BÜYÜK YOLCULUK/ Mustafa Alper Taş

Uzakta sisleri kaldırıp yeniden yere indiriyor rüzgâr. Kuru fakat sıcak elinde küçücük elleri. Arada bir diz çökerek gözlerinin içine bakıp soruyor 'üşüyor musun kuzum', yok manasında başını iki yana sallıyor, kırmızı şapkasının altından sarı saçları ve kızarmış yüzüyle.
Adımlar, hışırtılı bir öğle uykusunun ortasında görülen rüyalar gibi huzurlu, sessiz, yürüyorlar.
Gittikçe bir evin beyazlığı sisler arasında.
Biri bir ağacın dallarını kesiyor, baltanın inip  kalkan gürültüsünde alıp verdiği nefesi bile çok Fotograf: Ahmet DUR      yakın.

Bir suyu geçiyorlar, bu kez kollarından tutup kaldırarak ama ayakları suya değsin oyunu da oynar gibi. Yüzüne bakıp gülümsüyor.

'Aaaanneeee, abim geldi'

Kırmızı ayakkabılarıyla sarı saçlı küçük kız koşuyor sislerin ve ağaçların arasından bir görünüp kaybolan gölgelere doğru.

Şimdi iki elinde iki küçük el, yürüyorlar her şeyin, düşüncelerin bile serin olduğu bahçede.

İlk iş, basma elbisenin ceplerini karıştırmak.

Kadınlıktan, çalışmaktan, birinin çocuğu olmaktan, birinin kadını olmaktan çoktan düşmüş, geriye yalnız anneliği ve içinden ekşi elmalar eksik olmayan sepeti ve keçilerin sırnaşık kokuları kalmış olanın elbisesinin ceplerinde pırıl pırıl ve masmavi iki küçük bilye, üstünde kuşların karşılıklı bakıştığı kırmızı bir toka ve üç tane kokulu şeker.

Kapıda bekliyorlar, başları, kesilmiş nefesinin ritminde inip kalkıyor, elleri daha sıcak.

Çok sığ sularda oynaşan balıklar gibi çıkıyorlar merdivenleri.

SUSUŞ/Güzelay Bekiroğlu











Susarak anlattın bütün gizliyi
Sakladım duygumu ben konuşarak
Bir acı tarlası sessiz yüzünde
Aşkı yürürlüğe koyma savaşı
İçimde bir düzen kaynaşmaktadır
Büyük ve çekingen bakışlarından
En iyi anlatış artık susmaktır.
Akif İNAN

Bugün yine susuşlarımdan birini yaşıyorum çünkü biliyorum ki hayata düşürülemeyen büyük notlardır susuşlarımız. Bazen doğru kelimeyi bulamamak bazen doğru mekânı ama hep yapmaya çalışırken yıkmamak için dayanaktır susuşlarımız. Çünkü susmak, kelimelerin kölesi olmaktan korkmaktır sanki ağzından çıkınca sözcüklerin kölesi olacaksın ve o kelimeler hayatını yönetecekmiş gibi. Ama anladım ki susmak bir cüsse işiymiş yani derin denizlerin işi…

Hiçbir şiir ve söz sükût ve amel kadar tesirli olamaz. Çok dinlemek çok konuşmak içindeki sükût dünyasını tanzim etmedikçe günübirlik geçer gider. Peki, susmakla neyi anlattık ya da herkesin anladığı dil susmak mı? Bazen susarız çok şey bilir gibi görünürüz. Bazen susarız bilgisizliğimizi gizleriz. Bazen anlattıklarımızı kelimelere döktüğümüzde bizi yanlış anlayacak insanlar vardır; gene susarız. Bazen ise susmak Hz Meryem gibi susma orucu tutmak olanı biteni takdiri kelama bırakmaktır. Bazen hissiz kalabalıklara sesini duyuramayanlar şamata da vaaz etmekten vazgeçmiş sükûta sığınmışlar. Ama bu sığınma korkaklık kaçış ve nemelazımcılık olmamış onlar, hep sıralarının gelmesini beklemişler yukarıya kalkan parmakların arasında; seçilmeyi ve susarken olgunlaşmanın meyvelerini paylaşmayı beklemişler. Ulvi olan sukuttur der Ving.

Sükût ikrardan gelir derler.

Gelin olacak kız için adaptandır belki de.

Belki de susmakta kocaman bir evet saklıdır.

İsrafın en kötüsü zamandır ve zamanın en kötü kullanışı sözü israf etmektir. Bazen öfkelerini isyanlarını mukaddes bir çığlığa dönüştüremeyenler sükûtun manalı zırhına asla bürünemezler. Ama bazen de bir mazlumun biçare sükûtu, bir âlimin ilim perdesini insanlarla arasına çekmesi bir zakirin zikrinin aşikâre söylenmemesi kıyamet saatini erkene alabilir. Suskunluk bazen bir ziynet gibi süslü durur. Mesela çiçekler susunca güzel; derviş susunca derin; kadın susunca esrarlı olabiliyor.

Yunus gibi sarı çiçekle konuşamıyorsan onun suskunluğundan anla kainatın sırrını diyorum. Bazen sözün bittiği yer deriz kelimeler düğümlenir ayrılık vardır işte o zaman, ölüm vardır, imkânsızlık, çaresizlik vardır; aşk vardır, heybetlidir susuşlarımız. Bir kitabı konuştururuz bazen; fakat yetmez anlamaya suskunluğumuzu. Sonra bir kitap, bir kitap daha; ben hep kitapları konuşturarak arıyorum suskunluğumu. Sonra kaleme sarılıp nasıl aradığımı yazıyorum sükûtumu. Bir Allah dostunun tek bir kelimesi için derin denizler kadar heybetli bir sükût aradım kendimde hikmet incilerinin gezindiği bir sükût kelimelere dökülüşünü aradım.

Sonra Necip Fazıl’ın dizeleri geldi duygularıma tercüman gibi.
Gittim gittim denizin
Sınır yerine vardım
Halin bana da geçsin
Diye ona yalvardım
Bir çığlık vesvesede
İçim didiklense de
Olaydım o cüsse de
Onun gibi susardım.

Ama Onun gibi olmak çoook uzun yoldu henüz benim için. Susarak anlattım bütün gizliyi.



*** 

ŞEHİRLER İNSAN HAYATININ AYNASIDIR
 
Kahraman şehre ithaf olunur…

Öyle bir şehir düşün ki yakmasın seni güneşin sıcaklığı, kavruk sıcaklar yaralamasın sineni. Kışın zemherisinde üşümek kaygılandırmasın, içine işlemesin karakış. Bir şehir ki emniyet hissettirsin sana, seni kollasın bir baba edasıyla sana sahip çıksın bir anne sıcaklığıyla. Hala buralıyım diyen insanların varlığı seni şaşırtmasın küçülen, değişen dünyada ve sokaklarında gerçek şehirlilerin sayısı sana güven versin. Bir şehir düşün ki evvel ve ahir zamanın arasında kalmış arkasını ahire (ahır dağına) önünü ezele dönmüş geçmişle gelecekte köprü kurulan bir şehir. Bir şehir ki karakterli ve kültürlü; o kadar ki her şeyiyle kendinden gelen bir kültür bolluğu. Bir şehir ki erkekleri kahraman, kadınları yiğit… Erkeğine itaat ibadet; kadınını slogansız sevmek erkekliktir burada.

Bir şehir ki hem boğazını, hem gönlünü doyursun; en çeşitli ve vitaminli yemekleriyle. Üstüne bir şiir dinle. Bir aşığın sazının tellerinde bul gönül yarene merhemini.
Yaşam çizgisi uzanan bir cadde, adeta bir ucundan diğer ucu ömür yolculuğunu anlatır. Zaman sermayesinin çok zannedilip hemen bittiği; beşikten bastona geçen bir ömrü simgeler bu Trabzon caddesi. Dört mevsimi bir anda dört ayrı bucak yaşanan bu şehirde... İçtiğin su yediğin ekmek katkısız sunulan nimetler cömertçedir. Bu şehir de doğduğunda verilmiştir senin kimliğin, ya edelerden ya bibilerdensindir.

Bir şehir ki manevi askerlerle hudutları tutulmuş, Manevi kimliğini ispatlamış kimlik kargaşası yaşamamışsındır. Bir adım geride durup insanına kişiliğine net çizgiler çizdiren, şehrin ağırlığıdır âdaptır deyip hissedilen. Bir şehir ki içine kapanık; dünyaya açık… Sessiz duruşlarını sinesinde biriktirip şiire, nağmeye döküp kendini anlatan ve sırasını bekleyen bir şehir… Sarı saçlara deli gönlü bağlayıp, Meyriğin acısıyla ağıt yakan, Ökkeş’in emanetini yaşatan içli bir şehir. Her sokak başında bir sevdayı bırakıp kaldırım taşlarına hüznünü mutluluğunu serdiğin başını dostun omzuna koyar gibi koyup arkana bakmadan kaygısızca yürüdüğün bir şehir.

Şehir ki “Maraş senin yazın var çekilmez poyrazın var. Seni sevene karşı bir kız gibi nazın var” diyen şairini haklılığını nazlı bir gelin gibi süzülen bu şehir de görürsün.
Her kaldırım taşına sevdanı özlemini hayallerini pekiştirmişsindir. İnsanlar büyükken şehirlerde büyür. İnsanıyla mahzunlaşır, insanıyla gülümser hayata. Bir şehir ki acılarını paylaşmıştır, bazen haykırışlarını sadece o duymuştur. Baharın yeşilliğinde ararken ruh boşluğunu, yaz sıcağı hareketlendirir seni hayata hazırlar; sonbaharında savrulursun bir oraya bir buraya ve kıştır seni içine kapayan ve durgunlaştıran. Anılarını o saklar, olgunlaştırır seni değişen çehresiyle. Bir şehir ki; bugünü hazırlamak için de yıllar önce elinden gelen, hatta gelmeyen, hayatın mantığında insan gücünün üstünde olması gereken şeyleri yapmıştır.
Bir şehir ki; memleket yarasını milli bir derdi özleştirerek alın yazısı haline getirmiş.
Kahramanlık bu milletin sırtına talih tarafından giydirilmiş bir gömlekti aslında. Bir şehir ki; şiirle dile getirmiş gönül nağmeleri, vururken bakıra şekillendirirken onu, adeta nefsine varlığını ehlileştirerek. İplik gibi dizilen ömrü sonu yok görür ve yaşar. Dili tatlılaşmış gönlü berraklaşmış bir şehirdir. Ve bu şehir gerçekten insan yaşamının aynasıdır.



YAŞAMAK / Fazlı BAYRAM














gün batımı dağlarının eşgalinde
künyendeki la sesi savrulur avuçlarına
sokak mavralarının sürgün ihdası
ilticagâhındır lüküs bir villanın bahçesine
düşen izlerin
hasmane bir zümrüt ışıltısında
kuyruk sokumunda bir batman kir
ve bir reyhan dalı kuşatmasında şehrin ortasındasın

haber şu:
şehre horasandan gelen selamı alan olmamış
duyan yok
gören bilen de…

kendinden razı bir endamla
rızasının tersi bir iştigalin softalığında
ıhlamur yaprağının açısında kızıllanan
tempolu bir iç haykırışla
elindeki bastonla soru işareti gibi duran ihtiyarın
seksen beşlik  ihtiyarın
sorusu sorulmamış cevabısın
tam da işte burası kangren
soru ne
o nuda bilen yok


 




HASRET/Abdullah KAZAK



Sevince gönül derinden
Hasretin kor olup yakar beni
Ey sevdamın güneşi mahrum etme ışığından
Bu dünyam sensiz zifiri karanlıkta…

Yine kar göründü diyarı Erzurum’da.
İçimde bir yangın var adı hasretin
Hasretin dolunca çaresiz gönlüme
Gözlerim dalar soğuk ve buğulu camlardan
Uzaklara…

Sevdalım uzak diyarlarda kaldı
Güneş her gün doğar biçare
Ama kimin için?
Hâlâ benim güneşimi mi sorarsın,
Kaldı batıda
Memleketim, kıymetini bil benim güneşimin…

Salıver kokunu bahar rüzgârlarıyla… 
Yanaklarında açan güllerin rayihasını da
Seher vakti emanet et avuçlarındaki duana
Gönder umutlarımı…
Gönül ikliminden gönül iklimime bir meltem gönder
Adı sen olsun…
                                                                                                 ERZURUM 2013


***

GEL DE GÜLDÜR BENİ, BEKLETME EY YÂR










Serin olur yüce dağların başı
Dinmez oldu yaslı gönlümün yaşı
Her şeye değer yârin bir bakışı
Gel de güldür beni, bekletme ey yâr

Sevdasıyla çağlar akar ırmaklar
Gönül düşmüş derdine seni arar
Divane gönlüm kılmış sende karar
Gel de güldür beni, bekletme ey yâr

Bir gün geleceksin diye beklerim
Senin için günüme gün eklerim
Sen iste yoluna ömrümü sererim
Gel de güldür beni, bekletme ey yâr

Âciziyim elbet vardır, bir sözüm,
Sen gelmedin yollarda kaldı gözüm,
Senden vazgeçer mi divane özüm,
Gel de güldür beni, bekletme ey yâr
                                          

ABDULLAH KAZAK
Atatürk Üniversitesi/Erzurum


***

GÜL YÜZLÜ YÂRİN NEYİNE?

Gönül bağım olmuş viran,
Bülbül ötmez olmuş bir an,
Gönül bağım kurur her an,
Gül yüzlü yârin neyine?

Ömür geçer durmak bilmez,
Mecnun yanar sönmek bilmez,
Yârim gitti gelmek bilmez,
Gül yüzlü yârin neyine?

Herkese sorma Leylâ’yı,
Bilmezler kara sevdayı,
Yakardım sana dünyayı.
Gül yüzlü yârin neyine?

Âciziyim sözüm budur.
Diyemem dilim kurudur.
Geldi ömrümün sonudur.
Gül yüzlü yârin neyine?


ERZURUM 2013

ANSIZIN ÇAĞIRIRSA ZAMAN İMZAN HÜKÜMSÜZ BİR ÇİZİKTİR/Hasan EJDERHA















Gelmek tüketir hasreti; ya da başlar yeniden ap-acı
Kaçıncı şarkı seni hatırlatır ve sen kaplarsın ansızın her yeri
Geri dönüşsüz yolculuklara kalır hüseynî kaderim
Giderim, giderim lakin sen yoksun, seni ağlar her yerim.

Bir yer var, bir de yar. Ey yar akşamüstü hüzün şimdi
Dağların üstüne kıpkızıl ufuk çökmüş, belki ikindi
Bir çekiç sesi, Maraş’ın bakırcı çarşısından tın… tın… tın…
Hani gelecektin? Gelmedin… Gelmedin… Gelmeyecek(mi)sin.

Uzunoluk’ta Sütçü İmam Çeşmesi hasretle sana akar
Benim yüreğimi sensizlikten kalma susuzluklar yakar
Çok hikmeti var, dağlar kadar ağlamaksa bana kalan
Talan edilmiş bir mülkün varisiyim şimdi yapayalnız.

Kaygısız bir başı taşımaksa kaygılandığım
Hangi yığına gitsem fert olurum dert olurum
Solurum da bir nefes, kul olur yürürüm ve menkıbem başlar
Aşklar, acılar, sancılar hayat olur yürür üstüme üstüme.

Bir daha dönmemek için gitmeli değil miydim ilk önce
Gülünce titreyen dağlar çocuklara ne borçlu bilmek isterim
Piri ilham olan mısra gibi, şiir gibi, dipdiri biri çıkıp yükseklere
Haykırsa ne çıkar. İşte zamanı şimdi konuşuyor şiir, konuşuyor şiir.

Seni aramak sana yürümek meramında konuşuyor şiir
Kim bilir yokluklar dar düşer akşama,  maliye tatil
Katil bir süvari haykıramaz, vaaz için kürsü boş
Sarhoşa nara gırtlaktır, kapkara sabahlar, tiksinti ve sokak.

Kulağım çağırır sesi, dokunmadan uçmak kuşa değdi
Yiğidi bol bir beldenin korkakları tüccar, hayat onlara borçlu
Suçu bir daha gelmemek, karnede kırık not, yere sızmış parkta kan
Ağlayan anadır; mezar taşı kadar büyüdü göz pınarları.

Ölüme ne kadar yaklaştın ki, zaten ensesinde insanın
Lisanın resmin mi, dersin okumaksa cümle evreni, helâl bir bakış yeter
Kastı acımaksa, sevmeliydi acıtmadan, candan öte yol çıkmaz.
Soğuktan ve sıcaktan beter acısı hıncın ve kılıcın buyruğu kesti.

Bir gün ansızın çağırırsa zaman, imzan hükümsüz bir çiziktir
Varsa söylediğin, göklere değen bir sözün, orda bir yerde duruyor şimdi
Bekle; hiçbir çağrıya gelmemişliğinle kendine yalnızlık biriktir
Hani, kim söyleyebilir ki, kaç imzadan, kaç kahramanlık anıtı dikildi.

MAĞARA-2 / İsmail SAĞIR

                       
MAĞARA-2



Yine mağara…

Dünya telaşesinden girmeyi unuttuğumuz söz ve fikir talimgâhı. Dava uğruna sakınmadığı gözlerine ok batıranların mekânı…

Bu defa farklı… Fiziken tam mağara olmuş artık. İçeriyi artık sadece mum ışığı aydınlatmakta bir de aydınlık yüzler. Dünya tuhaf yer, kapital dünyanın mabedleri ışıl ışılken mağara karanlığa boğulmuş. Biri olanca karanlığı setr etmek için ışığı(!) kullanırken diğeri ise olan nuru herkes görmesin diye karanlığı almış üstüne. Derdi, fikri, çileyi azık edenlere bir lambayı çok görmüşler ama bilmezler ki her şey zıddıyla kaimdir. Mağarada yanan fikir ateşi o karanlıkta daha da görkemli görünecek. Hem mum ışığı eyidir, erenler de zaten bunu dert etmez.

Mağara müdavimleri kapital ve materyalist dünyaya mum ışığında manifestolarını ilan ediyorlar artık! Mübarek ola!

GÖLGESİZ UMUTLAR/Süleyman AYDEMİR












Karışık hayallerin vefa bilmez bekçisi
Karanlık ormanlarda saklı günah keçisi
Sana sensin diyenin hatası büyük olur
Saltanat seyyahının sırtındaki yük olur
Gözlerinin yaşında okyanuslar taşan yar
Seni senle aldatır dünya denen ihtiyar

Anladım hayal ile hakikat arasını
Tuttum mazi denilen pişmanlığın yasını
Dumanlar arasından tüten umutlar gibi
Doğdum sanki yeniden kırılmış putlar gibi
Koşarak peşinden çizdiğim yolun sonu
Yetişti gölgem bana bozdu bu son oyunu
Fırsatın en büyüğü mezarda açan çiçek
Ölümün kargaşası dolaşan acı gerçek

Uykunun perdesine el değmeden uzan yat
Belki haber vermeden sensiz geçer bu hayat

SON GÜNAHIM/Gün Sazak GÖKTÜRK











Bu sondu ey şair…
İdam masasına şarkılar söyleyerek
Tanrıçalara kurban edilen son çocuk…
Bu son ey şair…
Sarhoş eden erguvan çiçekleri köklerinin
Koparılıp atılması
Kına beni Ey Şair!
Özür dilemiyorum senden!

Bahar geldi ya,
Dikenlerim çıktı yine…
Kimseye batmasın diye
Kendimi yaraladığım oklardan,
İçimdekiler dökülür oldu.
Ne azil bir durum…

Sen boş ver beni Ey Şair...
Benim hortlayan yaralarım var…
Benim cismini bilmediğim sevdalarım var.
Kendime susar kendime konuşurum ben…
Kendimde beni dinleyen bir adam var...

Ey askın şairi
Dilinde anahtar var…
Hazineler sende saklı...
Bende kuru bir talep var…
Ask yolcusu olmaya azık gerek,
Bende kuru bir yürek var.
Ey Şair!
Senin gönlündeki saltanat,
Hazinelerinin ölçüsünde değildir,
Sen de aşkın efsunu,
Ruhumda füsun yaralar,
Var olan sen de var.
Ben bir şey veremem sana,
 Dokunamam,
Sunaklardan aşk sunamam,
Ab-ı hayat senin çeşminden akar

Hayat sende,
İştiyakım ölümedir ancak
Yokluğun varlığa, temasına ulaştığı gibidir,
 Benim sana dokunuşlarım.

Sen bildiğini yap, bana bakma.
Benim acımın alakası, yine benim..
Ey şair sen bildiğini yap!
Benim acımın eczası yine bende

İKİ ŞİİR / Hilal EJDERHA



Oturup iki şiir yazmalıyım
Birinde gökyüzünü mora boyamalıyım
Diğerinde güneşe ulaşmalı sıcaklığım
Sonra da annemin gamzesinde mutluluğu sevmeliyim

Oturup iki şiir yazmalıyım
Birinde ak günlere bereket
Diğerinde kara günü ak yapmalıyım
Dönüp gecelere bir süs takmalıyım

Oturup yalnızlığa iki şiir yazmalıyım
Birinde yalnızlığa hayranlık duymalıyım
Diğerinde yalnızlığa isyan kalesi dikmeliyim
Sonra da yalnızlığı yalnızlığa terk etmeliyim

Dostluk masum yüreklere küstüğünde,
Onları barıştırmalıyım
İnsanlar yağmuru hissettikleri gün,
Şemsiyeleri gökyüzüne hediye etmeliyim
Ben oturup iki şiir yazmalıyım
Beyaz kâğıtları dert ortağım yapmalıyım

Acılar denizinde gemilerimi yakmalıyım
Yıkmalıyım dertleri, en dibe vurmalıyım
Karanlığı korkutacak aydınlık olmalıyım
Yine her defasında oturup iki şiir yazmalıyım

Ben bir kuşun kanadında
O iki şiiri hayal etmeliyim sonra da hayal gibi yazmalıyım
Sormalı herkes mutluluk, acı, yalnızlık...
Kısaca bu yürek bahçesi nerede
İşte bu bahçe o iki şiirde…
                               

ÖZ / Metin ACAR












Niye büküyorsun boynunu yere doğru
Alnında neler var yerde arıyorsun
Kaldır kafanı bak göğe doğru
Senin yağmurların göklerde dolu

Kimler korkuttu, kimler üzdü seni
Üzüldüysen dök damlalarını yüzüne doğru
Elbet düşecektir göz yaşların toprağa
Topraktan büyüyeceksin tekrar özüne doğru

ZİNCİR ATLASI/Fazlı BAYRAM

zincir
ucunda puha
boynunda adamın kandan çukur
bir ucu zincirin memur elinde
kıvrımlı merdivenler kıvrıla kıvrıla
iner zindana
indikçe aydınlanır her oda
ışığa kapanır nura açılır kapılar
içerlek bir tevekkül
içerlek bir sabır
aşka çıkar kör ucu kanlığın

zincir
zincir zindan yoldaşı
hükmün sırdaşı
adam vuruldu mu zincire
kalbe kadar geçer pası
adam vuruldu mu zincire
asırlarca çıkar sesi
adam vuruldu mu zincire
Yusuf olur her zerresi

/parça parça Yusuf olmayacaksan
ne vurulursun zincire be adam ! /

“GÜLÜN ÇAĞRISI”/İsmail Göktürk



“Senin kalbinden sürgün oldum ilkin

Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği”




Senin kalbin ki, bir gül coğrafyasıdır. Hayata bir gül goncası olarak gelmenin ve bir gülün sürgünlerini yeryüzü coğrafyasına, yani ki kalbinin coğrafyasına taşımanın adıdır yaşamak. Şimdi hangi hıdırellez gecesi, kimbilir hangi gül dalına bağlı kaldı yüreğimizin menkıbesi sevgili. Senin kalbin ki yedi iklim üç kıta bir gül bahçesiydi. Sabahları, bir gülün açılması gibiydi; hayat, bir hüseynî fasıl. Senin görkemini kuşanırdı kâinat bir gülün güzelliğinde. Gül, güllerin en şereflisi, iki cihanın efendisi Resulullah’ın teriydi. “Terlese güller olurdu her teri / Hoş dererlerdi terinden gülleri”. Ve gül eksenli bir medeniyetin hakim kılındığı yeryüzünde her gül açıldıkta, peygamberî bir neşve sarardı kullarını. Senin coğrafyanda kulların aşk sarhoşuydu. Gül kokularında cezbeyle yaşarlardı hayatı. Coşkun ırmaklar gibi akardık sevgili. Yakıp yıkarak değil, mamur edip yücelterek. Bir gül ülkesi ki, her şey gül renginde, her şey gül yumuşaklığında, gül tadında, gül kokusunda, gül cazibesinde, gül havasında.. Taşı toprağı güldür bu diyarın. Çarşısında pazarında hep gül vardır. İnsanlar yalnızca “gül alır gül satarlar”. “Gülden terazi tutarlar”. Dahası “gülü gül ile tartarlar”. Biz ülkeleri alır, gül bahçesi yapardık sevgili. Büyüklerimiz vasiyetinde “İslâmbol’u aç, gülzâr yap” derdi. Gül, senin adına bismillah çekerek gülzâr yaptığımız bir coğrafyanın hayat üslûbuydu sevgili.

Şimdi “her yer Kerbelâ”. Şimdi bir çocuk ve bir annenin yüreği paramparçadır bir tarlada. Amcalar mayın döşemiş gece parklara. Tankların istilasında şimdi sokaklar. Çocukların ellerinde bir avuç taş, hem oyuncakları hem silahlarıdır şimdi. Mayınlar ve tanklar pusuda bekliyor. Şimdi küresel efendiler, çocukların gözlerindeki gülgûn bakışı, yanaklarındaki gül gamzeleri soldurdular. Şimdi insanlık bir cinnete sürgün sevgili. Senden bir vedia olan kulların sersefil savruluyor cinnetin rüzgarında. Senin yüreğinin coğrafyası talan edildi sevgili. “Bir mevsim-i bahârına geldik ki âlemin / Bülbül hamûş, havz tehî, gülistan harab”.

“Güller yine tomurcuktur izin ver açsınlar / Günlerce gül yüzün görmek için bekler gel”. Şimdi “Ali olmaktan bir sedef her çocukta”. Şimdi Ali, yine bir kırata binip gelir değil mi sevgili. Layık olma erdemini gösterdiğimizde, karların eridiğinde gül tomurcuklarının kokusuyla gelen baharı duyarız değil mi sevgili. Gülle başlarız söze sohbete, atalara uyarak. Ataların yüzünde bir tebessüm cennet misal açılır değil mi sevgili.

Şimdi bir çocuğun, parkta donarak öldüğünü bir çocuğun sana nasıl duyurduk sevgili. Şimdi donmuş, kurşunlanmış, mayına basmış çocuklarını sana duyurmadan nasıl gömeriz. Yüreğimizi nereye gömeriz sevgili.

“Gel gül çağına çek bizi gül çağına”. Özsuyu çekilmiş gibi merhametsiz, sevgisiz, kupkuru bir dünyanın zulmünü çekemez oldu omuzlarımız. Bize gülün kokusunu gönder, gülün hil’atini giydir bize, bizi sevindir efendim. “Seni nasıl çağırsak bize ses ver ey / Biz bunca toplandık bunca yürek seni bekler gel”.

Şimdi terkedilmiş yaşlı bir dede, gözleri dopdolu, senin ülkendeki kuşlardan haber bekler. Şimdi bir anne, bir sokağın tenhasında ekmek parası ister yüzünün suyunu dökerek. Şimdi bir sürü çocuk, sokak çocuğu, parklarda garip. Şimdi şakağı ağarmış bir baba, sevinci ve mutluluğu kucaklayıp götüremiyor evine. Şimdi gençler, dünyanın gerçekliğinden habersiz, figüranlarıdır küresel oyunların. Şimdi sokaklar dolusu çocuk, çığlık çığlığa arayışta. Biz bunca toplandık sevgili. Hâllerimiz sana malum. Bize özlediğimiz kokuyu gönder, âşina olduğumuz renge büründür bizi. Gül çağında cem eyle...

“Gülün çağrısı”, özlediğimiz medeniyetin sesi. Sevgilinin sesi. Gül bahçesine, gül medeniyetine çağıran ses. Adama güller ses verir de durmak olur mu. Bir medeniyetin çağrısını duymazlıktan gelmek olur mu. Değerli ağabey, güzel insan Osman Nalbant’ın prodüktörlüğünde Semerkant Yayıncılıkta çıkan bir seri gül demetidir, tasavvuf ilahilerinden oluşan kasetlerdir “Gülün çağrısı”. Fazla söze ne hacet. Duyalım ve duyuralım, eğer sevgiliye ve onun çağına özlem duyuyor ve yeniden onun çağında olmak istiyorsak.

ÖKSÜZÜN GÖZÜNDEKİ YAŞLAR/Şeyhşamil EJDERHA















Bir anneler günü
Bombalar dolduruyor göğü
Kırlangıçlar nerede?
Bahar, kelebekler;
çocukların oynadığı misketler
kalmış gönüllerde.
İmtihan edilirken açlıkla çocuklar
Hayatı noktalıyor zamansız mekânlar.

Bir anneler günü
Fırtınadan önceki sessizlik
Uğulduyor sokaklarda
Gökyüzündeki hüzün
Gölgesinde sevincin

Bir anneler günü
Bomba sessizliğiyle dolmuş her yer
Bedensiz ruhlarda ağlarken çocuklar
Soğuk bedenlere dökülüyor yaşlar
Okunuyor zalim ellere lanetler

Bir anneler günü
Umutlanıyor umutlar umutsuzlukta
Ağlıyor bulutlar, güneşin gözünde nem
Yeter! Diye feryat ediyor ay sonsuzluğa
İmanla imtihan, iman açlıkta…

Bir anneler günü
Kırdaki çiçek sevinçli
Hangi anneye hediye olacak şimdi
Bir heyecan dolduruyor kalbini
Sarsıyor bir feryat narin bedeni
Anne!
Cennet ayaklarının altında
Ama gitme kal yanımda
Söz sallanıyor boşlukta
Bir ruh daha eriyor huzura.

YETİMLERİN SEVDİĞİ BİR ÇİÇEK VARDIR/Mustafa Alper TAŞ


ne güzel bir ölümdür seninki menekşelerden bile kendine bir mavilik çıkardın
doğruldun eski terziler gibi elbiselerin üzerinden
gururla baktın ışıltımıza biz korkulu ateşlerdik her an biri gelip söndürebilir
ya da sorabilir hesabını karanlık gecelerin
ama yetimdik de hanlarda ve uzun ağustoslarda kim olduğumuzu saklayaraktan

belki saçlarında eski bir hatıranın denizi uğulduyordu
belki tam da yerinde ölüyordun
yakıştırarak göğsüne kimsenin sahip çıkamadığı bir karanfili

kırlardan ve kuşları tembihleyen bu bahardan geriye
uğultulu bir zaman kaldı saati biraz da bu yüzden anımsadık
geç olmamıştı çarşambaydı
neden mi diriydi çünkü yosunlar denizin koynunda 
balıklar sevinçliydi ağlarda sevdikleri bir pınarın serinliği
bakıyorduk akşama bakmamız gerekti

seninle nasıl andırabilirdik ismimizi yoksa
sana benzeyen yanlarımızı kim bilebilirdi


ADSIZ/Ufuk TÜRK




Gelsen şiirim şereflense bir akşamüstü
Bilirim yıkılır tüm putları kalbimin


BEYAZ SAÇLI USTALAR / Fazlı BAYRAM












beyaz olur saçları ustaların
kiminde yağ
kiminde toz pas is
kiminde kir olur ama pis olmaz
saçlarında ustaların seccade izi
yıllar yük yoğurur her cangama bir çığır
paldır küldür motorlar sıhhat bulur
usta saçı değmişse dişliler ahenkli çağırır Türküyü

ustam getir oğlum takımları der
eğilirdi motora
ben beyaz saçlarını tarardım bakışlarımla
saçlarında bir dükkan vardı
on çıraklı beş kalfalı evlat tadında
altı da çocuk evde ekmek tarlada balık
bağ bozumu yaz ortasında dünyanın
ustamın saçları beyazlığında ve yorgun
ve kirli
ve paslı
ve isli

bazen çay söylerdi bana
oğlum derdi kanından birine seslenir gibi
arabalarda insan gibidir
işte şu motor insanın kalbi
temizse sorun yok
karıncalanmışsa umudunu kes

baharı çıraklığında yaşamış
çocukken çırak ustaların saçları beyaz olur
her çocuk cümlesi bana
beyaz saçlı ustalar çağırır
her sevinç nöbetlerimde benim
beyaz saçlı ustalar uyanır
freni pompala
rüzgarla çarpış
kendi kalbindeki dağlara tırman
insanın korkularıyla tanımlandığı bir devirde
gölgesini güneşe tutardı ustam

saçı beyaz olan ustalar cesur olur
destanlara ayarlı tondadır sesleri
silaha sürülmemiş mermiler büyür gönüllerinde
bir çağı açar bir çağı kapatırlar her gün
beyaz saçlı ustaların
uzun olur yolları
her ikindi vakti yürüyüşlerinde
uzak mağaralar vardır ezberlerinde


... / Sibel KÖK













Ne ayrılıklar
Ne hüzünler
Ne hüzzam sevdalar biriktirdik
Zamana dair.

Kimimiz emaneti emanet ettik bir başkasına
Kimimiz gayrının avuçlarına bıraktık
Gözyaşlarıyla ıslanan çehrelerimizi
Söz anlatamadık
Lisanı farklıdır deyip gönüllerimize.

Hiç birimiz dinletemedi akıl denen komutanın emirlerini
Yürek denen toy savaşçıya
Ve hiçbir yürek anlayamadı
Verilen kararların doğruluğunu
Kanayana kadar…

ZARİF BİR PAPATYA/ Merve ÇAYIR


Gökyüzü..
Alabildiğine mavi..
Ve alabildiğine uzanır ufukların bitiş çizgisi..
İlkbaharla gelen taze bir bahçe..
Aldığım nefeslerde papatya kokusu var..
Ve attığım adımlarda onları incitme korkusu..
Papatyaları severim. Daha çok minik olanlarını..
Öyle zarif, öyle beyaz ve öyle korunmayı bekleyen narin bir gelini andırır bana papatya..
Nefesime karışan papatya kokuları arasında bir ağacın gölgesine sığınıp, sırtımı vererek kitap okumayı da severim.. Arkama yaslanır, beni başka dünyalara götüren satırların arasında bir mola verip şöyle bir bakarım içinde bulunduğum manzaraya.
Gökyüzü..
Alabildiğine mavi..
Ve alabildiğine uzanan bahçenin yeşil örtüsü..
Yeşilliğin üzerine serpiştirilmiş minik papatyalar..
Ah şu tabiat
Bana yaşama sevinci veren şu eşsiz güzellik..
Nasıl bir mükemmellik örneği yarattı seni ?
Nasıl bir eşsiz güzellik sana güzelliğinin zerresinden bahşetti de bu kadar güzel olabildin?
Görerek bakabilenler, her güzellikde ‘O’nu bulur.
Ve ben ‘O’nu her buluşlarımda ve kapıların her ‘O’na çıkışlarında bir kez daha ‘O’na hamdederek devam ederim yoluma..
Çünkü papatyalar güzeldir..
Çünkü onu yaratan daha güzeldir..