SAVUNMA (Öykü) / Şeyhşamil EJDERHA

Günün çizdiği ışıltılar, bulutlar arasında dolaşıp güneşin ışığına, rüzgârın da serinliğini katarak sessiz sessiz penceremden içeri süzüldüler.

Pencere iki saattir güneşi odamda misafir ediyordu.

Oda soğumuştu.

Kalkıp bir kelebeğin kanat çırpışını andıran hisle pencerenin kolunu kavrayıp kapattım.

Yüzüme vuran güneşinin okşaması beni adeta hoş etmişti.

Gözlerim pencereden dışarı taşıp, önce bulutlar arasında dolaşarak şehrin kulağıma gelmeyen gürültüsü üzerine indiler.

Gürültüyü duymuyordu kulaklarım. Gözlerim yanıltıyordu beni sadece.

Sokakta geçmekte olan seksen model bir kamyonet ve kamyonetle yarış yapan babasının karne hediyesi olarak aldığı bisikletin pedallarına heyecanla asılan çocuk...

Bir adamın manav ile sohbet ederken elindeki sarı poşete; muhtemelen manavın yeni geldi, taze diyerek izah ettiği haftalık elmaların, sağlam olanlarından doldurması ve az ilerde top peşinde koşan çocuklardan birinin vurduğu topun mahalle bakkalının camını kırarak üst üste dizili öteberilerin devrilme sesini...

Evet, gözlerim yanıltıyor olamazdı beni.

PVC kaplı pencerenin sessizliği içinde gözlerimin bana getirdiği onca gürültü bana hoş bir besteyi anımsatıyordu.

Bir süre izledim.

Şehir bensiz ne kadar da mutluydu; yüksek binaları, mağazaları ve asırlar öncesinden fırlamış dinozorları andıran arabaları ile...

Uzaklarda beni çağıran bir şey vardı sanki. Bahçedeki çınar ağacının en kalın dalında bir serçeyle sohbet etmekte olan gözlerim serçeden izin alarak o sese yöneldi. Sadece karşıyı izledi.

Sokağın sonunda bastonuna yaslanarak tütün sarmaya çalışan dedeyi…

Acaba gözlerim yine mi yanılmıştı. Vakit geceyken oradan gelen nur mu aydınlatıyordu gündüzü.

Dede ara sıra uzaklara dalıyor sonra tekrar tütünü sarmaya çalışıyordu.

Her denemesinde titreyen ellerindeki kâğıdından dökülen tütün ve dökülen tütüne yetişmeye çalışan sitem...

Dudağında ince çizgi...

Geçmişte dinlediği türküleri mırıldanır gibiydi...

Mesela bir yaz günü ailesiyle gittikleri bir mesire alanında uzaklardan gelen rüzgâra eşlik eder gibi kızı Ayşe’nin gözlerinin söylediği türkü...

Ya da oturma odasında uzandığı koltuğundan duvarda; torununun fotoğrafının yanında asılı duran takvime gözlerini sunması ve takvimin üzerindeki Kâbe fotoğrafına takılmasıyla fotoğraftan yükselen hasret türkülerini mırıldanır gibiydi dudağındaki çizgi.

Sonra başını kaşıdı bir an, seyrelmiş saçlarını unutarak. Tekrar ellerini, gençliğinde bir program çıkışı joleli saçları arasında dolaştırıyor gibi hissetti.

Gözlerim dinlerken dedenin söylediği türküyü ben pencerenin önünde geriye doğru iki adım attım ve kalbimin en samimi köşesinden firar eden selamı gözlerim ile dedeye salıp gözlerimi tekrar odaya davet ettim.

Odam, ders çalışmak ve acizliğimi paylaşan yazılarıma kalem ile kâğıdı sırdaş olarak kabul ettiğim bir masa, sandalye; kitapların fikri ağırlığını taşımaktan usanmayan ama bu ağırlıktan yorularak yıllara meydan okuyup belinin bükülmesine aldırmayan kitaplık ve köşede her an geceyi bekleyen benimle gözkapaklarım altında yaşadığım dünyaya eşlik etmekten hoşlanan, beni gece boyunca sırtında taşıyan yatağım ile çok sade bir görünüşe sahipti zamane gençlerine göre.

Masaya döndüm. Kâğıdın can yoldaşı, başköşesindeki kalemimi; ruhumun derinliklerine yolculuk ederek, kalbimden taşan birkaç sözü yazması için elime aldım.

Sandalyeye oturup karşı duvarı izlemeye koyuldum; acaba ne yazmalıydım. İçimden taşan onca hece elimdeki kalemin huzurunda gizlenmiş gibiydiler.
Yazmak istiyordum ama nasıl yazmalıydım ya da neyi fikrin lisanına intikal ettirmeliydim.

Duvardaki çizgileri ezberlemiş gibiydim. Çünkü ne zaman yazmak istesem elime kalemi almamla aklımdaki her şey seher vakti gibi ansızın beni terk eder, yerini günün doğuşuna bırakırdı. Ben de bu yüzden dakikalarca duvardaki çizgileri saymakla meşgul olurdum.

Bir gün bu halimi çok sevdiğim bir hocama sorduğum vakit kâğıda çizdiği bir resimle açıklamıştı her şeyi.

Kâğıda bir havuz, bu havuzun en altına suyun boşalmasını sağlayan bir musluk ve havuzun üstüne ise dolmasını sağlayan başka bir musluk çizmişti. Ben hocamın dudağından çıkacak sözleri bekliyordum.

Çizmeyi bıraktı bir süre elinde kalem çizdiği şekli inceledi.

- "Evet, işte senin sorunun cevabı" dedi.

Resme baktım, bir havuz problemine benziyor gibiydi ama sorduğum soruyla arasındaki bağlantıyı çözmeye yetmeyen acizliğim ile hocamı dinlemeye devam ettim.

- "Bu havuz insanın kalbidir. Altındaki musluk ise dili. İnsan bu musluğu ne kadar çok açık tutarsa kalbinde biriktirdiği güzel haller de o kadar eksilir. Bu da insana tasarruf ve tasavvuf gerektirir."

Haklıydı hocam, her zamanki gibi... Büyüklerin kalbi ne kadar da genişti? Peki, havuzun üstündeki musluk neydi? Merak ettim sustum ve hocamın devam etmesini bekledim.

- "Havuzun üzerindeki musluk ise insanın kalbini zenginleştiren okuduğu şeylerdir. Okuduğu şeyler... Kitaplar değil. Çünkü insanın gözünün gördüğü her şey kalbinin okuduğu şeylerdir. Göz okumayı bilmez, okuyorum dediğin her şey sadece gördüklerinden ibarettir. Okumak kalp ile gözün birlikte yaptığı ibadettir. Bu yüzden insanlar sadece yazıların okunduğunu sanır. Oysa gözün değil, kalbin görmesi gerekir okumak için. Mesela namaz sonrası tefekküre dalan bir insanı ya da parkta oynayan bir çocuğun heyecanını görebiliyorsa kalp, işte o zaman okumayı öğrenmiştir.

Okumak... Okumak... Okumak...

Sadece yazılar mı okunur? Ağrılar, sızılar mı da okunabilir mi?

Oysa her birimizin aklındadır Yunus. Anlamını bilmeden belki defalarca tekrar ederiz aynı mısraları. Belki defalarca geçmiştir aklımızdan ama bir kere olsun; eğer kalbimizden geçirebilseydik o mısraları belki de çözmüştük okumanın manasını.

"İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Bu nice okumaktır"

Okumak... İnsan okumaya ilk önce kendisinden başlayacak. Önce kendisi bilecek, sonra kendisini bilecek. Tıpkı Yunus'un dediği gibi 'Sen kendini bilmezsen/ Bu nice okumaktır.'

"Okumaktan mana ne
Kişi hakkı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru ekmektir"

Sonra varacak okumanın tadına, hem Hakkı hem de halkı anlamanın farkına ve sonra da diğer yazarların anlattıklarını anlamaya… Eğer bir kişi kendini bilmiyorsa o kişinin Hakkı bilmesini nasıl beklersin? Abdestsiz namaz kılınır mı hiç?"

Bir süre sustum. Sukutun ikrarına niyet etti belki de kalbim. Hocamın sözlerini birde sukutun diliyle tekrar ettim. Sonra içimde beliren bir sûalle karşılık verdim.
"Hocam affediniz... Hadsizliğim ile bir sûalim olacak haddimin sınırına. İnsan okumak için önce abdest almalı kendini bilmeli, sonra niyet edip Hakk'ı bilmeli ancak o zaman ibadete başlamış olur. Pekî, hocam yazmak... Yazmak nedir? Sûkutun tül perdesi kapladı tekrar ortalığı. Sanki nur damladı karanlığın bağrına. Gözleri tekrar indi kâğıdın göğsündeki yaraya. Kalemin kanat çırpmasıyla buluştu, iki dost kısa bir aradan sonra. Kalem ve kâğıdın asırlar kadar kısa, an kadar uzun bir zamanda bir masada buluşması...

Hocam, havuzun bir kenarına en üst tarafına bir musluk daha çizdi.

- "Yazmak, şükretmektir yaradana. Secde şükretmektir. İbadetin en güzel vakti, can, canan ve yaratanın buluştuğu bir mekândır. Önce abdest alır musluğu açarız. Gönül hanemize nur dolmaya başlar o vakit… Sonra o nurla ferahlar, okumanın manasını biliriz. Belki o zaman anlarız namaz sonrası tefekküre dalan bir insanın halini ama yazmak secde etmektir yaradana. Yazmak namazdan sonra o insanın tefekkürüne yoldaş olmaktır. Okumak, karşımızdakinin derdine, yarasına ortak olmakken yazmak kendi yarasına tuz basmasıdır insanın. Havuzun alt musluğunu, dilimizi kapatıp; nurun kalbe, tüm bedene yayılmasına müsaade etmektir ve sonra da havuzdan taşan nurdan nasiplenip Hakk'a şükredip secde etmektir."

  Bilmiyorum, ama emin olduğum tek şey hocam yanlış söylese bile söylediği her sözün doğru olduğudur. Ben ise hala abdest almaktayım gönlüm boş ve dilim açık. Önce tasarruf etmeli sonra tasavvufu bilmeliyim.

Kalktım ve tekrar vardım pencerenin kenarına, ruhumun kıyısına. Gözlerim sokağı dolaştı tekrar ve yine uzaklardan gelen türküye kulak verdi.

Dedeyi seyrettim ama bu sefer yalnız değildi.

Kremi renkli, çizgili paltolu noter kâtibi olan dostu cebinden çıkardığı sarılmış tütünü ona uzatmaktaydı. Gözleri belki yıllar öncesindeki gibi aynı sevgiyle can yoldaşına bakmaktaydı. Belki de birbirine uzaklıkları yanlarına yaklaşmakta olan yirmili yaşlarda delikanlı kadardı.

Tekrar masama döndüm ve kalp atışlarını hissettiğim kalemim, kâğıdın gönlünü yaralamaya başladı.

Bembeyaz kâğıdın üzerine düşen büyük harfli küçük bir başlık ve birkaç cümle:

İLAVE SAVUNMA: "Neden yazmıyorsun, yoksa kelimelerin mi tükendi? Sorusuna verebileceğim tek cevap şudur: "Kelimelerin tükenmesinden daha mühim mesele havuzun temelinde oluşacak hasar ile havuzun su sızdırmasıdır. Hamdolsun havuz sağlam fakat şu anda abdest almaktayım. Eğer biraz da sûkutun ikrarına ulaşabilirsem niyet edeceğim." İMZA: Şeyhşamil EJDERHA


İLİMİN MAKSADI/Mohamud Mohamed Sheikh Ali

Hani şairi âzam,  mütefekkir Necip fazıl bir mısrasında “Ve ayrılık, anneden,  vatandan, arkadaştan.”  Diyor ya! Sene 2011’in sonlarındayız, liseden yeni mezun oluyoruz, etrafımdakiler de benim gibi üniversiteye gidecekleri için sanırım heyecanlıydılar. Türkiye de olduğu gibi üniversiteye gitmek için ağırlaştırılmış bir sınavımız yok. Malumunuz Somali uzun vakittir iç savaşa maruz kaldı, bu da aşiretler arasındaki anlaşmazsızlıktan kaynaklanıyor; yanı güçlüyü güçsüze, zenginlerin fakirlere küvetlerini gösterdikleri mekân oldu Somali. Olay orada kalmadı her dönem olduğu gibi bu sefer de dini İslam adına kuranı ve sünneti seniyye’yi kendilerine göre yorumlayan işlerine geleni kabul eden, işlerine gelmeyeni görmemezlikten gelen bir grup ortaya çıktı. Yine olay daha vahım oldu demek istedim ki birbirlerini vuruşurken her iki taraf Allahu ekber diyor. Kim doğru yolda, kim yanlış yolda millet epeyce kafası karıştı, öyle duruma geldik ki kardeş kardeşten şüphelenmeye başladı Evden dışarı gideni sağ mı ölü mü nasıl döneceğini herkes Fatihalarla, dualarla bekler oldular. Belki sağ gelir ona bir kurban kesmek isterler ama ne yazık ki kurban kesmek aklından geçse de bunun için kimsenin takati yok…
Aslında benim anlatacaklarım bunlar değildi, varmak istediğim nokta ise: Biz o haldeyken; Türkiye’nin reisi cumhuru (tabii o dönemde başbakandı), Somali’ye gerçekleştirmiş olduğu ziyaret, Somali halkına bir diriliş, dünyaya da örnek dolu bir ziyaret oldu. Evet, Türkiye’den birçok yardım geldi, batılılar gibi sadece gıda dağıtmadılar, Somalilerle kardeş olduklarını gösterdiler, öyle kaynaşma oldu ki, daha önce batılılar tarafından sömürülen Somaliler, beyaz tenlilere karşı bir korku, bir direniş içindelerdi. Hata eskiler: “bu beyazlar var ya, topraklarımıza girerlerse, kadınlarımız hamile kalmaz, gökten rahmet yağmaz.” gibi ifadeler kullanırlardı. Nitekim sömürgecilerin keşif amacıyla Somali’ye geldiklerinde kıyıdan geçmeden bir kaçı bıçaklanarak öldürülmüştü. Evet, büyüklerimiz  “bir beyaz adam yolda gördüğümüz zaman pencereden bakıyorduk”  dediklerini unutmadım. Eskiler böyleydi, şimdi Türk kardeşlerimiz Somali’ye geldiklerinde o bakışlar değişti, hatta yoldan geçen batılı biri olsa, gâvur olsa da Milet kendi aralarında “ha bak orada bir Türk!” var demeye başladılar. Neredeyse gidip “aselamun aleyküm” diyecekler. Türkiye, Somali’ye her türlü yardımda bulundu, yardımlardan biri de ilim yardımı. Hem hükümet hem de çeşitli hayırsever kuruluşlardan eğitim desteği geldi. Aziz Mahmut Hüdayi vakfi, da o kuruluşlar arasında yer alıyordu. Bir gün öğlenvaktinde benim lise okul müdürümden telefon geldi, Mahdudum, sınav var, kazanırsan Türkiye’ye gideceksin. Girmek ister misin? Ben de memnuniyetle diyerek yanıt verdim. Sınava girdim önce yazılı, sonra mülakat, mülakatta yaklaşık yirmi kışı vardık, benden önce girenler hemen çıkıyorlardı. Sıra bana geldi içeri girdim bir tek adam var, nasıl anlaşırız diye endişe duyacaktım, ama hemen ilk sorusu da hangi lisan konuşmaya arzu edersin dediğin de Arapça ya da İngilizce ikisi de dedim. Epeyce sordu bende cevaplamaya çalıştım. Benden önceki arkadaşlar benim kadar kalmamıştı salonda. Öyle muhabbet içine girdik ki hatta oradayken dünya ahvalinden de konuştuk, hatta öyle güzel sohbet ettik ki senin buraya gelmenin kim tesviye etti?. diye sorunca, “benim lise okul hocalarım sağ olsunlar, onlar tesviye etti” dedim, üstelik bir öğretmenim de şimdi benimle bu mekanda hazır dedim. Hemen hocan çağır dedi. Hoca aramıza iştirak etti, biraz konuştular, hemen onun vazifesine döndü yani bana sorular sormaya tekrar başladı. Unutmuyorum hatta sorulardan bir tanesi hocam bana kopya vermişti, tabii Veysel bey anlamıştı, gülüştük, yani o ortam mülakat ortamına benzemiyordu. Sanki kırk yıldır ahbaptık.; öylesine hoşbeş ettik. Ertesi gün sonuçlar açıklandı, yirmi kişiden beşi isteniyordu biri de bize kısmet oldu.
 İmtihandan sonra yaklaşık iki ay süreli diğer işlemler sürdü. O zaman esnasında biraz kendimce Türkiye hakkında düşünmeye başladım. Türkiye’den gelenlerle görüştüm onlardan bilgi edindim. Ama yetmiyordu, daha sağlam bilgi elde edeyim diye, dünyada da olduğu gibi Türk diziler Somali’de de meşhurdur. O dönemde de Somalıcaya tercüme edilmiş “Asi” dizisi vardı, ben de seyretmeye başladım, Türkiye’ye gelince, gerçek Türk kültür ve medeniyetini tanıyıp anlayınca, baktım ki Türk dizisi diye seyrettiğim bu dizilerin gerçek Türk kültürü ile alakası yok idi..
Nitekim Türkiye’ye geldikten sonra, bazı arkadaşlarım, dizi oyuncular dün akşam İstanbul’a gittiler, sen onlarla görüşme şansın var mı diye soranlar da olmamış değil. Hal bu ki dizi 2007 senesinde çekilmişti.
Evet, “ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan”.
Türkiye’ye geldim. İlk gün Ankara’da kaldık, ertesi gün İstanbul’a geçtik, uzun yoldan geldiniz bir kaç gün istirahat edelim demeden Türk dili eğitimini almaya başladık. İstanbul’da bir hafta olmadan, hava aşırı derece de soğuktu. Belki de bana öyle geliyordu. Bir akşam yokuştan doğru aşağı inerken kaydım ve yere düştüm, aslında çok acıdım ama soğuktan dolayı hiç fark etmemişim. Kitaplarımı toplayıp sağıma soluma baktım ve yoluma devam ettim.
O dönemler yatsı namazına sabırsızla bekliyordum. Hemen namazımı kılıp uyumak istiyordum. Gecenin bir vaktinde sanki düş görüyormuş gibi, hüngür, hüngür  ağladığımı hiç unutamıyorum. 
Sadece Türkçe eğitimi görmüyorduk, Türkiye’nin sahip olduğu kadîm tarihî eserler ve mekânları da ziyaret ettik. Çanakkale ziyaretimizde ne kadar Türkçemiz az olsa da rehber ağabeyimiz öyle güzel anlatıyordu ki hiç Türkçe eğitimi görmemiş olan da anlardı, hal buki ben bir buçuk ay Türkçe eğitimini almıştım. Birçok yerlere ziyarete bulunduk. Vakit ilerledi ve geldik üniversite dönemine.
Kahramanmaraş diyarına geldim. Hemen okul başladı. Meğerse dışarıda kullandığımız Türkçe ile okuldaki Türkçe benzemiyordu. Sanki hocalar Türkçe değil de başka dil kullanıyorlardı. Tabii birinci sınıfta herkes düzenli olarak geliyordu, hatta devamsızlık hakkımız olduğunu bile sağ olsunlar hocalarımızdan öğrendik hani diyorlar ya dört haftadan fazla devamsızlık hakkınız yok diye. Ama öğrenciler olarak çok heyecanlıyız ve derse devamlı geliyoruz, ama benim durum farklı. Sınıfta herkes not tutuyor ben hariç. Yine not tutmaya çaba göstermekten usanmıyordum. Bazen de sanki kopya çekiyormuşçasına yanımda oturan arkadaşımın kâğıdına bakarak yazmaya çalıştığım anlar hiç de aklımdan çıkmıyor. Hatta her gün farklı yerlerde oturdum ki belki de bu arkadaş daha okunaklı yazar diye. Bazen de ders o kadar ağır geliyordu ki uykum dahi gelirdi ama hoca var diye de uyuyamıyordum. Dersten sonra bir arkadaşla kırtasiyeciye gidip onun yazdığı notları fotokopi çektiriyordum, ama aldığım notlar da okumakta güçlük çektim.
Epey bir vakit geçti şehr-i Kahramanmaraş’ı keşfettim. Öğrendim ki şairler şehridir.  Hem hocalarım hem de ağabeylerim olan kıymetli ve gönül dostlarla tanışma fırsatı nasıp oldu. Onların yazıları bana ilham kaynağı oldu. Hasan EJDERHA ağabeyim, (aslında baskıcı Hasan Ağabey) diyorum. Zira bani her gördüğünde “Yazı yaz! Yazı yaz!” Diyordu. Somali’ye döndüğün de elin kalem tutan biri olarak dönmelisin diye, öğütler ve nasihatler de bulunuyordu.  Velhasıl-ı kelam şimdi son sınıftayım ve yazı yazar oldum artık. En azından birkaç makale yazdım ve günlük tutmaya başladım Hasan Ağabey’in baskılarıtla. Birkaç öykü ve yazı projem  de var.

Elhamdülillah bu yola ilim için düştüm, inşallah bu vasile ile ve hiç bire şeyle mukayese edilemeyecek, Efendimizin müjdesine nail olanlardan rabbim nasıp eylesin. “İlim tahsil etmek maksadıyla yollara düşen kimseye Allah Teâlâ cennete giden yolu gösterir.

OYUNCAKÇI DÜKKÂNI /İsa Yusuf ÇAĞLAR




Ne çok oyuncak var 




Kapılıp kayboluyoruz 
Gönlümüzü bulandıran 
Zihinlerimize pranga olan 
Özgürlüğümüze kelepçe vuran oyuncaklara 

Sonra kelimelerimizi kaybediyoruz bir bir 
Bizi biz kılan, bizi millet kılan 
Ümmet olma şuuruyla yoğuran 
Kilimin desenleri kelimelerimizi 

Saman alevi hayatlarımız oluyor sonra 
Ve mazinin aydınlığıyla kör olan gözlerimiz 
Kaybediyoruz sabrı ve sebatı 
Okus pokus, ne varsa sende var 

Gayret ve himmet yok artık hayatımızda 
Tez elden olsun işte ne olacaksa 
Az çalışıp çabuk yol kat etmeliyiz 
Himmet ne ola ki, ben olduktan sonra 

Önce Sen geliyorsun aklıma ey Yar 
Sonra Sen ve hep Sen 
Adın aydınlatıyor karanlıklarımızı 
Kör olan gözlerimiz nurunla şifa buluyor. 


MARUZ KALANLAR NESLİ / Memduh ATALAY

 
                                          
 Giriş :Felsefesiz Sorular Bölümü

En büyük ayakkabıyı kim giyer
En büyük şapka kimin başına
Büyük ayak,'büyük baş' düşünürken
Jandarma dipçiği indi başıma
Dedi: Tüm büyükler 'ulu Öndere ' yakışır,
Köylüyüm affola aklım karışır!

En büyük bilgin, en büyük deha
Yâdında mı en büyük asker
Sezar, Napolyon, Attila
Fısıldanırken kulağıma
İskender diye kopya verirken 'hainin' biri
Karşımda dururken Fatih Sultan
Halit bin Velit ucundayken dilimin
Dipçiğin acısıyla dedim heman:
Atatürk'tür en büyük komutan!

Cumhuriyetten geldi en ağır soru
Sesim titredi yüzüm kızardı
Zihnim sorudaki tuzağı kavradı
Latin çizgileri elife düşman
"On yılda on beş milyon" arasında
Muasır medeniyetin karasevdalıları,
Kurdular demiryolu ağları.
Ellerinde pozitivist bir silah,
Önce sürerek sonra asarak,
Senfoni orkestrası eşliğinde,
Bizi medeniyete taşıdılar,
Cumhuriyet paşaları!
Bildim :"Cumhuriyet fazilet rejimidir
Kahrolsun padişah(!)"

Kurumlarda bir kurum bir kurum
Horoz ötse
İki yumurtlasa çil tavuk
Uzmanlardan açık oturum
Yobazın gölgesi
Sakalın teli düşse
Laiklik temelinden sarsılır
Yobaz, dillerinde bir pelesenk
Beşiktaş gol atsa
Bir ağa takılsa balıklar
Mozoleye çelenk!

Düşüncede suç
İnançta hain bulur
Millete bir üstten bakış
Türbeye kulp takar
Akıl almaz cebir
Akla dayar her şeyi
Profesör nam körebenin
Mekânı Anıtkabir
'Yetiş atam laiklik gidiyor elden!'
İnletir narası yeri göğü

...
Neler geldi başımıza/Ot bitti, su çağladı!

Çok Tevilli Ricat Bölümü:

İstanbul'a besmelesiz ulaşınca,
Boş arsaya gece vakti kondu.
Belediye imar işi,
İmar mimar işi derken,
Site düştü zamanla derme çatma yapıya!
Ashab -ı Kehf yapı ortaklığı ile,
Bizim idealist arkadaş kapitalist oldu!
Paranın dini olur mu, olmaz mı sorularından
Muhafazakâr kapitalizm doğdu!
Müteşebbis ve mümin
Dünyada mekân ahrette iman kavlince
Geride bir eser bırakmak için
Birbirine selam vermeyen sakinlere
Bir site daha kurdu
Ensar konutları ile
Mücahit kardeşimiz
Müteahhit oldu!

Helal kazanç kâr payına,
Kâr eden ar etmezden vardı,
Ar eden piyasa cahilleri
Yaya gidip yolda kaldı!
İki kapılı hanın çıkışında
Kum, çakıl, taş, toprak
Demir, beton
Bunca varlıkla nasıl geçilir tünel?
Ellerinde besmele çeken bardak,
Yedekte pusulalı seccade,
İstiap haddi bir yana,
Aştılar liberal limiti de!
Dillerinde bir akrep, bir engerek
Likidite, likidite!

Her şeyimiz var şükür,
Bir de "davamız" olsun!
Sistemin engeline,
Davamız bir yol bulsun!
Şirkete tuğralı logo
Arada bir fikir
Arada bir nutuk
Arada bir ey Sakarya
Milli kalarak kalkınmadı mı Tokyo
Yunus’u taşısın günümüze
Oratoryo!

Bir yemekte tüketir bir işçi aylığını
'Tekasür' yok ezberinde
Ekran sihirli kutu Ebuzer 'i es geçer
Unvanı imanına dadanan fare
Kalpte kapanmaz kanayan yara
Şöyle esnekçe geçiş davadan iktisada
Elzemdir içtihat yeni hocalar lazım
Şöyle esaslısından vicdana su serpen
Geçmişe saplanıp kalanlara inat
Yaşasın çok tevilli ricat!

...
Neler geldi başımıza/Ot bitti su çağladı!


Aktüalite Kahpeleri Bölümü: 

Dalkavuğa şahsiyet diploması vermeli
Görünce para için yazı yazan hödükleri
Her devirde yazar, her zamanda kese kulu
Erkin hamam çantasını taşır, yüksünmez
Mesela Barlasın oğlu

Dün sayından inmezken aşağı
Bugün düşmandan daha sert çalar bıçağı
Efendim şöyle dedi, hazret buyurdu şunu
Bukalemunu bile kıskandırır bunların huyu

Fikir kumbarayla bile gelebilir yan yana
Bunlardan kaçar mutlak Tur-ı Sina'ya
Şubatta başka gemi Aralıkta başka gemi
Yağmur tarla misali belirsiz yeri
Kalemi havlıyor sanki kalbi kralın çanağı
Kirletirler inanın umman olsa yunağı

Bir mağarada tütün ve çay vuslatı ile uzlet isterim
Nerde bir aktüalite kahpesi görsem
Gördüğüm ilk fahişeden özür dilerim!
...
Neler geldi başımıza/Ot bitti su çağladı!


Sigara Şirketlerine Dava Bölümü:

Bir mevsim-i baharına geldik ki âlemin
Vicdan siyasi,
Aşk magazin,
Efkâr kilodan mülhem!
Tanıklığın yarası ikidir ey şair,
Bir anlamadan bir tanıklıktan!
Otuz yıldır çay ve tütün
Saçlarım felsefe beyazı
Hala çay, hala tütün
Sigaradan evvel beni kahır öldürecek
Ben de sigara şirketlerini dava ediyorum!
—Görüyorsunuz hala ölmedim-
...
Neler geldi başımıza/Ot bitti su çağladı!



SEN GİBİ / Mine GÖKTÜRK


Nevbaharı bekleyen bir dal gibi
Deryayı arayan katre gibi
Dünyaya pervane olmuş ay gibi
Beklemekteyim, aramaktayım, tutkunum
Bir güzele sen gibi

Ruhuna teslim beden gibi
Yusufa hayran Züleyha gibi
Süleyman'a âmâde rüzgar gibi
Teslimim, hayranım, âmâdeyim
Bir güzele sen gibi

Dağların kaldıramadığını yüklenen
Yükünün altında ezilen
Kendini ateşe atan
Hadsizim, çaresizim, pervaneyim
Bir güzele sen gibi


SABAHI SEYRAN / Fazlı BAYRAM


İşte sabah oldu ötme vaktidir
Kurtlarla kuşlarla göçme vaktidir
Türküler çağırıp uçma vaktidir
Güllere karışıp kokmalı bu gün

Abdest-i Gusl ile kalkmalı yerden
Çeneyi kalbine getir tez elden
Şükr ile niyazı söyle dilinden
Evlerden aşk ile çıkmalı bu gün

Gel artık gel gayrı halimiz nice
Bak işte rüştümüz oldu endişe
Lüzumlu lüzumsuz her bölünüşe
Verilen adları taktılar bu gün

Makamdan mevkiden geçmeli gene
Elinden  her zehri içmeli gene
Gözü yaşlıları seçmeli gene
Ayakta toz olup ölmeli bu gün

    

NÖBET VE MEHMET/Murat TÜRKMENOĞLU


Uzakta, taa uzakta
Uzun ince bir yol,
Yol mu yoksa patika mı?
Etrafı sarı otlar bürümüş,
Bir kollukluyla iki Mehmet,
Yürüyorlar peş peşe.
Hava soğuk, gece zifiri,
Cılız bir direk lambası,
Uzakta, epey uzakta,
Yetmiyor yollarını aydınlatmaya.
Fener yasak, mum yasak,
Hain gözler pusuda, merak.
Siyah boşlukta,
Tozlu patikaya, bazen de taşlara çarpan postalların sesi,
Bedenler yorgun, gözler yarı kapalı,
Ağızlar mühürlü sanki.
Mehmet`in aklı belki memlekette, belki anasında, belki bir çift ela gözde...
Birden bir ses:
-Dur, kimdir o?
Alışılagelmiş bir diyalogun ilk cümlesi,
-Nöbetçiler
-Parolayı söyle
-Yıldız
-Ay
Ve "Yaklaş" der kulübedeki.
Kısa bir sohbetten sonra,
Diğer ikisi takılır kollukçunun peşine,
Yeniler de kulübeye.
İki Mehmet’e dar gelir kulübe,
Biri çıkar dışarı,
Eli tetikte, çapraz tutuşta.
Gözler bir karşı tepede,
Bir de geldikleri yokuşta.
Öteki başlar inceden bir türküye,
Buğulu bir ses duvarları deler, gelir:
"Allı turnam selam götür sevdiğimin diyarına...
Üşümesin, ağlamasın belki gelirim yanına..."
Yüreklere bir hüzün, bir ağırlık çöker,
Düşünür diğeri bu iki saat nasıl geçer?
Hâlbuki ne iki saatler geçti,
O da bilir,
Bilir de, yine de sorar.
Aklı hep bu karışıklıkta da olsa,
Orada olmasının kutsiyetini
Söyler ona içindeki ses:
"Uzaktaki o evde,
Rahatça alınan bir nefes,
Senin sayendedir Mehmet`im.
Vakit,
Türk evladı olmanın,
Vatanında hür yaşamanın,
Bedelini ödeme vaktidir Mehmet’im."



YARIM ŞİİR / Nurcihan KIZMAZ


Sen gideli yarım kaldı her işim
Soframda aşım uykumda düşüm
Dondu kaldı yanağımda gözyaşım 
Yarım kaldı günüm gündüzüm,
Doğmaz oldu güneşim
Bir varmış bir yokmuş denir ya masallarda
Masal değilmiş meğer 
Ben hep yanlış bilmişim

Hayat yarım kaldı
Hayal yarım kaldı
Fakat dünya dönüyor
Bir zaman durmuyor yerinde
Bir de giden dönmüyor
Bir hasret yakıyor derinden
Bir de acı dinmiyor
Ölüm soğuk
Ölüm sessiz
Ölüm ansız
Bir de
Erken geliyor.



BAYRAM/Adem YAĞMUR

Öykü
                                                                                                           Aziz TAN hatırasına

Aziz dostu ziyarete gidiyoruz. Tan yerinin kızıllığı dağılmaya yüz tutmuş, güneş  yüzünü henüz göstermeye başlamıştı. Çamurlu yollarda arabamızla ağır aksak ilerliyoruz. Sol tarafa yönelince yolların daha bir bozuk olduğunu fark ediyoruz ama olsun hocamın yürüdüğü ve bize gösterdiği yolun güzelliğiyle ona varmak istiyoruz.

‘’Hocam,  Bayram biraz da  gezip tozmak  değil midir?’’

‘’Bilmem;  sana  seslendirdiği   şey, senin  ona yüklediğin manaya bağlı bence.’’

Akşamdan yeni ayakkabıları yastığımın başucuna koyduğum ve bir türlü uykunun tutmadığı bayram öncesi arife günlerini anımsıyorum. Arabadakiler biraz sonra kesecekleri kurbanları konuşurken ben onlardan izin almaksızın ayrılmıştım çocukluğuma. Herkesin en yeniyi bulduğu günlerin yaşandığı bayramların tadıyla ıslanıyordu damağım. Anneler akşamdan hazırlıklarını tamamlayarak en erken vakitte kalkmanın hesabını-kitabını yaparken ben bayram sabahı giyeceğim; hep bir numara büyük olan ayakkabım ve her zaman seneye de giyer denilerekten alınan biraz büyük giysilerimin hayalini kuruyorum.

Şeker gibi olacak yanaklarım, çünkü elini  öptüğüm büyüklerimin hepsi de yanaklarımın tadı konusunda aynı şeyleri söylüyorlardı. Bense, el öpme törenlerini  hızlı bir şekilde yerine getirerek hatta tatları konusunda bir değerlendirmeye dahi girmeden bana verilecek paranın miktarını merak ediyordum. Bazen şekerle geçiştirenler olsa da birazcık  gözlerinin  içine bakarak  bekleyince  birkaç kuruş  parayla da teselli bulduğum oluyordu.

‘’ Hocam, yanlış yola girdik galiba yol iyice daralmaya başladı.’’

‘’Hayır hayır doğru yoldayız, keşke mezarlığa  giden yolları daha güzel yapsalar.’’

Hocamın mezarı Hakkari'nin en hakim noktalarından birinin yamacında, şehrin her tarafından görülüyor sanki bu güzel beldeyi gelecek belalardan korumak için burayı mesken tutmuş. Doğup büyüdüğü  şehre meftun birisiydi. Biliyorum ki; bu durum sonsuza kadar iki  sevgilinin bakışmasından, göz göze gelmesinden başka bir şey olmayacak. Yamaca her baktığımda bana, kalbime bir şeyler fısıldıyor, doğrudur manasında başımı öne eğiyorum.

Seni gören gözlerle görüşüyorum bazen, bilmediğim ayrıntı hatıraları dinliyorum. ‘’Herkese selam verirdi’’ diyorlar. ilk defa görenler, tanımayanlar onunla biraz muhabbet edince ‘’sizi bir yerlerden tanıyor gibiyim’’ derlerdi.

Senin de, benim de tanımadığım birisi cenaze defnedildikten sonra orada bulunan birkaç kişiye şöyle diyordu: ‘’Hocam vefat edinceye kadar onu tanımamıştım, ne kadar büyük bir insan olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Ben köyde yaşıyorum, maddi durumum yoktu hatta veliler toplantısına geleceğim zaman bile sıkıntıya giriyordum. Benim öğrencime velilik yaptı, her ihtiyacında çocuğum onu aradı ama onunla bizzat tanışmak cenazesine gelmemle mümkün oldu. Allah ondan razı olsun.’’

Gezdiğin sokaklarda ayak izlerini arıyorum,  üzerinden bir sene geçmiş olsa da   bıraktığın izlerin derinliğinde yol alıyorum, onları kimse kolay kolay silemez. Yol yordam bilenler bulabilir o izleri.

Sahafları dolaşırken  kitap almak için Ahmet bey’e uğradım. Ben sormadan senden bahsetti: ‘’Kitap almaya gelen öğrencilerden parası yeterli olmayanlar için onlar fark etmeden kitabı ver diye işaret ederdi. Çocuklar gidince paranın kalan kısmını öderdi. Hatta bir gün yine ziyaretime gelmişti, kitaplara göz atıyordu. Ben de müşterilerle ilgileniyordum, hocamın orada olduğunu unutmuştum. Bir kız öğrenci dersiyle ilgili Rıyazüssalihin isimli bir kitap almak istedi ama yeterli parası yoktu. Ben de bu paraya verirsem zarar edeceğimi  söyledim, öğrenci mahzun bir eda ile kapıdan çıktı gitti.

‘’ Ne yaptın sen!’’ demesiyle hocamın orada olduğunu fark ettim.

‘’Eğer öğrenciye o kitabı verseydin ve ondan güzellikleri öğrenseydi ne kadar iyilik etmiş olacaktın. Onu mahrum ettin eğer o çocuk  bundan sonra bir günah işlerse o günahtaki payını unutma!’’

Hocam verseydim zarar ederdim diyecek yüzüm kalmamıştı. Dayanılmaz bir ağırlık üzerime çökmüştü. O öğrencinin peşinden koşup kitabı eline vermek için artık çok geç kalmıştım zira akşamın karanlığı onu da beni de  sır perdesi gibi örtmüştü. 

Sabah ezanları seni hatırlatıyor bana, zira en son ayrıldığımızın vakti idi. Şimdi yine sana geliyorum hem de sabahın ilk ışıklarıyla. Sadece susmak ve seni dinlemek istiyorum. Belki de ‘’anlatacağım bir şey yok, sana arkamda bıraktıklarım yeter!’’ diyeceksin, olsun suskunluğun zikrini tekrar dinlemeye  geliyorum.  Ne güzel günlerdi seni dinlemek; bazen hissiyatına kement vuramıyor gözlerinin bendi yıkılıyordu. Hep sağlığında söylediğin gibi ‘’ okşanmamış bir baş, alınmamış bir gönül kalmasın’’ diyordun. Sana geliyorum, gönlümü okşaman yeter. Yüreğinden bir parça ver de şu ten kafesim hamallıktan kurtulup hissiyatını taşısın.’’ 

Yol kalabalık, arabalar bulabildikleri küçücük yerlere park etmişler. Mezarlığın önünde arabalardan kalan boşlukları da çocuklar doldurmuş,  eve yeni gelecek misafirlerden haber almışlarcasına  bekleşiyorlar. Arabadan inince çocuklar etrafımızda haleleniyorlar. İçlerinde tanıdık simalar var, öğretmenim diyerek yaklaşıp el öpmek isteyenler oluyor. Çocuklarla beraber ilerliyoruz. Hafif yükseltisi olan taş duvarın bitiminden birkaç basamak çıkınca mezarlığın kapısından  içeriye adım atıyoruz. Yolun çamuruna inat bembeyaz bir mekâna giriyoruz. Olması gerektiği gibi yeni hayatlarına beyaz sayfalar açmışlar buranın sakinleri. İki gün önce yağan kar, mezarlarında yatanları  yorgan gibi sarmış. Bazı mezar yerleri kaybolmaya yüz tutmuş, mezar taşı adeta: ‘’Bir yakınım kalmadı’’ dercesine mahzun mahzun yüzümüze bakıyor.  Aşağılarda yer kalmamış, sana doğru  tırmanıyorum. Ben yokuş çıkıyorum sana doğru gelirken, sen ise şenler yokuşlardan aşağıya  iniyordun Rabbine doğru yürürken. Benimki zahmet  seninki rahmet dolu bir yürüyüş. Sırtından çıkan kurşunların sayısı sekiz dediler. Her birini âli değerlerine sıkmışçasına  basmış tetiğe.

Birkaç gün takip etmiş ama sadece yürüdüğün yolları arşınlamış, karşı karşıya gelseydi ihtimal ki engin bir deniz olan gönlünde kendine de yer bulacak belki de eriyip gidecekti. Göz göze gelmeye cesaret edemediğinden sırtından nasiplenmiş kirli ellerin kurşunları… 

Şimdi misafirinim, buyurun deyişinle herkes etrafında sükûta ermiş dervişler gibi seni dinlemeye koyuldu. Sessizliğinle başlar öne doğru eğilmiş, kimi gözler nemlenmişti. Arkadaşlardan birisi Yasin okuyor, seninle beraber biz de dinliyoruz. Sonra bir diğeri felak, nas ve devamında el Fatiha. Amin! Biliyorum ki yerin güzel, biliyorum ki güzeller güzeliyle berabersin. Sen güzeldin.

Ellerinde her biri farklı renklerde poşetlerle şeker toplamaya çalışan çocuklar, mezarların arasında geziniyorlardı. Hiçbirisi daha günaha bulaşmamış birer melek misali mezarlığa rahmet yağmasına sebep olan çocuklardı bunlar. Mezarlar evlerin hemen yanı başında, arada sadece patikadan bozma, bir arabanın geçeceği kadar  bir yol var; ölümle hayatın iç içe olduğu ince bir çizgi gibi.

Mezarlığa ziyarete gelenlerin ellerinde şeker paketleri ve peşlerinde mahallenin çocukları, birer şeker daha koymak poşetin içine başka gayeleri yok... Ellerine biraz büyük gelen poşetlere göre şekerler oldukça küçük... Onların şekere olan düşkünlüğünü bahane eden Rabbim, bu masumiyet timsali günahsız yavrucakları bizlerle birlikte mezarların arasında dolaştırıyor. Bayram onlar için mezarlıkta şeker toplamak olmuş.

Öğrencilerimden bazıları da etrafımda kümelenmiş, bayramlaşmak için sıraya girmişlerdi. Herkesle tek tek bayramlaşırken,

Sidar: ‘’Öğretmenim! Siz de mi bayrama geldiniz?’’ Bu soru bana ilginç gelmişti. Onun gözlerindeki bayram anlayışına dalmıştım. O bana bakıyor bir cevap bekliyor bense onun bayram gibi gözlerinde kayboluyordum.

‘’Evet, evet ben de bayrama geldim, ben de bayrama geldim!’’

Hocam, sana gelişimin farkında değildim ama bunun bayram olduğunu söylüyordu bu küçük melek.
                                                                                                                 


PEMBE BİR TEBESSÜM / Hilal EJDERHA

 

Küçük bir çocuğun
Yüzünde canlanıyor hayat
Avuçlarında kayboluyor bütün cümleler
Susuyor tüm çiçekler

Pembe bir tebessüm
Dokunuyor ellerime
Yıldızlar düştü yüreğimin en ince yerine
Şimdi...
Tüm türküler dokunaklı benliğimde

Bir elveda denizinin ortasındayım
Sessizliğin seslendiği bir yerdeyim
Kaybolan cümlelerimi arıyorum
Belki de hiç olmayacak hayaller kuruyorum

Ve...
Pembe bir tebessüm
Kelebeğin kanadına gizlenmiş uçuyor
Ağlayan şiirler taşıyor yüreğinden
Gelip konuyor...
Kayboluyor bir çocuğun narin teninde

Gökyüzüne sarılıyorum her gözyaşında
Tebessüm eden bir yüz görsem her seferinde
Şiir oluveriyor her şey gözümde
Sol yanımdan kayboluyor tüm kötülükler.



"Kış Mevsimi Göç İçinizedir"/Memduh ATALAY

            Yaz mevsimi insanı şımartır biraz. Her bahçe meyve dolu her ağaç gölgesi barınaktır sanki. Eğer yakıcı sıcak yoksa Cenab-ı Hak "Cemal" ismiyle tecelli eder. Ve biz ünsiyet denen perdeyle nimetlerdeki kudreti görmeyebiliriz. Her nimette olduğu gibi Allah’ı, hesabı, münim-i hakikiyi unutan, nimetleri esbaba veren bir perde iner gözümüze. Yaz sanki zengin sofrası gibidir. Unutturur insana nimetin sahibini. Aynen ziyafeti veren zengini görüp de nimetin asıl sahibini anmamak gibidir halimiz.
            'Kışları göç içinizedir ' buyruluyor. Kış mevsiminde CenabıHak "celal" ismiyle tecelli eder. Yağmur, kar, soğuk hele hele karakış bastırınca insan aczini, fakrını anlar ve Allah'ı daha çok duyumsar. Güneşe, soğuğa, yağmura, kara hükmü geçen yalnızca odur ve ancak O bunların hepsine hükmedebilir. Sanki fakir sofrasıdır kış mevsimi. Allah’ı unutarak nimet azgınlığına düşülmez kolay kolay. Divan Edebiyatında kış ile baharın çekişmesi öyle güzel anlatılır ki "bahariye" ve "şıtaiye"lerde sanki iki rakip, iki ayrı tecellinin güzelliğini sunar insana.
              Şimdi mevsim kışa dönerken, allı yeşilli kurutmalar, acı tatlı kışlık yiyecekler, bulgur, un, tarhana ve daha onlarca zahire tedarikinin sonuna doğru gelirken, köylerde katırlarla çekilen odunlar istif edilirken, bağlardan evlere göç zamanı başlamışken kış daha gelmeden içimde başlayan "göç" ü dile getirmek meramındayım:
Ey kış öyle yağmurlar getir ki her zerremize işleyen kapitalist kiri yıkasın!
Ey kış öyle karlar getir ki kararan yüreğimize lapa lapa yağsın da arınalım!
Ey kış öyle bir göç olsun ki içimize gözkuşağı haline gelen evlatlarımız bir "içleri" olduklarını fark etsin!
Ey kış öyle üşüt ki Uludağ'da kış sefası yapan şömineli zenginleri Suriyelilerin çadırlarına odun taşısınlar!
Ey kış öyle kapla ki Ortadoğu'yu mezar bulamayan "ölülerimize" sen kefen ol!
Ey kış öyle bir gel ki sinendeki baharı hissedelim!
Ey kış öyle bir gel ki
Anne babasız çocuklara,
Suriyeli gariplere,
Yolda kalmışlara
Kimsesizlere, evsizlere,
Yüreği yanıklara,
Âşıklara,
Hasretle bekleyen analara,
Dua yüklü dedelere,
Rahman'dan haber getir, Mikail(as)dan dan selam getir, cennetten iksir getir, maveradan ışık getir, kış elbisesine bürülü bir DİRİLİŞ ruhu getir!
            Zalimlere, merhametsizlere, kesesi kapalı zenginlere, vahşi kapitalistlere, Allah düşmanı kâfirlere "Ebabil"den bir taş getir

Ey kış rahmetin mazlumlara, zahmetin zalimlere olsun! 

EYLÜL'DE CIRCIR BÖCEĞİ/ Ali Rıza KARAKALE


Gözlerimin ele verdiği yüzümde sensiz ilk tebessüm provası. 
Denemek ihanetten sayılır mı ki?

Sana da değil...

Eskiden kötü kokan Haliç'e.
Sarıyer'de yarım kalmış kağıt helvaya.
Kadıköy'de simit attığımız martıya.

Soruyorum sizlere;
Birazcık tebessüm acıtır mı geçmişi?

Dediler ki; gelecek çantası büyümüş bavul olmuş.
İçinde, anarsan küçük küçük mimiklerle dolu hayret.
Bak dostum bu dünya güzel gayet.
Kimse üzülmez küçük bir tebessümle, birazcık gayret.
Unut demiyoruz zaten ki unutursan şayet ;
Hatırladığında hayırla yad et.

...

karakale 'm