DÜKKÂN MEKTUPLARI - 17 / Mehmet Narlı


Benim Mekânsal Yurdum Maraş'tır

"Her çiçek kendi çekirdeğinde gizlidir” derler. İnsanın çekirdeği yurdudur. İnsanın mekân, dil ve inanç bakımından bir yurdu olması gerektiğine inananlardanım. Benim mekânsal yurdum Maraş’tır. Maraş, mekânlaşmış hafızamdadır; anamın, babamın, dedemin, ninemin, akrabalarımın, alışveriş yaptığım esnafın, dinlediğim türkülerin, hikayelerin, içtiğim suyun, yediğim firiğin, dolmanın, gittiğim hocanın, okuduğum mekteplerin ruhu Maraş diye tecessüm etmiştir. Ben bu tecessüm etmiş bütünün parçası değil özüyüm.

Dolayısıyla Maraş’ın en sevdiğim yeri yoktur; sevmediğim yeri de yoktur.

Sayısız defa Ahırdağı’ndan aşağıya koşarak inmişimdir; sayısız defa Uzunoluk’tan ilk gençliğimin heyecanlarını, korkularını yalnızlıklarını toplayarak Trabzon Caddesine kadar yürümüşümdür. Kanlıdere’de bindiğimiz kiralık bisikletten düşünce kanayan dizimin acısını oradan her geçişimde duyarım. Çarşıya her inişimde kapalı çarşıdaki allefimizin, köşkerimizin, kunduracımızın, Kıbrıs Meydanı’ndaki bakkalımızın dükkanlarını ararım. Kiminin yerinde kuru yemişçi vardır, kiminin yerinde konfeksiyoncu, kiminin yerinde banka. Ama insanlar mekanlarda yurt kurdukları gibi mekanlar da insanın içinde yurt kurarlar. Öyledir, bu mekanlar içimin kapısı kapanmamış yurtlarıdır. Oralardan geçerken verdiğim selamı içimdeki o yurtların sahipleri alırlar.

Ama Maraş’ın içimde en uzun akan ırmağı nedir derseniz; “Dükkan”dır, derim. Dükkan sokağı, binası, duvarları ile tek bir mekan değildir ama sahipleri, müdavimleri, ruhu ile tek bir mekandır. O bazen Çiçek Pasajı'nda yirmi metrekarelik bir salondur, bazen Yenişehir apartmanında bir dairedir; bazen Pınarbaşı'nda yarı metruk bir bağ evidir; bazen Ulucami civarında eski ahşap bir evdir. Ama Dükkan daima demi devranın haritasıdır; görgüsüz modernizmin yalancı ışıklarını kapattığımız, içimizin koyaklarını dostların yüzündeki ışıklarla aydınlattığımız yerdir. Orada kameti ve siması önümüze bir kandil gibi tutulan, bize ufuk olan, sözün sahtesine bile tebessüm edenlerimiz; feraseti ile fikrinin selabeti ile kılavuz olanlarımız; kelamın manasına ve bekasına baş koyan, hem yufka yürekli hem celadetli olanlarımız; orta ve lise mekteplerinde ekserimizin kalplerini kavi duruşları ile hoplatanlarımız; bütün coşkusunu sözlerin sihrine emanet edenlerimiz; ilmin ve irfanın ruhunu türkülerle yaşayanlarımız, “sükut suretinde” emr ve neyh edenlerimiz vardır.

Maraş'taki ben’in, bendeki Maraş’ın renklerini, biçimlerini, boyutlarını içe içelikten çıkmış bir vaziyette tanımlamaya kalktığımı düşünmüyorum. Çocukluğumun, ailemin, mahallemin, vatanımın ve nihayet insanlığımın hatıraları, kandilleri, bayramları, varları, yokları, darlıkları, bollukları zamana kök salmışlardır. Ben, insan olarak bu zamana kök salmış varlığın bir yüzü ise, mekan olarak Maraş da diğer yüzüdür. Zaman ve mekan birleşerek içine doğduğumuz andan itibaren evimizi ruhumuzun ve bedeni varlığımızın yurdu yapar; bu yurdu, komşulara, sokağa, mahalleye açar; kötüye, muhannete kapatır. “Dünyada mekan ahrette iman” sezgisini sindirir içimize.

Anamın babamın yurdu Maraş’la Türkoğlu arasında birincisine onbeş, ikincisine beş kilometre mesafede olan Çakallı Hasanağa köyüdür; nam-ı diğer Gökpınar Çakallısıdır. İlkokul çağlarında Maraş benim için, kundura, somun, portakal, kalem defter alınan yerdir. İlkokuldan sonra ise yaşadığım yer.

Bulunduğunuz muhitin değişim/ dönüşüm hikâyesine dair hafızanızda neler var? Geriye dönüp baktığınızda meydana gelen değişimler/ farklılaşmalar siz de nasıl bir duygu uyandırıyor?

Bir mekan, içindeki ve üzerindeki insan ve eşyayla bütünleşmiş olarak vardır; böyle olduğu için de mekan kültürdür aslında. Yani mekansal değişmeler, esas itibari ile kültürel değişmelerdir. İnsan yaşadığı değişmeleri süreler içinde unutabilir. Ama mekanlar unutmaz çünkü kültürün bütün pratik görüntülerini taşıdıkları gibi simgesel ve imgesel değerlerini de taşırlar. Eşyanın ya da mekanın bir hafızaya sahip olması, insanla yaşamış olmasına bağlıdır. Kuşkusuz modern ve postmodern olarak kapitalist süreç, mekansal algımızı önemli ölçüde yaraladı. Televizyon, internet ve daha nice sanal görüntüler belleklerimizi doldurup boşaltarak, evlerimizle, sokaklarımızla ve şehirlerimizle olan ünsiyetimizi zedeledi; mekanlarımızın hafızlarını örttü.

Yaşadığımız yerle “kim”liğimiz arasında doğrudan bir ilişkinin varlığından söz edebiliriz: Bütün hayatınız otelde geçiyorsa aileniz yok demektir. Bütün evlerin ve daha hacimli yapıların aynı şekilde inşa edildiği bir yerde yaşıyorsanız, mimari algınız ya yoktur ya da kitabidir. Bütün ömrünüz apartmanlarda ve kalabalık caddelerde geçiyorsa bedenen çok yakın durmayı ama ruhsal olarak uzak olmayı öğrenmişsiniz demektir. “Mezarlığa nazır bir eve taşındıysanız” aklınızda ölüm var demektir.

İnsan gibi mekanın da değişimi/ dönüşümü kaçınılmaz denilebilir. Evet ama esas olan Tanpınar’ın da işaret ettiği mukavemet fikridir. Mukavemet etmeyi bilirsek zamanenin muhtemel yaralarını tedavi edebilir; saldırılarını bertaraf edebiliriz. Mukavemet derken, bu gün şehre, sadece eski mimari ve manzaralar şeklinde bir kimlik kazandırma uğraşında olan küresel sömürünün turistik kültürel manipülasyonuna bağlı bir tavırdan söz etmiyorum. Tavır bu olursa yaz aylarında çeşitli mahallelerden çocukların buluştuğu Hocanın gölüyle bilinen Pınarbaşı’nın Muhsin Yazıcıoğlu piknik alanı olarak bilinmesindeki mukavemetsizlik anlaşılmaz. Ramazan bayramlarında kömbe yaptırmak için fırınlarda sıra beklemenin cemaat ruhuna ne üflediği sezilemez. Çocuk Bahçesi ve Batı Park’ın sosyal ve siyasal kimliğinin aslında bir aidiyet arayışı olduğu fark edilemez. Maraşgülünün ortadan kalkması apartmanlaşmaya bağlanır da modernizmin hırsıyla ilişkilendirilmez. Çete Bayramına katılmak için günlerce öncesinde hazırlık yapan çocuklar, ergenler, erişkinler heyecanlarını “kurtuluş etkinlikleri” ile kaybettiler.

Kaybolduğuna üzüldüğüm birçok şey var zaten. Ama Ahırdağın, “ede” ifadesinin, meyam şerbetinin, tarhananın, kapalı çarşı esnafının, Mağaralının, Ulu Cami çevresinin, Çarşıbaşının, Saraçhanenin kaybolması Maazallah Maraş’ın kayboluşu olur. Görgüsüz modernizmin süreği olan tuhaf anıtlar, kibirli binalar olmasa iyi olurdu.

Ben Maraş kitabında her satırda var olan bir harf, bir sesim. Beni bu şehre hafızam, inancım, umudum bağlıyor. Uzaklaştıran demeyeyim de inciten veya yoran diyeyim: Zaman zaman şehrin derinlerine doğru yayılma ihtimali hissettiğim görgüsüz gelişme fikri.

Daha önceki bir yazımda Maraş’ın peteklerine sıkıştırılmış hafızayı imleyecek bir roman, bir şiir, bir şehir kitabı beklemeye devam ediyorum. Bunun bir film olduğunu düşünelim ve daha önce söylediklerimi kameraya çekelim:

Uzunoluk’ta boylu boyunca yatar ve üstüme bir yorgan örterdim. Düşümde bu yorganın şehrin çatısı olduğunu; yorganın her kıvrımının, Maraş’ın bir sokağı olduğunu görürdüm. “Her çiçek kendi çekirdeğinde gizlidir” şeklinde duyduğum sesin hangi taraftan geldiğini anlamak için başımı çevirdiğimde, anamı görürdüm. Anam “Sana Dulkadır İzzettin’in kızını istedik, bundan böyle evimizin çatısı akmayacak” derdi. Sevincimden Ulucami’nin minaresine çıkar, kaleye bakardım. Atımı bir delikli taşa bağlar, Ahırdağı’nda sâlep toplar, ovaya doğru bir keçi gibi seke seke inerdim. Birden, bir gün, çocukluğumuzun namazlarından birine yetişmek için dağdan aşağı inerken düşüp yaraladığım dizimi görürdüm. Anam, en şifalı güllerin, Sezai efendinin konağının haremlik girişinde olduğunu söyler, oradan alır getirirdi. Düşümde, saraçhanenin oralarda anamı kaybederdim. Çarşafına tutunduğum kadının anam olmadığını anladığımda, bezirgânlardan birinin ağlamamam için bana şalvar kumaşı ölçtüğünü görürdüm. Ahırdağı’ndan düş çölüne düşer gibi düşerdim. Düşerdim de kervanlarını düşlerimin ortasına salan mal bulmuş maraşîlerin fincanlarını kırardım. Sonra divanhanede sabıkasız hokkaların kokusu altında, gurbetin boynunu vurarak sohbet ganimeti devşiren Maraşlı Şeyhoğlu ilbeyali’nin hikâyelerini dinlerken uykuya dalardım. Rüyamda alçacıktan uçan bir can hüması gibi olan dedemi görürdüm. Dedemin, saraçhane camisi bitişiğindeki ticarethanesini, bugün de elhamdülillah kazasız belasız kapatıp geldiğini, eline Mushafı almasından anlardım.

HINÇ / Gün Sazak GÖKTÜRK



Kin pompalarken damarlarıma kalbim
Ayalarımda yıkılışını izledim bir medeniyetin
Kan yağarken üzerimize çöken kara bulutlardan
Yükselir göğsümüzde hançeri ihanetin…

Vurulur halkımın vicdanına şeytanın kelepçesi,
Kolalı bilekcelerde ulu orta okunurken şiiri memleketin,
Yazılacak şiirin kördüğüm oldu mısrası,
Bunlar hep yirmibirinci asrın yüz karası…

Ebu cehiller ölmedi diyen şaire kulak tıkayanlar
Hey hat… Batının sıcak demirini soğutmaktalar…
Kırbaçlayıp içimizde hüzünler ülkesini…
Küllendirmekteler köktürkler ocağını…

Ergenenekon ovasında haykırır Türkistan elleri,
Kelepçelenir Anadolu’da Türkeli beyleri,
Kırk kısrak ölür bir bozkırın kırağında
Bozkurdun akar kanı, akar ihanet otağına…  

Demiri eritip dağı delenlere selam olsun…
Demiri soğutana, paslandırana selâm olsun …
Ocağa, Altay’a, Sayanlar’a selam olsun…
İçinde kafire merhamet besleyene selâm olsun…
Şiir, kılıca, kargıya, bıçağa, selam olsun…


ESKİ BERBERLER NEDEN TERKEDİLMEZ? / Mustafa Cihan ALLİŞ


Mahallesini terk edip yeni inşa edilen mahallelere göç eden ama eski berberlerinden ayrılamayan insanları bir türlü anlayamadım.

Kelle emanet etmek kolay değildir elbet…

Herhalde çocukluğundan beri saçlarını anasından az, babasından çok okşayan berberini kaybetmek istemiyor insan.

İşte bizim Safa da bu her şeyi bırakıp kelle emanetçisini bırakamayanlardan. Bir akşamüstü kendi şahsi tıraşında eşlik etmem için beni evden aldı. Dostlar bilir, gece olmadığı sürece fakiri evden çıkarmak kolay değildir. Varın Safa’nın ısrarını, çabasını siz düşünün…

Şehrin bir ucundan (Üngüt’ten) bir ucuna (Batıpark’a) Safa’nın arabasında arabesk şarkılar dinleyerek tıraşa gittik. Araba dediğim de araba hani, beyaz olması aldatmasın siyah olanlarında genelde çakarlar yanıp sönüyor.

Safa arabayı Kulağı Kutlu Camii’nin az berisine park etti. Meğerse berberi Kulağı Kutlu Camii’nin Cuma cemaatindenmiş. Safa’ya Savaş Hocam’ın ekmeğinden, aylar sonra Tekbirlerle Bir Hocam’ı karşılamamızdan bahsederekten, dineldiğimiz yerleri göstererekten, Kulağı Kutlu’yu anlatmaya çalışıyordum. Safa ise dinliyor gibi yapıp berberi arabayı göremesin diye uğraşıyordu. Ben tabiri caizse bu kerahet vaktinde cezbe halindeyken Safa’nın beklenmedik bir sorusuyla karşı karşıya kaldım:

Edem yanında 15-20 lira var mı? Şimdi berbere 200 lira uzatırsam söver bana.

Safa’nın elindeki iki yüzlükleri cebine sokuşturmasını seyrederken çaresizce “Var.” dedim. Varsın son param dostun tıraşına gitsin.

Kulağı Kutlu’yu geçince yolun karşısındaki ilk değil ikinci berber. Eski, kubbemsi bir dükkân. Yanında demirci, önünde tabureler… Safa selam vermek için içeri girdi ben girmedim. Üç tabureden birinde yorgun hali tanıdık gelen bir adam oturuyordu. Yanına çöküverdim. Tabakamı çıkarınca dayının gözleri tabakama değdi. Bunu bekliyor olduğumdan tabakayı uzatır gibi yapıp:

Sarayım mı dayı? İçer misin?

Ben sararım. Deyip tabakayı aldığı gibi sarmaya başladı.

Tütünü yakar yakmaz dili çözüldü tabi. Önce tütünümü övdü epey bir. (Bilmeyenler için: tütün Mehmet Yaşar markadır.) Sonra gençliğinde ne çok içtiğinden, nemini ayarlasın diye torbaya yeşil fasulye koyduğundan bahsetti. Ardından kaçak sigara fiyatlarından dem vurmaya başladı. MM’yi Mardin’den 3 liraya alıyormuş halen. Bu arada yoldan geçen Suriyelilere sövdü ağzına geldiği gibi: “6-7 liraya satıyor bilmem ne çocukları. Her şeyin fiyatını bunlar arttırıyor…”

Bu arada Safa içeride tıraş sırasını almış ki gelip aramıza oturdu. Dayıyla sohbetimize devam ettik:

Dayı meslek ne senin?

Kamyoncuyum. Emekli oldum. Şimdi eski bir minibüs var servise çıkıyom.

Sırt kısmı dökülmüş kestane rengi deri ceketinden, cildindeki çatlaklara karışmış motor yağı kalıntılarından, tanıdık gelen yorgun kokusundan anlamıştım zaten de sorasım geldi işte.

Nereye çalışıyordun?

Her yere çalıştık yeğenim. Amma en çok İstanbul.

Buradan mı?

He.

Tencere tava mı tekstil mi?

Ne olursa. En çok tencere tava, tekstil çok sonra…

Şirkete çalıştın o zaman.

Öyle. Araban kötüyse almazlar. Mersedesse gel derler, iş verirler.

AS 900 vardı bizde de.

Çok eski o çok. Ben binmedim hiç

Ha oldu epey satalı.

Safa’nın da muhabbete giresi geldi bir an:

Dolmuşçulardan tanıdığın var mı dayı?

Dolmuşçuluktan geçtim zaten.

Hastane?

Hastanedeydim he.

Benim dedemi bilin sen.

73, 74, 75, 76 yılları.

Tamam işte Lastikçi Göğüş dedem.

Bildim bildim tamam.

Niyeyse dayının gülesi geldi o ara. Adının Fatih olduğunu da o ara öğrendik. Adından sonra Safa eskilerin hep lakapları olduğundan bahsetti. Deli Muratlar, Kara Muratlar, Ges Hacılar…

Dolmuş hatlarından, lakaplardan, dönen paralardan bahsediliyor ara ara yoldan geçen Suriyelilere söverekten muhabbet devam ediyordu. Ortada dolaşan bir meczup dikkatimi cezbetti. Akşam karanlığı çöküyordu. Gözünde kocaman bir güneş gözlüğüyle gelene gidene laf veriyor, yolun karşısındaki bakkaldan az az çerez alıp geliyordu. Berberin önünü mesken tuttuğu belliydi. Saçına da epey emek verilmişti. Maraş’ın Cezbeli Gülleri kitabında yer alamayacak kadar genç olan bu tomurcuk meczup bana büyük teyzemin büyük oğlu Muhammet Celal’i hatırlattı. Sadece Muhammet ya da sadece Celal değil: Muhammet Celal. Muhammet Celal yaşı bana en yakın, bana en çok benzeyen, en iyi anlaştığım akrabamdır. Hiçbir şeyi unutmaz ve oldukça hazırcevaptır.

O’nun böyle bir mahalle hayatı olmadı. Evde, çeşitli kurslarda, rehabilitasyon merkezlerinde topluma kazandırılmaya çalışıldı. Meczup değil hasta olarak anıldı. Kazandırılmaya çalışılması kayıp olduğunun ilanı gibiydi. Çatal ile kaşığı ayırt edebildiğinde, kendi başına üstünü değiştirebildiğinde ne çok sevinmiştik. Oysa şimdi bu mahallede gördüğüm kadarıyla “eskiden olsa Muhammet Celal hasta olmayacakmış.” dedim kendi kendime.  Berbere gelse büyük bir coşkuyla tıraş olabileceğini, terziye gitse her bayram takım giyebileceğini ama sadece bayramlarda giyebileceğini, selamı karşılığında azar azar çerez yiyebileceğini, bir ihtiyacı olsa mahallesinin bu ihtiyacını göreceğini hissederdi. Bir akıl belirtisi olarak, çatala taktığı yemeği üzerine dökmeden ağzına götürmesiyle teselli olmak yerine canlı bir hayatın renkli bir parçası olduğunu görüyor olabilirdik Muhammet Celal’in.

Safa’nın sırası gelince Kulağı Kutlu’da bir vakit namazı kılayım diyerek camiye geçtim. İçeri girer girmez imam tarafından şaşkınlıkla karşılandım. Bir gencin namaza gelmesine alışık değildi anlaşılan.

Namaza mı geldin?

Evet hocam. Gılıcık de mi?

Gılıcık gılıcık. Abdestini al geç hadi.

Ezanı beklerken caminin içinde ayak üstü sohbet ettik. Bu mahalleden sanmış beni. Ondan şaşırdı herhalde. Cuma günleri yol kenarında dinelen ekipten olduğumu söyledim. Ufak bir kahkaha attı. “Ha şu ekip.”

Ezan bitene kadar üç kişi olduk. İki büklüm haliyle V.I.P. kısımda oturarak namazını eda edecek olan bir emmi, müezzinliği üstlenen ben, bir de hoca. Hoca biraz sevinsin diye sesimin rengini ortaya çıkaracak şekilde orta karar bir gamet getirdim. Felak-Nas ile farzı bitirdik ki imam efendi kalkıp bana doğru iki elini kaldırıverdi. Sevinçten sarılacak ya da yüzümü okşayacak sanmıştım. Aceleyle:

Benim işim var sen devam et. Diyerek koşar adım çıktı camiden. Gameti uzattığıma pişmanlık duymadan sünneti kılıp kaçtım tabi ben de.

Dedim ya oldum olası şu eski berberlerini terk edemeyenleri anlamam diye, yine anlamadığım bir şeyi daha da anlamayarak günü bitirmiş oldum.



Şiir Rengi / Yasin Mortaş

 ‘Sarışın Buğdayı Rüyalarımızın’ 
Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Ödülü. (Derece)


Sen ki
aşk fotosentezi
                       1.

Yağmurlar giyinmiş
bir zamanla geldik buraya
benim üzerimde A d e m gömleği
senin üzerinde Havva titremeleri

Sonra düşürdük mısraımızdan aşk kelimelerini


                        2 .
                        Biz
                        üşüyen duyguların üstünü
                        seninle örteriz
                        tozlu kelimelerini
yıkayıp asarız
yalnızlık balkonlarına

Ey  K a l e m i n
K â ğ ı t s ı z ağrısı/şehrengiz
acının satırbaşı
sevincin imlası
ve üzülme çiçeği

yine
bu lekeli kentlerde
yanlışımızla kaldık biz
     / ve silgisiz

bu sabah
senin dilinle yazılan
bir kitap sordum sahaflara
/ yağmurdan sonra
gelir dediler

Biz seni
iklimlerden hüzün mevsimi biliriz

3.

                        Kelimelerin ısısı
                        kuyulardan çekilen ay ışığı
gecemize sarkıt özünü

Yakup'un gözündeki manalardan
bir bakraç su al yine
kanı aşka batmış Züleyha'nın
rüyalarına Yusuf  bakışları serp

Ey
rüyalarımızın mütebessim şehri
yorumla bize yıldız bahçelerini

ben / unuttum
sana anlatacağım düşleri


Bilinç çölümüzün bilge suyu
içimize örülen yası örsele
ve hayata sinmiş karanlığı
çek gözlerimizden
                        siluetini şuurumuzdan silme

4.
Uzun saçlı gün
gece belikli elif
acılarla taranan sevgili

senin saçların
 gece için kesildikçe
bir vaveyla tutanağı mühürlenir sözlüklere

 sen yine
sessizliği
kusursuz bulutlardan
dinle

Çığlıkları
harf  harf yakan
çağrının çerağı
sükutun rüya tutuşturan çıngısı

 içimizin öğütülmüş başağı

ön ateşi duyguların
son kelimesi yanmanın
tashih edilen acıların alevi
imgeleri hece hece ayrıştıran
ve çağın ağrısını kemik gibi dilimizde tutan

sen yine
zamanın imlecini
ruhumuza ezberlet



ve mayalanmış gizini
içimize fısılda
lirik kıvılcımlar sıçrat penceremize

kanın
kaynama saati
senin vuslatınla
başlasın
5.

Ey
his evimiz
ve hüznün ahengi
yak üşüme ritmimizi
 -vakit çok akortsuz-
Muhayyilede raks eden kız
gel otur
bir beyitlik kalbimize


İftar çöreklerine benzeyen teninden çıkan buğuyu sal ruhun korlu odalarına da
halleri yakmasın
açılmamış çiçeğin solgun alfabesi
d      u      r
zaman
        çok
            yorgun
tut dudaklarında kımıldayan mısraı
sükut et
ve dinlen
ve yağmur karıncalanmalarıyla telaşını süsle de
s e r i n l e
yüzümüzün soğuk yanlarına bakmadan üfle sükutun manasını

6.
Senin alfabenle
girilen her kapıya
aşk kapısı gibi girmeli

Sen
 h i ç l i ğ i n defterinde
içimize dürülmüş
dramsın



 bükülmemiş
harflerle yazılansın
batırmadan kalbe

ki/
cebindeki saklanan aşk dili
bir serçe kuytusudur
düşler kanatlandıran

Hiçin rengine bulanıp bulanıp
hayalleri boyayan mihman
yoğun düşler odasında
yeryüzüne dağ gibi yaslanan
hatıraları damıt
dizelerin pırıltısını
içir göğünden

kımıltısız mevsimleri terlet bize

Sonra
uyandır
şerh ettiğin sırları
hakikat ırmaklarından

yokluğun
etimizde kımıldayan
var olmanın remzi olsun

Sen/ki

ilhamın önünde
sevgilinin fotoğrafına bakan
muti

Ey aşkın mayası
 ruhun
silinmez
rengi

asrın
uyaksızlığına bırakma bizi.




HASTA ANNELER ÜLKESİ / Hasan EJDERHA



İç söz

Karanlık kilit, yokluk kadar bir cam, aynalar kırık
Dilden beter kerpetenler çıkarır çivileri ancak
Salıncak kadar yalnız, urganın bağlandığı dal
Kaç taşa kaç kişi düşer; yağmur bir daha gelirse şükür
Kaç anne birlikte ağlar? Salacada uzanmış Filistinli çocuğa
Boncuğa değmeden gözü kurşunlar saydı
Annenin elinde bir boncuk olsaydı
Mavi kurdalede bir emzik, bayrak olurdu göklere
Yere değmeden kurşun, uçaklar hangi ülkeye hovarda
Dağlarda savrulan tüyleri kuşların
Ürkek bakışların, bağlanan taşların ardınca ağladı anneler
Yerler ve gökler ve sular şahit göz yaşlarına.

Naşına salâlar biriktirir gök, ve toprak ve hasret ve çamur
Hamur pişmiş, on bir ay kadar yakın sultana ve cana
Hangi yana doğrulup da baksa babam sefil bir hale kefil
Efil efil ezanlar eser minarelerden, saba makamı sonra güneş
Diriliş ilk ışıklarla, yatak içinde leğene dökülür abdest suları
Annem kadar bir hüzün, yüreğime akar kollarından annemin
Benim yüzüm haykırır titreyen sesine. Sukûtun tersine bir ağıt
Kağıt kalem kadar soylu bir dimağ, bölünen sesleri arar
Yarar toprağı tohum, yokluğum üzre türküler haram
Yaram kadar merhem, muhtaç bana şimdi, toprak soğudu
Ağıdı kadardır yüreği; anneyse okuyan beni.

Çığlığı üşümüş anneler, sıcak dualarla ısıttı yavrularını
Karnı burnunda kurduğu hayal gerçek şimdi
Aşermiş gibi yakın, toprağa ve yaprağa ve ağaca
Onca yalnızlığın sonunda, kalabalık serviler uğuldar
Çok aşk, tarla bereket, zümrüt yeşili yaprak
Korkarak attığım adımlarıma yol süvari
Cümle sahabe, o kadar sabi, kalabalık ortasında annem
Bir görsem en derin rüyalarda yâri
Havari kesilir, beynimi yol eden düşünceler
Bir kere, bir kere daha haykırıyorum anne gel
Geceler yolculuk, ardınca karanlık bırakmayan dervişlere.


Dış söz


Fırtınalar parçalar çatısını, depremler deler kurduğum yapıyı
Kapıyı kapatıp oturmuşum bir köşede
Türküler söylerim geçmişe ve geleceğe.

I
Hasta anneler ülkesinde yetimdir yüreğim
Üşüyeceğim anne baksana yüzüme
Ellerim ve yüreğim ve aklım üşüyecek
Düşleyecek ne varsa düşledim.
Şimdi hasta anneler ülkesinde bir prensim
Dersim, annemin gözlerini ezber etmek
Okumak ne varsa orada
Ankara’da bir hastane avlusunda
Biriktirdiğim gözyaşlarıma karıştırmak okuduklarımı
Dilekçemi sunmak, uyuşan dizlerimden çekilen kanla
Canla başla biriktirdiğim umutlarıma bir yenisini katmak
Haykırmak içimin derinliklerine sonra
Annemin elinden öptüğüm duaların üstüne
Tüm bunların üstüne umutlarımı, gözyaşlarımı koymak
Doymak, anne bakışlarının en derinine
Zayıf ferine aldırmadan gözlerinin, bebekliğimi görmek orada
Bir tebessümle büyüyüp, aldığım şefkati geri sunmak cömertçe
Mertçe yaptığım sokak kavgaları dönüşü ve bir bisikletten düşüşü
Dizimdeki yara ile anneme sunduğum acıların;
İleriki yaşlarda çektiğim sancıların, anne şefkatiyle tedavisinin,
Bedelini öder gibi, sunmalıyım kat kat şefkati.
Bayati bir şarkıdan alınmış bir mısrayı, ya da hüzzam bir faslı
Dinler gibi geçmeli çocukluğum gözlerimin önünden.

Hasta anneler ülkesinde ölmekten korkarım
Her yer soğuk donarım
Lakin yüreği sıcak, ıpılık bakar gözleri annemin
Ninemin saçlarını mı almış ne! Ap ak
Korkarak bakışımdan, ben bile ürkerim, saçlarına annemin
Ninemin gidişi gibi el sallamakta beyazlığı
“Saçları ak olunca nine olur anneler
Nine olunca ölür anneler” diye bir söz duymuştum
Hayır! ben uydurmuştum; yok böyle bir söz
Öyleyse içimdeki köz, neden yanar ha bire?
Sedire uzanmış babam neden kaygılı ve üzgün?
Dünyanın bütün anneleri hasta gelir bana
Dayana dayana biriktirdiğim acılar ve sancılar
Birlikte saldırır bütün azalarıma
Neden acı çekilince bitmez? Dayandıkça birikir?
Zikir çeken dervişler gibi kaplar ruhumu cezbe
İzbe bir köşesinden odanın, ağlarım göklere ve yere
Annelere adanmış şiirler söylemeliyim ve bebeklerine hasret annelere.

Hasta anneler ülkesinde kalmaktan korkarım
Yakarım yarım kalmış bir şiiri, annemin hatırına
Annemin hasta kartına notlar alan hemşireyi
Kaç mısra ile yazabilirdim ki?
İki satır reçeteyi, on günde yazan doktoru ya da
Rüyada bile olsa koşsaydım annemle, ayaklarını görürdüm
İşte o zaman annem de hürdü, ben de hürdüm
Şimdi gördüğüm; varla yok arası ayakları annemin
Amin diyerek sonunda, öğrendiğim duaların hepsi anneme şimdi
Bir hüseyni şarkı gibi,
Ağıtlar yakar annenin biri
Çalışmaz ayağı ölü ayakları gibi, oysa yüreği dipdiri
Annem yatar başucumda, bakarım
Annemin yüreğiyle anneme ağıtlar yakarım.

Hasta anneler ülkesinde çocuk olmaktan korkarım
Oyuncaklarım ne ki annem olmadan
Annem olmadan artık çocuk olamam ben
Ney gibi inleyen sesi annemin
Ah anne... Hep üzerimde olsun isterim ellerin
Türkülerin en acıtan yerinde
Sen gelirsin aklıma
Duaların kaplamalı varlığımı
Kanımı dondurmalı ikazla bakınca gözlerin
Sözlerini takıp kulaklarıma, yollar aşmalıyım.

Hasta anneler ülkesinden gelmekten korkarım
Yanımda olmadan annem, çıkamam hiçbir yola
Her şeye hasta annemin gözlerinden bakarım
Korkularım cam kırığı, bir aşure tası kadar bereketli
Umutlarıma koşmalıyım, haykırmalıyım sonra habbe habbe
Tespihi arşınlayan parmaklarım akmalı zamana
Ezana yakın bağdaş kurarak bekleyen babamın saçları
Karışmalı ruhumun derinliklerine, abdest ıslaklığıyla
Yayla yollarında bıraktığım çobanlığım
Ya da amele çocukluğuma dönmeliyim belki
Ak çadırların kararan direkleri, tarlalara dönüşürken
Çocukluğumdan dönüşen adam bu mu? Ürkek kaygılı
Hasta anneler ülkesinin sakini, bu adam ben miyim?
Nergis toplamak için yürüdüğüm dağlar
Bir sümbül için tırmandığım kayalardan ne kaldı
Ah çocuk olsam, sapasağlam olsa annem yanımda
Yürüsem kırlara baharda.
Şimdi kitaplarda
Görmek ağırıma gidiyor tüm bunları; bu güzellikleri
Hasatı kalkmış harman yeri kadar yalnız kaldı yüreğim
Bir de kitaplarım, öykülerim, şiirlerim
Elimde kalansa, hasta anneler ülkesindeki prensliğim.

II


Çocuk oluversem, biliyorum annem taze gelin olacak
Salıncak, oyuncak hepsi emrime sunulacak
Annem hasta olmayacak.

Yeniden öğrenecek olsam da cüzü
Gecelerinden korktuğum gündüzü
Annemle yaşamak vardı
Geçirdiğim güzel günlerin hepsi
Annem kadardı.

Mevsimler;
Annem hastalanınca kış,
Annem iyileşince bahardı.

Kanadı gözlerim; hadi sil anne
Ben Afrika’nım; yüreğin Nil anne

Komşun olayım da gittiğin yerde
Görünce orada; beni bil anne

Şiirler söyledim, yazılar yazdım
Her telifimde; sendendir dil anne

III


Yüksek servilerin altında, anne cenazeleri beklerken devler
Çocuk hıçkırıklarıyla dolar, annesi ölen evler
Annem dönecek diye bekleye dursun çocuklar
Dönmeyen annelere şahittir, kabir başındaki serviler.

Nice yolcular geldi, hepsi de gitti mutlu ve bahtiyar
Her diyar izler taşır onlardan ve tatlı hatıralar
Bakarlar gidenlerin arkasından kalanlar
Anlarlar ki baki değil hayat ve bir baki hayat var
Şimdi gidenler kadar kalanlar da bahtiyar.

‘Essalât-ı hayrın minen nevm’i müezzinle söyleyen anneler
Her geceyi gündüze, dipdiri dualarla teslim ederler
O günlere erişecek gelinler, eleğini duvara asmış nineler;
Bilirler ki, birer birer koşacaklar çağrına; erlerine bile danışmadan
Ey dağlar şahidi sizsiniz, hasta annelerin çağlayan kalbinin.

Sen varsın ve birsin ey yar, sana gidince yol, aşk da var
Anne kadar özleyince aşkı; yol bulur, gitmek isterse insanlar

İşte yol, koşmalısın, hazır buna ruhun
İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi raciun.


DÜKKÂN MEKTUPLARI-16 / Ahmet Doğan İlbey


Ey azizan!

Fakir, postadan gelen zarflı mektupları çok sever. “El yazısıyla yazılmış mektup çağı çoktan kapandı. Elektronik msn’ler, twittir’ler, face’ler zamanındayız artık” dediğinizi duyar gibiyim.

Fakir eski zaman adamıdır. Zarfla gelen el yazılı mektupların ruhu, gönlü ve mahremiyeti var. Yazanın gönül teri ve kalbî emeği sinmiştir. Twitter ve face’ler modern ve seküler resepsiyonlara ve âmâ üstadım Cemil Meriç’in sözleriyle, birbirinin mahremiyetini, bacadan evin içini dikizleyen Batı’nın romanlarına benziyor, mahremiyet yok. Herkes sizi görüyor ve dinliyor. Yetmiş iki buçuk karakter ve zihniyetteki insanlar iki kişinin hâlleşmesini, mektuplaşmasını, bazıları mütecessis, bazıları da sûi ve süfli kulaklarıyla dinliyor.

Hâsılı, içi ve dışı kişinin el yazısıyla yazılmış ve zarfa konmuş mektup geleneği internet ve dijital muhaberat karşısında yenik düştü. Gönlünden damıttığı sözleri kendi kalemiyle yazmanın değerine inananlar buna çok üzülmelidirler.

Sadede geliyorum. Fakir bu hafta, içi dışı el yazısıyla yazılı bir mektubun postacı tarafından kapısına bırakılma saadetini yaşamıştır. Süssüz, solgun ve hüzünlü zarfı elime aldığımda inanınız pek duygulandım. Zarfın üst sol tarafında insan eliyle yazılmış ve gönderen diye başlayan kısma baktım önce. Sonra alt sağ tarafta gönderilen kısma baktım. Üst sağ tarafta bulunan, postanenin gönderme damgasındaki bilgileri okudum. Fakiri yadırgamayın, bu kısmı bile okumaktan bediî bir haz duyarım. Mektup zarfının üzerinde neler olur, kompozisyonu hatırlayanınız var mı? Dost mektubu kokladınız mı yakın yıllarda?

Mektup, “Hapishâne Risâleleri” yazmama vesile olan şair Fazlı Bayram’dan geliyor. Gönderen kısmı şöyle: “Gülhan Kültür Merkezi, Yenişehir Mah. 22. Sok. No: 22 / K. Maraş.

Mektubu, Yemen gurbetlerinde kalan dostun gönderdiği mektup duygularıyla açtım. İçinden, ince hastalığa tutulmuş hüzünlü bir insana benzeyen tütün kağıdına sarılmış bir sigara ve tütün kâğıdı kabuğu ile bir el büyüklüğünde beyaz kağıda yazılmış bir mektup çıktı. Cezbe hâlinde olduğumdan zamanı karıştırdım. Mektubun, al yeşil bayrakla Yemen Seferleri’ne gidip de dönemeyen Mihrali Bey’in redif’iyle “Zalım Yemen’i” kurtarmaya giden dört kuşak önceki ceddimden geldiğini sandım. Bu hâlet içinde mektubu Yemen Türküsü eşliğinde okumaya başladım:
 
“Değerli ağabey,
Ey hüznü bilmez iken bizi hüzün deryasına salan; türkü bilmez iken bizi türkülerle yoğuran aziz ağabey! Gönderdiğim tütün kâğıdı kabuğu parçacığı bükülüp atılmak üzere iken üç-beş cümlenizle tarihe şahitlik edecek kıymette bir eser olacaktır. Bu yüzden bu nâçiz kâğıda cümlelerinizi yazıp tekrar adresime göndermenizi istirham eder, ellerinizden öperim.”

Ey azizan! Bu mektup üstüne hüzünle dost olmayıp da ne yapayım? Gurbet ve dost türküleri dinlemeyip de öleyim mi?


BULUT / Aleksandr Sergeyeviç Puşkin (Çeviri M. Memduh GÖKTÜRK)












Çeviri : M.Memduh GÖKTÜRK


Fırtınadan geriye son bir bulut kalmıştı.
Sadece sen varsın masmavi açık gökyüzünde.
Sadece sen, hüzün dolu, yalnız gölgelere sahipsin.
Ve neşe dolu zamanları bir sen mahvedersin.

Hani büsbütün sarılmıştın ya gökyüzüne.
Şimşek de sarıverdi korkunç bir şekilde seni.
Sen ise gizemli bir şekilde gürleyerek.
Doyumsuz kara toprağı yağmurunla besledin.

Yeter, kaybol! Güneş açıyor ufuklarda.
Toprak tazelendi, fırtına da uzaklaştı buralardan.
Ve rüzgâr da okşarken yaprakçıkları.
Kovuyor seni şu sakinleşmiş mavi göklerden.



А.С.ПУШКИН

ТУЧА

Последняя туча рассеянной бури!
Одна ты несешься по ясной лазури,
Одна ты наводишь унылую тень,
Одна ты печалишь ликующий день.

Ты небо недавно кругом облегала,
И молния грозно тебя обвивала;
И ты издавала таинственный гром
И алчную землю поила дождем.

Довольно, сокройся! Пора миновалась,
Земля освежилась, и буря промчалась,
И ветер, лаская листочки древес,
Тебя с успокоенных гонит небес.



DÜKKÂN MEKTUPLARI-15 / Mohamud Mohamed Sheikh Ali

Somali den (Mogadişu’dan) Türkiye’ye ( Kahramanmaraş’a )

“Mahmudum şu anda Somali’de dükkân faaliyette mi? Somali’deki dükkâna Kahramanmaraş dükkândan selam olsun”.
 (05.04.2019 Emmim Hasan EJDERHA)

Doğum günümden bir gün sonra emmimden bu soru ve Selam gelince, fakire yaşını ilerlediğini sorumluluk ve yükümlülüklerin artığını hatırlattı. Emmime ne cevap vereceğim diye kara kara düşünürken bu yazıyı kaleme almış bulunmaktayım. Selam vermek sünnettir almak ise farzmış. “Mış” diyorum çünkü ilim ehli değilim. Neyse yine bildiğim ile amel edeceğim Vealeyküm selam emmi.

 Yaklaşık bir ay oldu Somali’ ye geri geleli. Somali dükkânı için şimdiye kadar altyapı hazırlıkları yapmaya devam ediyorum. Çalışmalarla birlikte dükkânla alakalı tasavvur ettiğim ve hayal kurduğum bazı olaylar Müsaadenizle kağıda dökmek istiyorum. Belki gönlümdeki hasret bir nebzede olsa dindiririm.

Dükkânın açılışı…

Cuma gününe denk getirmek, Kahramanmaraş’tan bütün dükkâncıların teşrifleri ile birlikte önce Cuma namazı eda etmek. Tabi o güne kadar dükkânın ak saçlısı ve başkomutanı Ahmet Doğan İlbey ağabey tarafından düzenlenmesi ile birlikte hatim indirtilip, ayrıca hatimin geri kalan kısmı Cuma namazından sonra dükkânın önünde tamamlanmasıyla bu feyz ile dükkânın açılışını gerçekleştirilecek.

 İçeriye geçildikten sonra, hocamgillerin açılış konuşmaları ile birlikte Dükkânı resmi olarak açılmıştır ve bu saatten sonra faaliyete hazırdır. Somalilerin en çok ihtiyaç duydukları ve  kavramaları gereken en başta Ümmet, millet, ve medeniyet kavramlarıdır. Medeniyetin inşası için insanın ihyası başlığı altında değerli hocam İsmail GÖKTÜRK icra edecekler .

Bu konudan sonra Türkiye’den, payitahttan ve bütün Anadolu yörelerinden bahsolunur, özellikle Kahramanmaraş’tan. Bırakalım bu konu Hasan EJDERHA emmim anlatsın, emmim anlatırken az sonra bir uğultu ve tartışma başlar, biz sizden Türkiye’den, kendi köyünüzden bahsediniz dedik, siz kalkıp bizim köyden bahsediyorsunuz.! Bilmiyorlar ki fakir de daha önce  emmisine anlatırken, orada dur hele sen benim köyden bahsediyorsun derdi. Ama hem fikir olamadığımız  bir konu vardı, lavaşın üzerine şeker zeytin yağı döktüğümüze kadar hemfikirdir, fakat  lavaşın üzerine çay dökülmesine karşı çıkmasına şaşırmıştım. Dur orada Mahmut ne yapıyorsun bu çay ne işi var niye döküyorsun lavaşın üzerine yapma derdi. Emmi göreceksiniz buradaki dükkâncılar fakire hak vereceklerdir ve size sorulacak soru şimdiden söyleyeyim, eee zeytinyağı tamam, şeker tamam, çay dökmeyi unuttunuz galiba. Sizde hemen hayır bizim oralar çay dökmüyoruz lavaşın üzerine. bizimkiler Allah, Allah kuru kuru yiyorsunuz demek ki diyecekler.

 Daha önce söylediğimiz gibi, Somali Anadolu’nun yöresindendir. Ondandır ki dükkânda Anadolu şiirlerinden okunması lazım Gelir.  Ahmet ağabeyin ifadesi ile Uzman Mehmet YAŞAR abim okursa orada bulunanlar dükkânı ayrıyeten sevecekler.

Elbette Necip Fazıl ve Mehmet Akif Ersoy şiirlerini okunmazsa dükkân tam olarak açılmış sayılmaz. Dükkânın âdabı ve usul gereği dükkâncıların şiirlerini okunmaz ise insanlar dükkân kavramını eksik anlarlar.  Ancak o şairlerin şiirlerini okunduğu vakit, dükkânın açılışını gerçekleştiğine dair bütün Somali vilayetlerinden duyulacaktır. Bir husus daha altını çizmek isterim, yeni açılacak olan dükkânın selameti ve devamlılığı için Mehmet Yaşar Abinin piyasa şiirini okumamasını şiddetle tavsiye ediyorum. Çünkü 2014’tan beri süre gelen pıyasa şiir tartışmaları unutmuş değilim, hâlbukı bizde Somali’ye yeni tartışma konusu getirmek istemiyoruz.

 Söz Mehmet Raşit abinin, tabii Ahmet abinin ifadesi ile iyi yazı niteliğinde, edebi bakımından zengin, sadece bir tek kusuru olan o da şifası az olandan bir mektup ya da bir yazı okumaya başladığında, bizimkiler Türk edebiyatına merak sarmaya başlamışlar bile, hem de Mehmet abinin giriş kısmını okurken.  Raşit abi dertli, haliyle Somali Nasıl yeniden kurtarırız, bu vahim durumdan nasıl kurtaracağız diye söze başlar, “Gerçi fakire daha önce 4 evlilik yapmasını söylemişti bahanesi de siyaseten evlilikmiş, işime gelmez de değil Şahsen” ondandır ki o gün dükkânda bulunanlara buna benzer tavsiye vereceğinden korkuyorum. Neyse ki tercümanlık fakirde olduğu için işime gelmeyenleri başka şeylerle dolduracağım. Raşit abinin Gönül adamlığını görmüşlüğüm da var, ondan dolayı tercümana gerek kalmaz, çünkü gönüllere hitabet kabiliyetini daha önce şahit olmuştum.

 Tercümanlıktan söz etmişken, Ferhat AĞCA o günler dinlenecek istirahat edecek, Gerçi kendisine bir tercüman tahsis etmem gerekir.  Ferhat kardeşim, kardeşim diyorum saçlarında ak görmediğimdendir, vekaleten tercümanlık yapıyorsun Ahmet abiye, ücret konusu nasıl anlaştınız gömlekleri saymazsak? ona göre sana tahsis edeceğim tercüman ile görüşmeleri ilerleteceğim.

Somali hem coğrafya hem de gönül bakımından yemene yakındır, Ahmet abinin 1000 miligramlık türkülerinden olan Yemen Türküsü orada söylenmezse yemen bize küser. Türküdar Fazlı abim sazın tellerini vurdukça bizimkiler de dizlerine vura vura, tabii diz vurmada Ahmet abiye bakarak taklit ederler.  Daha sonra türkü dinleme şartlarını sayınız diye sual olunursa, dizlere vurarak dinlemek . Diye cevap verirler. Tabii ilim ehli olmadığım için 1000 miligramlık ağır mı gelir dersiniz her şeyin fazlası zararlıdır derler. Siz ayarlayın bana bırakmayınız yoksa bizimkiler Allah korusun o kadar dozu kaldıramazlar.

Dükkân denildiğinde akla aleyh gelir, aleyh olmadan manalı ve gıdalı  bir dükkân günü geçirdik desek kendimize yalan söylemiş ve kandırmış oluruz. Fikirli, nükteli ve şifalı, tabii ziyaretçi görüşmeler bir süreliğine askıya alınacak, tek tek konuşulacak, geçerli bir aleyh olması için şapırdatma konusunda iyi derecede dikkat edilmesi gerekiyor.

 Hasılı kelam o gün dinleyeceğimiz aleyhler, Kahramanmaraş’tan Somali’ye gelişiniz olacak. İlk başta hocamgillerin projesi olan tüplü uçak inşa süreci, toplanmasından hazır hale getirilmesinden Somali’ye gelirken yolda geçenler ve nasıl geçtiğine dair anlatacaksınız.

 Zaten Enver abi yine bir köşeye çekilip çoktan uyumuştur, ara sıra uyanır saat daha iki olmadı mı derecesine daha Somali’ye varmadık mı diye sorar sonra yine uyur.

 Ahmet abi pilota iyi bir şekilde tembihliyor efendi önce bir hatim indirmeyi unutma, sakin türkü dinlemeyesin sonra vecde kapılıp bizi hedeften şaşırtmayasın ha!

 Bir de pilot anons vermez mi? Türkçe’den sonra İngilizce, keşke İngilizce konuşmasaydı İsmail hocamın elinde kalacak zavallı pilot, o da biliyor oradaki hepsi dükkâncılar ama pilot bey âdet yerini bulsun diye Ingilizce konuşmuştu başkaca art niyeti yoktu.

 Bu arada uçağının selameti için yol boyunca hocamgillerle birlikte Tayfun abi Tesbihattı icra ederler. 

Bu tüplü uçağın diğer uçaktan ayırt eden en önemli özellik tütün içilebilir olmasıdır.

Hocamgiller inşallah keçi vardır değil mi İsmail? Raşit Mahmut ile konuştun mu teyit ettin mi?. Yeşil soğan da vardır değil mi Mehmet Yaşar, sordun mu Karaoğlan’a. Mehmet Yaşar abi de hemen, Evet hocam sordum hatta çay varmış, Mahmut’a söylemiştim cay yoksa  ağzımdan bir tek şiir dahi duymayacaksın.  Çay demişken çay ikram edilecektir, misafirlere ayıp olmasın diye iki kat daha fazla şeker ile demlenir. Somali’de çay demleme şekli daha önce sözlü olarak anlatmıştım ‘merak edenlere eski dükkân başkatibi ve müdürü olan günümüzün Alplerinden Hacı Ahmet ERALP’tan izin alınarak dükkân arşivlerinden bulunabilir”.

 Fakir Türkiye’den ayrılmadan önce Payitahttan dükkâna geliş sebeplerinden birisi her şeyden önce büyüklerin duası almak ve yurtdışına çıkarken insanlar aşı oluyorlar, fakir aşı yerine dükkân çayını tercih etti, hakikaten şifalıymış. haddim olmayarak size nasihat verir gibi de görünmek istememek ile birlikte siz de o çaydan içiniz öyle geliniz.

Genç dükkâncılar size büyük vazife düşüyor Somali’deki genç dükkâncı harekâtına iyi örnek olmanız gerekir, onlara şifalı çay nasıl yapılır anlatmanız gerekir, meslek sırrıdır deyip de öğretmemezlik yapmayasınız ha.

Sonra ertesi gün kılavuzluya gider gibi, Hint okyanusuna gidip balık tutacağız. Birde orada Türkü dinlemek nasıl bir duygu muş hep birlikte keşfedeceğiz.
Her şeyin başlangıcı olduğu gibi sonu da var, sıla-ı rahimden vuslata ermek üzere sefer hazırlıkları başlar.  “Nede olsa tüplü uçağımız var ben de emekliyim, yolu da öğrenmış oldum sık sık geleceğim” diyor Hassan KEKLIKCI emmim.
Birden hüzün dolu bir şiir duyuyoruz, arkamıza döndük Mehmet YAŞAR abım, bir de Dostlar beni hatırlasın şiirini okumaz mı? Havalimandakiler bize bakıyorlar halımızı anlamaya çalışıyorlar ama nafile.
***
Gün ikindi akşam olur
Gör ki başa neler gelir
Dükkâncılar gider adı kalır
Dostlar bizi hatırlasın.