Usta’ya ayakkabı konusunda
yaşadığım sıkıntıları baştan sona destan gibi anlattım. Arap Usta da beni can
kulağıyla dinledi. Sözüm bittikten sonra, Arap Usta kendine has o yumuşacık
üslubuyla “bundan sonra sorun olmaz, ben ayakkabı hususundaki her derdine
derman olurum Pehlivanım” diyerek beni teselli etti. O günden sonra; Arap Usta
bana hem yeni kunduralar yaptı hem de eskiyen kunduralarımı tamir etti. Dört
yıl boyunca ayakkabı konusunda herhangi bir sorun yaşatmadı. Lisede okulun
güreş takımındaydım. Güreş yaparken mayo ve spor ayakkabısı konusunda yaşadığım
dertleri, kederleri hatırlamak dahi istemiyorum. O dönemde arkadaşlarımla Kapalı Çarşıda
gezerken, Trabzon caddesindeki ayakkabı mağazalarının vitrinlerine bakarken,
içeri girip çeşit çeşit ayakkabıları incelerken kimi kez üzülmedim, kimi kez
yerinmedim desem yalan olur. Arkadaşlarım mağazalardan istediği marka, istediği
şekil ve renkte ayakkabıları alıp giyerken, ben Arap Ustanın yapacağı klasik
tipteki kunduralarla yetinmek zorunda kaldım. Üniversiteye giderken Arap Usta
benim için ayakkabı yaptığı kalıpları bana hediye edip, “bu kalıpları gittiğin
yere götür, gittiğin yerde belki bu kadar büyük kalıp bulunmaz, perişan olma”
diyerek nasihatte bulundu. Gerçekten de Arap Ustanın bana hediye ettiği 47
numara ayakkabı kalıpları üniversite okurken Niğde’de, öğretmenlik yaparken
Van’da çok işime yaradı. Ayakkabı yapan ustaların yanına kalıp ile gittiğimde
bana hem tebessüm ettiler hem de azda olsa fiyatta indirim yaptılar. Ben de bugüne
kadar Arap Ustayı hiç unutmadım. Halen muhabbetimiz, ilişkimiz aynı sıcaklıkta
devam etmektedir.
Serhat şehri Van İlimizin, Emrah
ile Selvi’nin diyarı Yeşil Erciş ilçesinde öğretmen olarak görev yaparken
doksan iki senesinin kasım ayında askere gitmeye karar verdim. Milli Eğitimden
askerlik nedeniyle ücretsiz izin alıp, sülüsümü almak üzere memleketime yani
Kahramanmaraş’a gittim. Döngel köyünde iki gün ailemin yanında kalıp üçüncü gün
evraklarımı almak üzere Askerlik Şubesine geldim. Askerlik Şubesi beni kısa
dönem iki aylık vatani görevimi ifa etmem için Sivas 5. Er Eğitim Tugayına sevk
etti.
Dayım Cumali Gök o zaman Malatya
Şeker Fabrikasında pehlivan olarak çalışıyordu. Askere gitmeden önce dayımı
ziyaret etmek için Sivas’a Malatya üzerinden gitmeyi kararlaştırdım. Maraş’tan
otobüse binip yoğun kar yağışı ve tipi yüzünden zor bela üç saatlik yolu altı
saatte giderek Malatya’ya vardım. Bir gece dayımın yanında misafir olup, ikinci
gün otobüsle Sivas’a hareket ettim. Sivas’a giderken de yoğun yağışı nedeniyle
dört saatlik yol sekiz saat sürdü. Yağ Donduran Geçit ’inde ufak bir sıkıntı
yaşamış olsak da Allaha şükür kazasız belasız bir şekilde Sivas’a intikal
ettik. Bu sırada hava iyice kararmış saat sekiz olmuştu. Otobüste tanıştığım
benim gibi askere gelen Nizipli öğretmen Ali Kaya ile Sivas Öğretmen Evine
giderek yattık. Sabahleyin erkenden kalkarak birlikte kahvaltımızı yaptık.
Kahvaltıdan sonra ben Erciş’te birlikte görev yaptığımız Seyfi Yılmaz abimin
kardeşi Şükrü beye Sivas’ta olduğumu telefonla arayarak haber verdim.
Şükrü bey yanımıza gelerek bizi
çarşıya götürdü. Bize Sivas’ın Kongre Binası, Çifte Minare gibi tarihi
mekânlarını gezdirdi. Öğle yemeğinde bizi evlerinde misafir etti. Yemekten
sonra berberde tıraşımızı yaptırarak akşam olmadan bizi birliğimize teslim
etti. Nizamiyede bizim gibi yeni gelen yirmi kadar asker vardı. Bir onbaşı bizi
üçlü kolda hizaya geçirip bölüğümüze götürdü. Anlayacağınız kapıdan içeri ilk
adımımızı attığımızda askerliğimiz başlamış oldu. Bölük yemekhanesine
vardığımızda okuldan, memleketten, görev yerinden tanıdığım onlarca arkadaşımla
karşılaştım. İlk anda arkadaşlarımla karşılaşmam, onların beni “hoş geldin”
diyerek karşılamaları o an itibariyle mutlu olmama yetti de arttı bile.
Yemekhanede biraz oturup dinlendikten sonra koğuş çavuşunun verdiği dolaba
çantalarımızı yerleştirip, gösterdiği yataklara yattık. Sabah erkenden kalkıp
kahvaltımızı yaptıktan sonra elbiselerimizi ve botlarımızı almak üzere topluca
levazım deposuna gittik.
Levazım çavuşları bizi çay içme bahanesiyle kar
yağışı altında yarım saat kadar bekletti. Bu sırada bizler de sağımızdaki,
solumuzdaki çevremizdeki arkadaşlarla tanışma fırsatı bulduk. Levazım çavuşlarının
çay içme işleri tamamlanınca bizi on kişilik Levazım deposunda görevli çavuşlar
guruplar halinde içeri almaya başladılar. Bedenimizi ölçerek elbiselerimizi, ayakkabı
numaramızı sorarak botlarımızı dağıtıyorlardı. Sıra bana gelince ayakkabı
numaramı sordular. Kırk yedi dedim. Kırk beş numaradan büyük botumuz yok,
şansına küs diyerek bana karşıdan kırk beş numara bir bot fırlattılar.
Botlarımızı ve elbiselerimizi alarak koğuşumuza gittik. Koğuşta sivil
elbiselerimizi çıkartıp hâkî renkli askeri elbiselerimizi giydik. Askeri
elbiseler bazı arkadaşlara dar, bazı arkadaşlara geniş gelirken benim elbisem
kitap gibi üzerime oturdu. Asker elbisesini giyinip aynanın karşısına geçince
mutluluktan ağladım. Bizim yörede askerliğini yapmayana pek hoş gözle bakılmaz.
Asker olduğum için Allah’ıma şükrettim. Kırk beş numara bota uzun uğraşlar
sonucu zorla ayaklarımı soktum ama botun dar olmasından dolayı birdenbire
dünyam karardı.
Elbiseler giyilir giyilmez eğitim
çavuşları bizi eğitim alanına götürdüler. Tüfeksiz hareketlerden bir diyerek
bizi karşılıklı şekilde dizerek selam vermeyi öğretmek için eğitime başladılar.
Ben Teyfik Karadaş/Kahramanmaraş emret komutanım diyerek karşımdaki partnerime
selam verirken, oda bana Süleyman Dingil/Denizli emret komutanım diyerek selam
veriyordu. Arkadaşımın soy ismi Dingil olduğu için benim gülesim geliyor fakat
ayağımdaki botun sıkıntısından gülemiyordum. Ayağımdaki dar olan botlar
nedeniyle ayaklarımın kangren olacağını ve sonradan da kesileceğini
düşünüyordum. O an itibariyle ayakkabın dar olursa dünyanın geniş olmasının bir
anlam ifade etmediğini anladım. Tansiyonum yükseldi. Kar yağarken bile o soğuk
havada buram buram terlemeye başladım. Bu acıya dayanacak ne gücüm nede ne de
sabrım kalmıştı. Artık ya kendimi yere atıp ölüyorum diye bağıracaktım, ya da
ayağımdaki botları çıkartıp uzaklara, en uzaklara atacaktım. Askerliğin ilk
günü olduğu için birazda komutanlardan korkuyordum. Her şeye rağmen ölmemek,
yaşamak için düşündüğüm eylemlerden birini gerçekleştirmem an meselesiydi. Eylemi
gerçekleştirmek için eğitim çavuşunun bizden tarafa bakmasını bekliyordum. “Kul
sıkışırsa, hızır yetişir” diye boşa söylememiş büyüklerimiz. Bir baktım ki,
orta boylu nurani yüzlü bir çavuş “Teyfik Hocam, Teyfik Hocam “diyerek bana
doğru koşarak gelmeye başladı. Tam yanıma gelince duraklayıp beni tanıdın mı?
Teyfik Hocam diye sordu.
“Tanımadım komutanım” dedim.
“Tanımazsın tabi. Şimdi
memlekette olsa belediye başkanlarıyla, milletvekilleriyle Tekir’de Döngel’de
Şahinkaya’da soğuk suların başında gezer dolaşırdın. Yerdin içerdin Hocam”
dedi.
“Komutanım sen kimsin?” dedim.
Çavuş: Ben Şahinkaya’daki küçük
caminin imamı Nuri Bakır’ım. Memleketim Uşak. Boş zamanlarımda Andırın Arif’in
bakkalını çalıştırırım. Ben seni yakın tanıyorum hocam. Bir derdin sıkıntın var
mı?” dedi.
“Komutanım ayağım 47 numara
verdikleri bot 45 numara. Ayağıma zorla giydim. Öleceğim, ayağım kangren
olacak, zor durumdayım. Seni benim yanıma Allah gönderdi” dedim. (bu sırada
gözlerim yaşardı)
Bunun üzerine Nuri Çavuş beni
eğitim alanından alıp bölük binasına götürdü. Bölük binasında botlarımı
çıkarınca ayaklarımın tamamen morardığını gördü. Depodan sivil ayakkabılarımı
alıp ayağıma giydirdi. Beni yemekhane onbaşına emanet edip, kendi yeniden
eğitim sahasına döndü. Sabahleyin beni vizite onbaşısıyla doktora gönderdi.
Bizim taburun revir doktoru izinde olduğu için onbaşı beni Askeri Hastanenin
ortopedi doktoruna götürdü. Yolda da içeri nasıl gireceğimi, kepi nasıl
tutacağımı, selamı nasıl vereceğimi kısaca anlattı.
Hastaneye varıp muayene sırası
bana gelince kapıyı çaldım. Doktorun gel sesini duyduktan sonra kep sağ elimle
göğsümün üzerinde tutulu vaziyette usta bir asker edasıyla kapıyı açarak içeri
girdim. Topuk selamı verdikten sonra “Teyfik Karadaş/Kahramanmaraş bir durum
arz edebilir miyim komutanım” dedim.
Doktor (Tabip Üsteğmen): “Arz et
bakalım” dedi.
Ben: “Komutanım ayağım 47 numara,
bana 45 numara bot verdiler. Bot ayağımı morarttı” dedim. (Sözümü tamamlamadan)
Doktor (Tabip Üsteğmen): “Ben
saraç mıyım, çık dışarı” diyerek beni dışarı gönderdi.
Kapıdan dışarı çıkınca moralim
bozuldu, dünyam karardı. Devletin yetiştirdiği doktorun, devletin askerine
gösterdiği tavır her şeyden önce insana yakışmazdı. Sonra hiçbir kişi, hiçbir
makam devletin askerine böyle davranmamalıydı. Daha sonra bir öğretmene böyle
davranılmamalıydı diye düşünmeye başladım ama o an için elimden gelecek bir şey
yoktu. Revir onbaşısıyla buluşup bölük binasına gittik. Nuri Çavuş beni bina
girişinde karşıladı. Hastanedeki durumu Nuri Çavuş’a anlattım. Nuri Çavuş beni
bölük komutanımızın odasına götürdü. Kısa künye yaptıktan sonra beni, sivildeki
konumumu ve bot konusundaki sıkıntımı bölük komutanına anlattı.
Bölük Komutanı (Yüzbaşı): “Allah
esirgesin. Hocam savaş zamanı Seyit Onbaşı gibi üç yüz kiloluk top mermisini götürecek
bir yiğitmiş ama ne yapayım. Beykoz’a yazı yazsam bot iki ayda gelir, o güne
kadar hocamın askerliği biter. Siz hocama içeride bir görev verin askerliğini
sivil ayakkabılarıyla tamamlasın Nuri Çavuş” dedi.
Nuri Çavuş: “Baş üstüne
komutanım” dedi.
Ben de Bölük komutanına bir baş
selamı verdim ve Nuri Çavuşla birlikte Bölük Komutanının odasından ayrıldık.
Bölük çavuşunun yanına gittik. Bölük çavuşu beni yemekhane onbaşının yanına
yardımcı olarak görevlendirdi. Bölük Çavuşu ile Bölük Eğitim Çavuşu olan Nuri
Hoca yemekhane sorumlusu İbrahim Onbaşıya hocamı çalıştırma, idare et dedikleri
halde disiplini bozmadan verilen her görevi eksiksiz olarak yerine getirerek
iki aylık askerlik görevimi başarıyla ifa ettim.
Arkadaşlarım Sivas’ın eksi on
beş-yirmi derece soğuğunda eğitim yaparken, ben binanın içinde başka bir görevi
yerine getirdim. Arkadaşların birçoğu soğuk hava nedeniyle sinüzit hastası
oldu. Arkadaşlarım dışarıda soğuk havada nöbet tutarken ben sıcak yatağımda
uyudum. Sivil hayatta 47 numara ayakkabı bulamadığım için sıkıntı çektiğim
halde, askerde 47 numara bot bulamadığım için rahat ettim. İnsanların keder ve
mutlulukları yaşadıkları şartlara bulundukları ortama göre değişmektedir.
Askerde sıkıntıya düşünce,
önceden kendisini hiç tanımadığım Nuri Çavuş’un anında yanıma gelmesi
saadatların gösterdiği bir kerametiydi? Yoksa Yüce Mevla’nın bir sırımıydı? Yâ da
Nuri Hoca bana yardım için gelen bir Hızır mıydı? Otuz yıldır anlayamadım ama
anladığım bir şey oldu; o da başı dara düşen bütün kullarına Yüce Mevla’nın
doğrudan veya dolaylı olarak yardım etmesi gerçeğidir. Yeter ki siz ona inanın,
ondan yardım dileyin. Allah sizlerin başını dara düşürmesin, başınız dara
düşerse de Yüce Mevla’m yardımını esirgemesin. Allah’ım tüm inananları Nuri
Hoca gibi iyi insanlarla karşılaştırsın.
BELA / Miraç DOĞANTEKİN
Özlemek acı öfkesi kıskanmanın
Beklemek bilenmek öksüz bir ayrılığa
Kaybetmek açığa vurmak korkularını
Ağaçtan sallanan adamlara ayak
İyi adamlarla dolu dünyasının katiline
Nefretini sunması bir çiçeğin ağlayarak
En çirkin delirmek en iğrenç kusmak
Şiir bilgeliğin ve deliliğin sesidir
Neden yasaktır peki bir şiirde kendini asmak
Ölümden türkü yazmak kelebeğin kanadına
Hepsinden kötüsü ben olmak yeryüzünde
İğrençliğe lanete böylesine mal olmak
Dünya Meyvesi / Fazlı Bayram
biz kuşandılar sanıyorduk kılıcımızı
batının haçıymış sürdükleri fondoten
la deyince yüz bin dünya döktüler denize gibiydi
bedenlerinde sarmaşık pahalı takımlar
kol saatleri koca kaşlı gümüş yüzük
menfaat tükettiler ömür sanıyorduk
bu evler arabalar
ciks ciks kaynanalar
nerden türedi gökten inmedi zenbille
yoğurdunu sen bildiğin gibi ye arkadaş
derdimiz yoğurt olsaydı
biz onu aslanın ağzından değil
midesinden çıkarırdık
deşer kalbini göğe asardık
“NURETTİN TOPÇU” ve VAROLMANIN AŞISI / Hidayet BAĞCI
“Vâr olmak, istemek ve sevmektir.”
Eğer
bir insan vâr olmak endişesi taşıyorsa öncelikle bunu samimiyetle istemesi
lazım gelir ki kendi dünyasında bu konuya merakı olsun ve eyleme dönüşsün. Bu
hareketin en güzel modeli olan Nurettin Topçu kendi dünyasındaki bu merakı keşfetmesiyle
amacını belirleyerek o istikamette güzel adımlar atmış ve bir düşünceyi nasıl
harekete geçirerek cisimleştirmesi konusunda kendini bu zamana kadar taşımıştır.
Hareket
(Aksiyon) felsefecisinin kurucusu Maurice Blondel’i Fransadaki eğitim hayatında
tanımıştır. Blondel’i tanımasıyla başlayan mistik ilgileri İslam tasavvufuna,
özellikle Vahdet-i Vücud felsefesine
doğru gelişmiştir. Avrupa tahsiline giden Türkler arasında ahlak üzerinde
çalışan ilk öğrenci ve Sorbonne’da felsefe doktorası veren ilk Türk Nurettin Topçu’dur.
1934 yılında Türkiye’ye dönerek Galatasaray lisesinde felsefe öğretmeni olarak
göreve başlayan Nurettin Topçu çocukluk arkadaşı Sırrı Tüzeer vasıtasıyla
hayatı boyunca etkileneceği bir şahsiyet olan Abdülaziz Efendi (Bekkine) ile
tanışmış, “Hürriyetim, hareketimin
varlığı sayesinde vardır ve hareketle birlikte kendini gösterir.” diyerek
ona intisap etmiştir.
Peki
Nurettin Topçu’ya göre tam ve gerçek hareket nedir?
“Her defasında, en iptidai bir karar ve
feragatte bile, bütün âleme yayılış, oradan da sonsuzluğa geçiş, sonra
sonsuzluktan aldığı kuvvet ve bütün âlemden aldığı ibretle, aynı zamanda zekâ
ile iradenin bütün kuvvetlerini kullanarak, tekrar kendi âlemimize dönüş ve bu
noktadan âlemle temastır.” diyen
Topçu’nun ifadesine göre düşünce bir hareket midir? Evet, aslında düşünce ve
düşünmek de bir harekettir.
“Hareketlerimizin içselleşmesi ve iç
yaşayışımızın sonsuzluğuna sığınması halidir. Gerçek ve olgunlaşmış bir
harekettir; bütün hareketlerimizin başlangıcı ve sonudur.”
Bu
sebeple insan her ne yaşarsa yaşasın ancak yaşadıklarına itina gösterdiği kadar
öncelikle düşündüklerine de özen göstermelidir. Çünkü belli bir zaman sonra
düşünceler de harekete dönüşür ve vârolarak cisimleşir. Bu düşünceye yaşadığımız
hayata atıfta bulunabiliriz. Topçu’ya göre düşünce dört basamaktan oluşur.
Bunlar; yakınlaşmak, eşyaya yönelerek verilen hükümler, aşk/ihtiras yolu ve hareketle
düşünmektir. Bu dört adımdan oluşan düşünceyi kısaca özetlersek; düşünce
tabiatla yan yanadır ve bu yakınlık onları vazgeçilmez bir noktaya getirir ki ikisini
ayrı tutmak çok bencilce bir hareket olur. Pascal “Eğer insan bütün bir tabiat olmasaydı her şeyle ilgilenmeye
kabiliyetli olmazdı.” der ve bu sebeple eşyaya verilen hükümler, “Bizi dar benliğimizden çıkarıp başkalarına
teslim edicidir; bizi genişletici ve hayırkar yapıcıdır.”. Bu noktadan
sonra insan aşk ve ihtiras ile kendi etrafında derin yaşayışlar keşfetmelidir. “İnsan ilmini kendinde derinleştirmesi,
şahsiyetini darlıktan kurtarıp genişletmesi gereklidir. İnsan ruhu aleme doğru
yayılırken aynı zamanda kendi içinde derinleşmelidir.” Daha sonrasında “Hareketle âlemin bütününe bağlanan varlık,
yine âleme bağlanmış oluyor. Düşünce ile hareket burada birleşiyor ve bu
mıntıkaya kadar getiren yolu aşan insan, burada sonsuzluğun iradesine yaklaşmış
oluyor.”cümlesi bizi vâr olma noktasına yakınlaştırır.
“Hareket ediyorum, düşünüyorum. Birliği seviyorum, o
halde varım.”
Topçu’nun kaleminden
hareketin düşünceyle, düşüncenin istemek ve sevmekle vâr olacağını öğreniyoruz. Bu sebeple her bir
bireyin “Millet kültürünün
ağacını dikecek ve millet ruhuna hayat getirecek nesiller, inanışla sevgi
mabedinin mihrabında önce tevbe etmeli, sonra da inanmayı ve sevmeyi
öğrenmelidirler.” bu minval
üzerinde hareket etmesi lazımdır. Bu
düşünceyle bu nesil çağlar ötesini aşmalıdır. Peki, göz görüyor zekâ kavrıyor,
bunca bilgilerin ışığında insan bildikleriyle mağrur olurken bizler neleri
biliyor ve düşünüyoruz ki çağlar ötesine koşalım? Oysa düşündüklerimizin ne
kadarını harekete geçiriyoruz. Onları gölgemiz gibi yanımızda nasıl taşıyabiliriz?
Behemal bunlar başlı başına birer felsefik düşüncelerden ibaret olsa da
harekete geçirilmesi gereken vâr olmaya aday fiiliyatlardır.
Kimimiz
bir resmin, bir fikrin ve bir sanatın hayranıyız. Kiminin de bir hüner
sultanıdır. “Bu yüzden; hayatı muhafaza
içgüdüsüne bağlanan bütün arzular ve sefaletlerimiz bizde benlik şuurunu
yaratıyorlar. Onların gözüyle görüşe de akıl diyor, düşündüğümüzü söylüyor;
gerçeği bildiğimize inanıyoruz. Hakikat şu ki; canlı varlığın ilk ihtiyaçlarını
iç güdüler karşılıyor. İç güdü tatmin oldukça hayati kuvveti biriktiriyor. Ruh
sefaletleriyle el ele veren hayati kuvvet kendi kendini deneye deneye insanda
ihtiras haline geliyor. Sonunda eşyayı ve olayları ihtiraslarımızın dürbünü ile
görüyoruz. Sefaletlerimizin fetvasına böylece boyun eğiyoruz.”
Bu
tür duygulardan kurtuluş için insanın tevbe etmesini istemesi lazımdır. “Sonsuzluğa çevrilen samimi istek, insan
için selametin ilk adımını teşkil ediyor. İlahi kapıyı kımıldattıktan sonra
etrafımıza ışıklar süzülüyor ve yeni denemeler başlıyor.” Bu denemeler
sanat, ahlak ve dindir. Behemal “Çokluğun
vehim olduğu anlaşılacak, her şey Bir’de
birleşecektir. Her şeyin bir şey olduğu bilinecek, Bir’inse mekâna sığmayan Dost
yüzü olduğu görülecektir. O’nu bilen, gururdan, kinden ve bütün hırslardan
soyunmuştur. Bilen bahtiyar olacaktır.”
İnsanoğlunun
eşyaya temasıyla vâr olan düşünce çok şekillidir. Varlığı tanımanın şekil ve
dereceleri akıl, duygu, sezgi, aşk, ihtiras ve merhametin birbiriyle döngüsel
olarak iletişimi sayesinde ilerleme kaydeder. Nitekim Topçu, bu şekil ve
dereceleri tanımlarken şu ifadelerde bulunur:
“Akıl insanoğlunu dünyaya
sultan yapan cevherdir. Ancak aklın eseri olan ilim merhamete nazaran pek küçük
bir şeydir. Duygu hem aklı kımıldatan kuvvet hem de kendi varlığının farkına
vardırandır. Duygular, rüyamızı tatlılaştırır ve hayat uykumuza fani bir mana
katarlar. Duyguların örgüsü olan sanat, hayat çilemizin tesellisidir. Sezgi
bize bekadan bir ışıktır; belki de hakikatlerin kapısıdır. Gafletten bir
silkinme, bir hikmet kımıldanışıdır. Aşk dünyaların her an yeniden yaratılma
şevkidir; ebedi ruhlardan bize doğru bir akım, fenadan bekaya bir intikaldir.
İnsanın teker teker eşyadan sıyrılarak sonra her şeye birden sahip olmasıdır;
sonsuzluğu kavrayan iktidarın insan varlığında nöbet tutmasıdır. Varlığın kendi
kendine sığmayan iktidarıdır; aslına dönüş iradesidir. Ene’l-hak sırrına
erenlerin, «Allah’ım ruh ve vücudumu iğrenmeden seyredebilecek kuvvet ve
cesareti bana ver!» diyerek murada ermeleridir.”
Buraya
kadar varlığı tanımak için onun şekil ve derecelerini idrak noktasındaki
sınırlarımızı yok etmeye çalışarak taşları yerinden kımıldatan Topçu, bu şekil
ve derecelerin içerisinde yer alan merhameti öyle bir tanımlar ki bu cümleye
hak verirsiniz.
“Merhamet bunların hiçbirisine
benzemez, hiçbirisiyle ölçülmez. Belki bütün bunlar ona zemin
hazırlayıcıdırlar, ona yaklaştırıcı gayret ve duadırlar. Allah ile ansızın vaki
olan buluşma hali olan merhamet, bu ruh hallerinin her birine karışmadıkça
onlar sakat veya sefil kalırlar.”
“Vâr Olmak” Nurettin Topçu’nun gençlik
yıllarındaki felsefeye olan merakıyla başlamış olsa da nice insanlar o’nun bu
tatlı merakıyla beslenerek vâr olma noktasına yetişmiştir.
Ne
mutlu o’nunla Vâr Olmak’ı idrak
edene!..
DÜŞE YATMAK (Alişarlı Emiş) /Teyfik KARADAŞ
Ben on bir yaşındaydım. O sene
mayıs ayının sonunda Mağaralı Yaylasına göçmüştük. Zaten Mağaralı Yaylası bize
aitti. Bizden başka hiçbir sülale, hiçbir aile, hiçbir kimse konup göçemezdi.
Mağaralı Yaylası; dereleri, tepeleri, esikleri, düzlükleri obrukları ve toprağında
yetişen kenger, geven, çakşır, üçgül, kekik gibi binlerce tür bitkiyle ülkemizde
eşine az rastlanan bir coğrafya parçasıdır. Aynı zamanda göklere yükselen karlı
dağları, bu karlı dağlarda yetişen sedir, köknar, ardıç, meşe, şimşir gibi
onlarca çeşit ağaç ile yörede adından söz ettiren önemli bir havzadır. Farklı
bir pencereden baktığımızda bağrında yetişen sümbül, çiğdem, papatya, orkide gibi
çiçeklerin kokusu ve yıl boyu kar kütlelerinin altından akan buz gibi soğuk
sularıyla keşfedilmeyi bekleyen dünyanın saklı cennetlerinden bir köşedir. İşte
kelimelerle tarif edilemeyecek kadar güzellikte olan Mağaralı Yaylasına
göçtüğümüz sene babamla, amcam keçileri, amcamın oğlu İsmail ile ben de
oğlakları güdüyorduk.
Bir gün babam ikindi vakti sürüyü
otlatmaya gitmişti. Akşam dönüşte üç tane keçinin, dört tane dişi çebicin kayıp
olduğunu sağım esnasına fark ettik. Havanın karanlık ve bölgenin sarp
kayalıklarla kaplı olması nedeniyle kayıp hayvanları aramaya hemen gitmedik.
Sabah ışıyınca amcam, babam ve ben keçilerin kaybolduğu Çatal İnlik bölgesine
gittik. Sedir ve köknar ağaçlarının altlarını, bölgedeki her kayanın dibini,
taşların deliklerini santim santim aradık, hayvanlarımızın ölüsünden de
dirisinden de hiçbir emare bulamadık. Hayvanlarımızı ayı veya kurt gibi vahşi bir
hayvan yese ayaklarından, boynuzlarından veya kemiklerinden mutlaka bir parça
kalırdı. Hırsız çalacak olsa; sütlü keçilerin yerine daha iyi para edecek
tekeleri veya kısır keçileri götürürdü diye düşünüyor, bu nedenle sütlü
keçilerin kayıp olmasına bir anlam veremiyorduk. Karlık, Eşme, Keş Dağı gibi komşu
yaylalarda oturan obaların çobanlarının da hepsine sorduk, sual ettik ama olumlu
bir sonuç alamadık. Üç gün boyunca dağlar kazan biz kepçe yöremizdeki her yeri didik
didik aradık, kayıp hayvanlarımızı bir türlü bulamadık. Sanki yer yarılmış,
bizim hayvan içine düşmüştü. Hayvanları bulma konusun da umudumuz tükendi. Sahip olduğun bir şeyi yitirmenin ne kadar
zor olduğunu yaşım küçükte olsa böylelikle öğrenmiş oldum.
Akşam yemeğinden sonra çadırın
önünde hem çay içiyor hem gelmişten, geçmişten sohbet ediyor, hem de kayıp olan
keçilerimizle ilgili çeşitli yorumlar yapıyorduk. Babam birdenbire irkilerek “çözümü
buldum” diye bağırdı.
Ben- “Nasıl bir çözüm buldun baba?”
dedim.
Babam- “Alişarlı Ermiş’i buldum
oğlum” dedi.
Ben- “Alişarlı Emiş ne yapar,
bize nasıl yardımcı olur baba?” dedim.
Babam- “O uyursa, düşünde bizim
keçilerin olduğu yeri veya başlarına ne iş geldiğini görür oğlum” dedi.
Ben- “Nasıl görecek baba, ben
böyle işlere inanmam” diyerek itiraz ettim.
Babam- “Sen sabah erkenden Alişarlı
Emiş’ in yanına gideceksin, selamımı söyleyeceksin, o keçilerimizi bulur” dedi.
Ben- (İtiraz etmeden) “Peki
babacığım” dedim.
Sabahleyin kalkar kalkmaz güneş
doğmadan önce düştüm Tekir’in yoluna. Balta girmemiş ardıç ormanların
arasındaki patika yolda yürümeye başladım. Yolda yürürken adımlarımı hızlı
hızlı atıyor, içimdeki korkuyu atmak için bazen türkü söylüyor, bazen şiir
okuyordum. On beş dakika kadar sonra hava aydınlanınca, Tekir Köyü bütün
ihtişamıyla uzaydan çekilmiş bir kartpostal gibi gözükmeye başladı. Benim ruhumdaki
korku hissinin yerini mutluluk aldı. Ağaçların başında öten kuşların sesleri
ruhumu dinlendirirken, geçtiğim yollardan bir öte, bir beri geçen tavşan,
sincap gibi hayvanlar irkilmeme neden oluyordu. İşte böyle güzel bir halet-i
ruhiye içinde Yeşilgöz çayının doğduğu yere indim. Yeşilgöz’ ün buz gibi
sularıyla elimi yüzümü yıkadım. Biraz dinledim ve Alişarlı Emiş’in yanına
gitmek için yola koyuldum.
Alişarlı Emiş önceden tanıdığım
mütedeyyin bir insandı. Oğlu Osman annemin amcasının kızıyla evli olduğu için akrabalık
bağımız da vardı. Bu nedenle ilkbahar mevsiminde zaman zaman bizim Kurt
yurdundaki çadıra gelir namaz kılardı. Namazını kıldıktan sonra abdestini
tazeler hayvanlarını otlatmaya giderdi ama ben o güne kadar düşünde yitik
bulduğunu bilmiyordum. Yeşilgöz’ den sonra yoluma devam ederken Alişarlı Emiş’
in hayvanları düşünde nasıl göreceğini düşünmeye başladım. Benim mantığım bu
işi kabul etmiyor, hurafe olarak görüyordum. Babamın isteğini geri
çeviremeyeceğim için de mutlaka Alişarlı Emiş’ in yanına gitmeliydim. Karaağaç
Gediğinden, Tilki Deliğinden ilerleyip Karınca Yolağına vardım. Karıca
Yolağından sağ tarafa dönüp Alişarlıların Tahta Köprüsünden geçip Alişarlı
Ermiş’in evine ulaştım. Alişarlı Emiş evinin önündeki bahçede yufka ekmek
yapıyordu.
Alişarlı Emiş’e: “Bibi ben Yahya
Mehmet’in oğluyum. Üç gün önce yedi tane hayvanımız kayıp oldu. Aradık, taradık
bulamadık. Babam da beni senin yanına gönderdi. Keçilerimizi bulmalıymışsınız”
dedim.
Alışarlı Emiş- “Hoş geldin Teyfik
oğlum. Babayın selamı başım üstüne, bu işe de günahmış falan diyorlar ama
babanla tuzumuz ekmeğimiz çok. Uyuyabilirsem inşallah bakarım” dedi.
Ben – “Sağ olasın Emiş bibi”
dedim.
Alişarlı Emiş- “Oğlum açmısın?
Bazlamama yapayım da ye” dedi.
Ben- “Teşekkür ederim Emiş bibi
tokum” dedim. (Aç olduğum halde.)
Alişarlı Emiş- “O zaman oğlum sen
şimdi git, değirmenin orada dut ye. Benim yanıma öğle namazından sonra gel”
dedi.
Ben bunun üzerine Emiş Bibinin
evinden ayrılarak Köse Kadirlerin evinin yanından Tekir’e gittim. Tekir’de
Yayla Lokantasına giderek karnımı doyurdum. Fazlının Çay Ocağında çay içtim.
Murat Remzinin Bakkalından ufak tefek alış-veriş yaptım. Öğle ezanı okununcaya
kadar vakit geçirdim. Cemaat camiden çıkınca ben de Alişarlı Emiş’ in evine
gittim. Alişarlı Emiş beni evin sofasında karşıladı. “Teyfik kuzum, hayvanlarınız
Ali Babanın Taşının, Yoncalı tarafında bir aklana saplanmış, yukarı
çıkamıyorlar. Sizinkiler keçileri aramak için taşın başına birkaç defa
varmışlar ama o saatte keçiler aklanın arka kısmında küçük bir mağara var orada
oldukları için görememişler. Kuzum keçiler açlıktan susuzluktan perişan halde
hemen git, keçileri kurtarın” dedi.
Emiş bibi sözünü bitirir
bitirmez “teşekkür ederek” geldiğim istikametten gerisin geriye yola revan oldum.
Bir an önce hayvanlarımızın bulunması için bazen koşarak, bazen yürüyerek
yıldırım hızıyla ilerliyordum. Vakit öğle üzeri olduğu için hava çok sıcaktı.
Sıcağın etkisiyle sırtımdan çıkan ter, üzerimdeki elbiseleri iyice ıslatmıştı.
Saman taşına varınca beş dakika mola verdim. Saman Taşının Pınarından su içtim,
elimi yüzümü yıkadım, biraz nefesimi toplayıp aynı hızla yoluma devam ettim.
İkindi ezanı okumadan yayladaki çadırımıza ulaştım. Nefes almadan Alişarlı Emiş
’in söylediklerini babam ve amcama anlattım.
Babam ile rahmetli Ali amcam
zaman kaybetmeden ellerine bir ip alarak Ali Babanın Taşına gittiler. Keçileri
Alişarlı Emiş ‘in söylediği yerde bulmuşlar. Amcam aşağı inmiş aklandaki
keçilerin boynuza ip bağlamış. Babam yukarıdan ipi çekmiş, amcam aşağıdan
keçiyi kaldırmış, sırasıyla bütün hayvanları çıkartmışlar. Ardan bir saat
geçmeden keçileri alıp geldiler. Gerçekten de keçiler açlıktan ve susuzluktan
perişan haldeydi. Sütlü keçilerin memeleri kör olmuş artık süt vermiyordu.
Bütün keçiler zayıflamış, kılları dökülüyordu. Her şeye rağmen yitik
hayvanlarımız bulunduğu için obamızda bayram havası esti. Hayvanlarımıza ot
toplayıp yedirdik, su ısıtıp içirdik. Keçilerimiz bakımı iyi olunca bir hafta
sonra iyileşti.
O günden sonra vefat edinceye
kadar ne zaman Alişarlı Emiş’ i görsem önünde saygı ile eğildim. Ne zaman bir
müşkülüm olsa duasını istedim. Alişarlı Emiş ‘in öldüğünü aylar sonra duyunca
göz yaşı döktüm. Ruhu şad, mekânı cennet olsun. Ben Anadolu’nun her yöresinde
bir Alişarlı Emiş olduğuna inanıyorum. Allah ülkemizden Alişarlı Emişleri eksik
etmesin. Büyüklere saygı hem dini hem insani bir görevimizdir. Bütün büyüklerimiz
başta olmak üzere, özelliklede Alişarlı Emiş gibi manevi büyüklerimize her
zaman saygı göstermenizi diliyorum.
Çarpık Yürüyüş/ Sibel Kök
kalp
kırılmaz yıkılır ancak, almışsa yara
gedik
önce ruhta açılır, sonrası koca bir boşluk, tek ve tenha
boğazda
yumruk yahut gövdede kurt, açıkça söylenmez kimliği
insafı
yok bu kaza süsünden kalma en ağır hasar;
yenilgidir,
sevinsin galip çıkanlar
güven
sustalı bıçak, benlik rab tahtta
korku ve
endişenin satıldığı gölgeler pazarında
susunca
kalabalık, konuşunca yalnız
bulanık
bir aynadır her yüz
yol
biter, dal kırılır, düş yorulur, anlatır zaman
ne bir
eksik ne de fazla
dünyaya
vurulmak üzere gelen serçenin ürkekliği
neyse
odur insan
MERMİ KALMADI EVLADIM/Mehmet Muharremoğlu
Bir gün yine “tatbikat var,
bölükler hazırlıklarını tamamlasın” dediler. İkinci Cihan Harbi patlak
vermişti. Her Allah’ın günü harpte gibi tatbikat yapıyorduk. Hazırlıklar
tamamlandı. Tatbikat günü geldi çattı. Takımlar, bölükler toplandı. Çukurova’nın
düzüne bir tümen asker yığıldı. Piyadeler yerini aldı. Süvariler, Ceyhan ırmağının
kenarına belli duraklar mevziler tespit ederek dizildiler. Topçu birliği olarak
biz de toplarımızı vadinin yukarı yamaçlarına doğru çıkardık. Topları altında
kızaklı arabalarla dağın yamaçlarına kadar çıkarır orda mevzilenirdik.
Kumandanların dediği şekilde kamufle ettik, toplarımızı sabitledik, namluları
yağladık, beklemeye başladık.
Evvela piyade girdi çatışmaya Çukurova’nın
düzünde. Ardından süvarilere emir verildi, onlar tozu dumana katarak dahil
oldular hengameye. Aşağı ovada göz gözü görmez oldu. Topçular ağır adamlardır
oğlum, savaşın seyrine göre en son sahaya topçular çıkar. Bir de çıktılar mı
önünde beli benzer birlik duramaz.
Aşağıda piyade, süvari birbirine
girmişti. Bizim görevimiz, ovanın öbür ufkundan giriş yapan topçu birliğini
imha etmekti. Sıra bize yani topçulara gelmişti. Evvelden toplarımızı
kumandanların işaretlediği yerlere mevzilemiştik. Mermileri topun ağzına sürmüş
pür dikkat emir bekliyorduk.
Ali kumandanın tok sesi mevzinin
öbür başından gürledi:
Dikkat! Topçu birliği! Bütün
takımlar silah başına!
Dane müsademeliiii!
Topçunun en mühim komutu buydu
evladım! Dane müsademeliiii!
Namluları verilen koordinatlara
göre ayarlayın demekti. Nişancılar ellerinde ölçüm aletleriyle namlulara sağa
sola, aşağı yukarı manevra yaptırdılar. Gerekli ayarlamalar yapıldı. İkinci
emir geldi!
Nişan aaaal!
Birazdan gümbürtü kopacak hazır
ol. Bu emirle beraber verilen hedeflere nişanladık topları. Dikkat et evlat,
korkma. Birazdan cayırtı kopacak.
Ateeeeşşşş!
- Güüümmm
- Zoooommmm
Namlular aşağı ovanın
ilerisindeki tepeleri dövmeye başladı. Topçu birlikleri verilen hedefleri bir
bir vurmaya başladı.
Güüümmm – Zoooommmm
Dedemin her gümlemesinde top
mermileri sanki büyük odadaki tandır ocağına düşüyor, ocakta yanan çam
kütüklerinde çıtırtılar artıyordu. Mermiler Çukurova’da değil de bizim evin
damında patlıyordu. Sesi gürdü dedemin. Sert adamdı. Evden seslenince
Yukarıoba’nın Uzuntarlasında Güççük emmi ses verirdi. Sanırdın aradaki caminin
çatısı yerinden kalkıp geri konacak.
Güüüümmmm
Zooooommmmm
Bütün takımlar sırayla bütün
hedefleri tam isabetle vurmuşlardı.
İkinci atışlar için emir geldi!
Topçu birlikleri! Mermi süüürrr!
Dane müsademeliiiii!
Nişan aaaallll!
Ateeeşşş!
Güüüümmmm
Ateeeşşş!
Zooooommm…
Ovada piyade süvariye karıştı.
Mermiler vızır vızır havada uçuyor, top mermileri süvariyle piyadenin üstünü
aşıp karşı ufuklarda patlıyordu. Piyadeler kaçacak delik aramaya başladılar.
Süvariler atları zaptedemez oldu.
Hamit, atını Ceyhan ırmağına
sürdü. Sılada sevdiği varmış. Kara sevdalıydı. Hamit’in sevdasını bütün tugay
bilir, herkes ona hürmet ederdi. İkide bir firar etmeye kalkardı Hamit. Gene
Ceyhan ırmağının ortasına doğru gidiyordu atıyla.
Süvarilerin kumandanının tiz sesi
mermi vızıltılarının arasında çınladı:
Hamiiiit, geri dön Hamiiit!
Gözleri donasıca Hamit, geri çevir atını!
Hamit ora derin, geçemezsin,
boğulursun. Geri dön Hamit, firarını yazdırma bana!
Hamit bir müddet suyun içinde
mücadele ettikten sonra cesaret edemez geri dönerdi. Kumandan gözlerini devirir
geç yerine gözleri donasıca, gözüme görünme derdi.
Dede bir daha top atsana!
Mermi süüüür! Dane müsademeliiii
Nişan aaaallll! Ateeeeşşşşş! Güüüümmm Zoooommmmm!
Dede n’olur bir daha at!
Akşam yemeklerinden sonra dedeme
askerlik hatıralarını anlattırırdım. Topçu bataryasının tatbikatlarını
canlandırırdı dedem. Her akşam, uyumadan evvel dedemin top atışlarını defalarca
dinlerdim.
Dedem anlatmaya başladığında
kendimi eski zaman harplerinin birinde düşmana hücum ederken bulurdum. En çok
top atışları hoşuma giderdi. Dedemin gür sesiyle verdiği komutlar, mermi
seslerini taklidi, tatbikatı canlı gibi seyretmemi sağlardı. Burnuma barut
kokuları gelirdi. Dedemin her gümlemesinde evin duvarları ayağa kalkar geri
otururdu sanki. Mermiler ya evin damında ya da direklerde patlardı.
Ninemin, babamın teyzesinin
Alicik masalları da vardı ama ben en çok demenin top atışlarını severdim. Çoğu
zaman top atışları arasında uyurmuşum. Kış gecelerinde ocağın etrafına
kümelenince dedeme top attırmayı adet edinmiştim.
Dedemin top atışları, gür sesi,
tatbikatı canlandırışı hayal dünyamda girdiğim bütün savaşlardan galip çıkmamı
sağlardı. İlerde ben de topçu olup düşmana galebe çalacağım diye düşünürdüm.
Türk askerinin kahramanlığını dünyaya bir kere daha ilan edecektim. Türk askeri
girdiği bütün savaşları kazanır oğlum derdi dedem. Her mermi patlayışında
dedemle birlikte hedefleri ben de vurur mutlu olurdum. Dedem tatbikatlarda
üstün gayretinden dolayı kumandanlarından takdir almıştı.
Dört beş yaşlarındaydım. Bir kış
dedem hasta oldu. Büyük odada yatak serdiler. Dedemi oraya yatırdılar. Bir
müddet sonra dedem hiç kalkmaz olmuştu. Günler geçiyor dedem iyileşmiyordu.
Komşular evimize geçmiş olsun ziyaretine gelip durumunu sormaya başlamışlardı.
Artık top attıramıyordum dedeme.
Hasta olduğu için bir şey diyemiyordum. Yatağında sessiz sessiz yatıyordu.
Komşular dedeme top attırarak uyuduğumu, askerlik hatıralarımı dinlemeyi
sevdiğimi biliyorlardı.
Dedem artık hiç konuşmaz olmuştu.
Yemek bile yemiyordu. Üzülüyordum ama yanına gidip konuşmaya da çekiniyordum.
Anam “hiç söylemiyor edem gayrı”
dedi soran komşulara. Mehmet abi, “Fatik abla, belki Mehmet yanına varırsa
belki bir kelime bir şey söyler” dedi. Bana da “haydi dedene top attır da
dinleyek” dedi. Ben ilk önce itiraz ettim, çekindim ama dedemi haftalardır
yakından görüp konuşturmamıştım. Top atışlarını da özlemiştim doğrusu. Komşu
abilerin zorlamasıyla razı oldum.
Köşede yer yatağında yatıyordu.
Biraz yükseltmişlerdi yatağını üşümesin diye. Yanına yaklaştım.
Dede, dede beni duyuyor musun
….
Dede bana top atsana!
Güç bela bana doğru döndü.
Dane müsademeli
Nişan al
Ateeeşş
Güüüümm
Sesi zayıf çıkıyordu. Bir mermi
attıktan sonra sustu dedem.
Dede nolur bir tane daha top at!
Biraz durdu. Su verdiler bir
yudum.
Mermi kalmadı oğlum!....
Dedem ondan sonra bir daha
konuşmadı. Son mermisini de benim için atmıştı.
nasıl oluyor değil de ne / fazlı bayram
Normalde bu kadar cıvık biri değilim; ama seni eğlendirmek, daha doğrusu eğlendiriyorum sanmak hoşuma gidiyordu. Biraz düşününce pek de eğlendiğin kanısına varamadım.
bende şöyle oluyor
şiir beni mi ben mi şiiri yazıyorum bilmiyorum
ama
şöyle oluyor
Ali Akbaş’ın da var böyle bir şiiri
‘şiir oluyor’ adında umarım kızmaz bana
sanmam kızacağını o iyi bir adam
hasılı şöyle oluyor
mesela Akif Şen’i görüyorum
sabah iş yerine girerken
selam veriyorum ona
şiir oluyor
sonra başlıyorum düşünmeye seni
önce aklımdan çıkmışmısın hiç diye
bakıyorum hiç çıkmamışsın
hatta aklım çıkmış
sonra bakıyorum bir de sana
aklından çıkmışmıyım diye hiç
hem de hiç çıkmadığımı görünce şiir oluyor
gözlerim doluyor ıslak ıslak içime
şiir oluyor
bizi güldürecek olan şeyin
farklı farklı olduğunu biliyorum
aynı şeye gülerdik eskiden
bilir misin aynı şeye ağlamayanlar
aynı şeye gülemezler ben sana ağlıyordum o sıra
gülmeyi kahkahayla karıştırma
mutluluk demek ayrıca gülmek
neyse dönelim
dönüyoruz şiir oluyor
sigara içmeye çıkıyoruz akifabiyle
sigara dedimse tütün olduğunu bil
sarıyoruz
bazen tütün olan ben
bazen akifabi kağıt
yanıyoruz
şiir oluyor
efkarlı efkarlı çekiyoruz tütünlerimizi
akifabinin aklına başka
benim aklıma başka geliyorsun
inanıyoruz ya biz sana
kalbimiz çarpıyor şiir oluyor
gün boyu böyle
çay tütün şiir
akşam oluyor sonra
karanlığı içime çekiyorum ben
içim dışım sen
gündüz aydınlık
gece karanlığımsın
kağıt önüme geliyor kalem elime
dilimdesin bu sefer
susuyorum şiir oluyor
bir de gece ataklar var bende
fırlayıveriyorum yataktan
rüya mı diye
hayır mısra da değil
sensin gelen
işte hah sen geldin mi
gerek kalmıyor artık şiire
sonra
uyuyamıyorum şiir oluyor
BACALARI TIKAMIŞSIN / Ömer Faruk GÜNAY
İbn-ül Emin Ferhat Altun’a misilleme
Süngü çektin yetmedi mi?
Bacaları tıkamışsın
Alma benden kelâmımı
Bacaları tıkamışsın
Elest elde olduk vahid
Hani yemin hani ahid
Ettiklerin iş mi zahid
Bacaları tıkamışsin
Çıkageldik kovdun bizi
Döndük geri yordun bizi
El içinde vurdun bizi
Bacaları tıkamışsın
Ver bir ilham varam gidem
Yüce dağdan sökün edem
İbnül Emin Ferhat edem
Bacaları Tıkamışsın
Ömer der ki bak elime
Şiirimi sar boynuma
İstediğim bir kelime
Bacaları tıkamışsın
RADİKAL DURUŞLA GELEN MÜJDE / Samet YURTTAŞ
Radikal bir duruşsun sen
Hayatın çıkmaz sokaklarına karşı
Tatlı tebessümü yıkar çatık kaşı
Bir müjdedir geldi yukarı kar deresinden
Ellerinde çelik izleri inancın
Gözünde sertliği itilmiş ücraların
Kar yağarken atılan ilk adımdın
Bir müjdedir geldi yukarı kar deresinden
Mutluluk çok yakın bir bilsen
Başında sevda yelleri güneyden esen
Kiraz mevsimi henüz gelmeden
Bir müjdedir geldi yukarı kar deresinden
Özgürlük için tuttuğun kalem
Mesut günler için vurulan mühürken
Ellerin umutla göğe yönelirken
Radikal bir müjdedir geldi yukarı kar deresinden