SONBAHAR / Fatma Betül Yıldız


En sevdiğim mevsim sonbahar
Sararmış yapraklardan bir örtü
Bak ne mükemmel kapatıyor yeryüzünü
Güzel olmayan her şeyi saklıyor gibi
İyi niyetli, masum...


Her varlığın bir sonu olmalı diyor anlayana...
Sonsuza kadar güzel olamaz  bişeyler
Ve olumsuz olduğu sanılanlar öyle değildir aslında
Yeniden başlamadan önce bitmelidir belki


Demem o ki


Hüzün gibi görmemeli hazanı
Yenilenmemin habercisi daha anlamlı
Hatırlamalı her yıl bu mevsim
İnsanoğlu

              Doğar

                        büyür

                                ve ölür
O vakit gelmeden dolu dolu yaşamalı zamanı

 

 

YAZARIN İÇİNDE BİR YAZAR “GAZZÂLİ”-2/ Hidayet BAĞCI


“Neyin hayalini kalbinde, zikrini dilinde taşıyorsan onun zindanında yaşıyorsun.”

“Ebu Hamid Muhammed Gazzâlî, 1058 (.450) yılında Horasan’da yer alan Tus bölgesinin Taberan şehrinde dünyaya gelir. Yaklaşık olarak 13-15 yaşlarında Tus’ta fıkıh eğitimiyle tahsiline başlar, bölgede eğitimini ilerleten Gazzâlî, sonraki yıllarda Nişaburda’ki Nizamiye Medresesi’ne girer ve büyük Eş’ari alimi Cüveyni’den ders alır. 473’te usul-i fıkıh disiplinine ilişkin el-Menhul adlı ilk yapıtını kaleme alır. Bu yıllarda daha çok fıkıh ve cedel-hilaf ilimleriyle meşgul olur. 484’te Bağdat’taki Nizamiye Medresesi’ne başmüderris olur. Bu yıllarda felsefi disiplinleri incelemeye başlar ve 488’de Tehafütü’l-Felasife isimli kitabını yazar. Gazzâlî yaşadığı manevi bunalımla Bağdat’ı terk edip Şam’a gider. Önceleri alakalı olduğu tasavvufa bundan sonra daha fazla ağırlık verir.” Onun için her şey bu hicretinden sonra başlar ve niyetindeki güzelliğin adımları çağımıza kadar gelir. Bizler de bu güzelliğin kokusundan müstefid oluruz.

“Neyin hayalini kalbinde, zikrini dilinde taşıyorsan onun zindanında yaşıyorsun.”

Aldanmak, inanmayı gerektirir. İnsan tabiatı inanmaya elverişli yaratıldığı için inanmak ve aldanmak her daim beraberdir ve içsel bir güçtür. Ama aldatmak bir dış güçtür. Nitekim Kur’an-ı Kerim’deki ayeti kerimelerin çoğu inanmak esaslıdır. İlk insanın, ilk imtihanı şeytana inanmakla başlar. Şeytan ise kendi inancını önce kendisi yıkmış ve kendine aldanmıştır. Kendini kibri ile aldatmasının yanında insanı da inandırmak noktasında etkilemeyi başarmıştır. İlk insanın, ilk imtihanını kaybetmesiyle birlikte cennetten dünyaya olan ilk hicreti, şeytanı kibirli hale getirmiştir. Peki inandırmak kendini aldatmanın diğer yarısıdır diyebilir miyiz?

“Neyin hayalini kalbinde, zikrini dilinde taşıyorsan onun zindanında yaşıyorsun.”

Öncelikle sağlam ve kaliteli bir inanca sahip olabilmek için kesin doğrulardan bir bina inşa etmeli insan. Bunun için temeldeki inançların sağlam zeminde olması gerekir. Bu zemini oluşturmak için Muhammed YAZICI’nın tercüme ettiği “GAZZÂLİ” kitabında bahsettiği gibi: “ “Yakin”, kesin inançlılık anlamına gelen bir terimdir. İslam inanç ve tasavvuf geleneğinde kesin inanç bir erdemdir. Kesin inanç insanda huzur ve güven hissi oluşturur. Bu da kalbe ferahlık verir. İslam tasavvufunun hedeflerinden biri, kalbin huzur ve sükunete erişmesidir.”

“Neyin hayalini kalbinde, zikrini dilinde taşıyorsan onun zindanında yaşıyorsun.”

“Gazzâlî’nin ilim anlayışının temelinde kişinin uhrevi hedeflere yönelişi yer almaktadır. Uhrevi hedeflere ise ancak din sayesinde ulaşılabileceğinden dini ilimler merkezi yer işgal ederler. Dini ilimlerde de asıl amaç dinin halis niyetle yaşanmasıdır. İlimlerle ilişkisini amacından saptıracak biçimde kuran ilim erbabı, Gazzâlî’ye göre aldanmıştır.” Bu gibi cümleler eşliğinde şu ana kadar yaptığım her işin başındaki niyetimi düşündüm. Ben, niyetlerimle neredeyim? Gazzâlî ile kendimi kıyaslayamam ama insan olmak noktasında inancımı ve niyetlerimi  tazeleyebilirim.

“Şübhesiz ki bu (âyetler), bir nasîhattir. Artık dileyen, Rabbine doğru bir yol tutsun.Müzzemmil suresi-19. Ayet-i Kerîme

Rüzgâr / Mustafa Alper Taş


saçında gölgelenen kuşlara anlat
ben öldüm serin bahçelere çağırdı
beni bir rüzgar
sabahları annemi
uyandıran öpüşlerim de yok artık

üstümüzde uzanan
bir gökyüzü varmış
ne çabuk soluyor
gözlerde hatıram

kanatlarını zor tutan kuşlara anlat
bir gazap ancak böyle çağrılır
yüzlerini hiç görmediğim insanlar
sevmiyorlar belli beni
yoksa avuçlarıma dolan toprağı
ne açıklar

yağmurun ağırlığı
hepimizin uykularında
geceleri

 

YAZARIN İÇİNDE BİR YAZAR “GAZZÂLİ”-1/ Hidayet BAĞCI


Gazzâlî

“ Kendini Aldatan İnsan”

el-Keşf ve’t-Tebyîn fî Ğurûri’l-Halki Ecmaîn

(Tüm Yaratılmışların Aldanışı Hakkında Keşif ve Beyan)

Her hangi bir kitabı okumaya başlarken kalbinizin anlam kapısını sevgiyle açarak ve not alarak okursanız ya da bir insanı can kulağı ile dinlerseniz meleki bir özellik kazanırsınız. Nasıl mı? Etrafınızdaki melekler de her halinizi yazıyor, her konuşmanızı dinliyor ve her şeyinizi kaydediyor ya! Bu sebeple;

“Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla” yeni bir kitabı okumaya heyecanla başlıyorum.

İmam-ı Gazali’nin el-Keşf ve’t-Tebyîn fî Ğurûri’l-Halki Ecmaîn eserini “Kendini Aldatan İnsan” olarak tercüme eden Muhammed Yazıcı imzası ile 03.11.2022 tarihinde KETEBE Yayınlarından ter-ü taze bir kitap “İnsanoğlunun yeryüzü macerası bir aldanma hikâyesiyle başlar: Adem çok cazip bir teklifle aldatılmıştı. Ve bir başka aldanma hikâyesi ile devam eder: Kâbil ve Hâbil…” bu gibi cümlelerle okurlarına kendini tanıtır.

Yazıcı, insana insan olduğunu hatırlatan ifadeler kullanarak insanın fıtraten aldanmaktan ziyade inanmaya ve güvenmeye yatkın bir varlık olduğunu da dile getirmiştir. Yani “ İnsan aldatır, en değişmez yazgısıdır bu. Öyküsünü yadsıyamaz, yeryüzüne “indiriliş” hikayesini yok sayamaz.” diyerek hem aldanmaya yatkınlığımızı hem de aldatıcı bir halimizin de olduğunu vurgulamaya çalışmıştır. Acaba biz insanlarda bu aldanma/aldatıcı hallerimizin olmasına sebep fıtraten yaratılışımıza aşılanan inanma ve güvenme hallerinin olmasıdır diyebilir miyiz? diye bir soru zihnimdeki duvara çivisini çakıyor. Kendimi sorgularken zihnimdeki duvara imzasını atan bu soru ruhumu acıtmadan Yazıcı’nın verdiği cevapla rahatlıyor:

 “Her aldatma hikâyesi, bir güvenme hadisesi değil midir zaten? Kendini kandırma, aslında bir kendini inandırma daha doğrusu kendine inanma işidir.”

Yazıcı tercüme ettiği bu kitapta İmam-ı Gazâli’nin çizgilerini aşmadan onun analitik zekası gerek eleştirel kişiliğini yansıtan çalışmaları Yazıcı’nın ruh dünyasında mayalandırdığı düşünceleri ile arz-ı endâm ediyor. Sayflardaki her bir cümleyi atlamadan okumaya çalışıyorum ancak bilgi bakımından yetersizliğimi düşününce Adem’in genlerine kodlanan bilginin ve öğrenmenin düzeyini ölçmeden de edemiyorum.

Yazıcı’nın yorumuna göre Gazzâlî’nin eleştirel çalışmalarının hedefinde dönemin dini, sosyal ve politik gelişmelerinde etkin olduğunu belirttiği üç kesim vardır. Bunlardan birincisi İslam filozofları, ikincisi İsmaili-Batını gruplar ve üçüncüsü dini ilimleri dünyalık geçim ve statü aracına  dönüştüren dünyevileşmiş ulema çevresidir. Gazzâlî’nin ömrünün hülasası niteliğindeki ve Müslüman toplumları da en çok etkilemiş eseri İhyâu Ulumi’d-Din’dir. Bu eser, eleştirdiği üçüncü kesim özelinde teknik-prosedürel katman altında can çekişen dini ilimlere hayat soluğu kazandırma amacına matuftur.

Kendini Aldatan İnsan kitabının başlığından da anlaşıldığı üzere aldanmanın ve aldatmanın oluşturduğu boşlukları insanın aslına olan inancı ve güveni ile doldurması gerektiğini vurgulamaktadır. Bu kitapta Yazcı, Gazzâlî’nin aldandıklarını iddia ettiği ve aldanış hikayelerini geniş bir biçimde resmettiği, çeşitli gerekçelerle temellendirdiği inanmayan grupları (kafirleri) tek ana ve inanan grupları da dört ana başlıkta toplamış ve tercüme etmiştir: âlimler, âbidler, zenginler ve sufiler.

Bu nadide kitabı okurken yazarın içinde bir yazar var ki onun da Gazzâlî olduğunu düşünerek sayfaları birer birer çeviriyorum. Ve Gazzâlî bir sonraki sayfada diyor ki “özellikle uhrevi hayatın kesinliğini idrak etme iki şekildedir. Bunlardan biri tedavide mahir bir doktoru taklit eder gibi peygamber ve alimleri taklit ederek iman etmek, diğeri ise peygamberlere vahiy, velilere ilhamdır.”

Yazıcı, birinci bölümde kafirlerin aldanışını, ikinci bölümde ise mü’minlerin aldanışını açıklamıştır. Birinci bölüm tek ana başlıkta tercüme edilseymiş daha iyi olurmuş diye düşünmeden edemedim. Çünkü bu bölümde günahkar mü’minlerin aldanışı ile ilgili farklı konuların ele alınması bu bölümü konu bütünlüğü açısından daraltmış diyebilirim. Neden mi?

Her mü’min günahı kadar tevbesiyle de müsemmâdır. Biri onu aşağıya çekerken diğeri onu yüksek bir makama taşıyacak güçtedir. Bu bölümde mü’min kelimesinin olması beni bu gibi düşüncelere sevketti.

İkinci bölüme geldiğimde kitabın tam ortasında kalakaldım. İlerleyemedim, bekledim bir süre. Sonra burnuma inanmış insanın mucizevi kokusu geldi. Bunun adı mü’min idi ve ikinci bölüm mü’minlerin aldanışı ile başlıyor. Mü’minlerde de bir aldanma hali olur mu diye şaşırıyorum. Gazzâlî önce âlimlerin aldanışını on bir gruba bölerek anlatıyor ve hepsini tek bir çatı altında toplayarak diyor ki;

İlmiyle amel etmeyen “Alimler tam bir aldanış içindedir. Oysa basiret gözüyle bakabilseler görürler ki ilim ikiye ayrılır: muamele ilmi ve mükâşefe ilmi. Mükâşefe ilmi, Allah’ın ve sıfatlarının bilgisidir. Bu ilmin anlamı ve hikmetinin olabilmesi için kesinlikle muamele ilmi de olması gerekir. Muamele ilmi, helal ve haram bilgisi yanında, iyi ve kötü huyları kapsayan ahlak bilgisidir. Kişinin davranış ve tutumlarına mal olmadıkça Allah’ın sıfatlarının bilgisinin kişiye ne faydası olabilir?”

Bir sonraki bölümde ise Gazzâlî âbidlerin aldanışını on gruba ayırmış ve beni yine şaşırtmayı başarıyor. Neden mi? Gecelerini ibadetle geçiren yani kimi zaman Kur’an-ı Kerim okuyan kimi zaman zühd sahibi olan bir âbid nasıl oluyor da aldanıyor? Bir türlü anlayamıyorum. Ama Yazıcı diyor ki;

Gazzâlî yapılan işin kendisinden çok yapan kişinin o işle ilgili niyet ve çıkarına bakmaktadır. Kişinin hayırlı işleri yaparken ardındaki motivasyona odaklanan bu bakış dindarlığın ve iyiliğin özünde samimiyet aramaktadır.”

Bu cümle yüreğime yağmurdan damlalar serpiyor. O damlaların toprağıma düşmesiyle rahatlıyor, inanıyor ve güveniyorum. Bölümleri adım adım ilerlerken zenginlerin aldanışı bölümünde bir öteki sayfayı çeviremiyor ellerim. Bu bölüm altı gruptan oluşsa da cenneti dahi satın alamayacak güçte ve üzerinde kul hakkı olan  zenginleri yorumlamakta âciz kalıyorum.

Ve son bölüm, sufilerin aldanışı! Dokuz gruba bölünerek anlatılan ve bana Abdurrahim KARAKOÇ’a ait bir şiirin sadece ilk dizesini anımsatıyor.

“Sırat’tan incedir sevda köprüsü.”

 Sufilerin aldanışları karşısında yüreğim, canım peygamberimle Miraç hadisesine eşlik eden Cebrail gibi öteye gidemiyor, yorumlayamıyorum.

Gazzâlî’ye rahmet olsun!

ESRARLI YOLCULUK “YAŞAMAK” / Azize BATİ


Esrarlı bir yolculuktur yaşamak. Yokuşların düzlüğü gördüğü son evre yahut oyunun son perdesi gibidir. Bir yandan bitecek diye üzülürken bir yandan sona yaklaşmanın mutluluğu ile insanın içini ısıtır düşüncesi. Hayatın her insan için yahut canlı koşulları farklıdır. Kimisi varlığı ile yolda yürümenin tadını çıkartır kimisi de yolda varlığını bulmaya çabalar. Hangisinin yolu meşakkatlidir bilinmez muhakkak. Varlığının farkında olmadan yolu yürüyen için yolda ki engebeler zordur. Varlığını bulmaya çalışan derviş ise yolu görmez de varlığın biteceği son noktanın tefekkürü yorar. Bizler varlıkta yok olma çabası olarak bunu bilirken tasavvuf ilminde fenafillah “ölmeden önce ölmüş gibi olmak yokluğun sırrına ermek” olarak açıklanır bu durum.

Yaşamak insana ve tabiatta yakışabilecek en anlamlı sözcük. Son zamanlarda çokça duyulan bırak hayatını yaşa. Anı yaşa! İyi yaşa! Konforlu yaşa yahut sadece “YAŞA”. Peki, insan gerçekten her gün sabahın ilk ışıkları ile kendisine bahşedilen ömrü yaşayabiliyor mu? Hayatını yaşa kederini köşeye bırak denilen kişi yalancı gülücüklerle etrafına mutlu olduğunu kanıtlarken yaşıyor mu? Varlığından bir haber geçirilen bir hayatın ne kadarı yaşanmış olur. En basit şekilde tarif edecek olursak hangi yemeği sevdiğini bilmeyen, etrafını görmeyen ve görülmeyen bir kimse yaşıyor mudur? Her sabah rutinleşmiş bir hayatın bir parçası olarak makineleşen ve makineleştiren insanlar. Nefes alış verişleri hatta kendilerini ifade ederken kullandıkları sözcüklerin aynı olması yaşamak fiilinin acınası durumudur. Stabil beyin ölümü gerçekleşmiş fakat halen nefes alan bir kimsenin durumuna benzetebiliriz. Uykulu gözlerle tutulan bir iş yolu, hazırlanan evraklar, yıkılan yahut inşa edilen binalar. Vücut yorulduğunda fizyolojik olarak içilen bir fincan kahve yahut çay belki de ayakta kalmak için yenilen bir yemek. Birkaç gündem maddesi ile birkaç kelam sonra sabah ayrılan mekâna dönüş anlamlı anlamsız biraz sohbet sonra uyku vakti. Ortalama bir insan için günlük rutin belki farklı birkaç koşul daha eklenilebilir ya da çıkartılabilir. Nikolay Gogol Palto hikâyesinde Akakiy Akakiyeviç’in rutin hayatında paltosu onun var olduğunu kanıtlamıştı. Akakiy’in hayatı sıradan yoksulluk içinde geçerken onun varlığını üşümesini engelleyebilmek için diktirdiği palto onu görünür kılmış ve yaşadığını göstermişti etrafındaki insanlara. Kendisi yaşadığını fark ettiğinde ise son sahne olmuştu ömrünün. Fransız Kafka Dönüşüm romanında “Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu.” Gregor Samsa ise hayatında varlığının tek belirtisi işi ve bakmakla yükümlü olduğu ailesi gösteriyordu. Hayatı kendisini herkesin gözünde bir böcek olarak görmesine neden olacak kadar bayağı idi.  Samsa yaşadığı dönüşüm yahut değişim onun nazarında olan bitenken yaşamak fiilinin son evresine gelişidir.

Yaşamak sadece nefes almak mıdır? Düşünmek, hissetmek, duymak ve görmek yaşamanın neresinde yer alıyordu. Düş gücünün yokluğunda kayboldu yaşamak. Varlığın nedeni anlayamadan sürdürülen hayatların sadece anlık zevk ve heyecanları içinde kaldığından ötürü sırlı bir hale geldi. İçtiğin çayın tadını hissedebiliyorsan yaşıyorsundur çayın içinde ona renk veren doğal pigmentleri düşünüyorsan yaşamını var oluşunu sorguluyorsundur. Hayatın her insan için farklı koşulları var olabilir. Benim hayatım çayın rengini düşünecek kadar rahat değil dediğinizi duyar gibiyim. Peki ya çayı içmeniz için size kolu ve ağzı bahşedeni tefekkür etmek rahatlık mı gerektirir. Zannımca hayır. Sabah güneşin ilk ışıklarını gecenin karanlıkta yolunuzu aydınlatan dolunayı fark edemiyorsanız yaşantınızdan bir şeyler eksiltilmiştir. Eksiltilmiştir dedim çünkü sadece sizin bunu fark etmemeniz değil bunu çevrenizdeki kişilerinde fark etmemiş olması da acıdır. Yeşili ağaçta, maviyi gökyüzünde göremiyorsanız biraz eksik kalınmış bir yaşam sürdürüyorsunuzdur. William Shakespeare “Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından, Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu.” der. Yüzyıllar öncesinde belki de insanın yaşamını, ölümü, acıyı ve belki daha nice şeyi sorgularken vardığı son düşüncelerinden birisidir. Yaşam kaygısından görülemeyen düşlerin ölmesidir yaşamak suyun varlığından habersiz seraplarda kaybolmaktır. Yağmurda ıslanırken kirpiklerine değen damlaların ruhunda yeniden can bulmasıdır. Sabah pencerene konan kuşun sesi, rüzgârın tenine değişi akşamın karanlık bilinmezidir yaşamak. 

 

MEKTUP / Ahmet Enbiya UZDİL


Muhterem Ahmet abi, 

Bu mektupta bir günü, bir vakayı değil ağlarken içine ağlamaya alışğı her halinden belli olan bir kız çocuğunun uzanamadığım gözyaşlarını görmenin teessürünü arz etmek istiyorum zat-ı âlilerinize. Siz ki bizim ak saçlı hüzünkârımızsınız. Gözleri dolan boşalan kaç kişi kaldıksa şu dünyada dizinizin dibinde buluştuk bu güne kadar. Memleket derdi, millet derdi, ana derdi, evlat derdi talim ettik hep birlikte. Bütün yaralılar sinemize yaslandı her defasında. Onlar yaslandıkça çınar olmayı, dağ olmayı, mağara olmayı bazen yine sizden öğrendik. Sizden öğrendiğimiz kadarıyla tımar ettik, sardık sarmaladık her yarayı. Derdi taze bir simit gibi, ekmek gibi, su gibi paylaşmasını öğrendik kapınızda. Ama bugün Ahmet abi ne benim elim uzanabildi, ne yüreğim yetti bir çocuğun morarıp şişmiş, üstüne gizliden gizliye akan gözyaşlarıyla ıslanıp parlamış yanağını okşamaya. Bugün hançer hiç saplanmadığı kadar derine saplandı ve iz bıraktı sinemde. Bugün sanki iyilik ve güzelliğe dair herşey kavurucu bir ateşe dönüştü. Sonra gırtlağıma kadar çıkıp gözlerime yerleşti. Ben bugün bir zalim olmayı çok istedim Ahmet abi. Emniyetin o açılır kapanır kapısından çıktığımda söyleyecek hiçbir sözün, verilecek hiçbir tesellinin arkamda bırakıp kaçıyor olduğum enkaza tesir edemeyeceğini gördüm ve çok istedim. Öyle bir zalim olmalıyım ki kimse zulmedemesin bir başkasına benim korkumdan. Akça pakça elleri, tertemiz yüzü, masum gözleri bir çocuğun o günün akşamında mutlulukla ışımayacaksa yansın yanasıca şehir, yanasıca dünya ne kıymeti var. Baş eğdiremiyorsak başlıya, diz çöktüremiyorsak dizliye bakmayalım bir daha aynalara Ahmet abi. 

Biliyor musun abi on küsur yaşındaki o çocuk yediği birçok sebepsiz dayağı sıradan birşeymiş gibi anlattı bana. En son dayak yemekten bayılınca ve sol yanağı bir yanak kadar daha şişince dayanamamış. İyi ki siz görmediniz o hali Ahmet abi. Ayağa kalktığında elleri önünde edeple birleşiyor fakat adımını ileri attığında birden tedirginleşiyordu. Yine edeple duruyor, metanetle konuşuyordu sonra. Ben çok yaşaran göz gördüm. Çok insan, çok acı, çok kahır, çok ağıt. Hiçbiri o kızın gözleri kadar masum değildi. Ve o kız yarınki güne gözlerini bir yurt odasında açacak Ahmet abi. Üstelik kitapları kaçtığı o evde kaldığı için bir kat daha çaresiz.

 

21.10.22 Cuma

 

MÜNÂCÂT / Gün Sazak GÖKTÜRK


Sensin gören her şeyi.

Ey bu gözlerin yaratıcısı!

İçimde, dışımda,

Sağımda, solumda,

Önümde, arkamda olanı...


Bunca yükü nasıl kaldırsın

Bu kadifeden kanatlar...

Şimdi sen söyle...

Ya kanatlarımı çelikten kıl

Yahut sen al, çırpınan kalbimi acıtan bunca yükü!

 

Her köşe başında bir iblis seni bana unutturmak isterken...

Şimdi içimde geniş boşluklar olmasını dilerdim.

Tüm boşluklara senin yazacak kadar geniş zamanlarım olmalı ardından.

 

Oysa şimdi içimde dağların yıkılışını seyrediyorum

Ölümün kapıyı çalmasını beklerken ki sakinlik var üzerimde...

Belki içimin ölmesi gibi dışım da ölüyordur bir ikindi vakti.

 

TÜTÜN GİBİ YANA YANA / Samet YURTTAŞ



Beni hor görme

Anadolu’nun kara kavruk çocuğu

Ben öyle yakışırım ki yanına

Mesela Ula Cami minberinde Albayrak dalgalanırken

Kıyamda…

Mesela Kapalı Çarşı’da

Kimyon ve kekik kokusunu içime çekerken

Öyle yakışırım ki yanına

Tüm Maraş’ı tek nefeste çekmek gelir içimden

 

Beni hor görme

Anadolu’nun kara kavruk çocuğu

Ben öyle yakışırım ki yanına

Mesela Saraçhane girişinde

Çay ocağında tütün sararken dertli dertli

Ve hep güzel adamları anarken

Sanki Niyazi Yıldırım yanımdaymış gibi

Marşlara eşlik ederken

Öyle yakışırım ki yanına

Tütün gibi yana yana

 

Beni hor görme

Anadolu’nun kara kavruk çocuğu

Ben öyle yakışırım ki yanına

Mesela Başkonuş Yaylası’ndan eserken

Eserken dost selamı

Hiç ayrılmayacakmışız gibi

Mesela Ahır dağına bakarken

Bir güzele bakar gibi

Öyle yakışırım ki yanına

Tütün gibi yana yana

 

 

KOKULU SAYFALAR-III/Hidayet BAĞCI


Her kitap sahibini arar, bulur ve kendini okutur. Kimisi kitap başlığı ile dikkat çeker kimisi de kapak tasarımı ile kendini gösterir. Yıllar önce kitap fuarındaki sahaftan aldığım bir kitap vardı. Yazarı hakkında bilgim olmasa da kapak tasarımı ve kitabın başlığı ilgimi çekmiş, satın almıştım. Kütüphanemin rafına yerleştirmiş ama okumaya fırsatım olmamıştı. Geçenlerde kütüphanemin rafındaki cânım kitaplarımın tozunu alırken o kitap elime geçti. Onu aldım elime, sayfalarını biraz karıştırdım. Bir cümlesini okuyunca kitaplar hakkında tüm ezberlerim bozuldu ve o kitabın sayfalarını yırtıp, çöpe attım. “Böyle bir kitap, kitap fuarındaki sahafa nasıl düşmüş de ben onu farkında olmadan almışım.” dedim kendimce. Bazı insanları da dünyamdan çıkarırken aynı cümleleri kurduğumu düşünüyorum.

Kanaatimce kütüphanelerdeki kitaplar kadar sahaflara verilen kitaplar da deneyimlidir. Birbirine göre üstünlükleri var mıdır? Bilemiyorum. Sahaflara bir kitap bırakılacaksa da okunmaya değer bir kitap olmalı, tıpkı hayatımıza aldıklarımız gibi. Ama şu bir gerçek sahaflardan ziyade kütüphanelere bağışlanan kitaplar çok tecrübeli. Nasıl mı?

Kütüphaneden aldığınız bir kitap seçilmiş bir kitaptır. Çünkü genel olarak kütüphanelerde sahibi toprağa sırlanmış, varisleri tarafından kütüphaneye bağışlanması uygun görülmüş kitaplar mevcuttur. Bu sebeple bu seçilmiş kitaplar, bir zamanlar şahsi bir kütüphaneye ait olduğu için oradadır. Bu kitapların bazılarının kenarında küçük el yazısı ile not alınmış cümlelere denk gelirsiniz. Okursunuz o notu. Yazan her kimse onun hakkında hayalden de olsa bir fikir edinirsiniz. Bundan dolayı dipnotlarla dolu bir kitap diğer kitaplardan daha gösterişli, daha sıcak ve daha yakındır size.

Ben de cânım kitaplarımı kütüphaneme dahil etmeyi hayatımdan çıkardığım insanlardan öğrendim. Böylece kendime küçük bir kütüphane kurdum. Kütüphanemdeki her kitap benim için özel olduğu kadar yaşanmışlık hissi verdiği için kıymetli. Eğer okuduğum bir romansa kahramanın geçtiği yollardan ben de geçerim. Bir fikir kitabıysa yazarı başucumda durur ta ki düşüncesiyle beni ikna edene dek. Kimi öykü kitaplarında okuduklarım sonu gelmeyen hikâyelerden oluşsa da onlar da kurgusal dünyamı zenginleştirir. Benim için deneme kitaplarındaki her bölümün ilk paragrafı “Sevgili Dost” diye başlar. Kısacası cânım kitaplarım benim özelim, sırdaşım ve de dostumdur. Bir gün ben de toprağa sırlanacağım ve geride kalacak olan kütüphanemin ahvalini bu sıralar düşünmeye başladım. Şimdiki aklımla cânım kitaplarımı yeniden okusaydım, eminim yürüdüğüm yollardan yine geçer ama sanırım bu sefer gökyüzüne ve insanlara daha çok dikkat ederdim.

Eşyaların da bir ruhu vardır, insan kokusu aldığında. Zannetmeyin ki kütüphaneniz sizi duymuyor, hissetmiyor. Siz kütüphanenizin rafındaki kitapları okuduğunuz kadar varsınız. Yani siz okuduğunuz kadar insan oluyorsunuz. Çünkü insan demek, yaşam demektir. Hayatta kalmak için okumak, sevmek kadar farkında olmaktır.

 

KANADIM KIRILDI ANNE / Hasan EJDERHA


Kanadım kırıldı anne

Gövdem muhtaç ellerine

Ah annem olsaydı diyenlere

Gönlünü aç anne

 

Kuşlar hangi dala konacağını

Annesi konmadan bilmez anne

Nereye nasıl konulacaksa

Hadi öğret cümle evlatlarına

 

Bir daha kanadı kırılmasın

Cümle annesiz çocukların

Kuşlar ansızın vurulmasın

Ulaşılmadığı yer kalmasın

Çocukların hasret olduğu

Oyuncakların, salıncakların

KOKULU SAYFALAR-II/ Hidayet BAĞCI

Güzel olanın ve güzellik ikram edenin adıyla…

“Yaratan rabbinin adıyla oku!...”/Alak suresi 1. Ayet-i Kerime

Sevilene ve kıymetli olana sunulan ilk cümle ne de güzel dokunuyor ruha. Bu ayet-i kerimeye binlerce anlam verilse, yine de tarifi imkânsız cümleler kurulur. Bu kadri bilinesi ayetteki hikmetlerden biri ünsiyettir. Yani “Beni sev, benimle iletişime geç ve aramızdaki ünsiyetin farkında ol. Kısacası ben seni seviyorum, beni anla, benimle arkadaş ol.” demektir. Buhûrîzâde Mustafa Itrî Efendi tarafından segâh makamında bestelenen Salât-ı Ümmiyye, ümmeti Muhammed(s.a.v)’in ruhuna ne de güzel yakışıyor. Dilin sevgiliyi anarsa adı tilavet, aklınla yani onu bilinçli bir şekilde söylersen kırâat ve ilmek ilmek yüreğine nakşederek onunla iletişim kurarsan adı tertil oluyor. Kısacası Oku’mak yani Sevmek zekâyı keskinleştiriyor. Anlama kabiliyetini arttırdığı kadar ifade etme yeteneğini de geliştiriyor.

Bu girizgâhtan sonra bir ışık huzmesi karanlığı delip nasıl aydınlatırsa, düşüncelerim de bulunduğu mekândan sıyrılıp kokulu sayfalara yazılmak ister gibi duruyor bir köşede. Bu sefer Göksel Baktagir’in Kar Tanem adlı bestesini dinleyerek yazmaya karar veriyorum. Amacım okuyanı etkilemek değil sadece oku’manın verdiği o muhteşem kokuyu okuyana da hissettirmektir. Çünkü bu çağda oku’maya verilen değer ve okuyana atfedilen önem yavaş yavaş kaybedilmekte. Sonrasında insanın dünyasında olması gereken oku’mak eyleminin yerini seküler değerler almakta. Oysa oku’mak sevmek kadar aziz, su kadar mübarek. Tabiki bu eylem karşılığını bulduğunda değerli oluyor. Karşılığını bulması demek, değerin değerine denk gelmesi demektir.. Yani okuduğun kitaba layık mısın, yoksa okuyana layık olan sahiplenilerek okunulan kitaplar mı? Bu yüzden kendimden bir pencere açarak okuyanı yazmak istedim.

Biliyor musun? Tabi nereden bileceksin, ne zaman bir kitabı okumaya başlasam huşûa ermiş derviş misali olmak istiyorum. Anda kalmak bu mu yoksa?

Ömrü hayatımda sesli olarak okuduğum tek bir kitap oldu. Önce onu sevmeyi harf harf öğrendim. Sesimdeki harf onu bana sevdirdi. Harfleri tam telaffuz edemesem de sonrasında bir bebeğin emeklemesi gibi adımladım, hece hece satırlarını. Yazanı kimdi bilmiyordum ama yıllar sonra onu severek öğretenin bir peygamber olduğunu öğrendim. Bu sıralar onu sevdikçe yani okudukça her şeyin bu çağda güncellenmeye ihtiyacı olduğunu hissediyorum. Bu yüzden uyanmak için sabahlarımın olmasına sebep bahanelerim var. Yani güne güncellenmiş bir şekilde uyanan kendime ihtiyacım var.

Oku’mak sadece kitap oku’mak değildir, farkında olmak da bir ibadettir. Nitekim canım peygamberim okuyan insan için der ki;

“Mü’min, bal arısına benzer. Temiz olanı yer, temiz olan şeyler ortaya koyar, temiz yerlere konar ve konduğu yeri ne kırar ne de bozar (bilâkis ihyâ ve âbâd eder).” 

(Ahmed bin Hanbel, II, 199)

“…Allahumme salli alâ seyyidina Muhammedin nebiyy'il ümmîyyi ve alâ âlihi ve sahbihi ve sellim…”