BEN TASAVVUF DİYORUM DOKTORLAR ANKSİYETE / Ferhat ALTUN



1.
ayağına kızgın demir serdiler
saçlarından  yoldukları çocuğun
“ağlasın saçlarına
saçlarına ağlasın”
-ağladı
aktı gözleri annesinin avucuna

2.
nil saçlı bir kadın durdu
saçlarından tavana
bir çağlayan oldu o gün
o gün bir kan deryası
İşbu
İblis
Üflemese burnuna
Ölmeyecekti
-öldü
Düştü saçları adamın avucuna

3.
Heman
Bir adam belirmişti aynada
‘Gözsüz’
Bir ses işitmişti muhakkak
‘Korkunç’
Ve çığlık atan hamile bir cin

-Bu rüyayı bir başkası görmedi

Tanrım nefsim katakulliye geldi


‘BİZİM ORA’NIN ROMANI: “SOKAKBAŞI” / FERHAT AĞCA


Kitabı elinize aldığınızda kapakta resmedilen sokağa dalıp kayboluyorsunuz bir müddet. Sonra iki satır halinde yazılmış kitabın ismini ‘Sokakbaşı’nı okuyorsunuz. Çocukluğunuzun geçtiği sokakları, sevdiklerinizi veya bir dostunuzu son kez gördüğünüz, ayrılıkların yaşandığı o sokak başlarını hatırlıyorsunuz. Alt köşeye koyulan yayın evinin ismini ‘Eşik’i okuyunca ise yine o sokaklarda, evlerin dış kapılarının eşiğinde arkadaşlarınızla beştaş oynadığınızı, çocukça sohbetler ettiğinizi hatırlıyorsunuz. Hâsılı, merkezinde her daim insan olan, acıların, hüzünlerin, sevinçlerin hep birlikte yaşandığı o sokaklara gidiyorsunuz. Semerkand Yayın Grubunun Eşik Yayınlarından, yani Semerkand Kapısının Eşiğinden çıkan bu kitap, ilk olarak bu çağrışımlara sebep oluyor. Okumaya başladığınızda aynı şekilde Anadolu insanının temiz yürekliliğini, saf duygularını, hesapsız sevgisini, arı duru aşkını, merhametinin yüceliğini, kuvvetli ve bir o kadar da ihlaslı imanını adeta soluyarak yüreğinizde hissediyorsunuz. Okuduğunuz her bir hadise, yüreğinizden bir parçayı alıp götürüyor bir yerlere… Ve her seferinde ‘burası bizim ora’ diyorsunuz.

İnsanın insana hürmetinin unutulduğu, kalabalıklarda kaybolunan metropollerde yaşayan biriyseniz bu kitap başucu kitabınız olmalı, zira her elinize aldığınızda ‘insan’ı hatırlayacak ve karşılaştığınız her insanın kendine has bir hikâyesi olduğunu, bununla birlikte her hikâyeye hürmet etmeniz gerektiğini idrak edeceksiniz, doğal olarak çevrenizdekilere bakış açınız değişecek. Evinizde ya da iş yerinizde düzgün gitmeyen ilişkileriniz varsa eğer, yoluna girdiğini göreceksiniz. Anne babanıza daha çok hürmet ettiğinizi, küçüklerinize daha çok şefkat gösterdiğinizi, yoksullara daha çok merhamet ettiğinizi göreceksiniz.

Evinizde ya da çevrenizde okula gitmekte direnen veya okulu sevmeyen çocuklar varsa bu kitabı okutun; bir zamanlar okula gitmek için can atan bir çocuğun, okula kayıt yaptırıp yaptıramamasının köyün minibüsüne bağlı olduğunu, minibüsün bozulması halinde okula kayıt yaptıramadığını ve bu yüzden ne kadar canının yandığını okuyacaktır. Muhtemeldir ki, bir mahalleden diğer mahalleye “servisle” gittiği okulunun kıymetini anlayacaktır.

Evinizde ya da çevrenizde önüne gelen yemeği beğenmeyen, yemeğe itiraz eden biri varsa, bu kitabı okutun; köyden okumak için şehre gelen romanın başkarakteri İhsan’ın her gün ve her öğün yoğurt ekmek yediğini, okulda kebap yiyenler ile yaşadığı hadiseleri okuyacak ve önüne gelen her yemeği, olması gerektiği gibi şükrederek yiyecektir. Bunun haricinde; şu an birçok yerde ‘ön sıcak’ olarak, yemekten önce yenen mercimek çorbasının bir zamanlar ana yemek olarak ‘bir öğünü’ teşkil ettiğini hatırlayacak, ona göre kaşıklayacaktır çorbasını.

Çevrenizde babasının verdiği harçlığı beğenmeyen, maddi durumundan şikâyet eden birileri varsa bu kitabı hediye ederek ona bir iyilik yapın; İhsan’ın babasından gelen parası yetmediği için okulda geçirdiği vakitlerin dışında harçlığını çıkartmak için hangi zorluklarla çalıştığını öğrenecek ve haline şükredecektir.

Çevrenizde babasından bisiklet ya da araba isteyen birileri varsa bu kitabı tavsiye edin; İhsan’ın arkadaşı ile birlikte, köyde bisiklet süren şehirli çocukların arkasından nasıl koştuklarını okuyacak ve kendisine ders çıkaracaktır.

Çevrenizde nefsanî hevesleriyle karşı cinse ilgi duyan ve bunun adına aşk diyenler varsa bu kitabı tavsiye edin; ‘kırmızı beyaz puanlı elbiseli kız’a âşık olan İhsan’ın aşk hikâyesini okuyacak, kendisine pay çıkaracaktır.

Çevrenizde engelli bir yakınına nasıl davranması gerektiğini bilmeyen biri varsa bu kitabı ona verin; Harmancık köyündeki Zeynep’in Ayşe’ye nasıl davrandığını okuyacak ve bunun neticesinde Ayşe’nin nasıl tedavi olduğunu öğrenecektir.

Çevrenizde dînî değerlere saygı göstermeyen biri varsa ya da çocuklarınızın dînî değerlere saygıda hassas olmasını istiyorsanız bu kitabı hediye edin; köylülerin ahlaksız bir adama Yamuk Ali olarak lakap taktığını daha sonra Hazreti Ali efendimizin mübarek ismine hürmetsizlik olduğunu düşünerek sadece “Yamuk” dediklerini okuyacaktır.

Çevrenizde köy hayatından sıkılan, şehre göç etmek isteyen biri varsa bu kitabı tavsiye edin; köyden şehre göç eden İhsan’ın şehirdeki garipliğini ve köy hayatına olan özlemini okuyacak ve bu düşüncesinden vazgeçecektir.

Çevrenizde dava adamıyım diye gezerek mangalda kül bırakmayan biri görürseniz bu kitabı ona verin; İhsan’ın davası için çektiği çilesine ve meşakkatli geçen günlerine rağmen dava fikrini daha da güzelleştirecek kitapları okumak için nasıl can attığına şahit olacak, genel itibariyle bir dava adamı nasıl olur onu görecektir.

Çevrenizde Maraş olayları ve Maraş halkı hakkında ileri geri konuşanlar olursa bu kitabı tavsiye edin; olayların bizzat içerisinde olan İhsan’ın hikâyesinden olayın gerçek yüzünü öğrenecek, eğer vicdan sahibi ise Maraş halkının nasıl bir karakter taşıdığına dair genel bir kanaate sahip olacaktır.

Çevrenizde Anadolu insanına eklektik kafa ile yaklaşarak onun hikâyesini ya da romanını yazmaya çalışan birileri varsa bu kitabı ona tavsiye edin; Hasan Ejderha’nın yerli, nezih üslûbunu görecek, olaylara ve kişilere yaklaşımındaki samimiyetinden kaynaklanan dilin lezzetini damağında hissedecektir. Bunun yanında şiirsel anlatım tarzının roman tekniğine iyi yerleştirildiği zaman ne kadar hoş durduğuna şahitlik edecektir.

https://heybemizdekelimeler.blogspot.com/2019/12/bizim-oranin-romani-sokakbasi-ferhat.html

KARTAL ADLİYE YOLUNDA-1 / Hasan KEKLİKCİ


Köy yolunda bir menfez düşün Emmi üzerinden yol geçsin. Altından geçen derenin orta yerine kadar gelen ve yoldan artan toprak bölümüne birileri gelip kavak diksin, bahçe yapsın. Bunu gören bir başkası da olaya müdahale etsin, burası bizim desin. Desin amma on beş yıl sonra. Elli, bilemedin altmış metre karelik bir yerden bahsediyorum Emmi. Davalılara gelince; ikisinin de sinleri haddi aşmış biri yetmiş, diğeri seksen civarında.

Kaç defa belediyeye çağırdım. Araba gönderip aldırdım. Ellerini ayaklarını öptüm adeta. Birbirini incittikleri yerin “Dere Yatağı” olduğunu, devletin ikisine de vermeyeceğini anlattım. Sonra yüzlerine; “Siz böyle yaparsanız, cahallar –gençler- ne yapsın.” dedim. “Bakın” dedim, “Filanın oğlu avradı boşuyordu aralarını bulduk; geline ayrı, oğlana ayrı yerde maraklandık -kızdık-. Aha gül gibi geçinip gidiyorlar. Filanın oğlu filana sıkmış onları barıştırdık. Siz biliyorsunuz bizim köydeki o iki büyük ailenin durumunu, iki taraf da silahlandı nerdeyse birbirini vuracaklardı. ‘Kan su değildir.’ dedik, iki ailenin büyüklerini karakola davet edip işi bitirip kucaklaştırdık, barıştırdık.” dedim. Hiçbir lafım kâr etmedi Emmi.

Genç olan kalktı:  “Bu gavvur başkanım.”

Öbürü yekindi: “Bu dinsiz başkanım.” dedi.

Aralarına girdim koltuklarına oturttum. Yeni çay söyledim. Sonra geçenlerde karakol komutanının beni aramasını anlattım. Kendilerinin de çok iyi tanıdığı iki akraba kavga etmiş. Komutan “Müsaitsen gel bunlarla bir konuş işi mahkemeye taşımayalım yazık.” dedi. Atlayıp gittim. Bizim milletin eşek gitmez yolları çok Emmi, gittim ki filan adamla filanca adam evlerinin önündeki dut ağacı yüzünden kavga etmiş. Aylardan Ramazan. Herkes oruç. Kadın erkek karakolun içinde bağrışıp duruyorlar. Selam verdim oturdum. Askerlerden birine “Sana zahmet” dedim “şu millete bir su gönder içip rahatlasınlar da öyle konuşalım.” Koro halinde oruç tuttuklarını söylediler. “Oruç tutan insan kavga etmez, hele hele öte dünyada sualin sorulacağı yakın komşunu; şeytanın zincire vurulduğu bu mübarek günde hiç incitmez.” dedim. Ortaya gelen suyu bardağa doldurup en yaşlılarına uzattım. Almadı. Başını önüne eğdi; sarı kaşlarının altında çukura kaçmış gözlerini yere dikti. Sırayla herkese su uzatıldı kimse almadı. Bir bardak suda fırtına koparanlar şimdi o bardaktaki sudan utandılar Emmi. Suyu içmediler. Yumuşadılar. Barıştılar. Komutandan özür dilediler. Mahkemeden vazgeçip evlerine döndüler.

Yok, Emmi benim bu ihtiyarlara anlattığım lafların hepsi boşa gitti; ayakta, oyuna hazırlanmış olan oyuncuların, bilmedikleri bir halayın davul zurnası çalınıyormuş gibi manasız gözler, ifadesiz yüzlerle dinlediler beni. Uzun boylu, tellikli, -bereli- kulağı daha ağır işiten, -ikisinin de kulağı ağır işitiyor- yaz kış delme yelekle -avcı yeleği- gezen, boyu gibi çenesi de uzun, beyaz sakalları seyrek ve toplu, o yaşına rağmen gözlerinin feri gitmemiş, sol ayağı ile bir şeylerin üzerine basıp eziyormuş gibi yürüyen, hemen her cümlenin başına veya sonuna “edem” hitabını ekleyen ihtiyar, önündeki çay bardağını eline aldı. Üç parmağı ile arkasından, başparmağı ile önünden kavradığı bardağın içerisinde bulanan çay kaşığını, işaret parmağının sırtı ile bardağa sıkıştırıp içindeki bütün çayı, azaldıkça başını daha da arkaya doğru kaldırarak içti bitirdi. Elindeki bardağı sehpaya koyarken de “Şeref çayın olsun başkan.” dedi. “Şifa olsun.” diye mukabelede bulundum.” ben de. Kalkmak istediyse de kalkmadı koltuğa tekrar yerleşti.

Diğerine göre daha genç olan; kısa boylu, şapkalı, yüzü eski tip jiletle tıraş edilmiş, yüzünün birkaç yerinde top top, tıraşın ikinci perdahında alınamamış, “beyaz” desem değil, “sarı” desem asla değil kıllar bulunan, başının şapkanın kapatamadığı yerinden görünen saçları yağdan birbirine yapışmış sanki ıslak gibi görünen, gözleri kaçmış olduğu çukurda zar zor seçilen, burnundan konuşuyor hissi veren adam da çayını bitirdi.

Elime bir fırsat daha geçmişti Emmi. Birbirini mahkemeye verecek adamlar, her şeye rağmen diğerinin çayı bitmeden kalkmaya yeltenmedi. Adeta iki dostmuş gibi çayını bitiren kalkmak için öbürünün çayının bitmesini bekledi farkında olmadan. Lafı tekrar aldım: “Dışarıdan biri gelip sizin birinize çökse, ilk siz koşarsınız birbirinizin imdadına. Sen anlattıydın bilmem kim emmi; Zilifke’de -Silifke- sergende Kayışlılılar sana çökmüş de aha bu yetişip adamların aldığını yere çalmış, seni heriflerin elinden kurtarmış. Yarın bir gün birinizin mallarının yemi tükense; öteki, evinde sabaha yiyecek bir şey var mı diye düşünmeden, evdeki bulgurunu diğerinin mallarına yem diye göndermez mi? Siz cennet mekân Hafız Hoca dedemden, Hacı Ahmet Hoca’dan, Duzsuz Hoca’dan vaaz dinlemiş adamlarsınız. Aha dedemin yüz yirmi yaşında öldüğünü söylediniz. Dedemin bütün malları burada kaldı. Gozları -ceviz- çırpılmaz ekşisi kesilmez oldu. Hacı Ahmet Hoca’nın kılıcının ardı da önü de kesiyormuş, hani? Gelin bir daha düşünün. Döğüşünü çaldığınız yere kaç mezar sığar? Ele seyir gerek. Eli günü kendinize güldürmeyin.”

Yok, Emmi ne desem ne söylesem boş, ikisinin de az duyan kulaklarına bir şey girmedi. Dinlerini değiştiler dillerini değişmediler. Kasaba siyaseti böyledir. Bu ikisi de seçimlerde bize oy vermedi. Burada barışmaları bize puan kazandırır düşüncesiyle de barışmıyor olabilirler. Çünkü bu ekipten biri nüfus sayımında belediyeye çok ödenek gelmesin diye, -belediye ödenekleri kasabanın nüfus sayısına göre gönderilmektedir.- çocuklarının yarısını yazdırmış yarısını yazdırmamıştı. Son sözüm, “Siz bilirsiniz, gene de mahkemeye gitmeden bir daha görüşelim.” dedim. Şoförü çağırıp misafirleri evlerine bırakmasını söyledim. İncindiğimi göstermek için de makam odasının kapısından yolladım.

Bir müddet sonra bir sabah; kısa boylu, şapkalı adamı belediyede beni bekler buldum. Ben önde kendisi arkada makam odasına girdik. Mahkemeye vermiş öbürünü. Dava konusu yere keşif heyeti gelecekmiş. Kendisinden araba istemişler. O da benden belediyenin makam arabasını istedi. Versen bir türlü vermesen bir türlü, yakıtını karşılaması şartıyla “Olur” dedim. Sabah arabanın yakıtını doldurmuş fakat heyet gelmemiş. Başka bir tarihe gün vermişler keşif için.  

Verilen keşif günü geldiğinde gidip heyeti getirmiş bizim kartalla. Gelen ekip işi bitirmiş, kasabamızın tarihi ve turistik (!) yerlerini ve Sır Barajı’nı gezmiş arabayla.

Hâkim akşam adliyede arabadan inerken bizim şoföre “Yarın başkan yanıma gelsin; gelmezse, resmi aracı özel işlerinde kullanmak ve yandaşlarına kullandırmaktan suç duyurusunda bulunacağım.” demiş Emmi.



“HİÇ” / Ali YURTGEZEN


Edirne’de Selimiye Müzesi avlusundaki bir hüsn-i hat sergisini gezerken iki gencin konuşmalarına kulak misafiri olmuştum. Modern giyimli bu iki genç ilgisiz bir tavırla öylesine dolaşıyorlarken birden bir hat tablosu önünde durup yüksek sesle konuşmaya başlamışlardı. Şaşırmış gibiydiler. Birisi, “A, bak bu filancanın bileğindeki döğme” dedi; diğeri, “Evet evet, aynısı” diyerek doğruladı onu. Ne kadar hoş bir “kaligrafi” olduğundan falan bahsettiler. En çok da bu döğmeyi yaptırdıktan sonra adını andıkları kişinin popülaritesinin nasıl arttığına dair tanıklıklarını aktardılar birbirlerine. Önünde durdukları hüsn-i hat levhasında “hiç” yazıyordu.

Hattatlar ve bu hattı duvarlarına asan eskiler bir gün “hiç” yazısının popüler olmaya, başkaları tarafından tanınıp bilinmeye alet edilebileceğini hiç düşünmemişlerdi herhalde. Çünkü insanları mahviyyete, yani kendilerini yok hükmünde görmeye, başkalarınca tanınıp bilinmemeye çağıran tasavvufî bir ikazdı bu yazı.

MAHVİYYETİ HATIRLATMAK İÇİN

Tasavvufun evveli de ahiri de mahviyettir. Evvelindeki mahviyyet, neyin ne olduğunu ben bilirim, ben belirlerim iddiasındaki benliği terk etme zaruretini kabuldür. Yine bir ön kabul olarak kişinin kendisini önemli, değerli, üstün ve kudretli görmekten, kendini beğenmekten imtina etmesi gerektiğine rıza göstermesidir. Bunlar bir mürşid-i kâmile teslimiyetin de şartlarıdır aynı zamanda. Zira ancak tevazu ile, kusur ve aczini bilerek, kendini bir şey sanmadan bir “hiç” olarak Allah dostlarının kapısına varanlar yol alırlar.

Tasavvufun ahirindeki mahviyyet, mürşid-i kâmilin terbiyesi ile başlangıçtaki bu kabullerin hale dönüşmesidir. Mülkiyet ve varlık iddiasından uzaklaşmak, beşerî sıfat ve arzuların tasallutundan kurtulmaktır. Kendisinde bir üstünlük vehmetmemek, gösterişten sakınmak, gurur ve kibirden arınmak, haddini bilmektir. Bütün iş ve davranışlarında Cenâb-ı Mevlâ’nın iradesine tâbi olarak O’ndan gelene rıza göstermek, şikâyeti terk etmektir. Ölmeden evvel ölmek, dolayısıyla bir ölü gibi dünyalık anlamında ihtiyaçtan azade olmaktır. Kendini bilmek, Rabb’ini bilmek ve bu marifetle bir kul olarak aczini, yetersizliğini, faniliğini bilip bir hiç olduğunu idrak eylemektir. Bu, fani olanı var kılma çabasını bırakıp gerçekten var ve baki olana ulaşmanın yegâne yoludur. Ol sebepten Aziz Mahmud Hüdayi k.s. hazretleri, “Varlığın eyle zail / Olagör Hakk’a vâsıl” buyurmuştur.

İşte “hiç” hattı bunları hatırlatmak için yazılır ve bunları hatırlatsın diye eskiden özellikle dergâh ve tekkelerin duvarlarına asılırdı. Mahviyyet, “mahfiyyet”i, yani diğer insanlar nezdinde görünür olmamayı gerektirdiğinden sâlik başlangıçta övülmekten, dikkat çekmekten, tanınıp bilinmekten kaçınmak adına güzel amel ve davranışlarını gizleme yolunu seçerdi. Mahviyyet hali kuşanıldıktan, hiçliğe ulaşıldıktan sonra ise görünür olmak zaten mümkün değildi. Hiçlik yahut mahviyyet halini tercihin de yaşıyor olmanın da alâmeti “ben” dememekti.   

“BEN” DEMENİN TÜRLÜ YOLLARI

Kelâm-ı kibardır; “Ben demek şeytana mahsus” buyurulmuştur. A’raf suresinin 12. ayet-i kerimesinde bildirildiği üzere, Allah Teala İblis’e, “Emrettiğim halde seni Âdem’e secde etmekten alıkoyan nedir?” diye sorduğunda İblis, “Ene (ben)” diye söze başlamıştı. “Ben ondan daha hayırlıyım. Çünkü beni ateşten, onu balçıktan yarattın.” demişti. Ayet-i kerimenin ışığında, şeytana mahsus olan yahut insanı şeytanlaşmaya sürükleyen ben zamirinin, ilahi iradeye muhalefet cüretkarlığına sevk eden bir üstünlük iddiasıyla söylenmiş “ben” olduğu anlaşılıyor. Bununla beraber ucb, kibir, gurur ifadesi olarak veya haklı bir sebebe dayansa dahi övünme maksadıyla sarf edilen her “ben” lafzı, “üstünlük takvadadır” buyuran Allah Teala’nın iradesine bir nevi itiraz sayıldığından bu çerçevede değerlendirilmiştir. Buradaki asıl arıza, kulun kendisinde Rabb’ine rağmen başına buyruk bir varlık yahut benlik vehmetmesi, Rabb’ine nispetle hiçliğinden gafil olmasıdır. Yani sıkıntı ben lafzından ziyade bu kelimeye yüklenen benlik iddiasındadır. Nitekim insanlar üstünlük davası veya övünme maksadı taşımadan da kendilerinden bahsederken pekâlâ ben diyebilirler. Yahut bazen bir sorumluluğu üstlenmek için ben demek mecburiyeti hasıl olabilir. Tasavvuf ehli böyle mubah hallerde bile verâları mucibince yine de ben demeyi tercih etmemişler; bunun yerine “fakîr, âciz, bendeniz” gibi tevazu ve mahviyyet ifadesi ibareler kullanmışlardır.
  
Kaldı ki zemmedilen manasıyla ben demek, sadece lafzen ben demekten ibaret değildir. Hatta insanlar daha çok hal diliyle “ben” derler. Giyim kuşamıyla, oturup kalkmasıyla, malı mülküyle, bilgiçlik taslamasıyla, tüketim kalemlerindeki lüks ile de bir üstünlük taslamak üzere “ben” denebilir. Esasen her fark edilme, öne çıkma, dikkat çekme, görünme veya gösteriş çabası, değişik maksatlarla da olsa “ben” demektir. Ve bugün teknolojinin sunduğu iletişim ortamlarında hemen herkes çığlık çığlığa “ben” diyerek varlığını gösterme, var olduğunu ispatlama yarışındadır.

KENDİMİZİ KİME BEĞENDİRELİM?

Modern insanın görünme tutkusu anlaşılabilir. Çünkü Yaratıcısı ile irtibatını koparmış, savrulmuş; var ediliş maksadını unutmuştur. Hüviyetini, yani Mevlâ’sına aidiyetiyle kazandığı kulluk statüsünü, dolayısıyla anlamını ve değerini kaybetmiştir. Kelime yetersizliği sebebiyle bu da bir hiçlik hali diye nitelenebilir. Ancak hiçlik Müslüman için ebedi diriliğe ve saadete ulaşmak üzere tercih edilen bir yöneliştir. Müslümanın hiç mesabesinde gördüğü varlığı, yoktan var edilen beşer tarafı ve beşeriyetinin arzu ve istekleri manasına nefsidir. Yoktan var edilen varlığının başlangıçtaki yokluğunu esas alarak bâki yanına, nefha-i ilahi üflenen ruhuna, esma ilminin ve “Belâ” misakının yerleştirildiği âdemiyetine talip olur. Bu yüzden beşerî vasıflarıyla övünmek, görünmek, fark edilmek, beğenilmek gibi bir derdi yoktur. Modern insanın hiçliği ise maruz kalınan bir hiçliktir. Bakî yanını kaybetmekten kaynaklanan bir yokluk, anlamsızlık yahut boşluk halidir. Yaşlılığı ve ölümü ötelemek, hatta mümkünse engellemek için beyhude bir çaba ile hep var olmak adına beşer tarafını tahkime çalışır. Ve ancak başkalarına göstererek var olduğuna inandırabilir kendini. Böylelerinin görünme yahut fark edilme tutkusu, içinde bulunulan boşluğun derinliği nispetinde abartılmakta, o kadar ki bazen mahremiyetler bile pervasızca sergilenmektedir.

Başta bahsettiğim gençlere bütün bunları birkaç cümleyle de olsa anlatabilir miydim, bilmiyorum. Zaten denemeye de teşebbüs etmedim. Kabe’yi tavaf ederken cep telefonuyla memleketine naklen yayın yaparken arada oradakilerin hal hatırını da soran, selatin camilerinde ikamet okunurken kalkıldığında selfi çeken, sosyal medyada “bugün şöyle bir hayır hasenat işledim” mealinde paylaşımlar yapan kardeşlerimizi hatırlayıp vazgeçtim.

Batılı sosyologlar bile, “Teknolojiyi insanlar icat ediyor ama teknoloji de marazî bir insan tipi inşa ediyor.” diyerek büyüyen bir tehlikeye dikkat çekiyorlar. Galiba bizim de başkalarından evvel kendimizi bu konuda sorgulamamız gerekiyor. Bizi tasavvuf terbiyesi mi inşa ediyor, teknoloji mi? Allah Teala’nın güzel hallerimizi görüyor ve biliyor olması bize yetmiyor mu? Kendimizi öncelikle Allah’a mı, insanlara mı beğendirmeye çalışıyoruz? Ve hiç olma teklifi nefsimize ne kadar ağır geliyor?    
  

HÜZÜN ŞİFADIR DİYEN ÂLİM, HÜZÜN HASTALIKTIR DİYEN ÂLİMDEN GÜZELDİR / Ahmet Doğan İLBEY


Bu dost kelimenin İslâm düşüncesindeki mânasını ürkerek araştırdım. Araştırmalarım sathî olsa da endişeye mahal olmadığını anladım. Düz mânasıyla hüzün, kalp üzüntüsü, gam ve keder gibi iç ve dış sıkıntının tesirinden dolayı hissedilen ruhî ve fizikî acılardır. Hüzünden muradımız ise, mânevî kayıp ve eksiklerden dolayı hissedilen ıstırap ve hasretlere istinat eden tasavvufî hâllerden bir “hâl”dir. Tasavvuf ehli hüznü, neşe, sevinç ve sürûr gibi gönlün hallerinden sayar.

Hüzünle ahbap olmak isteyenler lügatimizde hüzünden meydana gelen şu kelimelerle akraba ve hâldaş olması gerek: Hüzn-âlûd: Hüzünlü, kederli, kaygılı. Hüzn-âmiz: Hüzünle, gamla, kederle karışık. Hüzn-âver: Hüzün getiren, hüzün veren. Hüzn-efzâ: Hüzün, gam, keder artıran. Hüzn-engîz: Hüzün koparan. Hüzzâm: Türk mûsikisinde koyu hüzün arz eden bir makam.

Günümüzde Mutezilî anlayışla hüzünden âzade yaşayanlara ve hüznü lüzumsuz görenlere, “Hüzün, iffetin timsâli Hz. Meryem’in kucağındaki bebekle halkın arasına gelişidir, hüzün asildir, üzüntü sefildir” diyen ehl-i irfanın sözleriyle karşılık vermeyi ve İmam Gazâlî’nin, “Kur’an-ı Kerim hüzün ile inmiştir” sözünü hatırlatmayı bir vazife sayıyorum.

Gazâlî, “Kalplerin Keşfi” kitabında “Hüzünlenmenin yolu, Kur’ân’daki tehdit (manevî anlamda korku verme), mîsak ve ahidleri düşünmektir. İnsan, Allah’ın emirleri ve yasakları karşısında kendi kusurlarını düşünerek hüzünlenir ve ağlar. Kalpleri tertemiz olan kimselerin yaptığı gibi hüzünlenip ağlayamazsa, o zaman hüzünden mahrum olduğuna ağlasın. Çünkü bu, musibetlerin en büyüğüdür” diyerek, hüzün mevzuunda akılcıların ve mutasavvıfların nerede duracağını işaretlemiştir. Böylece imanla bir problemi olmadığına inandığım hüzne tam teslimiyetle sarıldım.

Bu noktadan sonra müracaat ettiğim Hucvirî’nin görüşleri sevindiriciydi. Prof. Dr. Erol Güngör’ün “İslâm Tasavvufunun Meseleleri” adlı kitabından okuduğum Hucvirî’nin hüzne bakışı hüzün ilgili tereddütlerimi yok etti:

“Hüzün, mâşûkun kaybıdır”

“Vecd ve vücud isim-fiillerdir, bunlardan birincisi hüzün, öbürü ise bulma mânasına gelir. Bu tâbirler sûfiler tarafından sema’ (işitme) sırasında tezahür eden iki hâle işaret etmek üzere kullanılır. Bu hâllerden biri hüzünle, diğeri ise arzu edilen şeyin elde edilmesiyle ilgilidir. Hüznün gerçek mânası Sevilen’nin (ma’şûk veya mahbûb) kaybı ve murad edilen şeyi elde edememe demektir; bulma’nın gerçek mânası ise arzu edilen elde edilmesidir. Hüzn ile vecd arasında şu fark vardır ki hüzn tâbiri bencil keder için kullanılır, hâlbuki vecd, muhabbet yolunda bir başkası için duyulan hüzün demektir; Vecdin mahiyetini izah etmek imkânsızdır. Zîra vecd gerçek görüş (keşf) deki elemdir.”

Gönül huzuruyla ifade etmeliyim ki, yaşadığım hüzün, Hucvirî’nin “muhabbet yolunda bir başkası (Cenab-ı Hakk) için duyulan hüzün” ifadesiyle aynı mânadadır ki, hüznüm bencil bir keder değil, vehbî bir hâldir. Hucvirî’nin hüzne bakışı, kalbimi daha da rahatlattı:

Hucvirî’nin şu sözleri de, bir “hâl” olarak hüznü tercih edişimde bir sakınca olmadığını teyit ediyor: “Vecd, İslâm tasavvufunda gaye olmaktan ziyade vasıta değeri taşır. Hayatın gayesi vecd değildir, vecd’in götürdüğü yerdir.”

“Hüzün hastalıktır” diyen akılcı âlimlerin yanılgısı”

Aklı esas alan bir kısım Kelâmcılar, Selefî ve Mutezilî âlimler hüzne geçit vermiyorlar. Bu anlayışa göre hüzün, insanın fizik ve psikolojik yapısının duyduğu acı, ıstırap ve elem olarak târif edilmiş ve kesbî olup bu “hâl”den geri dönülebilen bir “haz”dır. Bu târifle, hüzne yüklediğim mâna uyuşmamaktadır. İtikadî noktadan “hâl”imin ifsad edici olup olmadığı vuzuha kavuşmamış olarak görünmekte ve tehlikeli bir yola girdiğim ortaya çıkmaktadır.

Hüzne karşı çıkanlar akılcı âlimler, Peygamber Efendimiz’in, “Cübbül hüzünden Allah’a sığının” buyruğunu öne çıkarırlar. Mutasavvıf âlimlere göre Efendimiz Aleyhissalâtüveselâmın “cübbül hüzünden” kastı mânevî hüzün değildir .“Cübbül hüzün nedir ya Resulûllah?” diye sorulduğunda, “Cübbül hüzün cehennemde bir kuyudur. Allah bizleri oraya girmekten muhafaza etsin” buyurmuştur. Cübbül hüzün, hüzün kuyusu demektir.

Necip Fâzıl’ın kelimeleriyle söyleyelim: “Allah Resûlünün en büyük mucizelerinden biri bütün ömrünce bir kere dahi kahkaha ile gülmemiş olmasıdır. Daima güler yüzlü, mütebesssim. Ama bir kere gülmemiş. Daimi tefekkür ve hüzün içinde… Mütemadiyen hüzünlü…” (Batı Tekeffürü ve İslâm Tasavvufu)

Diyanet İslâm Ansiklopedisi’nin “hüzün” maddelerine göre, birçok İslâm âliminin hüznün nâmı hakkında görüşleri var. Zekeriya er-Râzi, haz ve elemi birlikte değerlendirerek hazzın elemden ayrı bir şey olmadığını, elemin hazdan önce geldiğini, hazzın tekrar eleme dönüşeceğini ve kısır döngünün mutluluk arayışına esas olamayacağını belirtmiş. Yâni haz, acı duyan insanın bu hâlden kurtulup tekrar normale dönmesi sırasında duyduğu bir teessürdür.

Kindî’ye göre, “Hüzün, sevilen nesneleri kaybetmekten ve elde edilmesi talep olunan nesnelere ise ulaşamamaktan kaynaklanan nefsanî acıdır. Hüznün iki sebebi var: Mahbubâtı kaybetmek ve matlubâtı elde edememek. Hattâ tedavi edilmesi gereken bir tür hastalıktır.”

Dücane Cündioğlu, Kindî’nin târifine, “Ne büyük yanılgı. Çok yazık, mülkiyetin hakikatini idraki, ancak ölümün idraki kadar uzak insana” diyor. Kindî çizgisinde kanaat belirten İbn-i Sina, Nasîrüddîn-i Tûsî, İbn Teymiyye, İbn Cevziyye gibi âlimler hüznün vehbî hâllerden olmadığını, kuldaki iradeyi aşındırdığını, seyr ü sülûk şevkini kırdığını ve hüzne delil gösterilen âyet ve hadislerin yanlış yorumlandığını, bir ahlâk ve ruh sağlığı problemi olup, kontrolsüz öfke, acı, ihtiras gibi duyguların baskısıyla ortaya çıkan taleplerin sebep olduğu mutsuzluklar olduğunu söylerler ve hüznü “vehbî” hâllerden saymazlar. Hüznün aleyhinde olan âlimlerin görüşünün özü şudur:

“Sevilen şeylerin elden gitmesinden ve talep edilenin elde edilememesinden doğan nefsânî elemdir. İçinde yaşanılan oluşma ve bozulma (kevn ve fesad) âleminde kayıplardan kurtulmak mümkün olmadığına göre insan, değişen ve elden giden geçici nimet ve imkânlar yerine her zaman kalabilen ahlâkî ve aklî erdemleri aramalı ve akıl âleminden seçmelidir. Ahlâk, bir bakıma ruh sağlığı olduğuna göre bu rahatsızlıkların tedavi edilebilmesi öncelikle onların akılla bilinmesi gereklidir.”

El çek hüznümden ey zâhir erbabı!

Tasavvuf ehlinin, “Hüzün hâli Müslümanın huyu ve hâlet-i ruhiyesidir. Soytarı ile derviş ayıran şey, hüzündür” sözünü yabana atan ve “hastalık” deyip hüzne müptelâlığımı horlayanlara büyük hüzün yârânından Fuzûlî’nin “Aşk derdiyle hoşem / El çek ilacımdan tabib” mısralarından ilham alarak, “ Hüzün ile hoşem / el çek hüznümden ey zâhir erbabı!” demek geliyor içimden.

Muradım hüzün olunca her kapıdan hüzün devşiriyor, hüzün soruyorum. Şimdi de Şeyh Gâlib üstadın kapısında fakiri karşılayan hüznü âcizâne anlatmak istiyorum. Onun “Hüsn ü Aşk”ına göre “İlk yaratılmış olan akıl, Allah’ı, kendini ve kendinden sonra yaratılmışları bilmesinden Hüsn, aşk ve hüzün meydana gelir.

Ehli bilir ki, Aşk, Hüsn’ü bulmaya hüzünle birlikte gider. Hüsn’ü bulmak için hüzün, hasret, yalnızlık ve vuslat mevsimlerini yaşaması gerek. Aşk, mumdan bir gemiye binerek ateş denizinden geçerek yola çıkar. Bu yolculukta akılla gönül rekabet hâlindedir. Aşk, Hüsn’ü aklın değil, gayret ve gönlün gücüyle bulur. Gayret ve gönül, hüzünden yanadır, ikisi de gücünü hüzünden alır.

Her ne kadar hüzün ikliminden geçerken evham ve ümitsizlik duygusu yaşansa da, Hüsn’nün diyarına hüzün ikliminden geçerek varılır ki, hüzün aslında Aşk’ın imtihanının en zorlu fakat en vefalı iklimidir. Bu sebeptendir ki, fakir hüzün mevsimindendir ve mevsimde neşv ü nema bulup kendine gelir.

“Hüzün Allah Resûlünün dostudur”

Derûnumdaki hüzün, Hakk’a götüren vasıtalarla hemhâl olmamı sağlayan ve daima “yolda” olmanın aşkınlığını yaşatan bir “hâlin adı olduğu için bahtiyarım. Ehl-i dilin hüzne dair sözlerini meşk ederim her vakit: “Hüzün, Allah Resûlünün dostudur. Mekke, Medine, Hıra, Hicret, Arafat, ne yana baksak hüzün. Bir hüzünkâra bu hüzün yeter. Hüzün su gibidir; azizdir, şerefli ve ehl-i hâldir, hüzün gönlümüzün dostudur...”

“Hüzün ki en çok yakışandır âşıklara”

“Hüzün taze tutar aşk yarasını. Yaramdan hoşum, yârimden de. Hüzün ki en çok yakışandır âşıklara. Yandık, yakıldık; ama hüzünden yana asla yakınmadık. Ne de olsa mahzun bir peygamberin ümmeti değil miyiz? Hüzün ki, Mevlâ’mın, Mevlâna’mı özlem özlem içime dokuduğu kamıştır” diyen Şems-i Tebrizî’nin ellerinden öperim.

Bütün hüzünkârlar, modern, yâni ruhsuz ve süflî kahkahaların yükseldiği bir zamanda âdemiyetimize, yâni bezm-i elest’teki hâlimize dönmek için hüzne geçit veren âlimlerden yanadır. Onlar kalbimize ulvî ferahlık veren, dimağımızı maddî dünyadan uzaklaştırıp mânevî hâllere gark’eden hüznü bize sevdiriyorlar


“YENİLGİDEN DÖNERKEN” / Hidayet BAĞCI


Her insanın okudukça ruhunu yakalayan bir kitabı ya da bir yazarı vardır. Bu kimi zaman bir kelimeden bir cümleden bir harften ibaret olsa da diğer yazarlar ya da kitaplar gibi ruha renk verir. Aslolan okudukça ruhun uyumuna denk olan kitap dostluğunu kurabilmektir.

1969 yılında Erzincan’da doğan yazar Ali AYÇİL ilk, orta ve lise eğitimini Erzincan’da tamamlamıştır. Erzurum Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Tarih Bölümünü bitirmiştir. Şiirleri ve şiir üzerine yazıları Dergâh, Hece, Kitaplık gibi dergilerde yayınlanmıştır. Eserleri; Arastanın Son Çırağı (Şiir), Naz Bitti (Şiir), Bir Japon Nasıl Ölür? (Şiir), Sur Kenti Hikayeleri (Hikâye), Ceviz Sandıklar ve Para Kasaları (Deneme), Kovulmuşların Evi (Deneme), Yenilgiden Dönerken (Deneme).

Yazar Hasan EJDERHA’ ya göre Ali AYÇİL’in kıymeti şurada, “Son zamanların değerli yazarlarından biri ve okunması gerekir.” diyerek vurguladığı bir yazar. Mustafa KUTLU’ya göre ise şehirleri kapsayan çevre kirliliği münasebeti ile pek bulunmuyor. Karakovan balı gibi mübarek… O atalarının yolundan yürüyor ama günümüzün jargonunu kullanarak. Ayrıca muğlak olmak bir yana olabildiğince dobra olduğu dikkate şayan bir dille ifade ediyor.

Böyle bir yazar hakkında kısa bilgiler aldıktan sonra onu okumadan yazmak anlamsız ve sığ olurdu. Önce Sur Kenti Hikayeleri’ni okumalı her bir hikâyedeki bağlantıyı kaçırmadan düğüm çözülmeliydi. Yenilgiden Dönerken kitabını okurken kendimize adım adım yürümeliydik, dobraca. Bu kitap altı bölümden oluşmaktadır.  Konu başlıkları o kadar etkileyici ki insana farklı düşüncelerin kapısını aralar gibi ışık saçıyor. Birinci bölümdeki konu başlığı “Önce Göğsünü Arala”. Bu kitabı okumaya başlarsanız önce derinden bir nefes aldırıyor size, sanki atmosferdeki tüm oksijeni yutuyor gibi oluyorsunuz. Çünkü nefessizseniz tek bir nefes yeter sizi diriltmeye…

Her bir bölümde üçer sayfadan oluşan içsel konuşmalara yer verilen bu kitapta yazar cümle aralarında kendisini etkileyen yazar isimlerini ve kitaplarını da konuk etmiştir. Georges Perec’in Şeyler’inden öyle etkilenmiş ki okuduklarını hâlâ bir muamma olarak görmektedir. Kitabın içerisinde Oblomow’dan o kadar çok bahsetmiş ki bir yere not ediyorsunuz bu ismi.

“Eğer kitaplarla aralarındaki ölü bir ilişki değilse, insanların kitaplıkları, hayat hakkındaki fikirleri ve zihin işleyişlerinin bir aynası olarak şekillenir.” diyen yazarın kitaplığındaki düşünce süvarilerinin isimlerini bu kitabında bulabilirsiniz.

Sayfa sayfa okudukça Tehir Duası bölümüne geldiğinizde sizde çağrıştırdığı konu ile yazarın bahsettiği konu arasında bağlantı kurmaya başlıyorsunuz. Ali AYÇİL’ce terimler ve konular ışığında onun gibi “ bir yol nasıl kokar!” diyorsanız, göğsünüz aralanmış ve doğru yoldasınızdır. “Yol, geçmişin izlerine dönemeyecek kadar katılaştığında, yolculuk da bitiyor”, “Artık taşınma bitti!” ve “kim hatırların yükünü yalnız taşıyabilir ki!” diyorsanız onun gibi “kendimi de hatıralarımı da fazla abartmış, dersimi almıştım işte.” diye mırıldanırsınız. Kitabın bu ikinci bölümündeki içsel konuşmasında yazar, “kendimi, kendi üzerime atılmış bir suç gibi hissediyorum” der ve soğuk olduğu için, ıssız olduğu için, umutsuzluk içinde kaybolup gitmek kolay olduğu için gidip dünyanın çatı katına yerleşmeye de kararlı olan yazar biraz düşündüğünde düşünmenin de insanı kararsızlaştırdığından yakınır.

Üçüncü bölümde aşkın, mesafesizliğin kurbanı olduğunu vurgular ve düşünür. “Seni tanımlamaya çalışırken aslında tanımlamaya çalıştığım kişinin kendim olduğunu pekâlâ biliyorum” der. “Yine de kendimle hesaplaşmanın beni daima canlı tuttuğunu, dünyaya teslim olmamı engellediğini, beklenmedik tepkiler vermemi kolaylaştırdığını söylemeliyim. Eğer araya bir mesafe koyup, kendi boşluğumda bıraktığım temsilleri resmedebilseydim, muhtemelen sana hiçbir zaman ihtiyaç duymayacaktım. Bir aşk, sürekli olarak temsillerimizi görmek istediğimiz muğlak bir aynadan başka nedir ki?” der ve konuyu kapatır.

“Bizim kıyametimiz, eve ekmek götüremediğimiz gün başlıyor. Bu yüzden en mahrem utancımız sensin…” Ekmek için kurulan bu cümle-i sofrada onun için nasıl cümleler kurulur bilemem ama Ali AYÇİL sofranıza düşen ekmek kırıntılarını size bir güzel toplatır sonra da pencerenize konan serçelere ikram etmenizi ister. Çünkü ekmeğin yüceliği ve bereketi paylaşmaktır. Bu yüzden onun gibi bir anda “İnsan bir yazarı sevince, onun ilgilerinde hikmet aramaya başlıyor.” ve “ruhu işgal eden bütün imgeler isimsizdir; biz bir imgenin kendisine değil bir işgale ad koyuyoruz yalnızca” dersiniz.

Siz onun bu kitabında yazılarının derinliğine indikçe bir anda kitaplığında duran kitaplar konuşmaya başlar ve yazarlar arası bir düello gibi canlanır zihninizde bu konuşan Tolstoy’dur. Anlarsınız onun düşünce dünyasındaki yerini bunun adı “samimiyettir. Ona göre “insanlar, incelikten yoksun bir yüz okuyucusudurlar ve başkaları hakkındaki kararlarını çabucak vermekten kaçınmazlar” ve bu cümlelerini renksiz olarak betimler ve alıcısı olmadığını söyler. “Eğer kazanmak için yola çıkmışsan o yol sana ihanet eder!” diyerek cümlelerine devam eden Ali AYÇİL, bir sonraki yazısında “Olsun; biz yine de içimizde yalnızca şiir ve yazı müsveddeleri, yalnızca kitap taşıyan bir adam tarafından onurlandırıldığımız için mutluyuz.”

Kitabı okurken ilk defa karşılaştığınız yazar ve şairler olur. Bunlardan biri de yazarın çok sevdiği Ezra Pound… Merak edersiniz ve kitap listesine eklersiniz bu ismi de diğerleri gibi… Yunus Emre’den bahseden cümlede onun gibi içiniz titrer ve ilerlersiniz bu kitabın sayfaları arasında…Ve üçüncü bölümdeki cümle sizi uçuruma getiren düşüncelerden kurtarır… “Çünkü boşluğa yaslanamayız!”

“İnsan isterse bir şaşkınlığın ömrünü uzatabilir pekâlâ!” diyen bir cümlede durur ve düşüncelere dalarsınız. Her insanın hayatında yaşadığı bir şaşkınlık noktası vardır. Yazar sizin düşünce dünyanıza dalmanız için öyle bir zemin hazırlamıştır ki her bölümün sonundaki cümleyi merak ederek okursunuz. Aslında merak ettiğiniz hangi bölüm sizi hatıralarınızın sırtından yakalayacak ve hangi cümle sizin geleceğinizi aydınlatacaktır. Ali AYÇİL gibi sizin de ümitleriniz vardır, bir şairin-bir yazarın çantasında…

Kitaba ismini veren son bölüme geldiğinizde Ali AYÇİL gibi cümleler kurmaya başlarsınız ve hece hece okursunuz kitabındaki bu son bölümü… “Ben o ülkeyi sevdiğimde, içimde bir siren sesi vardı… Hıçkırıkların izi silindi özenle. Yeni korku çağı böyle başladı. Ben o kızı sevdiğimde, içimde bir flüt sesi vardı. Bir utangaçlık… Kimdi bu utangaçlığın sahibi? Yanağa biriken sıcaklık; uykulara hücum eden rüya! İnsan dönüp bir bahçeye bakınca hemen görürdü, yan yana duran iki vişnenin nasıl titrediğini… Yeni ayrılık çağı böyle başladı. Ben o yalnızlığı sevdiğimde, içimde bir rüzgâr sesi vardı. Bir ıslık, kış dumanlarına…Yeni yalnızlık çağı böyle başladı. Ben o yenilgiyi sevdiğimde, içimde bir zafer şarkısı vardı… İncinmiş gururlar, ıssız bakışlar eşyayla onarıldı. Öyle ustalıkla çözüldü ki yumruk, kimse fark edemedi bu yoksul gövdeye bu pahalı ipeğin nasıl giydirildiğini. Yeni yenilgi çağı böyle başladı.” Ve kitap bu cümlelerle bittiğinde yazardan bir şiir beklersiniz ancak yoktur.


YENİLGİ
Ağzıma aldığım ekmeğin tadı,
Islandı bir ikindi sonrası yağmurla,
Bir yenilgi değil zaferdi, göklerdeki muştu…

Kırıntıları serptim toprağa.
Serçeler için ekmek, benim için nimetti…
Bir yenilgi değil zaferdi, topraktaki muştu…

Tek bir türkü vardı mırıldandığım,
Sözleri yankılanıyordu kulağımda,
Bir yenilgi değil zaferdi, bendeki muştu…

Güvercinler “elif” dedi,
Kanatları gökyüzüne değdi,
Bir yenilgi değil zaferdi, yağmurdaki muştu…

Rüzgarların kanatları “vav” dedikçe,
Ömrüm kıvrıldı uzandığım yerde,
Bir yenilgi değil zaferdi, düşüncedeki muştu…


ÇAĞIN YAZGISI / Samet YURTTAŞ



Sonsuz gökyüzünde süzülen
Aşk masalında buluyorum kendimi
Tanınmış olmak rozeti 
Yapışarak yakama
Minarelerin gölgesine sığınan 
İlahi yakarış zonkluyor kulaklarımda

Sırrını taşıyamayan okyanus 
Kanıma karışarak 
Yazgımı ayaklandırıyor geceye karşı
Kuşların kutsal kanatlarından
Dökülen çoban yıldızı
Şehrin alışık olmadığı buğu
Bir bir aşındırıyor zamanı.

Dudaklarımı morartan zifir
Yılları deviren zaman
Putları devire devire yürüyen rüzgar 
Küllerini savuruyor yazgıma
Yazgım günah muskasıyla
Bir yer buluyor kendine
İdam sehpasında

Ey kenti kemiren utanç yasası
Başımı döndüren çağrı
Uyandır hüt hüt kuşlarını
Bıraksın gökyüzü kırgınlığı
İnsan artık devirmeli çağın putlarını



KARTAL DELİÇAY YOLUNDA / Hasan KEKLİKCİ


Köse Dayım aradı: “Üç tane keklik vurdum başkanım, akşam acil bir işin yoksa Maraş’a gitme de yemeği bizim evde yiyelim, çiğköfte yaptıracağım.” dedi. Tereddütsüz “olur” dedim. “Eh o zaman arkadaşlara da haber ediyorum.” deyip telefonu kapattı. Beraber gezdiğimiz, arabayı kullanan arkadaşı çağırdım. “Bu akşam ben burada kalacağım sen git sabah gelirken seni alırım.” dedim. Yüzündeki ifadeyi belli etmemecesine kapıyı siper ediyormuş gibi, yarısına kadar çektikten sonra ani bir şekilde durakladı; ceketiyle hiçbir bağlantısı kalmamış, her yeri tamamen sökülmüş ve yıllar önce dikişlerin bulunduğu yerler lime lime olmuş, tarak dişi gibi sarkan astarının arasından çakmak cebi şöyle bir görünüp geri astarın altında kayboldu. Ben de kalayım filan gibi bir manası olan bu, kapıda bir iki saniye bekleme hareketi ustayla aramızda bir iletişim şekli olmuştu sanki. Konuşmasına fırsat vermeden “Yok yok gerek yok!” dedim.

Dün okullardan birinin müdürüyle ağız dalaşı yaptık. Bugün sabah da “şo” adamlar geldi yine. Geçen hafta muhtar; yağmur yağdığında okulun bahçesine su göllendiğini, çocukların cıcılı bıcılı ayakkabılarının çamura battığını söylemişti. Bütün imkânsızlıklara rağmen oraya kum göndermiştik. İşin yapılıp yapılmadığını görmek için de okula gitmiştik. Laf arasında müdür beyi sorup, okula sık gelmediğini öğrenince de sitem etmiştim. Konuştuğumuz hoca da mübarek yememiş içmemiş, biraz da üzerine ilave ederek müdür beye anlatmış aramızda geçen o sohbeti. Müdür bey de “Benim okula gelip gelmemem kendisini ilgilendirmez, başkan kendi işine baksın.” diye haber yollamış. Sabah oraya uğradım. Kasabanın çocuklarının eğitiminin ilk önce beni ilgilendirdiği konusunda bazı iri laflar ettim müdür beye. Kum işinin muhtardan önce kendisinin görevi olduğunu söyledim. Çay may da içmeden kalkıp geldik.

Sabah. Sabah da yine şehirdeki bir kamu kurumunun siyah; üzerinde “Resmi Hizmete Mahsustur” yazan arabasıyla, olmadık zamanlarda gelen ekip geldi Emmi. Şu ana kadar belki de bu gelen yirminci ekiptir. Her defasında da aynı yalanı söylerler: “Kale’ye gelmiştik de baraja gidiyoruz da…”  Genellikle, bu bölgeyi iyi bilen ve aslen bizim bu taraflı olan şoför dâhil dört kişi bunlar. Ekip sürekli değişir. Bir kişi en fazla iki, olmadı üç defa gelir. Yok, belediyede insanların namazlarını doğru dürüst kılabilecekleri bir mescit var mı? Yok, başı açık veya kapalı her kasabalı vatandaş rahat rahat belediye binasına girebiliyor mu diye saçma sapan, ipe sapa gelmez sorular sorarlar.  Olmadı, biri çıkar “İmamlardan memnun musunuz, camilerde kasabanın çocuklarına güzel dinî eğitim veriliyor mu; belediye olarak çocuklara Elifba alıyor musunuz?” der. Her seferinde biri çayını memurların yanında içer, güya fark ettirmeden onları sorguya çeker Emmi. Bugün gelen ekipten biri de okullarda mescit olup olmadığını sordu. Sorulan her soruya, her zamanki gibi verilmesi gereken cevapları vererek, kurdukları hiçbir tuzağa düşmeden ve birçok suallerine de “yok, yok” diyerek bugünü de kurtardık. Devletimizin buyrultularını onadığımızı, laiklikten ödünlemediğimizi, irticanın kamusal alanlarımıza hatta bölgemize yaklaşım olasılığının bulunmadığını yinelemledik Emmi(!)

Hal bu ki birkaç gün önce Güdük Bibim bir iş için belediyeye gelmişti. Kapıyı açıp buyur ettim, ayağındaki lastik ayakkabısını dışarıda çıkartıp öyle girdi içeri. Ne kadar dil döktüysem “Devletin halısına ayakkabı ile basılmaz günah.” dedi. Eee… Emmi. Denmez ki diyesin; “Ulan alçak devlet öyle korunmaz Güdük Bibim gibi korunur!” Fakat gel gör ki diyemiyorsun Emmi. Devlet kendilerininmiş. Bin yıl sürermiş yönetimleri. Batı bilmem ne halt etme grubu senin anlayacağın başımdaki bela. Söylenecek ne laflar var ama olmuyor, söyleyemiyorsun. “Dil bir aslan gibidir kapının önünde yatar; dikkat et ey ev sahibi başını yemesin.” demiş Balasagunlu Yusuf Has Hacip.  Baş… Baş sade senin başın değil ki verip kurtulasın Emmi…

Keklik işine gelince; Köse Dayım “üç” diyor da doğrusunu Sultan Ablam bilir o, “iki buçuk” diyor. Sultan Ablam hem en doğrusunu bilir ve hem de bildiğini söyler Emmi. Köse Dayım da doğru söyler ama Sultan Abla’nın doğrusu daha doğrudur. Anlayacağın üç vurmuş da kekliği, birinin yarısını bulamamış. Nasıl olmuşsa?  Neyse, o kadar şaka yaptık gevezelik ettik ki bu akşam, yazıya dökme imkânı yok Emmi. “Gündüz çektiğimiz şubat soğuğu zulmünü unuttuk.” desem yalan olmaz.

Gece yarısına doğru dağılmaya başladık. Mehmet Abi; “Gece yarısı oldu, bu araba sağlıklı değil ne olur ne olmaz ben de seninle Maraş’a geleyim.” dedi. İstersen buraya bir parantez açalım Emmi. Mehmet Abi… Merhaba Mehmet Abi. Hangi Mehmet Abi? Belediyede dört tane aynı soyadı taşıyan Mehmet var. Beş tane de soyadı aynı olmayan Mehmet, etti dokuz. O zaman biz “Mehmet Abi” diyerek çıkalım işin içinden. Zaten olayı anlatınca olayın kahramanı olan Mehmet “Amaa başkan beni yazmış taman.” der. Okuyucu için de hikâyemizin buradaki kahramanının hangi Mehmet olduğu çok önemli değil. Hangi Mehmet olursa olsun aynı işi yapacak nasıl olsa. Konumuza dönecek olursak; ben Mehmet Abiye böyle bir şeye gerek olmadığını, her zaman gidip geldiğimi söylememe rağmen beraber gitmekte ısrar etti. Arabanın geçenlerde üç gün kar altında kaldığını, arkeologların yerin altından tarihi eser çıkarttıkları gibi karı eşeleyerek çıkartıldığını düşününce, Mehmet Abiyi dinlemek ve yola onunla çıkmak aklıma yattı.

Akşamdan beri konuşacak bir konu bırakmadığımızdan mı, üzerimize çöken esriklikten mi birbirimizle konuşmadan kendi âlemimizde; hafifçe çiseleyen bir yağmur altında Önsenaltı’ndan Deliçay’a doğru ilerliyoruz. Ben; sabahtan akşama kadar yaşamış olduğum olaylarla ilgili kafamda birikmiş olan bilgileri; önce gözümün önünden, sonra zihnimden geçirip, ileride lazım olmayacakları gecenin karanlığına atıyorum; lazım olabileceklerin üzerinden bir daha geçip hafızama yerleştiriyorum Emmi. Bir anda bir şeyler oldu. Her şey yeniden birbirine karıştı. Arabadan bir şeyler koptu tarlaların içinde kayboldu. Kartalın sağ tarafı bir çukura düşmüş gibi o tarafa yamuldu. O anda da sağ taraftan çıngılar savrulmaya başladı.  Öyle bir çıngı, öyle bir alev ki Emmi, sanırsın arkamızdan kuyruklu yıldız geliyor.

Arabayı sağa sola kaçırmadan kenara çekip durduk. Fren sistemi vesairenin bulunduğu bölümle birlikte, arka sağ teker yerinden kopup gitmiş. “Gittiği yeri gördüm ben onu almaya gideyim sen de arabanın önüne ve arkasına uzaktan görünecek şekilde biraz taş diz.” Dedi Mehmet Abi. Yola önlü arkalı üçer beşer tane sürücülerin göreceği büyüklükte taş dizdim. Yağmur hafif hafif yağmaya devam ediyor, arabanın içine tekrar girip oturdum. Mehmet Abi üzerinde o kadar demir bulunan tekeri bulmuş ıhılıya-tısılıya getirdi. “Eşek ölüsü gibi zalım.” dedi. Beraberce bagaja koyup bagaj kapağını ve kapıları kilitledik.

Yağmurun ılıttığı havada, şehrin ışıttığı yolda belki bir araç gelir umuduyla arkamıza baka baka yürümeye başladık. Ne Mehmet Abi’de beraber gelme konusunda haklı çıkmanın gururu, ne bende haksız çıkmanın ezikliği yoktu Emmi. Bir çare bulup şehre kavuşmak dışında hiçbir düşünce izi vurmuyordu ikimizin de yüzüne. Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Sabah işe gitmeyen ve aynı zamanda arabası olan birilerini bulup çağırmaktan başka çare kalmadı bir müddet sonra.  Fakat gel gör ki öyle biri yok. Deliçay’a doğru yaklaştık. Bu mevsimde Yavşan’dan berisinin boz bulanık suyu ile dolar taşar, yani coşar Deliçay.

Bir yüzüm ağlar bir yüzüm güler Ali’yi aradım. Bizim büyük Ali’yi Emmi. Bu işte benim kadar etrafım, hısım akrabam da eziyet çekiyor. Ya ne bileyim kimine böyle yük oluyoruz, kimine başka şekilde. Burası uzun mevzuu…

Deliçay’ı geçtik Ali geldi. Arabasına bindiğimizde radyodaki türkü bitmek üzereydi:
“Destur verin gökte uçan kuşlara/El aman

Bakmıyor musun gözümdeki yaşlara/Ya gel dost dost Ali dost

Sular başın vurur taştan taşlara/El aman

Çağlar ya Muhammed Ali çağırır/Ya gel dost dost Ali dost.”







BAĞ BOZUMU / Musa YILDIZ



Canım yanıyor anne
Bugün Bağ bozumu
Ufuklarda gözüm
Güneş elini eteğini çekiyor dünyadan
Bir ferace gibi.

Giyecek sancılar geceyi
Birazdan
Kararacak ufuk
Daha da irileşen gözlerimden
Dökülecek

Nardanesi göz yaşları
Fistanının mor eteklerine
Topladığın üzüm daneleri gibi
Bir çiltim üzüm olacak
Kirlenmemiş hüznüm.

Kuruyan gazellerin hışırtısını duyacağım.
Ürkek bir ferik gibi saklanan bedenimde.


KİŞİNİN KİŞİLİĞİ ZARAFET / Furkan EREN


Zarafet sosyal yaşamda nezaketli olmayı, iş yaşamında iş etiketini ve kamusal yaşamda da protokol kurallarını ifade eder.

Zarafetin tarihsel sürecine baktığımızda birey hayatında ve toplumsal yaşamda iletişimi güçlendirdiğini hemen fark edebiliriz kurumsal alanlarda kullanıldığında ise kurumun çalışanları ve halk ile olan ilişkisinde samimiyeti güveni ve doğallığı meydana çıkardığını daha etkili hizmet sunumu sağladığını görmemiz mümkündür.

Batıda İlk kez 13 yüzyılda Fransa’da “protocole” kelimesi ile ortaya çıkan kurumsal alandaki zarafet anlayışı, bizim kültürümüzde çok daha eski tarihlere dayanmaktadır. Türk ve İslam medeniyeti zarafet üzerine kurulmuştur.

Kurumsal anlamda bu uygulamanın metne dökülmesi ise Osmanlıda Teşrifat Nizamnamesi, olarak karşımıza çıkmaktadır. Son yüzyılda hem kurumlarımızda hem toplumsal hayatımızda zarafet unutulmaya yüz tutmuştur. Oysa her alanda sanki bizden ileriymiş gibi takip ettiğimiz batı dünyası zarafeti nezaketi de atalarımızdan öğrenmişlerdir. Bugün bize ait olan bu değerler Avrupa eğitimine iş dünyasına ve devlet yönetimine yerleşmiş ve bu durum onları başarılı kılmıştır. Üzerimize düşen bize ait olana yani zarafete ve nezakete sahip çıkmak birey olarak hayatımızda, toplumsal her alanda ve kurumlarımızda zarafet ve nezaketi ön planda tutmaktır.

Gün geçmesin ki her alanda bir değişim olmasın. Teknoloji ve iletişimin gücü her geçen gün artmaktadır. Dolayısıyla bizler çağın gereklerini yerine getirmeliyiz. Diğer taraftan da değerlerimizi korumalıyız. Zarafetten asla taviz vermemeliyiz.

Gençlerimize ve kardeşlerime buradan sesleniyorum. İnsanların gönlüne hitap etmeyen hiçbir işte başarılı olmazsınız. Alternatifin bol olduğu bu dönemde sizleri farklı kılacak olan temel husus insani ilişkilerinizde, bu ister çalışanınız olsun isterse müşterileriniz, zarafete ve nezakete dikkat etmeniz olacaktır. Bunu başarmanın yolu ise bilmekten ve yerli yerinde kullanmaktan geçer. Sadece bilgi sahibi olmak yetmez. Bilgiyi yaşantı haline getirmelisiniz. Yani günümüzde sahip olduğumuz bilgiden çok, bilgiyi nasıl sunduğumuz önem kazanmaya başlamıştır.

İnsanlar mutlu olmak istiyor. Evinde, iş yerinde, sokakta ve nihayetinde hizmet aldığı kurumlarda mutlu yüzler görmek, bireyi de mutlu kılacaktır. Bizler işletmelerimizde zarafet ve nezaket ile bu mutluluğa hem vesile olmalıyız hem de mutluluğa ortak olmalıyız.

Tebessümün sadaka olduğunu söyleyen bir peygamberin ümmeti olarak, ne kadar az tebessüm ediyoruz değil mi?

Aslımıza dönmenin vakti geldi ve geçiyor. İşlerimizde erdemli olmalıyız. Güven vermeliyiz, insanların mutluluğu bize mutluluk vermeli. Gönül köprülerini zarafet ve nezaket ile kurduğumuz vakit, kısa sürede kendi hanemizden, iş yerimizden başlayarak önce çevremize sonrada tüm insanlara ulaşma ve onları da bu çembere dâhil etme imkânı buluruz. Böylece aslımıza döner yeniden BİSMİLLAH diyerek güzel kapılar açabiliriz.



AVLU / Nurcihan KIZMAZ


Hayat yorgunuydu, elleri titriyordu. Ocağa çalı çırpı atarken bayram sabahları erkenden çocuklarına ateşte çorba pişirdiği günler geldi aklına, gayri ihtiyari gülümsedi sararmış yüzüyle, hafiften inledi kimseye duyurmadan, bir köşede sessizce yatan kocasına baktı göz ucuyla, “ne hale geldi dağ gibi adam, yedi bitirdi bu hastalık. Daha ne kadar sürecek böyle” diye iç geçirdi. “Ya bu bayram da gelmezlerse bu kez ne uydurup nasıl teselli ederim” diye hayıflandı. Çok kısa sürdü bu düşüncesi yeri göğü inleten bir gök gürültüsü ardından şiddetli sağanak sesi çekip aldı onu bu evhamından, “eyvah!” dedi. “Şimdi kim çıkıp da dam loğlayacak.”

Hayat arkadaşı yatağa düşeli beri bütün yük omuzlarındaydı Fadıma bacının, her işi yapıyor da şu toprak damın akmasına bir türlü çözüm bulamıyordu, daha on altı yaşındaydı bu eve gelin geldiğinde, baba yadigârı evi bırakıp gitme düşüncesi aklına geldiğinde gözleri buğulanıyor her bir köşesinden gençliğine ait anılar gözlerinin önüne seriliyordu. Yedi çocuktan sadece ikisinin yaşama tutunabildiği bu fakirhane ona cennet gibi geliyordu oysa bir zamanlar.

Gitmeseler olmaz mıydı? “Olmazdı” dedi tekrar içinden, “kızın bahtı gurbetten açıldı neyse ona sözüm yok da ya oğlan, o gitmeseydi, bırakmasaydı hasta babasını, gözü yaşlı anasını buralarda bir başına.” Kendi düşünceleri için kendisine kızdı Fadıma bacı “sonra, ne yapsın ki çocuk buralarda iş yok güç yok sefilliğin bini bir para gitti de hayatı kurtuldu işte” dedi. Biraz sesli düşünmüş olacak ki kendi sesiyle irkildi sonra, sobanın üstündeki taşmak üzere olan sütü son dakikada kurtarmış olmanın ferahlığıyla sesine sahte bir neşe katarak kocasına seslendi “süt içer misin bey?”. Konuşmaya mecali olmayan Osman ede yattığı yerden “Hayır!” anlamında kafasını iki yana hafifçe sallayarak cevapladı bu nazik teklifi. Osman ede ismini mahalleli takmıştı ona gençliğinde. Ede; kardeş, arkadaş, yoldaş, sırdaş demekti; kimin başı dertte kimin bir müşkülatı var herkese el uzatır, derdine çare bulur, kendi dertlerini hiçe sayarak mahalleliye, akrabalarına, dostlarına, yetişmeye çalışırdı.

Şimdi ise bir Allah'ın kulu kapısını çalmıyor kimse halin ahvalin ne demiyordu. İyi ki o iki ineği almıştı zamanında, sütünden yoğurdundan faydalanıyor kalanıyla da harçlıkları çıkıyor kimseye muhtaç olmuyorlardı. Evlerinin bitişiğindeki eski tarihî caminin avlusunu büyütmek için mahalleli ağız birliği edip bu eski evin avlusunu satın almak istemişlerdi, Osman ede zaten dünyadan elini eteğini çekmiş bir kuru canıyla bir minderlik yer teşkil ediyor bu konuda söz sahibi olarak eşinin rızasının olmadığını söylediği için mahalleli gönül koymuş selamı sabahı kesmişlerdi. “Şunun şurasında kaç günlük ömrümüz kaldı ki bırak biz göçüp gidince ne yaparlarsa yapsınlar ahir ömrümüzde bizi yerimizden oynatmasınlar” demişti Fadıma bacı. Haksız da sayılmazdı bu sözlerinde kime gider nereye sığardı ki hasta adamla. Telefon yoktu elinin altında, komşudan arayıp iki kelime zor konuşuyordu oğluyla “nasılsın iyi misin?”den başka konuya girilmiyordu ki elin telefonuyla, önümüzdeki bayram gelirlerse enine boyuna konuşur bir karara varırlardı elbette ama hep bir mazeret gösteriyor, bir türlü gelemiyorlardı.

Kaynamış olan sütün sıcaklığını serçe parmağıyla kontrol ettikten sonra bir kısmını peynir bir kısmını yoğurt mayaladı. Bulaşıkları yıkadı, sobaya odun atıp üstündeki kaynamakta olan güğümün üzerine biraz daha su ilave ettikten sonra ağrıyan sırtını birazcık dinlendirmek için arkasına yaslandı. Gözlerini kapadı yarım saat dinlenip kalkmayı düşünüyordu ki yüzüne damlayan iki damla suyla tekrar doğruldu, dama çıkmayı unutmuştu. Akan yerlere biriken suları süpürüp çukurlaşmış yerlere toprak doldurup loğlamasi gerekiyordu, bir elini beline koyup kalkmaya çalışırken başı döndü iki adım geriye sendeledi tekrar oturdu. Kulağına çıtır çıtır sesler geliyordu önce sobadandır diye aldırış etmedi yağmur cama vuruyor da olabilirdi ama yüreği daraldı pencereden dışarı bakmaya niyetlendiği sırada büyük bir gürültü koptu.
.........
.........
"Beyyy!!!"
........
Eşhedü enlailahe illallah
........
Oğlu kızı bayramı beklememişler ilk uçakla atlayıp gelmişler, mahalleli ise avluyu doldurmuş kimse kimsenin yüzüne bakamıyordu. Cuma namazını müteakip imamın “hakkınızı helal ediyor musunuz*” sorusuna hangi taraf cevap vermeliydi?