Örtün sokakları, örtün üşümesin"
Hasan Ejderha/
Elimizde
bir kürek ağzımızda envai çeşit lafla tekrar yol ayırımına doğru inerken, akla
hayale gelmez bir iş oldu Emmi: Bir an duraklayıp yoldaşımla birbirimize
baktık, kar ve tipinin müsaade ettiği ölçüde. Fakat dikkat edince gördüğümüzün
gerçek olduğuna inandık. Görünen şu ki; Zeytindere Köyü tarafından bizim
olduğumuz tarafa doğru bir kepçe geliyor. Gerçi buna “geliyor” demekten ziyade,
“gelmeye çalışıyor” demek daha doğru olur. Öyle ki önündeki kova on metrede
doluyor, onu bir tarafa atıp tekrar ilerlemeye çalışıyor.
Fatmalı
yol ayırımında kepçenin operatörü bizi fark etti. Canımızı kaptık Emmi. Bir
koşuda makinenin yanını bulduk. Birimiz bir tarafından, birimiz öbür tarafından
açılan kapılardan içeri girdik. Hâl hatır sorma faslından sonra: “Sabahtan beri
Kale’den buraya kadar ancak gelebildim. Mazotum azaldı. Belediyeye gidip tekrar
mazot alacağım. Beraber gidip gelelim.” dedi operatör arkadaş. “Hay hay.” Bu
tepenin başında, bu tipinin önünde durmayalım da neresi olursa olsun bizim
için.
Öğlen
on iki yarım gibi Kale’ye doğru yola çıkmıştık. Geri bulunduğumuz yere saat
üçten sonra ancak gelebildik Emmi. Kepçenin gelirken açtığı yolun birçok yeri
geri kapanmıştı. Ve biz hem giderken ve hem de gelirken yolu aça aça gidip
geldik. Belki okuyuculardan “Çok yoğun bir karda üç küsür saatte gidilip
gelinen, hatta kepçeyle gidilen bir yol iki cümle ile mi anlatılır, bu kadar
zaman nasıl geçti.” diye aklından geçiren, merak eden olur. Bu şekilde düşünen
dostların da merakını gidermek için, merak etmeyen dostları sıkmadan kısaca
anlatıp bitirelim o üç saatlik zamanı da Emmi: Kale’ye varınca operatör arkadaş,
“Ben gidip yakıtı alayım siz de bizim evde bir müddet dinlenir, üstünüzü
kurutursunuz.” derken daha lafını bitirmeden, yol kenarında bir evin önünde
durdu. Bir iki düdük çaldı ve pencereden bakan birine bizi işaret edip gitti.
Kapıyı açan ev sahibinin “Üzerinizi içeride temizlersiniz.” demesine rağmen,
içeri girmeden kapının dışında üzerimizdeki karları silkeleyip temizledik. Dört
oda bir salon; dış duvarları boyasız, iç duvarları kireç badanalı, yerleri karo
döşeli evin ilk odasına girdik. Paltolarımızı ceketlerimizi çıkartıp sobanın
başına getirilen sandalyelere serdik. Sonra gösterilen yer minderlerine
oturduk. Bir müddet sonra önümüze bir sofra serildi. Az sonra da evin hanımı
içerisinde; yağda yumurta, yoğurt, pekmez, yeşil soğan ve yufka ekmek bulunan
bir siniyi sofraya; yeryüzüne indirilen bütün tebessüm, memnuniyet, huzur,
kerem, cömertlik, hürmet, saygı, izzeti de odanın boşluğuna bırakarak bir
kenara çekildi. Yoldaşımla birlikte ev sahiplerinin yüzlerindeki memnuniyet ve
göstermiş oldukları izzet ikramla rahatlamış olarak, gıylı gıpılı oturduk
sofranın başına…
Şimdi
diyeceksin ki iki tabak yemeğe bu kadar temenna neyin nesi? Tabii ki Allah’ın
verdiği nimeti övmek lazım ama ben yemeğe temenna etmekten ziyade sana; ev
sahiplerinin güzelliğini anlatmaya çalışıyorum Emmi. Ama gel gör ki bu
güzelliği anlatacak ne kelimem ne de getirecek dilim var. Sen de bilirsin ki
nice insanların önüne nice kaymaklar, ballar konmuş, ağızlarından yedikleri
burunlarından getirilmiştir.
Evde
geçirdiğimiz yarım saat kırk dakikayı saymazsak, üç saattir kepçenin
içerisindeyiz. Fatmalı yol ayırımından şehir tarafına doğru elli metre ancak
gelebildik. Telefonum çaldı. Arayan Halil Abim. Esasen sabahtan beri en az on
defa görüştük. Maraş’ta gitmediği yer aramadığı daire kalmadı. Ama bu son
telefon bizi tekrar hayata bağladı. Anlattığına göre kendisinin ve şehirdeki
“salâhiyetli” dostların gayreti ile bir greyder bulmuş. Kendisi de Doktor
Mehmet’le greyderin arkasına düşmüş bize doğru geliyorlarmış. Önsenaltı’nı
geçmişler. Greyder bir kürek vurup geliyormuş. “Çok sürmez.” dedi.
Sonra da
öylesine soruyormuş gibi
“Üşüyor
musun.” dedi.
Tipinin
sabahtan beri durmadığını ama biz aracın içinde olduğumuz için rahat olduğumuzu
söyledim, bundan önce her aramasında söylediğim gibi.
Saat akşam beşe doğru yolun
mezarlığı ikiye böldüğü yerden bir ışık göründü. O anda da telefonum çaldı.
Arayan Halil Ağa. “Karşımızda b.k böcüğü gibi kar loğlayan –yuvarlayan- karartı
siz misiniz?” dedi gülerek. Kapatırken de “Ede üşüyor musunuz?” demeyi ihmal
etmedi.
Üşüyoruz
abi. Yaklaşık dört saattir her yanı demir olan bu iş makinesinin içerisindeyiz.
Her an, her saniye, her dakika içeri rüzgâr giriyor. Üzerine bastığımız zemin
aşağıdan aldığı soğuğu ayakkabılarımızın tabanına, o çoraplarımıza, o
ayaklarımıza, o da iliklerimize kadar gönderiyor. Makinenin arka tarafı ön
tarafına göre daha açık, dışarıdan aldığı rüzgârı, paltolarımıza, o
ceketlerimize, o ... iliklerimize kadar gönderiyor. Makinenin içi bir kişinin
oturup sağında ve solunda bulunan levyelerle önde ve arkada bulunan kepçeleri
hareket ettirerek taşıma, kaldırma ve iteleme işleri için tasarlandığından
operatör dışında, traktörlerin büyük tekerleklerinin üzeri gibi bir başkası
için oturacak yer yok. Ayakta durduğumuz
yerin yüksekliği, ortalama bir insan boyundan belki de kısa insanların bile
boyundan kısa olduğu için; ya dizlerimizi, ya belimizi, ya da boynumuzu bükerek
ayakta duruyoruz. Bir tarafımızda levyeler bulunduğundan, bir yerlerden tutmak
için birer elimizi kullanabiliyoruz yoldaşımla. Tam dengeli durma imkânı
olmadığı için, araç kovasını doldurup geri çekildiğinde çoğu zaman kafamızı
tavana çarpıyoruz. Zaman zaman diğer elimizi aracın tavanı ile başımız arasına
koyduğumuz da oluyor. Ancak elimizi ateşe sokmuş gibi hemen geri çekiyoruz. Çünkü
tavan hem rüzgâr alıyor ve hem de üzerinde bulunan karlar donmuş durumda. Ve
makine müthiş derecede gürültü çıkartıyor.
Saat
beşte gördüğümüz ışık hala yerinde duruyor gibi. Bizde de bir ilerleme yok; üzerinde
bulunduğumuz aracın arka tarafını aydınlatan lambanın ışığında, tamamı karın
altında kaybolan kartalın leşine dikmiş olduğumuz küreğin, dışarıda kalan bir
karışlık yerine bakıp duruyoruz. Ve üşüyoruz. Ben neyse yetmiş beş kilo
civarındayım, seçim öncesinden kalma bir miktar yağ bile var vücudumda.
Yoldaşım. Darasını almadan kaputuyla, ceketiyle tartsan bile elliyi bulmaz. O
benden daha çok üşüyordur. Derisine gelen soğuk; kemiğine, oradan direkt
iliğine işliyordur.
Ve
telefonum çalıyor. “Üşümüyoruz abi.” diyorum.
Saat
altı gibi beş saattir başında dikildiğimiz dostla vedalaştık. Herhangi bir
kazaya meydan vermemek için greyderciye kartalın gömülü olduğu yeri gösterdik.
İçerisinde Çorum kaloriferi çalışan araca bindik.
Çenemizi kontrol edip
konuşamıyoruz, tüm vücudumuz zangır zangır titriyor.
“Örtün
sokakları örtün, üşümesin.” Emmi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder