BİR GÖNÜL DOSTUNA MEKTUP / Durdu GÜNEŞ


Ah Ahmed’im sana mektup mu yoksa dua niyetinde dileklerimi mi yazacağımı bilemedim. İnsan gurbetten sılaya, sıladan gurbete mektup yazar. Mektup hayattaki ayrılıkların köprüsü, bu dünyadan göçenlere köprü ise iyi hatıralar ve dualarla yad etmektir. Ben ise arada kaldım. Çünkü öbür dünyayı bilmiyorum ama inanıyorum. Senin vefat ettiğini ise biliyorum ama inanamıyorum. Bu nedenle yazdıklarım hem mektup hem de hatıralarla, dualarımdır. 

Ayrılıkların ardından insan hatıralara tutunarak bir şeyler söyler ya. Ben de masama Bahattin Karakoç’un Firavun Mezarlığı dediği Mehmet Gülebenzer’in stüdyosunda birlikte çekildiğimiz bir fotoğrafı koydum. Fotoğraf uzun süre masamda kaldı. Seninle beraberdim, yine eskisi gibi sessiz sohbet ediyordum. Ama yazı yazıp mektuba dönüştüremedim. Aslında görüntüler de yazılar da hakikatin bir gölgesi ama kendisi değildi. Tam yazıya dökülemiyordu duygular.  Sonra fotoğrafı kaybettim. Masamda yoktu. Aradım bulmadım. Acaba saf sevgi, saf dostluk duyguları aramızdaki bağda fani şekilleri kaldırmak mı istemişti.

Seninle ilk defa İstiklal Gazetesinde karşılamıştık. İlk tanışmamızı tam hatırlamıyorum. Çünkü yüz yüze geldiğimiz anda daha önce tanışıyor ama yeni karşılaşmamışım gibi gelmişti bana. Karşılıklı sevgiyle dolan bir kalbe bir başlangıç tarihi koymak mümkün olmuyor. Şimdi yazarken bunu fark ettim. 

K. Maraş’ta görev yaparken sık sık İstiklal Gazetesi bürosuyla Ali Saim Emirmahmutoğlu’nun çıkardığı Turizm Gazetesi bürosunda bir araya gelirdik. Sen, ben ve Hasan Ejderha’dan oluşan üç edebiyat sevdalısı dost sonradan, “dükkân” adı altında genişledi, gelişti ve “yeni güzel adam”ların yetişmesine vesile oldu.  “Dükkân” birbirini seven insanların, birbirlerine gönüllerini rahatlıkla açtıkları bir mekandı. “Dükkânın özel bir dili oluşmuştu. Bu dili ancak “dükkân ehli” olanlar bilirdi.  Görevim gereği Kahramanmaraş’tan ayrılmama rağmen her zaman kendimi “dükkân ehli”nden biri olarak hissettim. 

Ahmed’im bir araya geldiğimizde sen beni dinlemeye çalışırdın.  Ben de seni dinlemeye çalışırdım. Ama fazla konuşmamız olmazdı. Sanki birbirimize bilgi aktarımı değil, sevgi aktarımı olurdu. Kalpler birbirine çok yakınsa konuşma ihtiyacı kalmıyor gibi. Bilgi hep kelimelere ihtiyaç duyar da sevgi kelimelere pek ihtiyaç duymuyor. Sevgi anlatılan, aktarılan bir şeyden ziyade hissettirilen bir şey. Hatta kelimeye dökülürse derinliğini kaybeden bir şey. Herhalde ondan olsa gerek ki seninle bir arada olmak yeterdi. Konuşmak tali bir şeydi. 

Sen dostluğa, erdeme, fikre, türküye, yazıya önem veren biriydin. İnsanca yaşamak, yazılarınla bir anlam üretmek ve anlamlı sosyal bağlar kurmak için hep gayret ettin. Bu uğurda elinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştın. Anlamlı bir hayatın, anlamlı yazıların ve anlamlı dostların oldu hep.

Sen yazılarında doğru bildiklerini anlattın. Duygu olarak yazılarında hüzün çok öne çıkıyordu. Hatta ilk kitabın “Bir Hüzünkârın Tahrir Defteri” ismiyle çıkmıştı. İnanan bir insana en çok hüznü yakıştırıyordun. Ben ise yazılarımda hayat sevincini besleyen düşünmeyi ve mizahı önceliyordum. İkimizin de üslubu birbirinden farklı idi. Fakat aramızdaki sevgi bağı, her iki üslubu da sevimli kılıyordu.

Bir keresinde Ankara’dan subay arkadaşım Bekir Bey’le dükkâna gelmiştik. Bekir Bey bana, “Ankara’dan dostlara ne gider diye düşündüm. Sonra aklıma gömlek geldi. Arkadaşlara gömlek aldım.” Demişti. Gömlekleri mahcup bir izah sıkıntısıyla dükkânda vermişti. Bekir Bey de derviş meşrep biriydi. Sonradan senin de sevdiğin kişilere gömlek aldığını öğrendim. Acaba derviş meşrep insanlar arasında gömlek bir sevgi dili miydi?

Yine bir gün Ankara’dan gelmiştim. Dükkânda sohbet ederken, düşünce olarak dükkân ehlinden uzaklaştığımı hissettim. Eski dostluğumuzdaki düşünce dünyamız farklılaşmıştı. Benim düşüncelerimde daha fazla seküler bir alan, dükkân ehlinde ise daha fazla dini alan yer alıyordu. Bu durumu muhasebe etmemle birlikte sevgimde bir eksilme olmadı. O zaman şunu düşündüm. İnsanın iç dünyasında sevgi bilgiden daha önemli ve güçlüymüş.

6 Şubat depremi sonrası yaşananları hala kavramış değilim. Seninle vedalaşmadığım için henüz bu dünyadan gittiğini düşünemiyorum. Zihnimde, gönlümde yaşadıklarımız, düşündüklerimiz, hissettiklerimiz varlığını devam ettiriyor. Gerçek mezar birbirine seven insanların kalbi değil midir? Yunus Emre’nin “Ölürse tenler ölür, canlar ölesi değil” dediği bu olsa gerek. Neticede hepimiz ebediyet yolcusuyuz. Ara durakların ne önemi olabilir ki…Ebediyet yolculuğunda yine hepimiz bir araya gelmeyecek miyiz?

Ah kardeşim, Ahmed’im, bu aşamada yazmak da konuşmak da gereksiz bir gevezelik gibi geliyor. Seninle bir araya geldiğimde sessiz de konuşabiliyorduk ne de olsa. Bir gün gelip Kapıçam mezarlığında sohbete kaldığım yerden devam edeceğim. Ruhun şadolsun. 


3 yorum:

  1. Hayatın anlamını, sevgiyi negüzel anlatmışsınız. Kelamınıza gönlünüze sağlık

    YanıtlaSil
  2. Gidenleri en çok düşündüğümüz zamandır bayramlar…Yokluk deryasında varlığa can verene gülümserken kainat…emrolunduğu için dik duruyoruz zalime inat…(şu gömlek işini bi konuşalım😅😅☺️☺️)

    YanıtlaSil