Çocuk iken şekerli gıdaların hepsini de çok severdim. (Şimdide çok seviyorum ama şekerim sınırda olduğu için karnım doyasıya yiyemiyorum.) Annem, babam dedem, ninem, amcam, dayım veya başka bir insan bana yirmi beş kuruş, elli kuruş ya da bir lira gibi küçük bir harçlık verdiğinde hemen Bakkal Muzaffer’in dükkanına koşardım. Cebimdeki paranın miktarına göre; yirmi beş kuruşum varsa nohutlu şeker, elli kuruşum varsa pijamalı şeker, bir liram varsa kağıtlı şeker alırdım. Bakkal Muzaffer aldığım şekeri terazinin kefesinde tarttıktan sonra, bükerek huni şekline getirdiği gazete kağıdının içine koyarak, elime verirdi. Şekerin bir miktarını yanımdaki arkadaşıma verirdim. Bana kalan kısmını ise bakkaldan eve varıncaya yer bitirirdim. Kağıtlı şeker aldığım gün şekerin dışından çıkan jelatinleri ve bakkalın kese kâğıdı yaptığı gazete parçasını yolun kenarına rast gele atardım. O yıllarda ne bende ne de köyümüzde yaşayan diğer insanlarında çevre temizliği konusunda bilinç yoktu. Her evin önünde bir çöplük olurdu. Ahırda beslenen hayvanların gübresi dahil evin bütün pislikleri bu çöplüğe atılırdı. Köyümüzün dünyada emsali olmayan güzel doğasını kendi ellerimizle kirletmek için adeta yarış ederdik.
Şeker alıp yediğim gün dünyanın en mutlu insanı ben olurdum. En az milli piyangodan büyük ikramiye çıkmış bir insan kadar sevinirdim. Parasızlık nedeniyle şeker alamadığım günler Bakkal Muzafferin dükkanının önünden geçmemeye özen gösterirdim. Çünkü bakkalın vitrinindeki cam kavanozların içindeki şekerleri gördüğüm zaman iştahım kabarır, canım şeker yemek isterdi. Param olmadığından şeker alamadığım içinde çok üzülürdüm. Üzülmemek için Bakkal Muzafferin dükkanının önünden geçmek yerine değirmen yolunu dolanırdım.
Elime beş lira on lira gibi büyük para geçtiği zaman şeker yerine iki yüz eli gram cevizli sucuk alırdım. İki yüz elli gam şekerli sucuğu yiyip üzerinden bir tas soğuk su içtiğim zaman dünyalar benim olurdu. Kendimi Zaloğlu Rüstem kadar güçlü hissederdim . Bakkalda şeker sucuğu yoksa biraz gül lokumu biraz kremalı bisküvi alıp, yiyerek nefsimi körlerdim. Lokumdan şekerli sucuk kadar haz etmezdim.
Haftada bir köyümüze kıvrım tatlı satan seyyar satıcılar gelirdi. Tatlıcılar tatlıyı paranın yanı sıra arpayla, buğdayla ve hurdayla satarlardı. Ben bu tatlıcılardan parayla veya hurdayla mutlaka ve mutlaka bir miktar kıvrım tatlı alırdım. Aldığım kıvrım tatlıyı yerken yaşadığım sevinci anlatmak için kelime bulamıyorum.
Okuldan öğle arası eve gittiğimizde öğle yemeğini yufka ekmek ile pekmez ve yoğurt yiyerek geçiştirirdik. Ben kabarcık üzümünden yapılmış doğal pekmezi kaşıkla içerdim. Bu nedenle kışın en soğuk günlerinde bile üşümezdim. Yaz tatilinde dağlara hayvan otlatmaya gittiğimde annem azığıma helva veya şekerli tereyağı dürümü koyardı. Günde üç öğün yediğim yemeğin mutlaka bir öğününde şekerli yiyecek bulunurdu.
İlkokulda okuduğum zaman öğrencilere beslenme saatinde haftada bir gün zeytin, bir gün peynir, bir gün üzüm, bir gün fındık ve bir günde helva dağıtılırdı. Helvanın, peynirin ve zeytinin dağıtıldığı günler okula küçük bir softa bezinin içinde sulanmış bir adet yufka ekmek götürürdük. Diğer yiyecekleri pek umursamazdım ama helvanın dağıtılacağı günü iple çekerdim. Helvanın dağıtılacağı gün okul müdürümüz Mehmet Öğretmen bir elinde bir kova helva, diğer elinde kahve fincanı büyüklüğünde bir ölçek ile sınıfa girerdi. Biz Mehmet Öğretmeni görür görmez çantamızın içindeki sofra bezine sarılı yufka ekmeğimizi nizami şekilde çantamızdan çıkartır, masamızın üstüne önce sofra bezini, sonrada sofra bezinin üzerine yufka ekmeğimizi katlayarak ütülenmiş bir mendil gibi sererdik. Mehmet öğretmen öğrencilerin önündeki yufka ekmeğin üzerine elindeki ölçekle birer ölçek helva koyardı. Sıra bana geldiği zaman, önce bir ölçek helvayı verir, sonra seninki az oldu her hal der, bir ölçek daha helva verirdi. Ben iki ölçek helvayı bir yufka ekmeğin arasına dürüm eder ısıraraktan zevk ile yerdim. Mehmet Öğretmen bana fazladan verdiği bir ölçek helva yerine bir cumhuriyet altını verse helva yediğim kadar mutlu olamazdım herhalde diye düşünüyorum şimdi. Benim yaşadığım bu sevinci dünyada çok az sayıda insan yaşamıştır diye tahmin ediyorum. Helvayı yerken sadece yüzüm değil, gözlerimin içi dahi gülerdi. Aradan yarım asır geçtiği halde yaşadığım o mutlu günleri daha dün gibi hatırlıyorum. O günkü halime bazen ağlıyor, bazen de kahkaha atarak gülüyorum.
Bizim köyde nişan merasimlerinde tatlı yerine helva ikram edilirdi o zamanlar. Helva yemek için köydeki bütün nişan merasimlerine eksiksiz olarak giderdim. Nişan merasimlerinde karnım iyice doyuncaya kadar helva yerdim. Nişan merasiminde bana helva az verilirse ilkokul öğretmenim Ömer Telli görevli kişilere hemen müdahale ederdi.
Ben çocuk iken babamın üç beş kara kovan arısı vardı. Bu nedenle soframızdan bal eksik olmazdı. Köyümüzde elma, ayva, vişne gibi meyve yetiştiği halde kadınlar bu meyvelerden reçel yapmasını bilmezdi. Reçelde helva gibi yiyecekler şehirden satın alınırdı. Kahvaltıda helva, bal veya reçel gibi şekerli yiyecek bulunmazsa annemin başına kıyameti kopartırdım. Evde niza çıkartır, sonrada ağlayarak dedemin evine giderdim. Ninem helvayı, reçeli balı önüme tabak tabak doldururdu.
Orta okula giderken annem çocuk soğuktan üşümesin diye kumanyama bastık, pestil, kuru üzüm gibi yiyecekler koyardı.
Orta okulu bitirinceye kadar çok fazla şekerli gıda tükettim. Şekerli gıda tükettim ama diş macunu, diş fırçası veya başka diş temizliği malzemeleriyle liseye başlayıncaya kadar tanışamadım. O zamanlar bizim köyde diş macunu, diş fırçası gibi malzemeler ne kullanılır ne de satılırdı. Bazı yaşlı amcalar abdest alırken dişlerini misvak ile fırçalarlardı. Ben o zaman misvakı ancak yaşlılar kullanabilir sanırdım.
Liseye başladığımızda şehrin yerlisi olan öğrencilerin dişlerinin pırırı pırıl tertemiz olduğunu görünce bende bir eksiklik olduğunu fark ettim. Utanaraktan arkadaşım İsmail’den diş temizliği konusunu sordum. İsmail günde en az iki kere dişlerin fırçalanarak temizlenmesi gerektiğini bana öce anlattı, sonra çantasından çıkarttığı diş fırçası ve diş macunuyla okulun lavabosunda uygulamalı olarak gösterdi. İsmail’e diş temizliğini nasıl yaptıklarını sorduğumda yaşadığım mahcubiyeti hala unutamıyorum. İsmail varlıklı ve engin gönüllü bir insandı. Bana diş macunun diş fırçasının üzerine nasıl konacağından tutta, dişin nasıl fırçalanacağına kadar olan her şeyi baştan sona kadar anlattı. Aynı gün eczaneden bir diş macunu ile bir diş fırçası aldım. Eve gittiğimde dişlerimi defalarca fırçaladım. Fırçalama sonunda dişlerim pırı pırıl olmasa bile önceki haline göre bayağı temiz ve güzel hale geldi.
Arkadaşım Ahmet Said’in babası Ali Amca diş teknisyeniymiş. Ahmet Said beni bir gün babasının iş yerine götürdü. Ali Amca bana diş taşı temizliği yaptı. Dişlerimin arasından çıkan kirli parçaları görünce nasıl utandığımı anlatamam. Liseye başladıktan sonra hem diş temizliği konusunda dikkati olmaya hem de şekerli gıdaları az tüketmeye gayret gösterdim ama nafile. Çocuk iken sınırsız olarak yediğim şekerli gıdaların olumsuz etkisinden bir türlü kurtulamadım. Genç yaşta dişlerim çürümeye başladı. O yıllarda ülkemizde diş hekimi sayısı yetersizdi. Diş tedavisi olmak oldukça zordu. Dişlerim yirmi yaşında çürümeye başladı. İlaç ve dolgu ile yirmi beş yaşına kadar idare ettim. Yirmi beş yaşına geldiğimde dişlerimi birer ikişer çektirmeye başladım. Dişlerim çekilirken yaşadığım acıyı yaşamayan insanlar benim halimi anlayamaz. Her dişimi çektirdiğimde ayrı bir sıkıntı farklı bir acı yaşadım. Çocuk yaşta yediğim şekerlerin olumsuz manadaki etkisini on yıl sonra görmeye başladım. Dişlerim çürümeye başladıktan sonra diş tedavisi konusunda her şeyi yaptım ama tavşan yamaca geçmiş, yapacak bir şey kalmamıştı…
Şimdi sizlere diş çekimi sonrası yaşamış olduğum önemli bir sıkıntıyla ilgili güzel bir hatıramı anlatarak konuyu bitirmek istiyorum.
O zaman Adıyaman ilinin Gölbaşı ilçesine bağlı Belören beldesinde bulunan Belören ilköğretim Okulunda müdür yardımcısı olarak görev yapıyordum. Yirmi beş yaşındaydım ve bekardım. Beldede belediyeye ait dört katlı ve sekiz daireden müteşekkil bir lojman vardı. Ben bu lojmanın dördündü katındaki dairenin birinde tek başıma yaşıyordum.
Bir cumartesi sabahı şiddeti bir diş ağrısıyla uyandım. Belören’den Gölbaşı’na yolcu taşıyan ilk minibüsle ilçeye gittim. Minibüsten iner inmez Diş Hekimi Osman Bey’in muayenehanesine vardım. Osman Bey ivedi olarak dişlerimin filmini çekti. Filmi inceleyerek sağ alt çenemdeki azı dişlerimin çürüdüğünü tespit etti. Çürüyen dişlerimdeki iltihabın kuruması için antibiyotik ve ağrı kesici ilaçlardan oluşan bir reçete yazdı. Ben eczaneden ilaçları alarak Belören’e döndüm.
Bir hafta süresince ilaçları kullandım. İlaç tedavim tamamlanınca dişimi çektirmek için Gölbaşı’na yeniden gittim. Çekimden sonra yemek yiyemeyeceğimi bildiğim için Kardeşler Lokantasında karnımı iyice doyurdum. Çayımı içtim. Osman Bey’in muayenehanesine vardım. Osman Bey iğneyle ağzımı uyuşturduktan sonra başladı dişimi çekmeye. Serde pehlivanlık var. Dişimin kökü çok derinde olduğu için Osman Bey dişimi çekerken bayağı bir zorlandı. Kan ter içinde kaldı. Kazmayla kürekle ulu bir ağacın kökünü sökse o kadar yorulmazdı herhalde. Osman Bey yoruldu ama bende de ağrıdan, acıdan insanlık hali kalmadı. Ağzımın içi heyelan görmüş arazi gibi param parça oldu. Çektiği dişlerin yerine tampon yaptı ama kanama durmadı. Yaptığı tampon beş dakika içinde kana bulandı. Tamponu değiştirdi. İki saat bir şey yiyip içmememi tembih etti. Ben teşekkür ettikten sonra Osman Bey’in muayenehanesinden ayrılarak Belören’e gittim.
Kocaman bir lojmanda tek başıma yaşadığım için çektiğim acıyı kimseyle paylaşamadım. Boynu bükük kimsesiz bir çocuk gibi kanepeye oturup televizyon izlemeye başladım. Çektiğim acı hafiften azalmaya başlasa da ağzımdaki kanama bir türü durmuyordu. Ben ağzımdaki kanı tükürmek için on dakikada bir lavaboya koşuyordum. Yanımda çektiğim acıyı paylaşacak kimse yoktu. Gurbet elde böyle bir acıya duçar olmak beni derinden derine üzüyordu. Annem yanımda olsa beni teskin ederdi. Babam yanımda olsa beni yeniden doktora götürürdü gibi binlerce düşünce dolanıyordu zihnimde. Bu moral bozukluğu ile diş ağrısı birleşince harap ve bitap düşmüş olmalıyım ki saat altı civarında televizyonu bile kapatmadan koltuğun üzerine uyumuşum. Aklım başımdan gitmiş.
Saat sekiz civarında boğulacak vaziyette, irkilerekten uyandım. Uyandığımda ağzımın içi kan dolmuş, nefes alamayacak durumdaydım. Can havliyle lavaboya koştum. Kanları tükürdüm. Ağzımı yıkadım. Tekrar odaya geldiğimde yattığım yastığın al kana boyandığını görünce sağlığımdan endişe etmeye başladım. Zihnimde hastaneye gitme fikri oluştu. Acele olarak elbiselerimi giydim. Elbiselerimi giyer giymez yorgun bir mermi edasıyla evimin kapısından dışarı fırladım.
Oturduğum lojmanın üçüncü katındaki dairelerde Adnan Menderes Kurtbeyoğlu ve Ahmet Umutlu isimli öğretmen arkadaşlar oturuyorlardı. Bu arkadaşların ikisiyle de muhabbetim çok iyiydi. Aynı okulda çalışıyorduk. Adnan Beyin eşi Mesude Hanım üniversiteden okul arkadaşımdı. Ahmet Bey, Ahmet Bey’in eşi Aynur Hanım ve Adnan Beyde üniversiteyi benden önce benim mezun okulda okumuş, aynı hocaların rahleyi tedrisatından geçmiş insanlardı. Mesude Hanım iled e ben aynı dönemdik. Beşimiz bir araya geldiğimiz zaman üniversite muhabbetine başlar ortalığı kaynatırdık. Okuldaki diğer öğretmenler bizim muhabbetimizi kıskanırlardı. Bu arkadaşlarla olan dostluğuma güvenerek sağ elimi Ahmet Umutlunun evinin ziline, sol elimi Adnan Abinin evinin ziline koyarak çalmaya başladım. İkisi de aynı anda açtı kapıyı. Ben “Ölüyorum kurtarın beni” diye bağırmaya başladım. Adnan Bey “Hayrola Pehlivan. Neyin var” diye sordu. Ben “Diş çektirdim. Sekiz saat oldu. Kanama durmuyor. Beni hastaneye yetiştirin” diyerek ağlamaya başladım. Ahmet Bey daha atak davranıp üzerini giydiği gibi çıktı dışarı. On saniye sonra Adnan Beyde çıktı. Merdivenleri üçer basamak atlayarak kendimizi attık dışarı.
Ahmet Bey arabasının kapısını hızlıca açarak oturdu şoför koltuğuna. Adnan Bey de ön koltuğa oturunca bana arka koltuğa oturmak kaldı. Ahmet Bey bir hamlede çalıştırdı emektar düldülü. Hasta taşıdığı bilinsin diye yaktı dörtlüleri. Gölbaşı istikametine hareket etti.
Adnan Bey ile Ahmet Bey diş ağrısı üzerine sohbet etmeye başladılar. Ben de konuşma mecalim olmadığı için onların muhabbetini dinliyordum. Yol engebeli ve virajlı olunca Ahmet Bey’in aşırı hız yapma şansı yoktu. Arabamız normal seyrinde devam ediyordu. Ben dişimdeki ağrıdan hem korkuyor hem de gurbette olduğum için yalnızlığıma üzülüyordum. Kan kaybından dolayı tansiyonumun düştüğünü hisseder gibi oldum. Bu rahatsız haleti ruhi ye içinde beynimde onlarca soru dolaşıyordu. Kanama durmadığı takdirde beni Gaziantep’e mi gönderecekler, Adıyaman’a mı gönderecekler, yoksa serum takıp Gölbaşı Devlet Hastanesine mi yatıracaklar gibi sorular kafamı meşgul ediyordu.
Ben zihnimde böyle olumsuzluklarla mücadele ederken Ahmet Bey bana “Pehlivan yanlış anlama ama Çorum’da bizim akrabalardan biri diş kanamasından öldü” demesin mi? Ben bu sözü duyunca üzerime sanki Ağrı Dağı devrildi. Ben milyonlarca ton toprağın altında kaldım. O ana kadar bozuk olan moralim o anda sıfırın altına düştü. Hava serindi ama ben soğuk soğuk terlemeye başladım. Sırtımdan akan terler ceketimden dışarı çıkıyordu. Ben tedavi olmak için değil de ölmek için gidiyordum sanki Gölbaşı’na. Terörün en yoğun olduğu dönemde Erciş’te görev yaptım. Erciş’te görev yaparken birkaç kez büyük tehlike atlamama rağmen ölümden bu kadar korkmamıştım. Ahmet Bey’den duyduğum akrabasının diş ağrısından ölme haberi beni çok fazla etkiledi. O andaki psikolojik durumumu size anlatmakta zorluk çekiyorum.
Ben nerden gittiğimizin, nasıl gittiğimizin farkında değildim. Gölbaşı Devlet Hastanesine vardığımızı arabanın durmasından anladım. Arka sağ kapıyı açarak arabadan ok gibi dışarı fırladım. Koşar adımlarla acil doktorunun odasına girdim. Doktor bey masasında oturmuş muayene etmiş olduğu bir hastaya reçete yazıyordu. Doktora “Doktor Bey benim dişim kanıyor. Ya bu kanamayı durdur. Ya da hastaneye diş hekimi çağır. Kanamayı o durdursun” dedim. Nöbetçi doktor “Hocam bu hastanede bugüne kadar acil bir vaka için diş hekimi çağrılmadı. Benimde kanamayı durduracak ilacım yok” dedi. Ben “Doktor Bey o zaman bugün hastaneye diş hekimi çağıracaksınız” dedim. Doktor Bey “Çağıramam” deyince Doktor ile aramızdaki tartışma şirazeden çıkmaya başladı. Ben doktora, doktor bana yüksek sesle bağırmaya başladık. Nöbetçi memur bana “Hocam sakin ol. Seni telefon edip diş hekimi ile görüştüreyim” dedi. Bu arada Ahmet Bey ile Adnan Bey beni sakinleştirmek istiyorlar ama bir türlü zapt edemiyorlardı. Hastanede bulunan acil hastalar, ambulans şoförleri, hemşireler, hata bakıcılar koridorda toplanmış doktor ile benim münaşakamı seyir ediyorlardı. Benim gibi eğitimli bir insanın böyle bir tartışmanın içine girmesi doğru değildi ama bir kere olan olmuştu artık. Allah razı olsun nöbetçi doktordan. Benim o kadar tehdidime, bağırmama, çağırmama rağmen hastaneye polis çağırmadı. Orada bulunan bazı insanların devre girmesiyle olay daha fazla büyümeden sulh olduk.
Doktor ile sulh olduktan sonra nöbetçi memur beni kendi odasına götürdü. Telefon ederek beni diş hekimi Mustafa Pektaş Bey’le görüştürdü. Mustafa Bey bana bir hap ismi verdi. Eczaneden alıp kullandığımda kanamanın duracağını söyledi. Mustafa Bey’den ilacın adını öğrenince azda olsa psikolojik men rahatladım.
Hastaneden çıkarken tansiyonumun düşmesi nedeniyle nöbetçi eczanenin adını dahi yanlış okumuşum. Nehir Eczanesi nöbetçiymiş. Ben Zehir Eczanesi olarak okumuşum. Arabaya binince Ahmet Bey’e “Abi Zehir Eczanesine kadar sür” dedim. Ahmet Bey yüksek sesle kahkaha atarak “Pehlivan nöbetçi eczane Zehir Eczanesi değil, Nehir Eczanesi” dedi. Hastaneden çıktıktan üç dakika sonra nöbetçi eczaneye vardık.
Gölbaşı küçük bir yer olduğu için Nehir Eczanesinin sahibini, çalışanlarını tanıyorduk. Benim dişimde kanama olduğunu öğrenen eczane kalfası bana” Hocam diş hekiminin söylediği hapın iğnesi de var. İğneden bir ampul kırıp pamuğa dökerek yarana basarsam kanama kesilir” dedi. Benimle konuşması biter bitmez bir ampul iğneyi kırıp pamuğa dökerek kanayan yere bastı. İki dakika sonra kanama bıçakla kesmişçesine kendiliğinden durdu.
Kanama kesilince birdenbire moralim düzeldi. Gözümün önü ışıdı. Anamdan dünyaya yeni doğmuş gibi oldum. Gölbaşı’n dan Belören’e gidinceye kadar hastanede kopardığım fırtınaya, diş kanaması yüzünden yaşadığım korkuya Ahmet Bey ve Adnan Bey ile birlikte kahkahalar atarak bende güldüm.
Dünyaya yeniden gelecek olsam; şeker ile aramı açarım. Dişlerime bakarım ve sağlıklı bir şekilde yaşarım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder