İki Kardeşin Hafızasında Ferhat Ağca: Röportaj/ ZEHRA BOYRAZ

 


Röportaj Hakkında:

Bu röportaj, Ferhat Ağca’nın hatırasını yaşatmak amacıyla, onun ablası Ayşe Ağca Erayman ve kardeşi Ömer Faruk Ağca ile gerçekleştirilmiştir. Başlangıçta sadece Ayşe Ağca Erayman ile yapılması planlanan görüşme, ilerleyen süreçte Ömer Faruk Ağca’nın da katılımıyla daha geniş bir çerçeveye taşınmıştır.

Sorular öncelikle Erayman’a yönelik olarak hazırlanmıştır. Ömer Faruk Ağca ise bu sorular arasından kendisine uygun gördüğü bazı başlıklar üzerine görüşlerini paylaşmıştır. Böylece iki farklı bakış açısıyla Ferhat Ağca’nın aile içindeki yeri daha bütünlüklü bir şekilde ortaya konmuştur.

Ayşe Ağca Erayman ile Ferhat Ağca Üzerine:

1. Ferhat Ağca nasıl bir çocuktu? Çocukluk yıllarından hatırınızda kalan en belirgin özelliği neydi?

Aramızda üç yaş fark var Ferhat’la. O yüzden çok küçük dönemlerine dair birebir şahitliğim yok ama annem hep çok ağır bir çocuk olduğunu söylerdi. Öyle koşup duran, çok konuşan, yaramaz bir çocuk değildi. Hep derler ya, “lafı gediğine oturtmak” diye; küçüklüğünden beri öyleymiş. Konuşmaz, konuşmaz; sonra bir mesele olduğunda direkt söylenmesi gerekeni söyler ve bitirirmiş. O tarz bir çocuktu yani. Genel olarak hep ağırdı.

Yaşlarımız yakın olduğu için çocukken kavga ederdik, her kardeşte olduğu gibi. Ama büyüdüğümde en yakın sırdaşım oldu. Kız kardeşim yok, üç erkek kardeşim var mâlum. Annemden sonra konuşabildiğim tek insandı diyebilirim. Hatta bazen annemden daha çok Ferhat’la dertleşirdim. Oturur, birlikte konuşur, bir şeyleri eleştirirdik. Çok duygusal bir çocuktu. Herkesin her şeyini düşünür, bizim göremediğimiz ayrıntıları fark ederdi. Mesela masanın üzerindeki küçücük bir detayı bile hemen fark edebilirdi. Bir olaya bakışı farklıydı hep. Çocukluğundan beri öyleydi zaten.

Zor bir çocukluk geçirdiğini de söyleyebilirim. Ferhat 9-10 yaşlarındayken babam bir kaza geçirmişti, yaklaşık bir ay hastanede kaldı. Ben o dönem evdeydim, o ise kendi kendine çalışmaya karar verdi. Eczanede kalfa olarak işe başlamıştı. Yani 9-10 yaşındaki bir çocuk… Üstelik oradaki eczacı onu çok beğenmişti, bırakmak istememişti. Her yaz tatilinde “Başka yere gitme, yine gel” demişti. Uzun süre çalışmıştı orada. Küçüklüğünden beri sorumluluk sahibiydi.

Çocukların en büyüğü bendim ama erkek kardeşlerin en büyüğü oydu. Belki de o sorumluluk hissi oradan geliyordu. Ya da ailemizin maddi durumu çok güçlü olmadığı için kendince bir yükümlülük hissetmişti, bilemiyorum. O dönemde çalışmaya erken başladı işte.

Okul dönemine gelince… Aynı ilkokula gidiyorduk. Evde kavga etsek bile okulda birbirimizi çok korurduk. O beni, ben onu… Hatta bir keresinde okul koridorunda hafifçe koştuğu için öğretmeni kızmıştı. Ki Ferhat’ın ne kadar ağır bir çocuk olduğunu söylemiştim, çok yaramaz değildi. Buna rağmen ilkokul öğretmeninin ona tekme attığını görmüştüm. O kadar içime oturmuştu ki… O görüntü hâlâ gözümün önünden gitmez.

Bunun dışında araştırmayı çok seven, kendi kendine bir şeyler üretmeye çalışan bir çocuktu. Hep bir şeyler yapardı.

2. Ferhat Ağca’nın eğitim sürecine bakınca, kendini geliştirme gayesi sizde nasıl bir izlenim bırakmıştı?

Genel olarak çok iyi okullarda okumadı ama kendini geliştirme yönünde çabası hep vardı. Özellikle bireysel okumaları, yazma çabaları, bir alanda kendini ilerletme isteği benim çok hoşuma giderdi.

Özellikle yazma meselesi dikkatimi çekerdi. Aslında annem de öyleydi. Annem, babası tarafından okutulmamış, hiç okula gönderilmemiş. Ama kendi başına okuma yazmayı öğrenmiş. Gizli gizli kitap okurmuş. Bir gün dedem fark edince “Ne yapıyorsun kızım?” demiş. “Kitap okuyorum” demiş annem. Eski zamanlar malum, kitaplarda ne yazıyor bilmiyorlar, çocuklara kötü şeyler mi aşılıyorlar filan düşüncesindeler. “Getir bakalım, bize de oku” demiş dedem. Annem o romanı baştan sona okumuş, onlar da “Tamam, bunu okuyabilirsin” demişler. Düşün yani, tüm romanı baştan sona sesli okuyarak ikna etmiş onları.

Küçükken biz elektrikler gittiğinde korkardık. Annem mumu yakar, “Hadi gelin, size kitap anlatayım” derdi. Böyle böyle çok kitap bilirim; okumamış olsam bile hikâyelerini annemden dinleyerek öğrendim. Ahmet Dayım mesela bir kitap özeti çıkarması gerektiğinde, anneme verirmiş, “Emine, bunu oku, özetini çıkar bana” dermiş. Annemin böyle bir edebî yönü vardı. Ferhat’ın da o yönü sanırım biraz buradan geliyor.

3. Özellikle ziraat alanına yönelmesi ve doktora yapmaya karar vermesi aile içinde nasıl karşılandı?

Açıkçası aile içinde bu konuda çok bir müdahale olmadı. Annemle babam üniversite mezunu değillerdi. Bizi de yönlendiren genellikle öğretmenlerimiz olmuştu. Ferhat’ın Ziraat Fakültesini başta isteyip istemediğini tam hatırlamıyorum ama sonradan bu alanı çok sevdiğini biliyorum. Çiçekleri incelemesi, bir şeyler üretmesi... Gerçekten ona çok uygundu. Zaten çiçekler hakkında yazılar da yazmıştı.

Bana kalırsa Ferhat aslında sayısal değil, daha çok sözel alanda başarılıydı. Ama bu da eğitim sisteminin getirdiği bir şey. Hocalar hep “Sayısalı seç, daha fazla tercih yaparsın” der ya, işte öyle yönlendirilmişti. Bence sözelde ilerleseydi çok daha iyi olurdu onun için. Ben o zaman da bu fikrimi söylemiştim ama işte... O yönlendirmeler çok etkili oluyor.

Bir de Ferhat’ın şöyle bir özelliği vardı: Evde bulduğu eski eşyaları ya da artık kullanılmayan şeyleri dönüştürmeyi çok severdi. Yeniler, kullanıma kazandırır, koleksiyon yapardı. Bayılırdı bu tür şeylere. Hatta bir keresinde annem, “Ferhat’ı evlendirirsek ev bomboş kalır” demişti. Çünkü evdeki kitapların, eşyaların çoğu onundu.

Bir defasında eve çok eski, otantik bir sandalye getirmişti. Epey yıpranmıştı ama belliydi ki geçmişe ait kıymetli bir parça. “Ben bunu yenileyip balkona koyacağım” demişti. Annem bir beklemiş, iki beklemiş, Ferhat yoğunluktan yapamamış herhalde. Sonra annem sandalyeyi dama çıkarmış. Komşulardan biri de onu hurda zannedip kırmış, ekmek pişirirken yakmış. Ferhat o kadar üzülmüştü ki anlatamam. Ama sonra bir tane daha buldu, onu yeniledi, balkona koydu. Hatta babamın o sandalyede otururken çekilmiş bir fotoğrafı bile vardı. Çok severdi böyle şeyleri; dönüştürmeyi, boyamayı, yeniden anlam katmayı.

4. Ferhat Ağca’nın manevî dünyasını nasıl tanımlarsınız? İnancıyla, ibadetiyle, iç dünyasıyla ilgili sizde yer eden anılarınız var mı?

Ferhat çocukluğundan beri böyle konulara aşinaydı çünkü biz zaten inançlı bir ailede büyüdük. Annemle babam namazlı-abdestli insanlardır. Ferhat’ın bu hali ilerleyen yaşlarda daha da derinleşti. Kendi araştırmalarıyla, kendi iradesiyle daha çok içine yöneldi.

2017 yılında çalışırken kendi biriktirdiği parasıyla umreye gitmişti. En çok istediği şeylerden biri şehit olmaktı. Her konu açıldığında da dile getirirdi. Ben bunu içten gelen bir bağlılığın neticesi olarak görüyorum.

Dayım Ahmet Okur Konya’da yaşıyordu. İşinden dolayı film setleri hep oradaydı. Bir gün Ferhat’a demiş ki: “Mevlânâ Hazretleri’nin türbesi değiştirilecek.” Ferhat da hemen o gün bilet bulmuş ve Konya’ya gitmiş. “Ben de geliyorum dayı,” demiş. Dayımın orada bir görevi olduğu için, her isteyen içeri giremiyordu ama Ferhat girebilmişti. Hatta Instagram’da o güne ait bir fotoğrafı bile vardı; türbe değiştirilirken çekilmişti. Sırf o ana şahit olmak için kalkıp gitmişti. Böyle şeylere çok değer verirdi.

Ömer Tuğrul İnançer’in cenazesine de gitmişti mesela. Büyük insanları takip eder, iç dünyasında yaşatır, onların peşinden giden bir derviş meşrebine sahipti. Yaşından çok olgun davranırdı. Çevresinde de bu olgunluğa sahip insanlarla birlikte olurdu. Yaşıt arkadaşları çok azdı. Hem fikren hem yaş olarak daha büyüklerle sohbet etmeyi, oturup kalkmayı severdi. Akrabalar içinde de böyleydi.

Bir keresinde düğüne gitmiştik. Orada, “Damadın arkadaşları gelsin oyuna” demişlerdi. Annem de “Bizim çağıracağımız damadın arkadaşları yok ki, hepsi 65 yaşında” demişti. Gerçekten de Ferhat daha çok büyüklerle hemhâldi.

30 yaşında vefat etti ama bence 60 yıllık bir ömür yaşadı. Dolu dolu yaşadı. Ben kendi adıma çok özlüyorum…

5. Yazıya ve şiire yönelişi nasıl başlamıştı? Yazdıklarını sizinle paylaşır mıydı?

Genel olarak yazılarının birçoğunu okudum. Paylaştığı zaman zaten söylüyordu, Yoldaki Kalemler sitesinin linkini atıyordu. Annemle de genel olarak bu konularda konuştuklarını biliyorum. Onun da ilgisi olduğu için… Mesela bazı yazdığı şiirleri ona okuttuğunu biliyorum. Annemin de bir defteri var, yazdığı birkaç şiir, yazı vardı; Ferhat’a okuttururdu. Belki de annemle ilişkisi bu anlamda daha fazladır diye düşünüyorum. Şu an tabii sorma ihtimalimiz olmadığı için… Annem yazardı. Kardeşi vefat ettiğinde de ona yazdığı bir şiir var, mesela bana göndermişti onu da. Dediğim gibi, edebî yönden birbirlerini anladıklarını düşünüyorum.

6. Onun kaleme aldığı herhangi bir şiir ya da metni ilk elden okuduğunuz olduysa, sizde bıraktığı hissiyat neydi?

“Babamın Elleri” şiirini kendisi bana göndermişti. “Abla, şiir yazdım; okur musun?” diye… Ben onda çok duygulanmıştım. Babam hayattaydı, o da okumuştu. Ama tabii annem daha mutlu olmuştu. İlgisi olunca, hemen cezbediyor.

Bana başka bir yazı daha okutmuştu aslında, o yazıyı da, “Abla, baksana nasıl olmuş?” diye göstermişti ama onu hatırlayamıyorum. Yayınlamamıştı bildiğim kadarıyla. Bir kitap üzerine inceleme gibi bir şeydi ama tam hatırlamıyorum, dediğim gibi.

7. Sizce Ferhat Ağca’nın şiirle kurduğu bağ, onun hangi yönünün dışavurumuydu?

Mesela en basitinden bir şehre gittiği zaman eli boş kesinlikle gelmezdi. Çok düşünceli, çok duygusal bir çocuktu. Bence böyle bir edebî yönünün çıkmasında bu duygu dünyası, içsel eğilimi etkili olabilir. İçe yönelimi fazla olduğu için, manevi dünyası daha geniş olduğu için, bundan kaynaklı olabilir diye düşünüyorum.

8. Ferhat Ağca’nın ardından ev içinde en çok hangi hâli, hangi sözü ya da davranışıyla hatırlanıyor?

Tek bir hâli yok ki… İnsan bütün hâllerini özlüyor. Mesela en basitinden, okuldan çıkardı — benim evim okula çok yakın — “Abla kahveye geliyorum, bir kahve yap” filan derdi. Çok özlüyorum her hâlini. Ya da ne bileyim, her ihtiyacımda yanımdaydı demiştim ya… Küçükken çok tartışıyorsunuz yaşınız yakın olduğu için ama sonradan sizin en yakın sırdaşınız oluyor yani. Onunla konuşmayı çok özlüyorum mesela. Hani böyle şey vardır ya, bazı insanlar kardeşiyle daha uzaktır falan… Bizim aile genel olarak, yani sadece Ferhat için demiyorum, genel olarak çok yakındık hepimiz. Ve ben bunun şu an boşluğunu çok fazla yaşıyorum.

Düşünsenize, her ihtiyacınızda yanınızda birilerinin olduğunu biliyorsunuz, her koşulda yanınızdalar. Benim çocuklarım oldu, çocuklarımla ilgilendiler; onlar büyüttü gibi bir şey oldu yani. Büyük kızıma onlar baktılar, annem, kardeşlerim… Ferhat’ı çok severdi kızım, Enes’i öyle… Enes zaten ayrı bir ilgilenirdi böyle çocuklarla filan. Arası çok iyiydi.

Şu da vardı mesela: Tek kız çocuklarının bir bacısı olsun mantığı vardır ya Maraşlılarda… Gerçekten, erkek kardeşlerimin hepsi öyle de, Ferhat kız kardeşim gibi her şeyimizi konuşurduk. “Bir sorunun var mı, şöyle mi abla, böyle mi abla?” diye çeker kenara… İlk evlendiğim dönemlerde, “Alaaddin Abi’yle bir sıkıntın var mı? Anneme söyleyemediğin şeyleri bana söyleyebilirsin” falan demişti hep… Hani hep böyle, nasıl derler, konuşabildiğin insanlar çok azdır hayatta… Onlardan biriydi Ferhat.

Tabii ki boşluğu çok büyük bizim adımıza. Bunu nasıl yazarsınız bilmiyorum. Bazı şeyler yazıya dökülmüyor gerçekten…

9. Bazen “keşke şunu da söyleseydim” dediğiniz, içinizde kalan bir söz, bir his var mı?

Geride kalanlara şunu söyleyebilirim: İnsanlar gerçekten sevdiklerine, sevdiklerini daha çok söylesinler. Ya da ne bileyim, daha çok görüşsünler, daha çok öpüp koklasınlar. İnsan kaybedince bazı şeylerin kıymetini daha net anlıyor. Böyle… Çok zor oluyor.

.

.

.

Ömer Faruk Ağca ile Ferhat Ağca Üzerine

Soru 1 – Kardeşler arasında nasıl bir yeri vardı? Onu diğerlerinden ayıran en bariz yönü sizce neydi?

Aile içindeki yeri meselesi şöyle... Ablam için küçük kardeşti ama benim için bir ağabey konumundaydı. Benim gözümde babamın yedeği gibiydi adeta. Hem karakteri hem de yaşının gereği olarak... Babam ona gönül rahatlığıyla evi emanet ederdi mesela. Evle ilgili bir karar alınacaksa, Ferhat abimin fikri hep en önemli olan olurdu. Zaten ben çok küçüğüm, Enes abimle de yaşlarımız yakın. O yüzden benim için karar verici bir konumdaydı. Hem sorumluluk sahibi hem de oturaklı bir mizacı vardı. Ailede ikinci baba rolünü üstlendiğini söyleyebilirim. Tabi bu, ablam açısından böyle olmayabilir. Çünkü onun için abim, küçük kardeş konumundaydı.

Soru 2 – Ziraat alanına yönelmesi ve doktora eğitimine karar vermesi aile içinde nasıl karşılandı?

Ziraat aslında onun ilk tercihi değildi. Asıl istediği polislikti. Bu konulara biraz hâkimim. Ziraat Fakültesini kazanıp kazanmadığına dair sonuçların açıklanmasıyla polislik sınavının sonucu aynı döneme denk gelmişti. Bu konuda Veli dayımın çok etkisi oldu. Ferhat abim, ziraati kazandığında üzülmüştü çünkü aslında polis olmak istiyordu. Veli dayımın yanına gittiğinde ona “Ziraat geldi, ama ben polisliğe gitmek istiyorum” demeye hazırlanıyordu. Ama Veli dayım onu duyunca, “Hayırlı olsun, ziraat! Çok mutlu oldum” dedi. Veli dayım hiçbir zaman polis olmasını istememişti zaten.

Başlarda isteksizdi ama zamanla sevmeye başladı. Bunda da milliyetçi duygular etkiliydi. Ziraatte tohum meselesi çok önemlidir ya, o da bu işe hep yerli tohum üzerinden, bir millî mesele gibi yaklaştı. Rezeneye daha çok şahit olduk ama ondan önce kekik meselesi vardı mesela. İzmir’de yetişen bir kekiği Maraş’ta yetiştirmeye çok uğraşmıştı. Hep bir tohum, bir kök arayışı içerisindeydi.

Sonraları çiçekler üzerine yazılar kaleme almaya başladı. İlgi giderek arttı. Benim de tıpla bir alakam yoktu ama işin içine girince insan seviyor ya, onunki de öyleydi. Milliyetçi bir hissiyatla başladı, sonra işin edebiyatına geçti. Her çiçeğin, her bitkinin bir hikâyesi olduğunu yazmıştı. Mehmet Abi’yle de konuşmuştuk, o edebî yönü sonradan gelişti. Tabi annemizden gelen bir genetik de yok değildi ama... Özellikle Dükkan’la tanıştıktan sonra her şeyin arkasında bir hikâye olduğunu fark etmeye başladı. Çiçeklerin, bitkilerin, hatta Yavşan Yaylası’ndaki gezilerin bile... Bu süreç onun karakterinin ve edebî kişiliğinin oluşmasında etkili oldu. Ama başta ziraat istemediğini çok iyi hatırlıyorum; asıl istediği polislikti.

Soru 3 – Ferhat Ağca’nın manevî dünyasını nasıl tanımlarsınız? İnancıyla, ibadetiyle, iç dünyasıyla ilgili sizde yer eden anılarınız var mı?

Bu da garip aslında… Ferhat abimin cehrî namaz kıldırdığını hiç hatırlamam. Evde genelde babam kıldırırdı. Sonra pandemiden sonra o iş bana geçmişti. Malum camiler kapanmıştı, evde kılınıyordu. Babam yavaş kıldırıyordu, ben de biraz hızlı bitsin diye öncülük etmeye başlamıştım. Bence Ferhat abimi manevî olarak derinleştiren şey, tasavvufa duyduğu ilgiydi. Veli dayımla olan münasebeti burada çok etkiliydi.

Daha çok “32 farz” tarzı ezbere bir dindarlıktan ziyade, imanın hakikati üzerine düşünürdü. Tasavvuf alanında da tanışıklıkları vardı. Mesela Ömer Tuğrul İnançer’i tanıyordu. Muhabbetleri vardı.

Bir seferinde şöyle bir şey olmuştu: Ben Konya’daydım. Mevlânâ Hazretleri’nin sarığının değiştirildiği bir tören vardı. Çok nadiren yapılan, uzun yıllara yayılan bir şeymiş bu. O gün Ferhat abim tören yapılacağını duyunca özellikle bilet alıp Konya’ya gelmişti. Olaya yakından birebir şahitlik etmişti. Ben de, “Allah senin rızkını buradan vermiş demek ki, yüz–yüz on yılda bir olan şey sana denk geliyor” demiştim. Gülmüştü: “Harbi lan, burada benim şansım var” demişti. Bu muhabbeti, Konya’da evimin yakınındaki bir kafede otururken konuşmuştuk.

Soru 4 – Hayatla ilişkisi nasıldı? Dünyaya bakışı, beklentileri, arzuları konusunda ailesi olarak gözlemlediğiniz şeyler nelerdi?

Bu konular hakkında daha çok Dükkan’daki arkadaşlarıyla konuşurdu ama benim gözümde milliyetçi biriydi. Ferhat abimin vatansever olduğuna inanırım ben. Mesela hangi arabayı severdi, bilmem. O tür şeylere ilgisi yoktu. Onun gündeminde hep ülke vardı: “Nasıl yaparız da bu ülkeyi kurtarırız?” diye düşünürdü.

Yavuz Ağıralioğlu’yla tanıştığında çok heyecanlanmıştı. Onunla bir fotoğraf çektirmişti. Dükkan’dan çıkıp gelip bana o fotoğrafı göstermişti. Böyle büyük ve önemli insanları takip ederdi. Özer Özel mesela… Bütün yazarların peşinden gider, kitap fuarlarını kaçırmazdı. Sırf bir yazar geliyor diye şehir dışına gittiği olurdu.

Soru 5 – Onun kaleme aldığı herhangi bir şiir ya da metni ilk elden okuduğunuz olduysa, sizde bıraktığı hissiyat neydi?

Bir gün bana şöyle demişti: “Yarın bir gün benim kitabım çıkarsa ne yaparsın?” Ben de “Ne istersen yaparım” demiştim. O da gülüp “Tamam, sen görürsün” demişti. Bir süre sonra bir kitap getirdi. Tam olarak hangi kitaptı hatırlamıyorum ama bir bölümünü kendisi yazmıştı. En sonunda da “Ferhat Ağca” yazıyordu. “Bak, bu benim kitabım sayılır” demişti.

Yazdıklarını bizimle kolay kolay paylaşmazdı. Ama bir şiirini şans eseri okumuştum: “Babamın Elleri.” Bilgisayarın masaüstünde duruyordu. O esnada ya oyun ya da kendi dosyamı arıyordum, yeni bir dosya fark ettim. “Babamın Elleri” yazıyordu. Açıp okuyunca anladım ki çok yakın zamanda yazılmış. Çünkü şiirde anlatılan olay birkaç gün önce yaşanmıştı.

Kış mevsimiydi. Babam malum itfaiyeci. İtfaiyede ise yerden su asla eksik olmaz. Çünkü itfaiye yangına gider, geri boş gelir, hemen tekrar itfaiyeye kocaman borularla depo doldurulur ama bu esnada illa ki sağa sola sürekli su dökülür, yerde sürekli hortumlar gezer. Babam da yine bir kış günü yerler ıslak, donmuş vaziyette ve yere düşmüş. Yere düşerken de ellerini şu şekilde kendini tutayım diye tutunmaya çalışmış. Elleri bayağı bir parçalanmıştı sonra eve geldiğinde annemle Ferhat abim pansuman yapmışlardı, olay bu şekilde olmuştu. Şiirde geçen buz parçalarının elleri kesmesi vs. gerçekten yaşanmıştı. Yere düştüğünde elleri zaten bayağı yara olmuştu, dikişlik bir durum yoktu ama iyi de değildi. Ben ilk orada okumuştum şiiri, bilgisayarda, masaüstünde şans eseri görmüş, yazabildiğini ilk kez orada fark etmiştim.

Soru 6 – Ferhat Ağca’nın ardından ev içinde en çok hangi hâli, hangi sözü ya da davranışıyla hatırlanıyor?

Bizlerden ayıran özelliklerinden biri olarak şunu söyleyebilirim: Ailedeki sert mizaçlı insanlara mizahla yaklaşabilen tek kişi abimdi mesela. Örneğin Saadet teyze… Saadet teyze, ailedeki sert ve katı yapıda olan teyzemiz. Direkt Saadet teyzemin kocasına “Sen cennetliksin, buna sabrediyorsun” falan diyordu. Ve o, herkesin korktuğu Saadet teyze ona kahkaha atardı. Espri yeteneğini kullanıp söylemek istediğini o şekilde söylüyordu yani. Biraz sert mizaçlı bir yapıya sahip olan Mustafa dayımla da yeğenler arasında en iyi anlaşan oydu. Dayım da Ferhat abimle çok iyi anlaşırdı, çok severlerdi birbirlerini.

Depremden sonra rüyamda Enes abimle Ferhat abimi çok gördüm. -Dükkan’da “ziyaret” ve “rüya” birbirinden farklı kavramlar olarak ifade ediliyor.- Bir rüya görmüştüm. Sabahleyin saat dokuz, dokuz buçuk suları, sıcaktan uyandığım bir gündü. O rüya beni çok etkilemişti. Şey diyordu Ferhat abim: “Kusura bakma, yalnız bıraktım seni.” Rüya içindeyken de uyandıktan sonra da zaten değişik bir hissiyat içindeydim. Bu cümleyi kurar kurmaz ikimiz de ağladık ve sarıldık. Ve ben anında uyandım. Gözümde yaş vardı uyandığımda. Bu rüya, depremden sonra Ferhat abimle alakalı en önemli, unutmayacağım şeydir.

İkinci olarak ise: Dükkan. Dükkan’ı ben hem miras hem emanet olarak görüyorum. Miras her zaman olmasa da çoğu zaman kullanılabilir bir şeydir ya hani… Dükkan bu anlamda benim için Ferhat abimin mirası oldu. Oradakiler gerçekten çok sevdiğim insanlar artık, özlediğim insanlar. Baya gitmediğimde özlüyorum Dükkandaki insanları, ortamını vs. Hem o açıdan miras olarak görüyorum hem de onları gerçekten hepsini abim olarak sahiplendiğim için Ferhat abimin bir emaneti olarak da görüyorum. Çünkü hepsini kardeşi gibi severdi - Dükkandakileri.-

Bu kadar. Diğer sorulara pek bir cevap veremem kendi içimde, evet bu kadar.


1 yorum:

  1. Allah rahmet eylesin.. Seninde eline sağlık yine güzel işler yapmışsın herzaman ki gibi..

    YanıtlaSil