14. 6 Şubat 2023 depreminden sonra, onun yokluğu hayatınızda nasıl bir boşluk açtı? Maraş’ta yürürken ya da bir şiir yazarken o boşluğu en çok ne zaman hissediyorsunuz?
Ben boşluk bırakmadım. Hissetmiyorum, hissedemiyorum öyle bir boşluk.
Az önce de dediğim gibi, kızlarım Zeynep’i, Gülce’yi hususen baharlarda kelebeklerle, değilse başka bir vakitte, bunu bilmeleri için sık sık Kapıçam’a götürüyorum. Orayı iyi bilsinler, iyi bellesinler diye. Böyle bir boşluğa hiç mahal vermedim, ihtimal yoktu.
Ama şu bir gerçek: Yaşayanlar bilir. Evet, doğrudur… Böyle bir kayıp, artık yeryüzünde olmayan, bizim artık hissedemeyeceğimiz, bilmediğimiz bir mana âleminde, bir dünyada… O, artık orada. Onun için orada devam ediyor.
İlk haftalar sürekli Akif Abi’yi aradım ve hep aynı şeyi sordum: “Abi, ne yapacağız? İrtibatı nasıl sağlayacağız?”
Evet, dede-nene toprakla buluşur. Anne-baba kaybedenlerimiz var. Kardeş kaybedenlerimiz var. Ama manayı, duyguyu, hissiyatı, muhabbeti, dükkanı… Kendi elimizle toprağa koymamışız demek ki. Bundan dolayı hep aradım.
“Ne yapacağız? Nasıl irtibat kuracağız, nasıl buluşacağız? Bunun bir yolu var mı? Nasıl olacak?”
Bu, ciddi bir soruydu. İlk haftaların sorusu… Aklın hükmedemediği duyguların sorusu.
Akif Abi rüya görüyor. Tabii ben bunu Akif Abi’ye günde beş kere sordum. O kadar darladım ki…
“Bir yolunu bulacaksın sen!” dedim. “Büyük olan sensin, evliya olan sensin, Akif Abi’miz olan sensin. Bizi bir şekilde buluşturacaksın. Bu iş nasıl oluyorsa... Şıklarımız arasında intihar olmadığına göre, bize buluşmanın bir yolunu bul.”
Akif Abi rüyasında Ali Hoca’mı görüyor. Tam da dükkanın merdivenlerinde…
“Hocam, ben cevabı bulamıyorum. Ben nasıl cevap vereceğim Hacı’ya? Ne diyeceğim?” diye soruyor.
Ali Hocam: “Teşrik tekbirleri getireceğiz hep birlikte.”
“Allahu ekber Allahu ekber, lâ ilâhe illallahu vallahu ekber, ve lillâhi’l-hamd...”
Rüya devam ediyor.
Akif Abi anlatırken, “Sanki uyku uyanıklık hali gibiydi. Uyandım ve tekrar rüyaya daldım.” Dedi.
Bir kısa film hayal edin… Gözlerinizi kapatın. Eski model bir araba… Şoför, Mehmet Yaşar. Ön koltukta Fazlı Abi olabilir, emin değilim. Arkada Akif Abi ve ben, Ferhat ise tam ortamızda. Filmlere layık bir sahne… Sağı solu çam ağaçlarıyla kaplı, dar bir yol… Araba ilerliyor, biz tekbir getiriyoruz.
Akif Abi rüyasını anlatırken ben ikna falan olmuş değildim. Ama rüya harikaydı. Tam bir ziyaret şehit rüyası, muazzam bir rüya…
Tabii ki Akif Abi’nin peşini bırakmadım. Başka yollar da bulacağız diye. Sonra, ancak görenin, hissedenin bileceği bir rüya gördüm. İlk rüyamda Ferhat’ı gördüğümde peşinden koşmuştum. Sonra kalabalık bir mecliste… Gerçek kelimesi icat edilmeden önce, gerçeklik denilen şey ne kadar gerçekse, o kadar gerçek bir rüyaydı. Daha önce hissettiğim hiçbir duyguya benzemiyordu. 5 şubattan önce rüya gören insanların gördüğü rüyalara da benzemiyordu. Başka bir varlıktı. Başka bir gerçeklik boyutuydu. Kalabalık bir meydandayız. Kalabalık bir kaldırım… Ferhat’a bakıyorum.
“Böyle olmayacak.” diyorum. “Bir yolunu bulalım. Ne yapalım, nasıl edeceğiz?”
“Her şey çok güzel, vakit çok kısa. Çok kısa süre sonra buluşacağız.” diyor.
Sonra uzaklaşmaya başlıyor. Koşuyorum, kovalıyorum, beni durduruyor.
“Hacım, daha vakit var. Sana müsaade buraya kadar.”
Üzerinde son giydiği mont var. En sevdiği montu… Ama kıyafetleri değişerek kaçıyor sürekli. Öyle uyanmıştım. Rüyayı gördüğüm yer, bulunduğumuz evin karşı kaldırımındaydı. Öyle bir hissiyat… Hızla balkona koştum.
Sonra, bu rüyanın bir benzerini farklı insanların da gördüğünü işittik. Bir yakını, yeğenini kaybeden biri anlatıyordu: “Dokundum, hissettim, oydu.” Yine müracaatım Akif Abi oldu tabii. O da hem yaptığı araştırmalar hem de karşısına çıkan bazı hakikatler vesilesiyle şöyle bir bilgiye ulaştı:
Komando bir şehidin eşi anlatıyordu: “ ‘Biz tören yaptık, bana plaket verdiler, sen nasıl bu kadar gerçek olabilirsin?’ diye sormuştum ona. O da şöyle cevap vermişti: ‘Rabbülâlemin biz şehitlere bir ruhsat verdi. Bir dua öğretti ve biz o duayı okuyarak sizi ziyarete gelebiliyoruz.’ ”
Meselenin başında Akif Abi’ye şunu sormuştum: “Biz mi gidiyoruz, onlar mı geliyor?” Yaptığımız araştırmalardan ve dinlediğimiz hikâyelerden öğrendik ki, onlar geliyorlar. Ve bu, tarifsiz bir ikram, büyük bir lütuf…
Sonrasında ne oldu? Her gün bu rüyaları görmek istiyoruz tabi. Her gün bir kere olsun… Ama olmuyor, her gün olmuyor.
Bir sonraki rüya, üç ya da beş ay sonra olsa gerek, bu kez hakikaten oydu. Bu bilgi de var ya, biliyorsun. Ömer de aynısından bir rüya görmüştü ve ben herkese anlatıyordum. Hissettiğimiz şey eğer gerçeklikse, evet, o geldi. Artık dostlar, “Rüya gördüm” dediklerinde, “Ziyaret mi, rüya mı?” diye soruyoruz.
Sonraki rüya gündüz vaktiydi. Hafifçe uyuyakalmıştım. Rüyayı tam da o esnada gördüm. Ferhat gelmiş, koltuğa oturmuştu. Doğrulup seslendim:
“Oğlum, söylesene geldim diye! Farkındayım artık, biliyorum. Bu bir ziyaret, gerçekliğin farkındayım.” Dedim.
Ferhat: “Bildiğini biliyorum” dedi.
Sonra oturduğu tekli berjerde ona sarıldım. “Bu kez bırakmayacağım. Hadi, gidebilirsen git!” dedim. Son yıllarda zayıflamıştı, ama o rüyada eski, biraz daha kilolu hâliyleydi. Sımsıkı tutuyordum onu.
“Geçen sefer çok hızlı kaçtın” dedim.
O ise parmağını hafifçe başıma dokundurdu ve dedi ki:
“Hacım, böyle engel olamayacağını biliyorsun, değil mi?”
O kadar bizden bir espri ki… Kesinlikle oydu. O rüyadan da uyandım.
Sonra dostlar sağ olsun, başkalarının gördüğü rüyaları da anlattılar. Eski evim Ahmet Abi’nin dut ağacına çok yakındı. Oraya gittim, hızlıca, birçok tütün içtim. Ve bekliyoruz hâlâ. İmanımıza zeval gelmemesi için başka şeyler söyleyemiyoruz.
Kayıtlara geçsin: Geride kalana çok acıyorum. Son kalana… Son kalan kim olacak, bilmiyorum. Ama Rabbim büyük yükler yükledi hâşâ. “Kaldıramayacağınız yükü yüklemem” vaadi var. Evet, iman ettik. Ama bazen naz makamında sandık kendimizi. Ölüm lafı açıldığında, biri “Önce ben öleyim” diyordu, bir diğeri “Hayır, önce ben.”
Ben ise, “Hayır!” diyordum. “En az otuz-kırk yıl dokunmayacak buraya. Herkes yaşlanacak, yatağında ölecek. Ölmek yok.” Gökyüzüne kaldırdım parmağımı:
“Bak, lütfen bize bir süre dokunma. Ahmet Abi’yi aldın, Fazlı Abi’yi aldın, Ferhat’ı aldın, büyük-küçük herkesi, aileleriyle beraber aldın, aldın da aldın… Bize biraz dokunma, tamam mı?”
Derken 6 Şubat 2023… Sonra 8 Mart 2024… Ve sırada Ali dostumuz varmış. Ali gitti. O da Ferhat’la yaşıttı.
Ali’nin cenazesinde, yeniden gökyüzüne baktım. İşaret parmağımı kaldırdım, sonra avuçlarımı açtım ve dedim ki: “Bir daha böyle bir şey demeyeceğim.”
Çünkü kime posta koyduğuna dikkat edeceksin bu dünyada. Onun bir listesi, bir sırası var. Ve bu değişmeyecek.
Bildiğimiz şey şu: Ayrılık var, bu dünyada var. Ama giderken bile bize çok büyük bir miras bıraktılar.
Ömer Faruk Ağca… Anne, baba, iki abi kaybeden bir öksüz, bir yetim olarak şu cümleyi kurdu:
“Dünya hayatını sevmeyelim diye bize bu kadar yardım eden Rabbime hamdolsun.”
Ne büyük bir cümle… Dünya nimetlerine muhabbet duymayalım diye…
Evet, bize büyük bir miras bıraktılar. Ve artık anlıyoruz ki, sevgiden, sevmekten, birliktelikten, muhabbetten daha kıymetli hiçbir şey yok. Biri imanı sorarsa, ona “Sevmek,” derim. Ama acı tarafı şu: Öyle çok sev ki, kaybettikçe hisset… O zaman anla neymiş iman. Dünyada ne olabilir ki? Hangi araba, hangi şehir, hangi sahiplik… Ne olabilir ki bu kadar kıymetli olsun?
O yüzden sevmek = iman.
İman = sevmek.
Eşim, ilk aylarda söylüyordu: “Sen aynı zamanda bir eşsin, iki kızının babasısın.” O zaman da hissetmem gerektiğinin farkındaydım. Hepimiz için söylüyorum bunları... Evlatlarımız… Hâlâ bizi sevmeye devam edenler var. Çok sık, günde defalarca kez, sesli ya da içimden, hep aynı duayı tekrarlıyordum: “Ya Rabbi, hadi! Hadi!” Gördüğüm rüyalarda bile ölümü istiyordum, hem de çok hızlı. Oysa bu şekilde ölmeyi dilemek çok kötü bir şeymiş. Şirke, küfre kadar sürükleyebilecek bir uçurum. Oysa olur mu? Sana kıymet vermiş, seni eşref-i mahlûkat kılmış, yaratılmışların en değerlisi olarak dünyaya göndermiş. Yetmemiş, en sevdiğine ümmet eylemiş. Hayırdır yani...
Ahmet Dayı’nın bir arkadaşının ifadesiyle, Ferhat, “Cennet gençlerinin efendisi Mus’ab bin Umeyr’in yoldaşı olacak artık.” Evet, biz geldiğimiz noktada neye bakacağız? Rabbülâlemîn, en sevdiği kuluna, en ağır imtihanları vermiş. Evladını almış, dostlarını almış. O hâlde bizim de bakmamız gereken yer belli.
“Ahmet Abi dersek kırmızı gül, kırmızı gül dersek Ahmet Abi” dememiz lazım. Ve elbette, kırmızı gülden de Allah Resûlü’ne ulaşmamız... Gül, onu simgeler çünkü. Gül deyince Resûlullah’ı anmamız gerekir. Bu tamam. Ama asıl kaçırmamamız gereken bir şey var: Emr-i Hak vaki olduğunda, bu dünyadan göçtüğümüzde, biz ne diyeceğiz? En çok neyi ve kimi sevmeliydik?
Yani, Resûlullah’ı -hâşâ- onu kıskandıracak kadar sevdik mi? Daha çok sevelim. Onu severken de onun sevdiğini sevelim. Kendi içimde düşündüm; Ahmet Abi’yi bu kadar seviyor olmak, imanım açısından bir sıkıntı olur mu diye... Ama sonra fark ettim: Onu sevmek, türküyü sevmek, türküyü sevmek hüznü sevmek, hüznü sevmek ise -ki “Hz. Hüzün Sünnetlerin Efendisidir” başlıklı bir yazısı var- sünneti sevmek demek. Sünneti sevmek de Resûlullah’ı, âlemlerin efendisini sevmek... O zaman dedim ki, “Ben Ahmet Abi’yi severek Seni severim.” Tabi bu sözler hakikate yeter mi, onu ancak o gün göreceğiz...
Ama yine de... Ne olursa olsun, elhamdülillah, iyi ki o hatıraları yaşamışız. İyi ki... Gurbette dostluklar kurduğumuzda, ayrılık vakti geldiğinde, polis arkadaşlar ya da farklı vesilelerle tanıştığımız güzel insanlarla vedalaşırken hep şu duayı ediyorum: “Daha çok ağlayacağın ayrılıkların olsun.” Çünkü bir ayrılığı hissedebilmek için, o hatırayı yaşaman, o kişiyle tanışman, muhabbet kurman lazım. Ve bu, çok güzel bir dost duası… Çok güzel bir muhabbet siparişi...
15. Ferhat Altun’un gördüğü rüyada, Ferhat Ağca’nın size hitaben söylediği şu beyit var: ‘Şimdi dostun hoş sohbeti gönlümü şâd eyledi. Şâd olsun gönlü onun ruhumu yâd eyledi.’ Bu sözleri duyduğunuzda, Ferhat Ağca ile aranızdaki dostluk bağını ve onun sizin için anlamını bir kez daha nasıl hissettiniz? Sizce bir dostun ardından onu anmak, yâd etmek ve hatıralarını yaşatmak, dostluk hukukunda nasıl bir yer tutar?
Ezanla bitirip, ezanla cevap verelim. Ne güzel oldu… Ramazan ayı, tütün içmeden, içemeden, bana bunu yaptırdı.
Bu soru bana çok ispiyon gibi geliyor. Birileri bu soruyu çok güzel üflemiş. Bu sorunun sona yazılması bilinçli miydi bilmiyorum ama, iyi ki de o rüya, o şiirden sonra olmuş. Yani son soru olması da her anlamda iyi. Hem kendi gönül dünyamda hem de Ferhat’ı tanıyan herkes adına… Bahsettiğim her şey gibi; yirmi dört saat boyunca, uyurken bile görmek istemekliğim gibi, uyandığımda saate bakmadan Ferhat’ın yüzüne bakıyorum. O yüzden telefonumun ekranında olmasından çok memnunum.
Röportaj boyunca eşim yanımdaydı, onun da şahit olduğu gibi… Başta Ferhat olmak üzere, insanın eşinin kıskandığı muhabbetlerin, dostlukların olması herkese nasip olmaz. Çok şükür… Bir erkekle olan münasebetimin kıskanılmasından dolayı çok mutluyum. Şükürler olsun. Ve bu Ferhat olduğu için daha da mutluyum. Artık alıştı sağ olsun, Kevser Hanım. Bazen soruyor:
— Neredesin?
— Yavşan’dayım.
— Kiminlesin?
— Ferhat’layım.
— Ne yapıyorsunuz?
— Yürüyorduk, biraz odun topladık. Odunun keskin tarafı elime battı. Ferhat hemen bir peçete yetiştirdi, elimi sardı.
Bu yaşanmış bir şey değil ha. Ama onu o an orada yaşıyorum. Bir hatıra anlatmıyorum, var olanı, yaşadığımı anlatıyorum.
6 Şubat 2023 – 8 Şubat 2025.
Sorduğunuz rüya… Görevdeydim ben. Günlerden cumartesi olması lazım, 8 Şubat 2025. Neredeyse tam iki yıl sonra… 6 şubatın sene-i devriyesini idrak ettik. Sabaha kadar Kapıçam’da sabahladık. Emniyette, çalıştığım ofiste arkadaşlar ziyarete gelmişti, üç kişi. Onlarla birlikte Ferhat’ı ziyarete gideceğiz, Kapıçam’a yola çıkacağız.
Telefon çaldı, Ferhat Altun arıyor. Ferhat Altun’la seyrek telefonlaşırız, çünkü genellikle bir aradayızdır. Ferhat çok iyi bir şair. Ona iyi bir not verecek konumda değilim ama…
Deprem sonrası buraya geldiği günlerden birinde, vedalaşıyorduk, Ferhat Urfa’ya dönecekti. Tam ayrılırken, birden dedi ki:
— Abi, adıma sarılmayacak mısınız?
Eyvah… Eyvah… Çok zordu. Çok, çok kötü bir şeydi. O günden sonra Ferhat’la aramızda o zarf oluştu. O gün bana ağır bir yük yükledi. Artık Ferhat’ı aradığımda ona hep “Adınla konuşabilir miyim?” diye soruyorum.
Gelelim 8 Şubat 2025’e…
Biz yola çıkacağız, araba hazır. Öğle arası Kapıçam’a gideceğiz, hem ziyaret hem muhabbet… Hafta sonu olması hasebiyle emniyette işler sakindi. Tam koltuktan kalktım, telefon çaldı. Ferhat Altun arıyor.
— Abi, bir emanetin var.
— Hayrola?
Vallahi, eğer rüyayı anlattıysa bile, ben bunu anlatamayacağım herhâlde… İnşallah anlatırım…
Ferhat rüyasını anlatıyor:
“Rüyamda önce seni gördüm. Baş başaydık. Bana ‘33 kere Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah, 7 adet de Fâtiha Sûresi oku’ dedin. Ben bunu yapmaya başladım. Tam bu zikri yaparken, rüya içinde bir rüya gördüm. Ferhat Ağca Abi geldi ve bana dedi ki:
‘Ferhat, bunu Hacım’a götür.’”
Rüya böyle… Bir kanıta, bir şeye gerek yoktu aslında ama… Hem bu röportajın sonu olduğu için hem de iki yılın sonunda… Benim yirmi dört saat boyunca zihnimde, gönlümde, her şeyi Ferhat’la konuşmam, onunla istişare etmem…
“Şehitler ölmez” hakikatine kadar hakikatse, bunu iliklerimize kadar yaşadık, yaşattı. Çok şükür. Kim ölü, kim yaşıyor? Kim hayatta, kim orada, kim burada?
Baştaki o “Nasıl irtibat kuracağız?” sorusundan kendimi çıkardım. Birlikte hareket ettiğimiz dostlara yalvardım, sonra onlar da ikna oldu. Sürekli içinde olmak, sürekli yaşamak… Ferhat’la sürekli irtibat hâlindeyim, sürekli konuşuyorum.
Efendim, bugün garip bir hâlde... İlim dedikleri, aslında ilim olmayan, enteresan işlerle—astral seyahatler, türlü mevzularla—uğraşanlara, Ferhat’tan bir cümle demem gerekirse: “Sevmek.” Sevdiğinizde, nereye giderse gitsin, tam anlamıyla buluşabiliyorsunuz.
Ferhat, Ferhat’a:
“Şimdi dostun hoş sohbeti gönlümü şâd eyledi.
Şâd olsun gönlü onun, ruhumu yâd eyledi.”
Hem o an kalkacağız, tam ziyarete gidiyoruz… Gördüğü rüyada da ben ona tevhid çek diyorum, Fâtiha oku diyorum. Sonra baktık ki… Cennetten yeryüzüne ulaşan bugüne dek Hacerü’l-Esved taşı vardı. Efendim, artık bir de bu şiir var.
Bu şiir, tam anlamıyla… Kaç gün daha ömrümüz varsa… Ben arada, Ahmet Abi’nin sözü olsun diye diyorum ya: “Tek tek gülün, tek tek konuşun.” Şimdi tek tek sayarsak az gibi görünür belki ama… 15-16 bin günümüz daha varsa bu dünyada, geriye kalan günleri de böyle yaşayacak olmaktan mutluyum.
Dostlar beni bilirler. Ahmet Abi’nin de sevdiği bir özelliğimdir: Abartırım. Dükkânda şapırdatmak deriz; her şeyi abartarak anlatırım. Uzun zaman oldu görmeyeli… Ben de yeniden rüyada görmek istiyorum.
Ferhat’ın verdiği bir mesaj var. Mesaj şu: Bunu bana rüyamda gelip söyleyebilirdi. Ama…
Bir: Ben şair değilim.
İki: Rüyayı anlatan ben olsaydım, bizimkiler çok inanmazdı.
Ferhat, Ferhat’la… Hem de iyi bir şairle… Sağ olsun, uyandığında hemen apar topar not almış unutmamak için. Bunu bu şekilde gönderdiği için bana şu mesajı veriyor:
“Hacım, sana inanmazlardı.”
Ve yine diyor ki: “Ben buradayım, ben seninleyim.”
“Ağır” kelimesini Muzaffer Hocamın ismini anarak tamamlayalım. Muzaffer Hocam, Ali Hocam… Onları sık sık anmamız lazım. Ferhat’ın şahsiyetini, gönül dünyasını oluşturan temelleri konuştuk ya, sordunuz ya…
Muzaffer Hocam da kardeşlerini, yeğenlerini kaybettiği bir enkazın başında… Haberi var tabii; dostlarının da o enkazın altında olduğundan. Daha ikinci ya da üçüncü gün, şöyle dedi: “Dükkâna çok ağır oldu bu.”
Birkaç saniye sonra… Ellerini kaldırdı, tövbe etti: “Affet Yâ Rabbi. İsyan gibi oldu.”
Hâlbuki daha orada cenaze bekliyor. Canının, dostlarının cenazesi… Toprağı aldı eline…
“Ağır oldu” demeye tövbe etti.
Bugünden geriye bakınca… Ağır oldu demek bile… O sahne gözümde canlanıyor. Ağır oldu demek bile bir tövbe vesilesiyse… Yine hocam beni bağışlasın, bu yazıyı bir gün okursa…
Ferhat, cuma namazı sonrası dükkândaki oturumlarımızda, hocam daha rahat dinleyebilsin diye küçük bir hoparlör almıştı. “Ruhumda Sızı” türküsünü hocam sık sık dinlerdi, severdi, onu açardı.
O yüzden “ağır” kelimesi uygun değil belki ama… Ruhumuzda sızıyla yaşamaya devam edeceğiz. Emrolunan gün ne kadarsa. Bu sızı, bizim için oksijenden daha kıymetli. Rabbim eksik etmesin onların muhabbetini. Onların miraslarına lâyık olmak nasip olur inşallah. Dünyada, dünyaya ait olan geçici hiçbir şeye muhabbet duymadan, kendimize yapacağımız her kıymetsiz hareketi, onlara yapılmış sayacağız. O yüzden, onların şefaatine, onların muhabbetine, onların mirasına lâyık olmak için bizi daha zor, daha çetin bir yol bekliyor. Lâyık olabilirsek de zerre şüphemiz yok ki şefaatlerinden mahrum etmeyeceklerdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder