YOLCULUK / Mehlika Rana ARIKMERT













Yavaş yavaş
Ağır ağır
Gidilen bir yolda
Varlığa susamış bir varlık

Gözlerinde kan
Yüzünde hicran dolu

Batıda bir güneş
Batarken ufuktan
Kafdağı’na ulaşmak ister
Her zümrüd-ü anka gibi

Yüzünde damar çizgileri
Vücudunda yara izleri
Bu yolculukta pişmiştir edebi.

                                               

GÜNDÜZ VE GECE / Murat TÜRKMENOĞLU

 

Hafif hafif okşuyor
Ağaçların sarı saçlarını

Yollar huzur içinde kapatıyor gözlerini
Ve başlarını yaslıyor lamba direklerinin sakin omuzlarına

Güneşten bir gece mesafesi uzaklıkta ormanlar artık
Gövdelerinde cılız bir ışık huzmesi bir yanıp, bir kayboluyor

Günün tüm gürültüsünü, tozunu, pisini çeken yeni ve fakat ruhsuz binalar bitap düşüyor
Güneş ufukta, mavi bir serinliğe dalarken

Yeryüzünün en özgür canlıları onlar
Yaradan’ın emriyle hayata kanat çırpan kuşlar
Çekiliyor emin sığınaklarına

Aydınlık sokakların hakimi kediler
Köpeklere nöbeti devrediyorlar

Toprak damarlarına nefes pompalarken
Gökyüzü ışıltılı bir şölene ev sahipliği yapıyor

Ve kim bilir hangi günün gecesinde
Bir adam yakıyor tüm zihin kandillerini



MİLLETİN NÜMUNESİ SOMALİLİ MAHMUD/Ahmet Doğan İLBEY

Somalili Mahmud’un Fikir Dükkânımızdan, yâni Cuma Kapımız’dan ayrılıp tahsil gurbetine çıkışıyla dostperest yüreğimden bir parça daha koptu gitti.

Fikir ve gönül tâlimi yapılan bu mekândan nice dostlar maddî gurbet, askerlik gurbeti, tahsil gurbetine çıktılar. Her giden yüreğimden bir parça koparıp gitti. Her gurbetçimiz gibi onun gidişiyle de Fikir Dükkânının dostluk divanından bir mâna, bir karakter, bir dostluk âbidesi eksildi gitti.

Kendini Şehr-i Maraş’tan sayardı. Kurban Bayramı öncesi Yüksek Lisan müracaatı için
İstanbul’da iken, “Herkes memleketine gidiyor, sen Somali’ye mi gideceksin” diye sorduklarında “Bayramda mânevî ve fikrî memleketim Maraş’ta olacağım…” demiş.

Bu sözü üstüne ümmet ve millet şuuruyla kıvrandım. Bin yıllık millet ve ümmetdaşlara hâmi oluşumuzun muhteşemliğini böylece bir daha idrak ettim. Ümmete hâmi oluşumuz dimağ ve yüreğimi sardı ve cezbeye kapıldım “Ah, Mahmud bize tarihî mesuliyetimizi hatırlattığın için sana minnettarım!” dedim.

Şehr-i Maraş Sütçü İmam Üniversitesi’nde tahsile başladığında tanımıştım onunla. Fikirli insan kaynağımız olan İsmail Göktürk’ün talebesiydi. Keşfetmiş ve elinden tutup Fikir Dükkânına getirmişti. Bir Hocam’a ve dost meclisine takdim etmiş, ilminin ve gönül dünyasının derinliğinden bahsetmişti.

Somalili Mahmud simsiyah teni ve sîmasıyla nur ve aydınlık saçıyordu dost meclisimize. Göbek adı dedesinden tevarüs ettiği Şıh Ali Muhammed olan Mahmud’un, Cenabı- Hakk’ın ne güzel halk ettiği simsiyah çehresine saatlerce bakıp bakıp doyardım.

Cenab- Hakk’ın, simsiyah teninden nur yaydığı, aydınlık saçtığı güzel Mahmud, şirin Mahmud zâhiri ve bâtınî her yönüyle hâlisiyet ve samimiyet âbidesiydi. Gönlüme otağ kurmuştu. Her gördüğümde kalbime mânevî şifa gelirdi.  Kalbî şifa buluşumu hâl üzere olan bilir ancak.

 Her sohbet meclisinde onun simsiyah nurlu yüzünü temaşa eder, anlattıklarını vecd ile dinlerdim. Birinci Harb’deki Sudanlı Zenci Musa’nın ahfadına ve Somalili İslâm mücahidlerine nasıl da benziyordu öyle.

Ümmeti ve milleti tastamam Mahmut’un sîmasında görüyordum. Dost meclislerinde ve beraber bulunduğumuz her toplulukta “Somalili Mahmut, milletin ve ümmetin nümunesi…” diye tanıtırdım. Bu hakikati söylerken, Allah şahittir ki kalben ve fikren inanarak söyler ve büyük bir mutluluk duyardım.

Sîması, ahlâkı, edebi, yâni her şeyiyle Sahabe-i Kiram’ın asrımızdaki duruşunu temsil ediyordu nezdimde. Ecdadımızın “İ’lâ-yı Kelimetullah” dâvası Somali’ye kadar ulaştığı içindir ki, Rabbim, yirmibirinci asırda Mahmud’u Türk Ülkesi’nde bizimle buluşturdu ve dost kıldı.

Kültür ve medeniyet programlarında Mahmud’un Kur’an-ı Kerim okuması, dinleyenleri cezbeye sokardı. O gün kalp saadetim tamam ve gönlüm sürur bulmuş olarak dönerdim. Diz çökerek rahlede Kur’an okumasıyla başlayan her kültür programı gözlerimden bin yıllık yaşlar akıtan, yüreğime ulvî sızılar veren muhteşem programlardı.


“Nerelisin” diye soranlara vecd ve iman ile “Anadolu’nun Somali kasabasındanım” derdi. Bu ifadesini defalarca duymak için can ve kalp kulağımı açar, kendimden geçerdim.

Kendini böyle tanıtmasının tarihî derinliğini düşündükçe, nezdimde son yıllarda duyduğum ve okuduğum yazı başlıkları da dâhil en mânalı ve tedaisi bin miligram olan bu ifadesinin üstüne bir hikâye yazmayı düşünmüştüm. 

“Son tüten ocak” Anadolu’nun ümmet nezdinde ne kadar değerli oluşunun hikâyesi olacaktı. Kahramanı Somalili Mahmud olan bu hikâye millet ve ümmetin hâmisi Âl-i Osman Türklerine olan teveccühü anlatacaktı aynı zamanda.

Fikir ve Gönül Dükkânının edebî ve nükteli aleyh ve zarflarını kavramış, hususen bu fakire şirin Türkçesiyle “Bu hafta elimde iyi aleyhler var…” dediğinde dost meclisinde o an her söz ve ziyaretçi görüşleri durur, Mahmud dinlenilirdi.

Kısa müddet içinde kültür ve medeniyet değerlerimize vâkıf olmuştu. Dükk3an müdavimlerinden daha fazla bu değerler hakkında fikir sahibiydi. İslâm büyüklerinden bir vak’a, bir kıssa aktarırken, ardından Somali’den dinî kıssalar, menkıbeler aktarırdı.

Eş dost meclislerinde aşk ve vecd ile “Ey Maraşlı Türkler! İşte size hakiki bir Türk ve ümmet nümunesi! Ona bakıp Türklüğünüzü görün. Müslüman Türklüğünüze onu ölçü alın…” derdim. Mahmud’la yanyana olmaktan ve görünmekten fikrî ve ulvî bir haz duyardım.

Ah, Türkiye!” dedim,  “Ümmetdaşlarını, hele de siyah tenli dindaşlarını yabancı sanan, hor gören Ulusalcı ırkçıların vesayetinde kaldığın dünkü karanlık yıllara dönmezsin bir daha” diye çok nâra attığım oldu.

“Mahmud, Somali’de Ali ismi çok mudur?” diye sorduğumda sükûnetli Türkçesi ile “Somali’de her beş isimden biri Ali ve Peygamberimizin mübarek ismi Muhammed’dir” derdi. Somali’ye döndüğünde, Ali Hocam’dan neşet eden muhabbetle Ali isminde gördüğün her Somalilinin elini sık ve bu fakirden selâm söyle” dediğimde Allah’ın nurlandırdığı simsiyah siması, bembeyaz gözleri öyle güzel tebessüm ederdi ki, kelimelerle ifade edemem.

Vedalaşırken bembeyaz nurlu gözlerinden yaşlar döküldü. “Ah, Mahmud, ah, gurbet ve millet!” dedim.

Ey güzel Mahmut! Yüreğimize kazıdığın dostluğunu, milletdaşlığını, nüktelerini aleyhlerini, zarflarını ahrete unutmayacağım.




İSTİKLÂL MARŞI DERNEĞİ BUGÜNE KADAR NE YAPTI? / Mehmet Raşit KÜÇÜKKÜRTÜL


Bu soruyu öteden beri türkiye siyasetini bilen gören bir ağabeyim sordu bana. İlk başta bunun aramızdaki nükteli sohbete istinaden atılmış bir zarf olduğunu düşündüm. Esbâb-ı mûcibesi bundandır, cevap verirken de böbürlenir edâ takındım. İstiklâl marşı derneği'nin onlarca faaliyeti olduğunu söyleyip. Konferans, panel, tartışmalı konferanslar, millet mektebi ictimaları, televizyon ve radyo programları, basın toplantıları, sergiler ve belgeselden söz ettim. Neşir vadisindeki bülten, internet portalı, 18 sayılık çelimli çalım dergisi, kitapçıklar, TİYO tavassutuyla çıkan kitaplardan söz ettim. Hicrî takvim çalışmasını, islâm harfleriyle okuyup yazmak için gösterilen çabaları anlattım. Bendeniz böyle sayıp dökünce suali tevcih eden ağabeyim durdu düşündü, mahcup oldu. Meğer bunların hiçbirinden haberi yokmuş. Bu kez de ben şaşırdım. Çünkü karşımda ağabeyimin ismet özel okurluğu, en az benim yaşım kadar vardır. Dikkatli bir ismet özel okuru olduğunu bilirim. Demek ki bir yerden sonra dikkatini ve takibini kaybetmiş.

Bu ağabeyimle aramda geçen konuşmanın benzerlerini daha evvel de yaşadım. Bugüne kadar herkesin her şeyden haberdâr olduğunu düşünerek hareket ettim. Yine de öyle hareket edeceğim. Fakat insanların kendi dünyalarına neredeyse gömülü hâlde yaşadığını da kendime kabul ettirmem gerek. Herkesin kendi efkârınca bir sebebi var. Kimisi artık yeni bir merak ve dikkat çabasına gerek görmeyecek kadar kendini doymuş, yukarıda bir yerde sayıyor. Kimisi zihin dünyasını bilhassa tecrit vaziyette tutuyor; yeni dünyalara, yeni bilgilere açılmak için yorgun bir zihin taşıyor çünkü. Kimisi sosyal şartların tecridine râzı oluyor: sırayı bozmuyor, dönüp arkasına bakmıyor ve hayata taşra düşüyor. Manukyan'ın vergi rekortmeni olduğu günlerden sonra doğan çocuklar ise bir harika! Birbirlerine "videolu cevap"lar gönderiyorlar. Her meseleyi, televizyonda geceleri çıkan ve gâvurcası "talk show" olan gırgır şamata "seyirlik"lerinin kıvamına getirmeyi başarıyorlar. Her şeyin özetini arıyorlar. Aslında onların trajedisi pi sayısını sabit almakla ve mikroskobun nasıl çalıştığını "şöyle uzaktan bir görmek"le başlıyor. Onlar da istiklâl marşı derneği genel başkanının televizyonda söylediği "çok ilginç" sözlerin ne mânâya geldiğini soruyorlar. Merakını, dikkatini yitirenlere, "şiirlerini okudum ama nesirlerini okumadım." diyenlere ve renkli, çok kanallı bir televizyonun olduğu evlerde büyüyen çocukların sathî tavrına rağmen yine de birkaç cümle kuralım, birkaç bilgi verelim.

İstiklâl marşı derneği'nin tertip ettiği konferansların bazılarının başlığı şunlar: 
* türk tarihin neresinde?
* türkiye niçin vatan
* kâfirlerden kaçırılmış metin: istiklâl marşı
* istiklâle ilave olmak veyahut istiklâli ilave etmek
* bir zamanlar türkiye'de şiir
* türkiye şiirin neresinde?
* ne kaçaklara, ne de oturaklılara marş gerektir
* istiklâl marşı'nın hayatımızdaki yeri

Yine derneğin tertip ettiği panellerden bazılarının başlığı şunlar: 
* millî pazar olmadan, millî birlik olmaz
* bir çağın başlangıcı olarak istiklâl marşı
* istiklâl marşı: abide milletin kaidesi
* bir ideoloji olarak istiklâl marşı
* harç bitti yapıya devam
* kendini bilen rabbini bilir
* git vatan kabe'de siyaha bürün
* istiklâl marşı ile asrın idrâki 

İstiklâl marşı derneği, türkiye'nin istiklâl marşı'nın yazıldığı şartlara geldiğini görerek hareket ediyor. Ehemmiyetli mesele olarak da istiklâl marşı'nın da kendisiyle kaleme alındığı kur'ân harflerinin tekrar câri hâle gelmesi olarak görüyor. Eğer kendi hurûfâtımızla okuyup yazmaya tekrak başlarsak türkçenin yok olma vetiresini de durdurmuş olacağız inşallah. "erzurum" yazıp erzurum okuyan insanlardan, "arz-ı rûm" yazıp erzurum okuyan insanlar hâline gelebilirsek... Yani ne söylediğini bilen insanlar... 

Teklif şu: temiz kal, agâh ol, aklına mukayyet ol. "hicrî takvime geçecek olursak banka ve borsa işlerini nasıl yürüteceğiz?" diyen insanları bir kenara bırak; seni ihyâ edecek işlere koyul: takvimini, yazını, hâsılı cümle unsuruyla hayatını almaya bak. Allah'ın vaadi muhakkaktır ve doğacaktır sana o gün, sen ona lâyık olmaya bak. 

Pk.46 kahramanmaraş


SIZI / Mehlika Rana ARIKMERT









Bak şu çevrene
Baktığını değil gördüğünü söyle
Vicdanı olmayan taştan kalıpları
Kulak ver etrafına
Uzaktaki sessiz çığlıklara
Bir kez olsun hissettin mi?
Gördüğünde dayanamayacağın acı içinde bedenleri
Hiç içine çektin mi çaresizlik kokan havayı
Sen ki sıcak yuvanda oturan insan evladı
Bütün bunlara kayıtsız kalan bir kulsun

Acılı bir annenin sessiz çığlığı
Dayanılmaz acı içinde kıvranışı;
ona sessiz kalan bizler mi yaşıyor
şimdi bu dünyada?
Hissizlik bir hastalık olmuş
Merhamet yok
Yetmezken kelimeler anlatmaya
Boğazımda bir düğüm
Bir sızı kalbimde
Hissizlere mi üzgünüm
Umutsuzlara mı?

Yine bir haber çıktı
Öncekinden farkı yok
Yine bir sızı girdi
Kimsenin haberi yok



DİL KAPISI / Ahmet Doğan İlbey

Dil Kapısı, Tûr Dağı’dır. Hz. Musâ’ya Allah’ın tecellisi bu Kapı’da gerçekleşir. Yusuf, Dil Kapısı’ndan girip çıktı, sabırla vardı Mısır’a... Züleyha, Dil Kapısı’nda sınandı. Ateşlerin, yâni ten aşklarının içinde... Yusuf’un aynasında gözleri kamaştı, eşiğinden adım atamadı içeri... Sonra kurtuldu teninden, geçip gitti Dil Kapısı’ndan... 
      
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, “dil nazargâh-ı Hûda’dır sâf kıl kim dola nûr” derken Dil Kapısı’ndaydı. Diyor ki mübarek veli: Dil, yâni gönül Allah’ın baktığı yerdir. Orada durup saf tutanların, sebat edenlerin içine nur doğacaktır.

Tasavvufun bir kapısı da Dil Kapısı’dır. Ehl-i dil olan edip ve şairler dilin sûretini aradan çıkarıp dilin mânası üstüne tâlim yaparak giderler hakikat yoluna... “Dili var dilden dile...” mısraı bu anlamdadır.

DİL KAPISI FÂNİDİR, UÇMAĞA GİTMEKLE BİTER

Şüphesiz Dil Kapısı fânidir. Fânilikle başlanır, uçmağa gitmekle biter. Sonra bu Kapı’nın hafif, orta ve ağır eşiklerinden geçebilene derece derece Mescid-i Aksâ ve Kâbe’nin kapısında yürümek nasip olur.

Bâzı hâllerde bir meyhanedir; aşk şarabına bürünmüş kelimelerle sarhoş olunur. Halktan Hakk’a, kesretten vahdetin sırrına, halvetten Mâşuka varılır bu Kapı’da. Hallâc-ı Mansûr’un başına gelenler misâli kimi hâllerde Dil yakar insanın dil kanatlarını... Kapı’dan vecdle girip çarçabuk geçenlerin imtihanıdır bu.

Asırlar önce Hayâli üstadın dediği üzere: “Şol gönül (dil) kim görecek zülfünü cân etti fedâya / Ermedi dârda Mansûr Onun payesine.” 
       
Dil Kapısı’nın en şedit, en yaman müdavimi Mansûr, Dil Kapısı’nın kurallarını bile lüzumsuz eğleşme olarak görüp, dilin sûretini delerek ötelere geçince, yani Dil Kapısı’nın idrâkini aşınca dâra çekildi.

Mâna ustası Ahmet Yüksel Özemre,“Cenâb-ı Allah, bazı kullarına kendi esrarıyla hakke’l yakîn yaşama imkânı verir. Böyleleri verilen bu durumlarını, ses ve söz kalıplarına dökemezler, intikal ettiremezler. Kitaplara dökülenler, dedikodu ve felsefe olur” diyor.  
       
Âmenna. Doğrudur. Fakat tasavvufun zirvesinde durmak kimin harcı? Dilin masivası nerede başlar, nerede biter? Peygamberlerin haricinde her kulun iç evini tutuşturan ateşten bir sual...

KELİMELERİ TARÎK EDİNELERİN ATEŞTEN İMTİHANI
                                                                                           
Dil Kapısı’nda duranların dâvası yalnızca uhrevîleşmek değil, dünya gurbetinden asıl vatana uçmak için kelimeleri kanat yapmaktır. Bu târifin muhatabı olup da malâyanîlikten kurtulan Dil Kapısı’nın müritlerinden olmaktır gâye.

Muhakkak ki hurufata dökülenlerde malâyanîlik, dedikodu ve benlik vardır. Lâkin kelimeleri tarîk edinenler peşinen ateşten bir mâvera imtihanına hazır mistiklerdir. Uşşakî şeyhinin dediği gibi “söz canın kokusudur.”

Zikirlerini mısralarla yapmak, iç evlerinden fışkıran söz kalıplarını sayhalaştırarak hurufata dökmek ve derece derece ulviliğe giden yolun yolcusu olmaktır muradımız...

Şüphesiz Dil Kapısı’nın tâlimleri arasında vehbî olan da var, kesbî olanda... İlhamla gelen kelimeler aldatabilir de, mânaya ulaştırabilir de... 




MERMİYE TOKAT ATMAK / Hasan EJDERHA







Kuşların kanadı acıtır rüzgarı
silinir göğün yazıları
sızıları yüreğinde annelerin
kıpır kıpır dudakları
göğe açılmış eller
gelecek çağrıyı bekler
bebekler suskun
göğe bakmakta dedeler

gecenin ortasında
ses bıçak
kanatır
yerin bağrını
yarını çizer duaları
ninelerin
cümle erlerin
yürüyüşü başlar
itler bırakılmış
bağlı taşlar.

Başlar dik
Şehadete yarış ederler
Bilirler ki
Resul-ü Ekber’e komşu giderler
*
O günün ikindisi
Enginlerden süzülen uçaklara baktı anne
Çocuklarına işaret ederek
“Ne güzel değil mi? İşte bu bizim.
Öpesi geliyor insanın
Düşmana korkudur bu
Çocuklarım siz korkmayın”

Henüz bitmeden o gün
Sonik bir ses bebeklerin uykusunu böldü
Kendi bombalarımız
Kendi yüreklerimize gömüldü
Anadolu yiğitleri öldü
Anneler öldü
Bacılar öldü
Ve cümlesi şehadete yürüdü
Silahlarımızı kapan hainler tarihe gömüldü.

“Milletimi ülkemin meydanlarına davet ediyorum”
Dedi ulûl emir
Davrandı silahına Ömer Halisdemir
Ömer olup, Sütçü İmam olup,
Halis bir yürekle demirden iradesiyle
Dokundu tetiğine silahının
İl kurşunu sıktı alnına hainin
Otuz kurşun birden müjdeledi şehadetini
Mesuttu, devirmişti baş hain itini.

Türk Devleti yenide doğdu o gece
Türk Milleti düşmanını boğdu o gece
Halk hainleri kovdu o gece

Vuruşunca yiğitler erce
Gece muştularla aydınlandı sabaha
Nice kahramanlar ve yığınla dehâ
Ortaya çıktı beklenmedik yerlerden
Gönülden rızaya yürüyünce insan
Yardım gelirmiş meleklerden.

Hain vurdu er haykırdı
Tankı yumruğuyla kırdı

Bir gecede devlet kuruldu
Kâfirin aklını burdu

Mermiye tokat attılar
Tankın önüne yattılar

“One Minute!” diye
Millet gürledi bu sefer
Bayrağı kapıp yürüyen yiğitler
Tarihe “dur!” dediler.

Karanlığın Sükûtu / Nigar Yağcı










hoyrat sözler neşter vururken geceye
maskelerin düştüğü suretler kalır akıllarda
karanlığın sükûtu geceyi yırtarken
geride kalan boş bir sedayla seslenir
son trenin son yolcuları diye bağırır istasyon
ne yol vardı ne de uğurlanacak bir yolcu
gecenin ayyuka çıkmış sükutunda
karanlığı yırtarken serzenişler
avazının çıktığı kadar ezer
yüreğinin katmerleşmiş kemiklerini
bir kibrit alevi misali dans eden hayaller
toz bulutu misali uçuşurken havada
beynimde çarpışan kelimeler uğuldanır inimde
yusufun kuyudaki serzenişleri gibi
gecenin karanlığına karışmış
boş bir sedaydı sesim


***
EY YAR













Gönül sazı kırık
Kadim tünelinde
Hazan yeli esti kelam etmez, ey yar!
Merhem diye sürdüğün yaralar
Kabuk tutmuyor ey yar!

Yaprak dökümü sevdalar
Hazan mevsimine kuşanmış
Mavilikler bulutlara teslim
Güneş selama durmuyor ey yar!
   
Toprağımda yeşerttiğin pıtraklar
Batar her gece sineme
Gönül sarayını viran eyledin ey yar!
Dönüp de meyletmez sevdana

Sabahlar örtmüyor üstümü
Gecelere teslim ey yar!
İçimin pencerelerini kapattım
Kalbin kandilleri söndü
Şimdi bana
Tambur, ney neylesin ey yar!

Ay geceye tutulmuş bir kere
Ayın şavkı vurmaz gecene ey yar!..

***EYLÜL HÜZNÜ












Bir gazel misali
Savruluyor her bir parçam
Toplasam toplayamıyorum
Gazellerin üstünü sis bürüdü

Eylül hüznüne karıştı
Yersiz yurtsuz hayallerim
Yağmur oldu
Acılara tutundu



***
KALBİN KALEMİ KIRIKTIR







Ne ararsın? 
Terki viran bağımda...
Mühürlenmiş kalbin esamesi okunmaz!
Anlamaz mısın...
Kurak çöllerde su arar gibi
İnadına yelken açarsın sevda denizine
Bilmez misin ki...
Kalbin kalemi kırıktır,
tek bir cümle yazmaz!


SAZLAR KÜSMEZ / Ferhat AĞCA


Ali, dönen büyük kapıdan girdi, X-raydan geçti, “gelen müşteriye arama yapılır mı? Bu nasıl zihniyet yahu” diye söylenmeden edemedi. Kitabı alacağı yere varmadan, gördüğü her şey sinirini bozuyordu. Çünkü orada satılan her şey, insanlara ihtiyaç olarak gösterilmişti televizyonda.
Neyse ki daha fazla sinirlenmeden kitapçıya geldi. Etrafta kitapları görünce “bu fikir düşmanı binada nefes alabilecek, en azından kitapların çok olduğu bir yer var Allah’tan” diye düşündü. Bu düşüncenin kaybolması çok uzun sürmedi, çünkü bu kadar çok kitap olmasına rağmen, Mustafa abinin yirmi metrekarelik sahaf dükkânı gibi kitap kokmuyordu. Bu konu üzerinde de fazla düşünmeye gerek duymadı, netice itibariyle kitapçı da olsa müzik aletlerinin satıldığı yerde olsa bu “avm” dedikleri kibirli binanın içindeydi. Bir an evvel alacağını alıp çıkmak geldi aklına ve aradığı kitabı bulmak için işe koyuldu. Bu arada içerisinin biraz sakin olduğunu fark etti. Sadece satılık enstrümanların olduğu köşede, birkaç gencin olduğunu ve birinin elinde saz; bir şeyler çalmaya çalıştığını, diğerlerinin de etrafında onu izlediklerini fark etti.
Raflara bakarak yavaş adımlarla ilerlerken içeri giren bir dede ile toruna gözü ilişti. Torun istediği şeyin yerini biliyordu, adeta dedesini sürüklercesine “işte orada dede” diyerek o yöne doğru elinden çekiştiriyordu. Beyaz sakallı dede, tipik bir Anadolu insanıydı; ayağında şalvar, başında takke, üzerinde bir avcı yeleği. Bir an “dede senin burada ne işin var seni dışlar bu modernistler” dedi içinden. 4 – 5 yaşlarında ki çocuk muhtemelen çizgi filmlerin yayınlandığı televizyonlarda gördüğü, yapboza benzer bir oyuncağı eline almış dedesine gösteriyordu. Dedesi de eline alıp incelemeye başladı. Köşede bağlama ile gevezelik yapan gençler onun da dikkatini çekmişti. Onlarla ilgilenecekmiş ama kendini tutuyormuş gibi bir hali vardı. İç dünyasında yaşadığı gelgitler dışa yansıyordu, daha fazla dayanamadı ve gençlerin oraya doğru yöneldi.
Ali bu arada kitabı unutmuş, nedenini bilmeden takıldığı bu dedeyi hala takip ediyordu ve gençlerin yanına gidip “saz çalmak ve dinlemek haramdır” falan diyeceğini düşündü. “Eyvah” dedi içinden, “tamam, gençler işin ciddiyetinde değiller gevezelik yapıyorlar ama yine de onları müzikten soğutacak bir şey demese bari” diye devam etti. Dede, gençlerin arasına ani bir giriş yaparak ve içinde bastırdığı duyguların birden dışa vurulması şeklinde bir tavır ile soluk almadan “evlat akort bozuk, bu türkü “Do” kararda çalınan bir türküdür alt teli tam olarak “Re” ye çekmen lazım” dedi. Ali şaşkınlıktan elindeki kitabı düşürdü.
Gençler; dedenin ne dediğini anlamayı bırakmış, adeta bulundukları durumu çözmeye çalışıyordu. Bir yandan dedeyi baştan aşağı süzüyor, bir yandan da cami avlusundan fırlamış bu ihtiyarın avm’de ne aradığını, bu müzik markette ne işi olabileceğini, haydi bunlar oldu, kendilerinin müzik keyfi ile neden ilgilendiğini ve son olarak da bu müzik bilgisinin bu adamda nasıl olabildiği? Gibi soruların bir an da cereyan etmesiyle birlikte gençlerin ağızları açık kalmış, ne diyeceklerini bilememişlerdi. Orada bulunanların tamamının dikkatleri ister istemez oraya yönelmişti. Torunu ise yapbozun diğer çeşitlerine dikkat kesilmiş, orada olanlardan haberi bile yoktu. Ali yere düşen kitabı yerine koyduktan sonra orayla çokta ilgilenmiyormuş gibi yaparak dedenin ve gençlerin olduğu köşeye doğru yöneldi. Dede, kendini tutan şeyden kurtulmuş, artık gençlerle uğraşmaya başlamıştı bile. Elinde bağlama olan genç cevap verme konumunda olduğu için şaşkınlık halini diğerlerine göre erken atlattı ve biraz artistik bir edayla “akort aletiyle yaptım dayı bunun akordunu” dedi. Ses tonunda, “sen ne anlarsın bundan” demek istediği anlaşılıyordu ama dedenin söylediği şeyin iyi bir müzisyen tarafından söylenebileceğini de biliyordu. Ali bu gençten hoşlanmadı ve “elindeki enstrümanın nezaketi hiç tesir etmemiş bu çocuğa” diye düşündü. Gencin bu çıkışının üzerine dede fırça atmaya başladı. “O aleti de kim başımıza bela ettiyse, onun yüzüne kulağın gelişmiyor işte böyle saçma sapan ses çıkartarak müzik yaptığınızı sanıyorsunuz!” Dede sinirlendiğini ve çocuğun kalbini kırabileceğini düşünmüş olacak ki bir sonra ki cümle de ses tonunu düşürmüş, hafiften öğüt verir gibi devam etmişti. “eskiden diyapazon vardı ‘Y’ şeklinde, onu dizimize vurur uç kısmını kulağımızın arkasına dayardık, sonra en alt teli ona göre ayarlar oradan yukarı doğru çıkardık, böyle böyle müzik kulağımız gelişti, bak ben beş metreden biliyorum akordun bozuk olduğunu ama sen, elinde çaldığın aletin yanlış ses çıkarttığını anlamıyorsun” dedi.
Gençler hala ağzı açık dedeyi dinlerken Ali, olayın keyfini çıkartmak için biraz daha yaklaştı oraya doğru. Dedenin her anlamda tecrübeli biri olduğu belliydi. Elini uzatarak sazı istedi ve gencin yerine oturdu. Bir müddet saza baktı, daldı, sanki aniden bir yerlere gitti geldi sonra tek hamlede istediği ayarı verdi. Dedenin sazı tutuşu, bu işte uzman olduğunu ortaya koyuyordu. Yavaş yavaş çalmaya başladı. Ali artık olaya uzak kalamayacağına karar verdi, yanına kadar geldi. Çünkü artık Türkü devreye girmişti bir yabancı gibi uzaktan bakamazdı, hatta bu dertli dede ile de tanışması gerektiğine karar verdi. Dede artık sazı çalmaya başlamıştı, mızrabı vuruşları Neşet Ertaş’ı hatırlatıyor, Ali Ekber Çiçek gibi ara perdeler kullanıp tek başına orkestra kalabalığında ses çıkartıyordu. Artık küçük bir şaşkınlar grubundan oluşan dinleyiciler ve takkeli Türküdar’dan oluşan bir konser ortamı oluşmuştu. Dede sazı vücudunun herhangi bir uzvu gibi kullanıyordu. Ali kendinden geçecekti neredeyse, dede sazın teline vurdukça vuruyor, oradakiler Türkü’nün nasıl bir şey olduğunu adeta ilk defa keşfediyordu. İki, üç dakikalık bir taksimden sonra dede esere girdi ve okumaya başladı. Aman Allah’ım o nasıl bir ses…! Ali cezbeye kapılmış ellerini silkeliyor, parmaklarını ısırıyordu. Dede sazı çalmadaki ustalığını sesinde de kullanıyordu, üstelik yanık bir sesi vardı, dedenin kendisi ise bu dünyadan çıkmış başka bir boyuta geçmişti. Ortalık yanıyordu sanki şaşkınlar grubu, kendinden geçenler gurubu olmuştu. Dede, hem koyun gibi meliyor, hem çoban gibi oradakileri güdüyordu. Dede, Neşet Ertaş’ın “küstürdün gönülü, güldüremedim” türküsünü söylüyordu. Ali, kendinden geçmiş vaziyette “Kapitalizmi Neşet Babanın türküleriyle çökerteceğiz” “bu mabedinizi türkü sesleri başınıza göçürecek” diye naralar atıyordu. Dede türkünün sonunu getirir getirmez sazı bir kenara bıraktı. Eliyle gözünü biraz ovuşturduktan sonra etrafına baktı. Orada bulunan herkes son on dakika içerisinde neler olduğunu algılamaya çalışıyordu. Bir yandan alkışlayanlar, bir yandan gözünü silenler derken, Ali hiç tereddüt etmeden cebinden tabakasını çıkarttı ve dedeye tütün ikram etmek için tabakayı dedenin önüne tuttu. O an dede, orada halinden anlayan biri olduğunu hissetti. Ali de böyle bir yerde böyle güzel bir insan bulduğu için mutluydu. Dede tabakadan bir tütün aldı. Ali ile göz göze gelip burada tütün içemeyeceklerini hatırladılar ve türkü söylerken ki yanık sesiyle torununa “sen burada oyalan ben geliyorum” dedi ve ilginç bir pratiklikle Ali ile birlikte oradan, avm’nin dışına sigara içme alanına geldiler. Yol boyunca hiç konuşmadılar. Ali cebinden çıkardığı muhtar çakmağı ile dedenin tütününü yaktı daha sonra kendininkini yaktı ve ikisi de derin birer nefes çektikten sonra sohbet başladı.
Adın ne senin yeğenim?
 Ali.
Alii… Ahh Ali. Ben de Avusturya’dayken almıştım muhtar çakmağından çok hediye etmişliğim var dostlara. “Öyle her çakmağa benzemez zahmet ister” diye de tembihlerdim verirken.
 Bana da bir abim hediye etti bu tabakayla birlikte o da sizin gibi türküdardır.
Dinleyişinden belliydi zaten türkü ile bir ünsiyetin olduğu…
Estağfirullah… Sizin isminiz?
Nevzat.
Hep müzikle mi uğraştınız? Yani ne iş yapıyorsunuz?
Ben uzun yıllar Avrupa’da çalıştım ne iş olsa yaptım. Kimseyle ne dille anlaşabildim, ne de gönülle. Tüm hayatım boyunca da sazım dostluk etti bana onla dertleştim durdum. Memlekete gelince de dostlarımız oldu onlarda türküden anlamadılar, “yaşlı başlı adamsın hala çalgı çengi işiyle uğraşıyorsun” falan dediler, hacca gittik geldik derken sazı sattım, işte uzun zamandır almıyordum elime. Saz bana küstü diyordum ama yine de onun dostluğu insanlarınkinden daha sağlammış, küsmemiş bize...
Bir müddet sessizce tütünlerini içtikten sonra Dede;
-          Var olasın yeğenim tütünün güzelmiş. Torun yukarıda yalnız, ben bir an evvel yukarı çıkayım dedi.
Tütününü söndürdükten sonra oradan ayrıldı. Ali tütünü söndürürken, tütünden son çektiği nefesi de üfledi “doğru söylüyorsun Nevzat amca, sazlar küsmez” diye söylendi.

Her şey bir yana “Kapitalizmin mabedi” olarak tanımladığı mekânda bir “amcadan” Neşet türküsü dinlemek, onun için unutamayacağı bir hatıra olmuştu.

GECEYİ ISTIRAP GEÇE/Muhammet İsa ÖZTÜRK

                  










I.Geceye ıstırap kala

Aşıklar öldükçe, örtüsü eskir masumiyetin
Öyle sessiz ve divane
Bir de ekşiyen siması var dünyanın
Öldükçe bir çocuk

Bilmem mi yetim hayatını;
Yakan nehrin iniltisi gibi
Canı acıyarak
Ah ben!
Ben, acısı sağalmayacak laflarla büyüdüm

Kıskanırım ırmakları
Akabilsem derinden çığlık çığlığa
Seyretsem gökyüzünü
Bir okyanus genişliğinde

Tembellik hafiftir azizim!
Kolay götürür uçurumlara
Savurur en ağır çukurlara
Yol almak zor
Dehrin saçlarını okşamadan

II. Geceyi ıstırap geçe

Ve gece; en ağır imbatlarla
Boğazında kalır umutlarımın
İyi geceler diliyor zaman
Yetimin kursağında kalan sözcüklere

Gece, saat aşkı haykırış geçiyor
Biçiyor taşa özenen duygularımı her kelime
Korkunç dehlizlerini öptüm
Çilesi bitmemiş sözcüklerin
Her harf, devrim olur dudaklarıma

Gece, saat aşkı ıstırap geçiyor
Kafasına sıkasım var acılarımın
Her kül, bir vedaydı dallarımdan
Eylül’ün busesiyle yaprak döker sancılarım
Huzurun pak sütünü emmek için

Gece, saat aşkı müjde geçiyor
Örümcek ağına girmiş gibi gözyaşlarım
Küflü ve kırık bir kayık gibi yanaklarımda
Bir dehrin destanını işler gibi
Yanışımı örüyor ayet ayet hayallerime

Gece saat aşkı o geçiyor
Gece saat aşkı ben geçiyorum
Gece saat aşkı uykusuzluk geçiyor