DÜKKÂN MEKTUPLARI / İsmail GÖKTÜRK



Türkü Yazıları
Muhterem Hocam Muzaffer GÖZÜKARA'nın 
Türkü Yazıları isimli manzumesine âcizâne bir şerhtir...

Yüreği ağzına kadar doluydu...

Azık olarak çileyi ve aşkı almıştı. Hayatı idâme ettirmenin gerek ve yeter şartı, ekmek su gibi katıksız nimet olan çile ve aşk... "Uzun İnce bir yolda" toza toprağa belendiği yer Anadoluydu.

Yüreği ağzına kadar doluydu. Bir kelam, bir nazar, bir şekil mızrap olup ezgilerin sıkıştırdığı yüreğe dokunmuş olsaydı, ebediyete gerilmiş teller, bir bir kopacaktı. "Bir türkü" diyordu. Şehâdet makamına bir adım kala, gözlerinde "bir yudum su" feryadıyla kıvranan bir yaralının sancısıyla, "bir türkü" diyordu. Kanayan bir yaraydı yürek, bir türküyle dağlanmalıydı. Yumdu gözlerini. Sırılsıklam sevdalı, tutundu bir allı turnanın kanatlarına.

Adı "ana"ydı kadının. Yıllar var ki, bir haber alamamıştı Yemen'e yolladığı yavrusundan. Büyütüp beslemiş, esker eylemişti. Bir döneydi yavrusu elleriyle yedirecekti, tandır kömbelerini. Kaygana yapacaktı, bir tas da ayran. Öpüp koklayacaktı sonra. Dönüp gelebilenler, "bir çift potinle bir de fes", bir ağıtlık nefes getirmişlerdi ondan. Ana, şehâdete duyduğu müebbet ihtiramla yüreğinin ortasına yerleştirdi acısını. Türkülerin hasını yaktı oğluna. Oğluna ve onun şehit dostlarına...

Yüreği ağzına kadar doluydu. Yaranın kanı durmamıştı. "Bir türkü" diyordu, mehterin serhat boylarında vurduğu. Kılıcının şavkıyla aydınlanan delişmenlik çağlarından arta kalan türkü. Üzengiye bastı mı eyere yerleşmeden Tuna'yı aştığı zamanların türküsü. Kadırgaların kalyonlara rampasında denizler çatırdarken bir leventin dilinde titreyen türkü. "Yiğit olan döne döne dövüşür" diyen türkü...

Kan kesif bir halde akmaktadır. Serin demir yarayı dağlayamamıştır. "Toprağa basmalıdır deli gönül" Bazen çöllerde isimsiz bir mezar, bazen sularda kefensiz şehit, bazen çemberde amansız bir yiğit olmalıdır. Yangınlar içinde uzayan çöle, bir yayla pınarı gibi akmalıdır kanı. Sarıkamış'ta "Kar Çiçekleri"ne dönüşmelidir; bir kartal olmalıdır "Dargo"da. Kafkas dağlarını moskof'a zindan etmelidir. Sonra, yönünü çevirdiğin her sınır cephe olmalıdır. Trablusgarp'tan, Mısır'dan, Filistin'den, Suriye'den, Kafkaslar'dan, Balkanlar'dan kan revan içinde düşmelidir, Anadolu'ya. Anadolu, binyılın kalesi, düşmelidir yeniden alınmak için...

Bir yiğittir o. "Adı yiğitlerle okunur". Kıtlığı, seferberlik yıllarını yaşamıştır. Evdeşini ellerinin kınası kurumadan Allah'a emanet edip düşmüştür yollara. Sırtında boyundan büyük mavzeri taşımaktan yorgun düşünce, bağdaş kurup bir küflü ekmek olan tayını yerken "cepheye varmadan şehit olmasam" diye dua etmiştir. Boynu bükük uçmuştur göllerden sunalar ve dönmemişlerdir. Sonra bir kara yılan gibi çöreklenmiştir memlekete zulüm. Gâvur Müslüman bellisiz olduğunda darağaçlarında ıslıklanan rüzgâr garip bir türkü. Gözyaşı bir türkü, hep yaşlı bir türkü, bir gönül türküsü, bir ayrılık türküsü, bir verem türküsü, bir tükeniş, bir ölüm türküsüdür...

Yüreği ağzına kadar doluydu. Kan kesilmek bir yana, şorlamaya durmuştu. "Aman bir türkü" diyordu. Bir âh türküsü. Varılmak istenen varılamayan, olunmak istenen olunamayan, ölünmek istenen ölünemeyen bir türkü...

Yetimlerin yoksulların yurdu olduğu kadar, vurguncuların, yağmacıların da yurdudur Anadolu. "Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul" düşmüştür. Adı, Müslüman Anadolu insanının öteden beri yavrularına vurduğu isimlerden bir isimdir. Yapılan taksimde ona, rızkını el aralıklarında ahır temizleyerek, itilip kakılarak kazanmak düşmüştür. Ayak yalın baş açık çobanlık yapan kardeşinin kavalında, anadan yetim, babadan yetim, bayramda eli öpülecek kimsesi olmayan bir türkü çalar...

Anadolu'nun çehresi değişmiştir. Drama köprüsü nerdedir bilmez çocuklar ama Hasan'ı tanır. Silahlar oyuncakçıda satılır, ama Hasan'ın "martini" satılmaz. Tuna'nın inadı kırılmıştır, artık akmam diyemez. Sivastopol önündeki "Yıkık Minare" ne olmuştur kimbilir. Kağnılar, Çete Bayramlarında asfalt yollardan geçirilir. Çetelerin, efelerin, zeybeklerin türkülerinde ezgisi vardır kağnı gıcırtılarının. Koca bir hüzün medeniyetinden geriye, kala kala türküler kalmıştır. Bu yarayı hem kanatan, hem dağlayan, hem onacak olan türküler. "Ne şirin dert bu, dermandan içeri"...

Dün olduğu gibi insan, bizim insanımız, türkü, bizim türkülerimizdi. Bu sazın telleri hüzne, gurbete, hasrete, aşka akortluydu. Yani insana özgü değerlere. Ama kan hiç durmadan akıyordu. Yara belki kurşun yarasıydı, belki sevda yarası, belki yoksulluk, belki bir söylenmez, adı anılmaz yara. "Bir türkü diyordu." "Harmanı yanan bir ihtiyarın yoksulluğunca yanan" bir türkü. Köyünden toprağından kopup üç kuruşluk helal lokma ya da üç kuruşluk tahsil uğruna şehirlerde yokluk perişanlıkla türlü hastalıkların pençesinde can veren "Celal oğlanların" türküsü. Kuru yerde yatan, ayağına dikenler batan, soğuk sularla yunulan bir türkü...

Kan durur gibi olmuştu. Saz durmamalıydı. "Benim sadık yarim" diyerek toprağa yürümeye vurmalıydı. Bir mezar türküsü vurmalıydı, üzeri otlar kaplı, bir Fatiha'ya muhtaç, bir duâya hasret olmanın türküsünü vurmalıydı...

Kan durmuş, yürek yorulmuştu. Mızrap sazın son telinde Anadolu'yu ve Anadolu insanını anlatıyordu. "Bir türküyüm ben, adı sanı bilinmeyen, dillere hiç düşmeyen, sazı sözü olmayan, hiç olmayan bir türkü..."




***
BAHARIN GELDİĞİNİ SÖYLEMELİYİM
                         
  -Şair Hasan Ejderha’ya-















Sana baharın geldiğini söylemeliyim
Gözelerime su yürüyor oluk oluk
Biliyorum bu mevsimde keklik cücüklerine
Elimde bir dal sümbül
Bir şair gibi ünlemeliyim

Her akşam ufuklarıma getirip asıyorsun güneşi
Damıtıp şerbet yapmaksa muradın yaz bitmeli, henüz erken
Bu mevsimde gözelerime su yürüyorken
Olmayan şerbette yüreğimi çepel etmemeliyim
Çeşme başlarına oturup suyu, toprağı
Bir şair gibi dinlemeliyim

Sana baharın geldiğini söylemeliyim
Anadolu düşlerime serilen yolluk,
Yüreğimde çiçeklenen kilimdir
Tesbi çalılarına yuva yapan kuşlar kefilimdir
Şair nasıl yürürse çiçekler üzre
Yamaçlarda, bayırlarda
Öylesine yürümeliyim


Şair, sana baharın geldiğini söylemeliyim
Gözelerime su yürümüşken oluk oluk
Baştan ayağa kan içreyim
Gözelerim ki yoluk yoluk yolunuk
Sen duyabilesin diye baharı
Ben karanfillerin boynu büküklüğünde
Bir şair gibi inlemeliyim
                                               12.04.1994



***
ÇİÇEK ÜLKENİN ÇİÇEK ŞEHİTLERİ: 
SREBRENİTSA KATLİAMI




Bosna’yı ziyarete gidenlerin dikkatini çeken ilk şey, bütün evlerin pencere önlerinde,
balkonlarında rengârenk çiçeklerdir. Bosnalıların ifadesiyle, ırmakları ve yemyeşil coğrafyasıyla “Hz. Ali Efendimizin cennet bahçesi” olan Bosna, zaten bir çiçek ülkedir. Osmanlı medeniyetinin en üst seviyede nezahetinin yaşanmaya devam ettiği Bosna’da 20 yıl önce, o çiçek ülkeyi kana bulayan insanlığın en büyük vahşetlerinden biri yaşandı. Yaklaşık 3 yıl süren insanlık dışı savaşın son perdesinde, Avrupa barbarlığının tescili mahiyetinde yaşanan Srebrenitsa soykırımının izleri de Bosna’nın nezahetine uygun bir biçimde yine çiçeklerin izinden hareketle ortaya çıkarılıyor.
Ölüm çiçekleri diye adlandırılan yavşan otu / misk otu veya artemis çiçeğinin belli yerlerde çoğalması ve bu çiçekten beslenen; o çiçeğin çoğalmasıyla beraber çoğalan kanat kenarları beyaz bir çizgiyle çember halinde çevrili olan mavi kelebeklerin takip edilmesiyle bulunan şimdilik 300 toplu mezar…
Srebrenitsa’nın hikayesi şöyle başlar.
Srebrenitsa, bizdeki “Gümüşhane” anlamına gelen bir kelime. Gümüş madeni çıkarılan küçük bir kasaba. 1991 yılı nüfus sayımına göre Srebrenitsa Belediyesi’nin nüfusu, 36 666 kişiden oluşuyordu. Bunların yaklaşık değerlerle %75’i Boşnak, %22’si Sırp, %3’ü ise Hırvat ve diğer etnik kökenlerden oluşmaktaydı. Bugün Srebrenitsa Belediyesi’nin 10-11 bin civarında nüfusu var. Bunların yaklaşık 5-6 bini Sırp; 4-5 bini Boşnak. Potoçari Şehitliği’nde yaşayan “dirileri” saymazsak.
Birleşmiş Milletlerin 16 Nisan 1993’te Saraybosna, Tuzla, Jepa, Gorajde ve Bihaç ile birlikte Srebrenitsa’yı Güvenli Bölge ilanı üzerine, Bjerjina, Brutunaç ve Zvornik gibi komşu bölgelerden kaçan on binlerce Müslüman, Srebrenitsa’ya sığınmıştı. 1993’ten itibaren Srebrenitsa’nın nüfusu 60 bine çıkmıştı.
Bosna’nın doğusunda ve Sırp kuşatması altında yer alan Srebrenitsa’ya 2 yıl boyunca tuz, su, tıbbi malzemeler, gıda gibi en temel insani ihtiyaçların girmesine dahi izin verilmedi. Bosna’nın değişik bölgelerinden “güvenli bölge” olduğu için gelen Boşnaklar, adeta büyük bir toplama kampında açlık, soğuk ve sefalete mahkum edildi. Boşnakların silahları, koruma amaçlı olarak, 400 Hollandalı asker tarafından temsil edilen BM güvenlik güçlerince toplandı. Bu süre zarfında Ratko Mladiç komutasındaki Sırp çentiklerin saldırıları devam ediyordu. Bosnalıların silahların geri verilmesi yönündeki başvuruları Hollandalı BM gücü Komutanı Thom Karremans tarafından reddedildi.
Ratko Mladiç komutasındaki VRS (Bosna Sırp Cumhuriyeti Ordusu) Birlikleri Srebrenitsa’ya girerken Sırp kasap Mladiç, kameralara şunları söylüyordu: Bu gün, 11 Temmuz 1995. Sırplar için kutsal bir günün yıl dönümünü kutlamadan önce Sırp Srebrenitsa’dayız. Bu kenti Sırp milletine armağan ediyoruz. Osmanlı’ya karşı gerçekleştirdiğimiz ayaklanmanın anısına, Türklerden öç alma vakti gelmiştir.” Türk diye kastettiği elbette Boşnak Müslümanlardı.
Bilindiği gibi, tarih boyunca birlikte yaşadıkları gibi,  Yugoslavya Devleti zamanında Tito’nun da uyguladığı politikalarla Sırp, Hırvat ve Boşnaklar karışık bir şekilde birlikte yaşıyorlardı.  Bosna ziyaretimiz sırasında anlatılan bir hadisede Boşnak gençler, Sırp komşuları tarafından öldürülmeye başlanınca 90 yaşlarında olan Hafız Hacı Halid Efendi’ye giderek “komşularımız bizi niye öldürüyor?” diye sorarlar. Halid Efendi, şunları söyler: “Herkes biliyor, siz bilmiyor musunuz? Size ateş eden Sırp’a sorun, Nişli’ye sorun. Onlar, Boşnaklara vurun demiyorlar. “Türkleri öldürün” diyorlar. Siz Osmanlısınız diye öldürülüyorsunuz” der.
11 temmuz 1995 gecesi Srebrtenitsa’ya birkaç kilometre mesafedeki, Potoçari’de bulunan büyük akümülatör fabrikasına yerleştirilmiş savunmasız 25 bin mülteci ve Srebrenitsa, Ratko Miladiç komutasındaki Sırp çentiklere, daha sonra ortaya çıkan video görüntülerinde kadeh tokuşturarak Hollandalı komutan Thom Karremans tarafından teslim edilmiştir.
Sırp askerler, 12 Temmuz 1995 günü 12 ile 75 yaş arası erkekleri “savaş suçlusu sanıkları sorguya çekmek” bahanesiyle ayırmaya başladı. Ayrılan binlerce erkek ise 60 civarında kamyon ve otobüslere doldurularak Tuzla’da esir değişimi bahanesiyle ölüme götürüldü. Bunların tamamı şehâdete yürüdü. Kadın ve genç kızlar, sistematik tecavüze uğradı.
Geriye kalan 15 bin civarında çocuk, kadın ve erkek Boşnak Susnjari’de toplanarak Tuzla’ya gitmeleri için Tuzla yolu olan ormanlık bölgeye bırakıldı. Yaklaşık 3 gün sürecek ölüm yolculuğu da böylece başladı. Gece boyu Srebrenitsa’dan dağlar üzerinden kaçmaya çalışırken Sırplar tarafından bombardımana tabi tutuldular. Bize anlatıldığına göre, çoğu, bu ölüm yürüyüşünde Sırp nişancılar ve Avrupalılara yüksek ücretlerle düzenlenen ölüm safarilerinde şehit edildi. Bir kısmı açlık ve susuzluğa yenik düştü. Yola çıkanlardan pek azı, bu ölüm yolculuğunda Tuzla’ya ulaşabildi. 16 Temmuz 1995’te Tuzla’ya ulaşabilen yaklaşık 3 bin kişinin anlattıklarına kimse inanmak istemedi.
Bosna Hersek Kayıpları Araştırma Enstitüsü verilerine göre, 1995 yılından bu yana ülke genelinde 500’den fazla toplu, 5 binin üzerinde müstakil mezar bulundu. Bir kişiye ait vücut parçaları 4 ayrı toplu mezardan çıkabiliyordu. Öldürdüler, gömdüler, sonra buldozerlerle olayı gizlemek üzere kilometrelerce uzaklara bir daha bir daha naklettiler.
Srebrenitsa’nın düştüğü saatlerde BM Genel Sekreteri Butros Gali Atina’da “barışa yaptığı katkılardan dolayı” Onasis Ödülü almakla meşguldü. Avrupa ise, aynı saatlerde, faşizme karşı zaferinin 50. Yılını kutluyordu. Aynı tarihte, Türkiye’de Süleyman Demirel cumhurbaşkanıydı.
Yugoslav ordusunun belkemiğini oluşturan Sırplar, her türlü silah ve teçhizatla hiçbir asker ve silah gücü olmayan masum bir halka karşı yürüttüğü savaşta, Aliya İzzetbegoviç gibi bir bilge liderin örgütlediği Boşnaklara karşı savaş sonunda yenik duruma düşmüştü. Srebrenitsa katliamı, savaş sonunda oturulacak barış masasında Aliye İzzetbegoviç’in galip bir lider olarak oturmasını engellemek; Avrupa’nın ortasında bir Müslüman devlet kurulmasını önlemek maksadıyla Batı’nın izin verdiği hatta yardım ettiği Batı’nın tıynetine yakışan  bir barbarlık ve vahşet örneğidir. Bu soykırım, hedefine ulaştı. Çünkü bugün, Bosna Hersek’in %49’u Sırpların elinde. Srebrenitsa da dahil, o bölgede Sırp olmayan unsur kalmadı. Müslümanların egemen olduğu, Müslüman kimlikli bir devletin kurulması engellendi.
Uluslararası Adalet Divanı, verdiği kararla sadece Sırbistan’ı değil; Batıyı akladı. Müslüman Boşnakların yok oluşunu izleyen Avrupa Birliği aklandı. Haçlı vahşeti, bir kez daha Haçlılar tarafından aklandı.
Srebrenitsa’da 11 Temmuz – 16 Temmuz 1995 arasında en az 8372 Boşnak Müslüman katledildi. Her yıl kimlikleri tespit edilen kurbanlar, katliamın yıl dönümünde Potoçari Şehirliği’ne törenle defnediliyor. Bu yıl defnedilen 136 kurbanın 13’ü çocuk; üçte biri kadın. Kurbanların en yaşlısı öldürüldüğünde 75 yaşında olan Yusuf Smayloviç. Bu yıl oğlu ve torunuyla birlikte defnedildi.
Kimlikleri tespit edilip Potoçari Şehitliği’ne defnedilenlerin sayısı 2015 temmuzu itibariyle 6377. Bulunan toplu mezarlardan çıkarılan diğer şehitler, kimlik tespiti için bekliyor. Öyle ki hayatta hiç yakını kalmadığı için DNA testi ile kimliği tespit edilemeyen şehitlerimiz var. Ruhları şad olsun. 




***
BİZİM BOSNA VE SIRPLARİ


Bosna’da bize mihmandarlık yapan merhum Muhammed Ayet abi anlatmıştı. Bosna savaşı bilindiği gibi sivil masum insanların katledildiği avrupanın ortasında yaşanan bir vahşetti. Tıpkı birinci dünya savaşının Bosna’nın ortasından akıp giden Milyeska nehrinin üzerindeki köprülerden birinde bir sırp genci tarafından avusturya-macaristan veliaht prensinin öldürülmesiyle başladığı gibi; yine bir köprü üzerinden geçmekte olan Sueda Dilberoviç isimli masum genç kızımızın sırp keskin nişancısı tarafından vurulmasıyla Bosna savaşı başlamıştı. Bosna savaşı başladığında aynı şehirlerde birlikte yaşadıkları sırp, Hırvat kökenli komşularının bir anda masum boşnaklara karşı katliam ve vahşetler sergilemelerine şahit olan Boşnak gençler Hacı Hafız Halit Efendiye giderler. Hacı Hafız Halit Efendi Muliç 2011 aralık ayında 96 yaşında vefat etmiştir. Bosna-Hersek’te mesnevihanlık geleneğini sürdüren Halit Efendi için Saraybosna at meydanı bakır baba camii avlusunda Bursa belediyesi ve TİKA bir türbe yaptırmış ve geçtiğimiz günlerde açılışı gerçekleştirilmiştir. 

Gençler Hacı Hafız Halid Efendiye masumane sorarlar. “komşularımız bizi neden
öldürüyor?”. Hafız Halid Efendi gençlere şöyle söyler: “Bir sırpa sorun size neden ateş ediyor. Bir nişliye sorun. Onlar neden size ateş ettiklerini çok iyi bilmektedirler. Onlar sizi “Türk” olduğunuz için öldürüyorlar. Onlar çok iyi biliyor ama siz unutmuşsunuz der. 

Savaşın komutanlarından Mehmet Koçiç şöyle ifade etmişti: “bizim Allah’la aramız açılmıştı. Savaş bizi kendimize getirdi. Allah’ın yardım eli bize uzandı ve savaşın sonunda galip ordu bizim ordumuzdu”. Avrupanın ortasında bir İslam ülkesi istemeyen haçlı zihniyeti savaş sonunda Aliya’nın barış masasına eli zayıf otursun diye perdeyi bir katliamla kapatmayı uygun buldu. Serebrenitsa katliamını yapan katile güya güvenli bölge olan birleşmiş

milletlerin namusuna şerefine emanet edilmiş silahsız masum insanlar, haçlı zihniyetinin tiynetini ortaya koyacak çapta bir vahşetin kurbanı olsunlar diye Birleşmiş milletler askerlerinin sözde komutanı Hollandalı thom Kerreman tarafından kadeh tokuşturulup kutlamalar yapılarak sırp kasap radko mladiçe teslim edildiler. 

Bilinen sekiz bin üçyüz yetmiş iki masumun, bilinmeyen daha nice insanın hunharca katledildiği Serebrenitsa’ya girerken sırp kasap mladiç sırp tvlerine verdiği demeçte şunları söylüyordu:“İşte sırp şehri Srebrenica’dayız. Büyük bir sırp bayramı arefesinde iken bu şehri sırp milletine armağan ediyoruz. Nihayet, bu topraklarda Türkler’den intikamımızı alma vakti geldi” sırp kasabın sözünü ettiği “bayram”, yahut “aziz vitus günü”, vidovdan bayramı denilen gün, 1389’da 1.Kosova savaşının zaferimizle neticelenmesinden sonra savaş meydanını gezerken Sultan Murad Hüdavendigar’ın bir sırp asilzade olan miloş obiliç tarafından sinsice şehit edildiği gündür. Aslında savaş, bir sırp prens olan Lazar komutasındaki haçlı ordusunun hezimetiyle sonuçlanmıştı ama Hünkarın şehadeti onlara yetiyordu.

Cemil Meriç merhum der ya: “Bütün Kur'an'ları yaksak, bütün camileri yıksak, avrupalının gözünde Osmanlıyız; Osmanlı, yani İslam. Karanlık, tehlikeli, düşman bir yığın! Avrupa, maddeciliğine rağmen Hıristiyandır. sağcısıyla, solcusuyla Hıristiyan. Hıristiyan için tek düşman biziz”. sözün özü, küfür tek millettir ve inanıyorsanız üstünsünüz.


***
AKŞAM DÜŞÜNCELERİ



25 yıl öncesinden kalma düşünceler... dostlarla paylaşmak istedim. Muhabbetle.







Bu akşam bana kimse ud çalmadı
Ne saçlarımı okşayan annemin eli
Ne sazların ruhumda yankı bulan teli
Bu akşam hüznüm nağmelere karışıp dağılmadı

Rıhtımları kim yangına verdi
Sevdâ gemileri uzaktan geçer
Bahar, bir hüseynî fasıl gibi gelirdi
Şimdi yasemen kokulu şarkıları
Hangi iklimde hangi sevdalılar içer

Bu akşam da her akşam gibi uğramadı
Gözlerimizi umutsuz, ufka kilitleyen nâzenin
Uzak ilhamlardan gelen yüreğime
Genç kızlar hissiyatını ısmarlamadı
Itrî’nin, Hacı Arif Bey’in, Dede Efendi’nin

Dudaklarında Tamburî Cemil Bey’in hicaz ninnisi
Bebek değildir beşiklerde sallanan
Şefkatin sevginin gölgesi
Annemin hiç eksilmedi duâlarından
Oğlunun büyük adam olacağı temennisi

Dinlerim, her kuşluk yeniden bestelenir
Hatip Zâkirî Hasan Efendi’nin
Hüseynî cenaze salâtı
Her akşam annelerin yüreği yeniden örselenir
Serin selviliklerden esen bâd-ı sabâ
Asırlardan getirip asırlara götürür bir ağıtı

Bu akşam bana kimse ud çalmadı
Vefâsız şimdi uyurken derin uykularda
İçim içimi yer serâzâd duygularda
Doldu yürek, sabra tahammüle yer kalmadı 


20.04.1992


***
MESELEMİZ










Mesele hukuk meselesi değil kardeşim. 

Bu ülkede kimin egemen olduğu meselesidir. 

Azınlıklar üzerinden seni yönetememeleri meselesidir. 

Bütün evlatlarını şehit verdiğin vatanının devletinin elinden alınıp, medeniyetini tasviye edenlerden, yüz yıl önce sana diz çöktürenlerden hesap sorma meselesidir. 

Milletine tevdi edilmiş ilâyı kelimetullah vazifeni sürdürüp sürdüremeyeceğin meselesidir. 

Biz geri döndük, nerde kalmıştık deme meselesidir. 

Yolunu gözleyenlere umut, zalimlere korku salma meselesidir. 

Kızılelmanı unutmadığın, kıytırık halk yığınlarına dönüşmediğin, sünepe sürüngen bir hayatı tercih etmediğin, medeniyet kurmuş bir millet olduğunun şuuruna idrakine vardığını gösterme meselesidir.

Oryantalist kavramlarla, sana dayatılan algılarla hayatı anlamlandırmayı öğrenmediğini, medeniyet mefhumlarınla düşünmeye devam ettiğini, gaza ve cihat ruhunu yeniden kuşandığını öğretme meselesidir. 

Kızılelmamız neresi diye sorma meselesidir vesselam.


***
SENİN GİDİŞİNE BİR GAZEL DENEMES



"Sen gittin gözler ve bakışlar gitti
Ak ellere kına yakışlar gitti"

Osman Sarı
(Bir Savaşçıdır Kalbim)



Aklın en mütekâmil çağında insan temyiz gücünü yitirdi. Sarhoş meczuplar gibi dolaşıyorum sevgili. Merkezini yitirdim evrenin. Güneş gitti, karanlıkta yörüngesiz dönen yıldızlar infilâka hazır, dehşete âmâde. Sonsuz bir boşlukta yönleri unuttum, pusulamı kaybolmasın diye saklamıştım, bulamıyorum sevgili. Gözlerin nerede senin? Mecnun çöllere düşmüştü, Ferhat dağlara. Bakışlarını arıyorduk senin besbelli. Yâni ki yazgımızı. Akıbet bulamadık. Fakat unutmadım sevgili. Senin bir düşler ülkesinde yaşadığını, orada huzur ve sükûnun hüküm fermâ olduğunu biliyorum. Senin ülkende kalbi olanların, yürek taşıyanların yaşadığını biliyorum.

Sen yaşama sevinciydin düşler ülkesinde. Evreni dolduran coşkuydun sen. Her yöneliş sanaydı, senin bakışlarından başka yön yoktu. Kuşatıcıydın, genişletirdin evreni. İnsan eşyaya bakınca, insan kâinata, insan insana bakınca bereketlenir, büyürdü evren. İçgüdüleriyle değil, aşkıyla yaşıyordu insanlar. Yeryüzü ne güzeldi, gökler ne mükemmel.

Ey evrensel akıl. Senin bakışların sabitliyordu âhengi. Sevginle işlenmiş, aşkınla bezenmişti kâinat. Adâlet diyorduk, sana pervane oluşundaki mükemmelliğe evrenin. Milim şaşmadan dönmesine sonsuz sayıdaki yıldızının. Adâlet diyorduk, yerli yerindeliğine dağların, denizlerin. Yağmurun yağmasından, karın erimesine; zerrelerin hareketine kadar her bir şeye sirâyet etmiş sevgine. Biz, âleme kattığın eyleme hayrandık senin. Ve aynı sevginin eseri olmakla kardeştik her bir eylemci varlığınla. Eylemsiz varlığın yoktu ki senin. "Her dem yeniden yaratılmak" bu olsa gerekti. Yâni her an sevdiğini hissetmek, sevildiğini bilmek. "Sevdim seni ey yâr; bir ben değil, âlem sana hayran diye sevdim".

Bizim bu düşsel coşkuya iştirakimiz kendiliğinden değildi sevgili. Bizi taştan, ağaçtan, kuştan, çiçekten ayrı kılan, bu küllî eyleme şuurlu katılmamızın gerekliliğiydi. Bu bizim imtihan sırrımızdı biliyorum. Bedelsiz sevgi duyulmuş şey midir? Biz yalnızca bakışlarını değil, sırrımızı kaybettik sevgili. Besbelli, başak veren buğdaylardan daha akıllı değildik. Ne kuşlar gibi uçabiliyor, ne balıkların gibi yüzebiliyorduk. Yücelttiğimiz ve sevginden yalıtılmış akıllarımızla sadece sınırlı bir taklitçi olabiliyorduk. Oysa hatırlıyorum, senin düşler ülkende senin sevgini kuşanmış âşıkların gözlerini kapayınca âlemler dolaşıyor, sularına seccâde seriyorlardı.

Senin aşkını yaşamak elbette zor işti sevgili. Mecnun olmak gerekiyordu, bazen Mansur olmak. Ama senin sevgini hissetmek bile yetiyordu mutluluğu paylaşmak ve çoğaltmak için. Seninle göz göze gelmek ne mümkün; gözlerine bakılamazdı senin, yanardık. Bakışlarının varlığını bilmek de yeterdi bize. Hem zâten sonsuz saadetlerin meczedildiği mutlak sevdâlar ülkesinin, bir düşsel yansıması değil miydi bu hayat. Mutluluğun kestirme fakat pek çetin yoluydu âşık olmak. Biz âşıkların hâlleriyle hâllenemezdik çoğu zaman. Senin âşıklarını sevmek bile mutlu ederdi bizi. Bakışlarını hissetmek için, bakışlarının değdiği bir varlığa bakmak yeterdi. Nazarlı çaylar içerdik biz, nazarlı çiçekler koklardık. Senin sevginle yek âhenk olmuş kâinattaki adâleti, şu imtihan edildiğimiz sınıfa taşımak, şu kağıda dökebilmek mutluluğun eşiğini buldururdu bize.

Biz düşler ülkesinde kutsamazdık aklı. Akıl, kalbimizi bakışlarına açmanın anahtarıydı. Akıl, kâinatın aklını başından alıp bir semâzen vecdiyle kendiliğinden döndüren, çekip çeviren sevgine katılmanın yöntemiydi. Ve biz sana izâfeten, sevgiyle bakardık yaratılmışa. Bu, bizim ev ödevimizdi sevgili. Gözlerimiz güzeldi, güzel ve doyumsuz bakardı. Doymak için değil, iştihayla değil; kelebeğin çiçeğe konması gibi, güzellikler tamamlansın diye bakardı. Güzel görünce şükür için secdeye kapanır, yere inerdi gözlerimiz. "Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden" öperdik biz. Büyükler elleriyle büyütür, çoğaltırdı güzelliği. Kaba saba iş yapmak senin güzelliğine hürmetsizlik olurdu. Eşyayı incitmezdik elimizle, senden bir emânettir diye. Demircilerimiz bile demir döverken sanatlı vururlardı. Kirmen eğirirdi nineler, kilim dokurdu. Zanaatla sanat birdi. Yeryüzüne gelen bebeğin kulağına bir mûsikî ile senin adın fısıldanırdı ilkin ve bir mûsikî ile uğurlanırdı insan yeryüzünden. Çocukların gözleri ne güzel görürdü dünyayı. Kuşlar, kelebekler, kuzular vardı dünyada. Bir de sonsuz sanatlı çiçeklerin.

Senin adın ulu orta söylenmezdi ve söylendiği zaman ürperir de gözlerimizin bebeği, onu sakinleştirmek için sana duâlarla birlikte göz kapaklarımıza sürerdik baş parmaklarımızın üstünü. Senin sevgin üzre yaşamak bir hayat üslûbuydu. Senin sevginin alenî ve kesif bir şekilde yaşanacağı günler, sevinçleri izhar için, çoğaltmak için sevgiyi kınalar yakılırdı ellere. Bayram günleri, düğünlerde, adını duyurmaya giderken serhat boylarına... En çok da genç kızlarımız yakardı. Onlar tebessümleriyle çoğaltırlardı güzelliğini. Yarışırlardı güzelliği yaymak için. Ne hünerli elleri vardı onların. Gergeflerine dünyayı gerer, ilmek ilmek sevgiyi bezerlerdi. Güzelliği korumak, ödeviydi genç kızların. Ödevini en iyi yapan, en güzel olan ve en çok sevileniydi onların. Adları Leylaydı, Şirindi, Aslıydı... Adları ne güzeldi.

Senin ülkende önce sevmek, sevdâlanmak öğrenilirdi. Çocukken masallardaki Anka kuşu, kediler, büyük annelerin seccâdesi, dedelerin köstekli saati... her bir şeyin sevilmesi gerektiği öğrenilirdi. Büyüdükçe değişirdi hayatın çehresi, özü değişmezdi. Delikanlılar yiğitliğini, silahını, atını, sazını ve pek çok gençliğe dair varlığı severdi âşikâr. Ve güzelliğin tecessüm ettiği bir ceylan gözlüyü severdi, sevdiğini belli etmeden. Sonra bebelerin kundağını, eşinin iffetini, elinin emeğini, alın terini... Ömrümüz vefâ etmiş, yaşlanmışsak çocuk olurduk yeniden. Geldiğimiz toprak tüterdi gözlerimizde. Öyle anlamlıydı ki her şey; bir çiçek, bir böcek incinse oturur ağlardık. İncinen senin ellerinmiş gibi üzülürdük sevgili. Zulüm, sömürü nedir bilmezdik. Sevgisizliğin getirdiği her kavramın yedi kat yabancısıydık.

Düşler, uzun süre yaşanılacak hissi verir görülürken. Ama işte sonunda uyandık sevgili. Uyandık ki küreselleşmiş dünya. Global bir nitelik kazanmış. Uyandık ve birbirimize, çevre yanımıza bakındık. Mecnunun bir köpeğin gözlerinde gördüğünü bile göremedik. "Bir göz âşinâlığı vardı aramızda" ama birbirimizi tanımıyorduk. Ferdiyetçi, menfaatçi, egoist ve daha pek çok şey olmuştuk nasıl olduysa. Bu biz miyiz diye sorduk. Çağın gerekliliği böyle dendi bize. Bilgi çağı, teknoloji çağı, modernite... Küllî şuurdan kopmuşluğu yaşıyordu insanoğlu. Aynı sevginin eseri olmakla kardeş olduğu her varlığa, sevgini ve bakışlarını yitirince düşman olmuştu. Evrenin merkezinde birey ve onun çıkarları vardı artık.

"Yunus düşte gördü seni / sayru mısın sağlar mısın".

Kalbin, aşkın emrindeki yaşama sevincinin ülkesini düşlerinde görenler; aklın emrindeki kentlerde uyanınca temyiz kudretini yitirdiler. Çünkü burada iyi kötü, doğru yanlış, güzel çirkin... bütün kavramlar ters yüz edilmişti. "Seni yaşamadan olmaz" demişti şâir. Meczup tavırlı âşıkların, barınamazdı senin gözlerinin ve bakışlarının doldurmadığı hayatta. Mecnun, çöllerde kayboldu; Ferhat, dağlara vurdu gitti; Mansurlarınsa darağaçlarına...

Beni sorma sevgili, cevap müşküldür. Ne meczup olabildim sevdâmın peşinde, ne akla bulaşabildim gerektiğince. "Allah'ım, aşkımı başıma topla" diye duâ eden kardeşim. Bu tavrını unutmuş kişiyi de duâlarına alır mısın?...



***
TÜRKÜ YAZILARI




Muhterem Hocam Muzaffer GÖZÜKARA'nın 
Türkü Yazıları isimli manzumesine âcizâne bir şerhtir...


Yüreği ağzına kadar doluydu...

Azık olarak çileyi ve aşkı almıştı. Hayatı idâme ettirmenin gerek ve yeter şartı, ekmek su gibi katıksız nimet olan çile ve aşk... "Uzun İnce bir yolda" toza toprağa belendiği yer Anadoluydu.

Yüreği ağzına kadar doluydu. Bir kelam, bir nazar, bir şekil mızrap olup ezgilerin sıkıştırdığı yüreğe dokunmuş olsaydı, ebediyete gerilmiş teller, bir bir kopacaktı. "Bir türkü" diyordu. Şehâdet makamına bir adım kala, gözlerinde "bir yudum su" feryadıyla kıvranan bir yaralının sancısıyla, "bir türkü" diyordu. Kanayan bir yaraydı yürek, bir türküyle dağlanmalıydı. Yumdu gözlerini. Sırılsıklam sevdalı, tutundu bir allı turnanın kanatlarına.

Adı "ana"ydı kadının. Yıllar var ki, bir haber alamamıştı Yemen'e yolladığı yavrusundan. Büyütüp beslemiş, esker eylemişti. Bir döneydi yavrusu elleriyle yedirecekti, tandır kömbelerini. Kaygana yapacaktı, bir tas da ayran. Öpüp koklayacaktı sonra. Dönüp gelebilenler, "bir çift potinle bir de fes", bir ağıtlık nefes getirmişlerdi ondan. Ana, şehâdete duyduğu müebbet ihtiramla yüreğinin ortasına yerleştirdi acısını. Türkülerin hasını yaktı oğluna. Oğluna ve onun şehit dostlarına...

Yüreği ağzına kadar doluydu. Yaranın kanı durmamıştı. "Bir türkü" diyordu, mehterin serhat boylarında vurduğu. Kılıcının şavkıyla aydınlanan delişmenlik çağlarından arta kalan türkü. Üzengiye bastı mı eyere yerleşmeden Tuna'yı aştığı zamanların türküsü. Kadırgaların kalyonlara rampasında denizler çatırdarken bir leventin dilinde titreyen türkü. "Yiğit olan döne döne dövüşür" diyen türkü...

Kan kesif bir halde akmaktadır. Serin demir yarayı dağlayamamıştır. "Toprağa basmalıdır deli gönül" Bazen çöllerde isimsiz bir mezar, bazen sularda kefensiz şehit, bazen çemberde amansız bir yiğit olmalıdır. Yangınlar içinde uzayan çöle, bir yayla pınarı gibi akmalıdır kanı. Sarıkamış'ta "Kar Çiçekleri"ne dönüşmelidir; bir kartal olmalıdır "Dargo"da. Kafkas dağlarını moskof'a zindan etmelidir. Sonra, yönünü çevirdiğin her sınır cephe olmalıdır. Trablusgarp'tan, Mısır'dan, Filistin'den, Suriye'den, Kafkaslar'dan, Balkanlar'dan kan revan içinde düşmelidir, Anadolu'ya. Anadolu, binyılın kalesi, düşmelidir yeniden alınmak için...

Bir yiğittir o. "Adı yiğitlerle okunur". Kıtlığı, seferberlik yıllarını yaşamıştır. Evdeşini ellerinin kınası kurumadan Allah'a emanet edip düşmüştür yollara. Sırtında boyundan büyük mavzeri taşımaktan yorgun düşünce, bağdaş kurup bir küflü ekmek olan tayını yerken "cepheye varmadan şehit olmasam" diye dua etmiştir. Boynu bükük uçmuştur göllerden sunalar ve dönmemişlerdir. Sonra bir kara yılan gibi çöreklenmiştir memlekete zulüm. Gâvur Müslüman bellisiz olduğunda darağaçlarında ıslıklanan rüzgâr garip bir türkü. Gözyaşı bir türkü, hep yaşlı bir türkü, bir gönül türküsü, bir ayrılık türküsü, bir verem türküsü, bir tükeniş, bir ölüm türküsüdür...

Yüreği ağzına kadar doluydu. Kan kesilmek bir yana, şorlamaya durmuştu. "Aman bir türkü" diyordu. Bir âh türküsü. Varılmak istenen varılamayan, olunmak istenen olunamayan, ölünmek istenen ölünemeyen bir türkü...

Yetimlerin yoksulların yurdu olduğu kadar, vurguncuların, yağmacıların da yurdudur Anadolu. "Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul" düşmüştür. Adı, Müslüman Anadolu insanının öteden beri yavrularına vurduğu isimlerden bir isimdir. Yapılan taksimde ona, rızkını el aralıklarında ahır temizleyerek, itilip kakılarak kazanmak düşmüştür. Ayak yalın baş açık çobanlık yapan kardeşinin kavalında, anadan yetim, babadan yetim, bayramda eli öpülecek kimsesi olmayan bir türkü çalar...

Anadolu'nun çehresi değişmiştir. Drama köprüsü nerdedir bilmez çocuklar ama Hasan'ı tanır. Silahlar oyuncakçıda satılır, ama Hasan'ın "martini" satılmaz. Tuna'nın inadı kırılmıştır, artık akmam diyemez. Sivastopol önündeki "Yıkık Minare" ne olmuştur kimbilir. Kağnılar, Çete Bayramlarında asfalt yollardan geçirilir. Çetelerin, efelerin, zeybeklerin türkülerinde ezgisi vardır kağnı gıcırtılarının. Koca bir hüzün medeniyetinden geriye, kala kala türküler kalmıştır. Bu yarayı hem kanatan, hem dağlayan, hem onacak olan türküler. "Ne şirin dert bu, dermandan içeri"...

Dün olduğu gibi insan, bizim insanımız, türkü, bizim türkülerimizdi. Bu sazın telleri hüzne, gurbete, hasrete, aşka akortluydu. Yani insana özgü değerlere. Ama kan hiç durmadan akıyordu. Yara belki kurşun yarasıydı, belki sevda yarası, belki yoksulluk, belki bir söylenmez, adı anılmaz yara. "Bir türkü diyordu." "Harmanı yanan bir ihtiyarın yoksulluğunca yanan" bir türkü. Köyünden toprağından kopup üç kuruşluk helal lokma ya da üç kuruşluk tahsil uğruna şehirlerde yokluk perişanlıkla türlü hastalıkların pençesinde can veren "Celal oğlanların" türküsü. Kuru yerde yatan, ayağına dikenler batan, soğuk sularla yunulan bir türkü...

Kan durur gibi olmuştu. Saz durmamalıydı. "Benim sadık yarim" diyerek toprağa yürümeye vurmalıydı. Bir mezar türküsü vurmalıydı, üzeri otlar kaplı, bir Fatiha'ya muhtaç, bir duâya hasret olmanın türküsünü vurmalıydı...

Kan durmuş, yürek yorulmuştu. Mızrap sazın son telinde Anadolu'yu ve Anadolu insanını anlatıyordu. "Bir türküyüm ben, adı sanı bilinmeyen, dillere hiç düşmeyen, sazı sözü olmayan, hiç olmayan bir türkü..."




***

"GÜLÜN ÇAĞRISI"


“Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
 

Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği”




Senin kalbin ki, bir gül coğrafyasıdır. Hayata bir gül goncası olarak gelmenin ve bir gülün sürgünlerini yeryüzü coğrafyasına, yani ki kalbinin coğrafyasına taşımanın adıdır yaşamak. Şimdi hangi hıdırellez gecesi, kimbilir hangi gül dalına bağlı kaldı yüreğimizin menkıbesi sevgili. Senin kalbin ki yedi iklim üç kıta bir gül bahçesiydi. Sabahları, bir gülün açılması gibiydi; hayat, bir hüseynî fasıl. Senin görkemini kuşanırdı kâinat bir gülün güzelliğinde. Gül, güllerin en şereflisi, iki cihanın efendisi Resulullah’ın teriydi. “Terlese güller olurdu her teri / Hoş dererlerdi terinden gülleri”. Ve gül eksenli bir medeniyetin hakim kılındığı yeryüzünde her gül açıldıkta, peygamberî bir neşve sarardı kullarını. Senin coğrafyanda kulların aşk sarhoşuydu. Gül kokularında cezbeyle yaşarlardı hayatı. Coşkun ırmaklar gibi akardık sevgili. Yakıp yıkarak değil, mamur edip yücelterek. Bir gül ülkesi ki, her şey gül renginde, her şey gül yumuşaklığında, gül tadında, gül kokusunda, gül cazibesinde, gül havasında.. Taşı toprağı güldür bu diyarın. Çarşısında pazarında hep gül vardır. İnsanlar yalnızca “gül alır gül satarlar”. “Gülden terazi tutarlar”. Dahası “gülü gül ile tartarlar”. Biz ülkeleri alır, gül bahçesi yapardık sevgili. Büyüklerimiz vasiyetinde “İslâmbol’u aç, gülzâr yap” derdi. Gül, senin adına bismillah çekerek gülzâr yaptığımız bir coğrafyanın hayat üslûbuydu sevgili.

Şimdi “her yer Kerbelâ”. Şimdi bir çocuk ve bir annenin yüreği paramparçadır bir tarlada. Amcalar mayın döşemiş gece parklara. Tankların istilasında şimdi sokaklar. Çocukların ellerinde bir avuç taş, hem oyuncakları hem silahlarıdır şimdi. Mayınlar ve tanklar pusuda bekliyor. Şimdi küresel efendiler, çocukların gözlerindeki gülgûn bakışı, yanaklarındaki gül gamzeleri soldurdular. Şimdi insanlık bir cinnete sürgün sevgili. Senden bir vedia olan kulların sersefil savruluyor cinnetin rüzgarında. Senin yüreğinin coğrafyası talan edildi sevgili. “Bir mevsim-i bahârına geldik ki âlemin / Bülbül hamûş, havz tehî, gülistan harab”.

“Güller yine tomurcuktur izin ver açsınlar / Günlerce gül yüzün görmek için bekler gel”. Şimdi “Ali olmaktan bir sedef her çocukta”. Şimdi Ali, yine bir kırata binip gelir değil mi sevgili. Layık olma erdemini gösterdiğimizde, karların eridiğinde gül tomurcuklarının kokusuyla gelen baharı duyarız değil mi sevgili. Gülle başlarız söze sohbete, atalara uyarak. Ataların yüzünde bir tebessüm cennet misal açılır değil mi sevgili.

Şimdi bir çocuğun, parkta donarak öldüğünü bir çocuğun sana nasıl duyurduk sevgili. Şimdi donmuş, kurşunlanmış, mayına basmış çocuklarını sana duyurmadan nasıl gömeriz. Yüreğimizi nereye gömeriz sevgili.

“Gel gül çağına çek bizi gül çağına”. Özsuyu çekilmiş gibi merhametsiz, sevgisiz, kupkuru bir dünyanın zulmünü çekemez oldu omuzlarımız. Bize gülün kokusunu gönder, gülün hil’atini giydir bize, bizi sevindir efendim. “Seni nasıl çağırsak bize ses ver ey / Biz bunca toplandık bunca yürek seni bekler gel”.

Şimdi terkedilmiş yaşlı bir dede, gözleri dopdolu, senin ülkendeki kuşlardan haber bekler. Şimdi bir anne, bir sokağın tenhasında ekmek parası ister yüzünün suyunu dökerek. Şimdi bir sürü çocuk, sokak çocuğu, parklarda garip. Şimdi şakağı ağarmış bir baba, sevinci ve mutluluğu kucaklayıp götüremiyor evine. Şimdi gençler, dünyanın gerçekliğinden habersiz, figüranlarıdır küresel oyunların. Şimdi sokaklar dolusu çocuk, çığlık çığlığa arayışta. Biz bunca toplandık sevgili. Hâllerimiz sana malum. Bize özlediğimiz kokuyu gönder, âşina olduğumuz renge büründür bizi. Gül çağında cem eyle...

“Gülün çağrısı”, özlediğimiz medeniyetin sesi. Sevgilinin sesi. Gül bahçesine, gül medeniyetine çağıran ses. Adama güller ses verir de durmak olur mu. Bir medeniyetin çağrısını duymazlıktan gelmek olur mu. Değerli ağabey, güzel insan Osman Nalbant’ın prodüktörlüğünde Semerkant Yayıncılıkta çıkan bir seri gül demetidir, tasavvuf ilahilerinden oluşan kasetlerdir “Gülün çağrısı”. Fazla söze ne hacet. Duyalım ve duyuralım, eğer sevgiliye ve onun çağına özlem duyuyor ve yeniden onun çağında olmak istiyorsak.

***


BAHARIN GELDİĞİNİ SÖYLEMELİYİM



                            -Şair Hasan Ejderha’ya-

Sana baharın geldiğini söylemeliyim
Gözelerime su yürüyor oluk oluk
Biliyorum bu mevsimde keklik cücüklerine
Elimde bir dal sümbül
Bir şair gibi ünlemeliyim

Her akşam ufuklarıma getirip asıyorsun güneşi
Damıtıp şerbet yapmaksa muradın yaz bitmeli, henüz erken
Bu mevsimde gözelerime su yürüyorken
Olmayan şerbette yüreğimi çepel etmemeliyim
Çeşme başlarına oturup suyu, toprağı
Bir şair gibi dinlemeliyim

Sana baharın geldiğini söylemeliyim
Anadolu düşlerime serilen yolluk,
Yüreğimde çiçeklenen kilimdir
Tesbi çalılarına yuva yapan kuşlar kefilimdir
Şair nasıl yürürse çiçekler üzre
Yamaçlarda, bayırlarda
Öylesine yürümeliyim


Şair, sana baharın geldiğini söylemeliyim
Gözelerime su yürümüşken oluk oluk
Baştan ayağa kan içreyim
Gözelerim ki yoluk yoluk yolunuk
Sen duyabilesin diye baharı
Ben karanfillerin boynu büküklüğünde
Bir şair gibi inlemeliyim
                                               12.04.1994

3 yorum:

  1. Sayın, Şair Hasan Ejderha,Öğretim Görevlisi Sayın İsmail Göktürk'ün şu mısralarına cerecek bir cevabınız var mı:"
    Her akşam ufuklarıma
    getirip asıyorsun güneşi
    Damıtıp şerbet yapmaksa muradın
    yaz bitmeli, henüz erken". Hasan Keklikci

    YanıtlaSil
  2. neye cevap verdi ki buna cevabı olsun üstadım.. aha şimdi zamanı gelmeye başladı şerbetin. şimdi de şerbet yapmaya mecali kalmadı.. İsmail

    YanıtlaSil
  3. Biz gönlümüzü şerbet yapıp mısra mısra dostlara sunmuşuz. Daha garyrı şerbetmi olurmuş.

    YanıtlaSil